- İstihsanın ibtali ve mesâlih-i mürsele 2

Adsense kodları


İstihsanın ibtali ve mesâlih-i mürsele 2

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Sat 11 September 2010, 07:18 pm GMT +0200
İSTIHSANIN ÎBTÂLİ VE MESÂLİH-İ MÜRSELE


197- Mesâlîh-i Mürsele Nedîr Ve Ne Zaman Şer´î Delîl Ola­rak Kullanılır?


Hanefîlere ve Mâlikîlere göre istihsânın gerçek mahiyetini beyan et­tik ve her iki mezheb karşısında imam. Şafiî´nin tutumunun ne olduğunu bildirdik. Şimdi de îmam-ı Mâlik´in (Allah ondan razı olsun) alıp kullandı­ğı mesâlih-i mürseleyi beyan edelim, imam Mâlik´e göre mesâlih-I mürse­le demek, Şâri´m maksadına uygun olan mülayim hüküm yâni faydalı ve yararlı olan şeydir. Ancak bunun hakkında müsbet veya menfî olarak şer´î bir esas ve asıl gösterilmiş değildir. Kadı ve hâkime herhangi bir mes´ele arzolunduğu. zaman hakkında Kitab ve Sünnetten bir nass bula­mazsa, mes´eleyi hükme bağlamış bir icmâ´ da yoksa, dînin ruhuna, umû­mî gayesine uygun olarak maslahat gördüğü, yararlı bulduğu görüşü alır. Fakat burada maslahatı almağa veya ona i´tibar etmemeğe mahsus bir delil bulunmaz. Bu gibi yerlerde maslahat-ı mürsele ile hükmoîunur. Buna dâir bâzı Örnekler verelim:

1- Bir san´atçıya işlemek üzere bir mal verilse, elinde o mal zayi olsa onu tazmin etmesi lâzımdır. Hulefâ-yı Râşidîn böyle hükmetmişler, zayi´ olan malı ödetmişlerdir. Hz. Ali (Allah ondan razı olsun) bu hu­susta şöyle demiştir: "insanlar ancak buna lâyıktır." Tazmin ettirmede­ki maslahat şöyle açıklanır: insanlar bir şey yaptırmak için san´at sahip­lerine muhtaçtırlar. San´atçıların elinde bâzı defa mallar zayi´ olur. Ek­seriya ihmal ederler, malı iyi korumazlar. San´at sahiplerine olan bu ih­tiyaçla beraber zayi´ ettikleri de tazmin ettirilmezse bu iki şeye götürür: Ya büsbütün san´atçıya bir şey yaptırmamak. Bunda ise halk için güç­lük vardır. Ya da malın zayi´ olduğu iddiasiyle tazmin ettirilmemesi sebe­biyle onların ihmali daha artar, hıyanete yol açılır, insanların, malları za­yi´ olur gider. Gnun için tazmin ettirmekte maslahat vardır. Burada taz­min ettirmede haksızlık vardır, beri olan bir kimseye ödetilmiş olur. Bel­ki de malı bozmamış, zayi olmasında taksir etmemiştir, denemez. Çünkü_ maslahat ile mazarret karşılaştığı zaman hangi cihetin gâlib olduğuna bakılır. Bir san´atçının ihmal ve kusuru olmaksızın malın zayi´ olması uzak bir ihtimaldir. Kusuru olduğu ciheti gâlibdir. Sonra bunda umûmî menfaati, husûsî menfaat üzerine tercih etmek de vardır.[27]

2- Mâlikîlerin getirdikleri diğer misâl şudur: Beytü´Imalde para kalmaz, ordunun ihtiyaçları çoğalır da bunu karşılayacak para ve mal bulunmazsa, o zaman Müslümanların reisi, adalete riâyet etmek şartiyle, zenginlerden bu ihtiyacı karşılamak üzere vergi alır. Beytü´lmâle gelir, bulunup yetecek kadar mal toplamncaya kadar bu devam eder. Bunda şu noktaya dikkat edilir: Zenginleri ürkütmemek için bu vergi mahsûlün ha­sadı ve meyvelerin toplandığı bir sırada alınır. Bunda gözetilen masla­hat şudur: Eğer sultan bu vergiyi zenginlere tarh edip toplamazsa, dev­letin kudreti sarsılır, kuvveti azalır, memleket fitnelere sahne olur, mem­leket kendisine göz diken düşmanların istilâsına mâruz kalır.

Burada birisi şöyle diyebilir: Müslümanların reisi böyle vergi tarh edeceğine Beytü´lnıâl için istikraz yapsın. Şâtibî buna da şöyle cevap veriyor: "Buhran zamanlarında istikraz, ancak Beytü´lmâl için gelir getire­cek bir şey umulduğu takdirde yapılır. Gelir getirecek bir cihet yoksa, gelir zaten azalmış bulunduğundan, yeni vergi tarhından başka yol yok­tur."[28]

3- Bu hususta diğer bir misâl de şudur: Öldürülen bir kişiden ötü­rü kısas yoluyla birçok kimsenin öldürülmesidir. Bu da maslahat-ı mür-sl esasına dayanmaktadır. Çünkü bu hususta Kitab ve Sünnetten bir nass yoktur. Hz. Ömer b. Hattab´m böyle yaptığı naklolunmugtur. Bura­da gözetilen maslahat şudur: Öldürülmüş olan kimse masumdur, haksız yere amden öldürülmüştür. Onun kanım heder edip Öldürenleri cezasız bı­rakmak, kısas esasını bozmak demektir. Katilde başkasına yardım etmek; bu cürme katılmak, katlin vukuuna yardım etmek, vesîle olmak demektir. Bir cemâat katle iştirak ederse, hepsi kaatil vasfını aldığından kısasan hepsi öldürülür. Katil fi´linin cezası kısastır, bu fiil kaç kişiden südûr ederse onlar öldürülür. Katil fili bir şahsa izafe edildiği gibi kalabalık bir topluma da izafe edilir, katil fi´li bir cemâat tarafından işlendi diye cezasız bırakılmaz. Maslahat kısası îcâbeder.[29]

Şu cihet unutulmamalıdır ki, îmam Şâfü de, îmam Mâlik gibi bir ki­şinin katline iştirak edenlerin hepsinin kısasan katline hükmetmektedir. Fakat o buttu, Hz. Ömer´in hükmüne dayanarak söylemektedir. Çünkü o, nass bulunmayan yerde sahabeyi taklîd eder. [30]



198- Maslahat Delîü Muamelatta Muteberdir, Buna Dâir Örnekler:


îşte mesâlih-i mürsele böyledir, yukarıda gösterilen misâller bunu açıklamaktadır. îmam, Mâlik mesâlih-i rnürseleyi fıkhı delil olarak alır. Bu bakımdan Şafiî´nin görüşünü bildirmezden önce imam Mâlik´e göre mesâlih-i mürselenin esasını ve maksadım anlatmamız gerekiyor.

Mâliki mezhebinin usûl ve kaidelerini beyana girişen kitablardan an­laşılıyor ki, îmam Mâlik mesâlih-i mürsele delilini ibâdetlerde değil, âdet­lerde kullanıyor. Çünkü ibâdetlerde esas ve asıl taabbüddür. Şekillerin arasına bürünen mânâlara bakarak bunlar esas olarak alınıp Kur´ân´dan bir nass, Sünnetten bir eser bulunmayan hususta buna göre ibâdet teklif olunamaz, ibâdetlerin nevilerine, şekillerine ve vakitlerine bakarsak bun­ların taabbüdî olduğunu görürüz. Bu demek değildir ki, ibâdetlerin ma"-kûl bir hikmeti bulunmaz. Bunun mânâsı şudur: Nass vârid olmadıkça bu hususta aklın bulduğu hikmet ve maslahatlar üzerine hüküm verile­mez, ibâdetler nassa dayanır. Aksi takdirde bid´at çıkarmak olur. Hal­buki İbâdetlerde istenen şey nassa tabi´ olmaktır. îmam Mâlik (Allah ondan razı olsun) ibâdetlerde nasslara ve esere çok bağlıdır. Hattâ nassa bağlılığından ve ibâdette re´yden uzak kalmak istediğinden zekât verile­cek mallarda aynı yerine kıymetini vermeği men´etmiştir.

Âdetlere, muamelâta gelince, bunlardaki ma´kûl mânâlara, Şâri´in kasdettiği gayelere göre birtakım nasslar vârid olmuştur. Mükellef bu nasslardaki hikmeti anlar ve onların gösterdiği yola girer. Bu mânâların esası insanların dünya ve âhiret saadetini sağlayan maslahattır.

İnsanların dünya maslahatından murad, onların arzu ve heveslerine uygun düşen şey demek değildir. Belki de îslâm Dini´nin gayesine uygun olan maslahattır ki, o da faziletli bir cemâat, üstün bir toplum meydana getirmektir. Veyahut da şer´î tabiriyle: Dünya hayâtı, âhiret hayâtına geçiş için bir vasıtadır. Bu bakımdan mesâlih-i mürsele insanların heves­lerine uygun düşen demek değildir. Çünkü din insanları arzularının esiri olmaktan kurtarmak için gelmiştir, heveslerinin kucağına atmak için de­ğil! Kur´ân-ı Kerîm der ki: "Hak eğer onların arzu ve heveslerine uy­saydı, göklerle yer ve onlarda olanlar fesada uğrardı, bozulurdu." Mükel­lef için faydalı olan bir şeyde bâzı zararlar da bulunabilir. Nasıl ki, za­rarlı şeylerde bâzı faydalar olabilir. Zarar ve fayda birbirine karışıktır. Bir şeyin zararlı ve faydalı olmasında gözetilecek cihet, umûmun masla­hatına uygun olmasıdır. Diğer bir cihetten, bu, dünya ve âhiretin direği olan maslahattır. Nefsin heves ve arzularına uygun olması demek değil­dir. Gerçekte fayda ve zarar zamana, mekâna, hattâ şahıslara göre deği­şen bir şeydir. Bir toplum için faydalı olan bir şey, başkalan için zararlı olur. Bir zaman için, bir durumda zararlı olan bir şey, başka bir zaman­da ve durumda zararlı olmayabilir. Bu, bizi şu neticeye götürür ki, din, umûmun nizâmını koruduğundan onun mu´teber tuttuğu maslahat müm­kün olduğu kadar çok kimselerin faydasına şâmil olmalıdır ve mümkün olduğu kadar çok zararı defetmelidir. Bu da gösterir ki, maslahat insan­ların heves ve arzularına uyarak ayarlanmaz[31]. Maslahatı takdir Şâri´in umûmî gayelerine bağlıdır. Dünya hayâtı ebedî saadet için bir hazırlık olduğundan bu bayat fazilet esası üzerine kurulur. [32]



199- Mesâlih-i Mürseleyî Almada Mâlik´in Kayıdları, Dinin Güttüğü Beş Gaye:


îmam Mâlik´e göre, ibâdetler hâriç, âdet ve muamelâtta şer´î hüküm­lerden maksat insanların maslahatını gözetmektir. Bu maslahatta husûsî değil, umûmî menfaat gözetilir. Ferdin değil, toplumun faydası korunur. Toplumun menfaatına aykırı olmadığı takdirde ferdlerin menfaati da gö­zetilir. Din; cam, nesli, dîni, aklı ve malı korumak için gelmiştir. Bunları korumak için zarurî olan veya ihtiyaç duyulan şeylerin hepsi, Sâri´ tara­fından muteber tutulan maslahatlardır. Bu hususta şayet husûsî bir nass vârid olmadıysa, o zaman küllî bir asla, umûmî kaideye râci´ olarak şer´î bir delil alınır. Sâri´ tarafından gelmiş bir nass olmayınca içtihada gidilir.

îşte îmam Mâlik (Allah ondan razı olsun), insanların muamelâtına dâir olan şer´î hükümleri bu esas dâhilinde anlamaktadır. Mesâlih-i mür-seleyi işte bu hudut dâhilinde almış ve onu çok kullanmıştır. Şâtıbî bu hususta şöyle demektedir: "Maslahata dâir mânâları anlamak için onları derinliklerine daldı da daldı, fakat Şâri´in güttüğü maksada riayetten asla ayrılmadı, dînin kurduğu asıllardan birini bozmadı. Bununla beraber ulemâ, onun maslahat konusunda böyle fazla ileri gitmesini dile doladılar, kapıyı çok geniş açtığını söylediler. Fakat gerçek böyle değildir. îmana Mâlik bu töhmetten çok uzaktır. O, fıkıh mes´elelerinde ittibâ´ yolunu seç­miş ve bunu beğenmiştir. Hattâ bâzılarına göre o, kendinden öncekilerin bir mukallidi gibi görünür. Gerçekte o, Allah´ın dîni hakkında baaîret sa­hibidir."[33]

Mâlikî mezhebini inceleyenler görürler ki, mesâlih-i mürseleyi alır­ken imam Mâlik üç noktayı gözönünde tutmaktadır:

1-Aldığı maslahatın Şâri´in maksadına uygun olmasa. Bu masla­hat, şeriatın bir aslına ve dînî bir delile aykırı düşmemelidir. Bu masla­hatın muteber tutulması hakkında husûsî bir delil yoksa da, şer-i şerifin kasdettiği maslahatlara uygun düşmelidir.

2- Delil olarak alınan bir maslahat, ma´kûl münâsebetlere dayanan ve akla yatkın olmalıdır. Akıl onu tereddütsüz kabul etmelidir.

3- bu maslahatı almak, bir gerçeği ortadan kaldırmalıdır. Eğer ma´kûl olan bu maslahat yerinde alınmazsa, insanlar güçlük içinde kalır­lar. Halbuki Allâhu Teâlâ; "Dinde sizin için bir güçlük yoktur." buyur­muştur.
[34]



200- Ulemânın Çoğuna Göre Şafiî De Kısmen Mesâlîh-i Mürseleyî Almaktadır:


Mâlikiye kitaplarının îmam Mâlik´ten naklen anlattıklarına göre, ona göre mesâlih-i mürsele işte böyledir. Acaba imam Şafiî de bu konuda îmam Mâlik gibi mi diyor?

Karafî, aym ismi vermeseler de, bütün islâm mezheblerinin füru´ mes´elelerde mesâlih-i mürseleyi aldıklarım iddia eder ve şöyle der: "Ger­çekte bütün mezheblerde maslahat-ı mürsele delili vardır. Çünkü onlar mes´eleler arasında münasebetlere bakarak mukayese ederler, ayırma ya­parlar. Bir ciheti muteber tutarken delil aramazlar, işte bu maslahat mürseleden başka bir şey değildir. Mesâlih-i mürsele ile amel edildiğini te´kîd eden şeyler de vardır. Meselâ Ashâb-ı Kiram, nazar-ı i´tibâre alın­ması gereken, benzeri bir delil yokken mutlak surette maslahat cihetim gözeterek birtakım işler yapmışlardır. Kur´ân-ı Kerîm´i Mushaf hâlinde toplayıp yazmak bu nevi´dendir. Bu hususta önceden verilmiş bir emir, benzeri bir iş yoktur. Hz. Ebû Bekr´in Hilâfeti Hz. Ömer´e bırakması da böyledir (Allah her ikisinden razı olsun). Bu hususta da bir emir ve ben­zer yoktur. Hz. Ömer´in Hilafeti Şûrâ´ya bırakması, divanlar, hükümet daireleri kurması, Müslümanlar için para kesmesi, hapishaneler yapması jıep maslahata binaendir. Medine´de Mescid-i Nebevi civarındaki vakıflar, Mescid-i Nebevi dar olduğundan Hz. Osman´ın onu genişletmesi maslaha­ta dayanır."[35]

Karâfî´nin bu sözü şu i´tibarla doğru olabilir: Muhtelif mezhep sahip­leri fer´î mes´eleler hakkında hüküm verirken maslahat cihetini gözetirler ve ma´kûl münâsebetlere bakarlar. Vakıa bu fürû´u, fıkhî kıyasa bağla­mak için çalışır ve mücerret maslahata i´timat etmezlerse de, bu masla­hat daima gözönünde tutulur ve görüşte o hâkim olur.

Karâfî´nin bu iddiası, umûmî olması bakımından Şafiî´ye de şâmildir. Karâfî´ye göre imam Şafiî maslahat-ı mürseleyi almıştır. Bu umûmî hü­küm gereğince ondan başkası da almıştır.

Doğrusu, usûl-ü fıkıh kitaplarının ekserisi, Şafiî´nin mesâlih-i mürse-îeyi aldığını nakletmektedirler. Mesâlih-i mürseleyi alma hususunda ule­mânın ihtilâfı hakkında Esnevî şöyle diyor: "Bu hususta üç mezheb vardır. Birinciye göre maslahat mutlak surette muteber değildir. îbn-i Hâcib buna kaildir, muhtar olan budur. Âmidî, fukahânın ittifak ettiği doğru kavil budur, diyor, ikinciye göre mutlak olarak hüccettir, imam Mâlik´in bunu aldığı herkesçe meşhurdur, imam Harameyn de bunu ih­tiyar etmiştir. Ibn-i Hâcib diyor ki: Şafiî´nin de bunu aldığı naklolun-muştur. imam Harameyn de böyle demiştir. Ancak o bu mesâlih-i mür-selenin muteber maslahatlara benzemesini şart koşmuştur. Üçüncüye gö­re: Eğer maslahat; zarurî kat´î ve küllî ise muteber tutulur, öyle değilse muteber olmaz. Gazâlî´nin re´yi budur. Musannif (Beyzâvî) de bunu seç­miştir.?[36]

Görülüyor ki, Esnevî, îbn-i Hâcib´den ve îmam Harameyn´den, Şa­fiî´nin mesâlih-i mürseleyi aldığını naklediyor. Ancak imam Harameyn, onun aldığı maslahatın, Şâri´in kabul ve takrir ettiği bir maslahata ben­zer olmasını şart koştuğunu söylüyor.

Kemâl îbn-i Hümâm´m tahrîrinde ve şerhinde mesâlih-i mürseleden bahsolunurken şöyle deniyor: "Şafiî ve Mâlik maslahata kaildirler. Eb-berî ise bunun sabit olmadığını söyler. Sübkî, îmam Mâlik´in mutlak su­rette mesâlih-i aldığı sahihtir, diyor. Şafiî, Mâlik´in dediği gibi demiyor. Muteber olan maslahatlara benzer bulduğu maslahata hükmü bağlamağı caiz görürse şer´an mukarrar aslı sabit olan hükümlere dayanan masla­hatı alır. îmam Harameyn de böylesini ihtiyar etmiştir."[37]

Bakıyoruz ki, Şâtıbî î´tisâm´da Şafiî´den buna benzer sözler nakledi­yor. Ebû Hanîfe´ye de böyle bir şey nisbet ederek, şöyle diyor: "Mesâ-lih-i mürsele hakkında usûl-ü fıkıh, ulemâsı ihtilaf etmişler ve dört türlü kavil ortaya çıkmıştır,, Usulenlerin bir kısmı onu almayıp reddederler. Yâni bir asla istinad etmeyen maslahat muteber değildir. îmam Mâlik ise maslahatı delil olarak alır ve ona göre mutlak olarak hüküm verir. înıam Şafiî ve Hanefiyye´nin ekserisi sahîh bir asla müstenid olmasa da sabit asıllardan birinin ruh ve mânâsına yakın olmak sortiyle maslahat-ı mürseleyi alırlar. İşte imam Cüveytn´nin nakli böyledir. Bundan sonra dördüncü kavli açıklamaktadır ki, bu Gazâlî´nin görüşüdür ve yukarıda bunu nakletmiş, bulunuyoruz. [38]



201- Şafiî´nin Aldığı Mesâlih-i Mürsele Nedîr?


Bu türlü kitaplar, Şafiî´nin mesâlih-i mürseleyi aldığını gösterir, na­killerle doludur. Fakat Şafiî delil olarak aldığı maslahatın icmâ´la veya nassla muteber olan bir maslahata benzer olmasını şart koşuyor, bunu kayıtsız bırakmıyor. Şafiî´nin Er-Risâle´sine baktığımızda buna geniş yer verdiğini görüyoruz. Kıyas babında şöyle diyor: "Kıyas iki türlüdür. Bi­risi şöyledir: Kıyas yapılan şeyde aslın illeti vardır. Bu kıyas şaşmaz. Diğerinde ise kıyas yapılan şeyin asıl illetlerden benzerleri bulunur. Bu, onlardan daha uygun olana ve en çok benzeyene kıyas edilerek onun hük­mü alınır."[39] Icmâ´la muteber olan maslahatlardan birine benzeyen veya şer-i şerife müstenid olan bir emre uyan bir maslahatı almak, şüphesiz kî, ikinci kısımdandır. Buna göre bu kitapların naklettikleri, Er-Risâle´nin dediklerine uymaktadır. Fakat, îmam Şafiî bu türlü maslahatı, nass bu­lunmadığı yerde mesâlih-i mürsele delil olarak kabul edilir diye almış değildir. Belki ona göre bu maslahat, kıyas vecihlerinden birine uygun olduğundan muteber sayılmıştır. Bu bakımdan maslahat kıyasa girmek­tedir. Kendi kendine yer tutan müstakil bir delil olmayıp Kitab, Sünnet, icmâ´ ve kıyas nâmiyle toplanan dört delilin dışında kalmaz. Doğrusunu Allâhu Teâlâ bilir. [40]


[27] Şâtibî, I´tisâm, c. II, s. 292.

[28] Aynı eser, c. II, s. 298,

[29] Şâtıbî, l´tisâm, c. H, s. 302.

[30] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 286-288.

[31] Bak: Şâtıbî, Muvâfıkât, c. II, s. 26, Dimişkî tab´ı.

[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 288-289.

[33] Şâtıbî, î´tisâm, c. H, s. 311.

[34] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 289-290.

[35] Tahrir Şerhî, c. IH, s. 381

[36] Tahrir hamişinde matbu´ Usûl-i Esnevî, c. H, s. 113.

[37] Kemal îbn-i Hümâm, Tahrir şerhi, c. m, s. 150.

[38] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 290-292.

[39] Şafiî, Er-Risâle, s. 479,

[40] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 292.