- İstanbul'un kaybolan mirasının peşinde

Adsense kodları


İstanbul'un kaybolan mirasının peşinde

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 27 June 2012, 06:51 pm GMT +0200
İstanbul'un kaybolan mirasının peşinde
Fatih GÜLDAL • 64. Sayı / DOSYA KONUSU


Sultanahmet’te tarihî kalıntıların üzerine inşa edilen Four Seasons Hotel’in yapımı sırasında gündeme gelen kültür ve tabiat varlıklarının tahribatı meselesi bugün artık neredeyse sıradanlaşmış bir meseleymiş gibi algılanıyor. Tahribatın nedeni belirli dönemlerde bütün bir redd-i miras politikası iken, kimi dönemlerde de artan nüfusun barınma ihtiyacı ya da rant mücadelesi oluyor. Hâlbuki kaybolan, tahrip edilen yalnızca tarihî eser değil, onunla birlikte bütün bir medeniyetin kendisi…

Dersaadet, Âsitâne, Deraliyye gibi kendine has birçok özel ismi olan İstanbul, Roma başta olmak üzere, Bizans ve Osmanlı Devleti’nin, kalbinin attığı, devlet bürokrasisinin kurumlarını bünyesinde barındıran payitaht konumundaydı. Üç imparatorluğa başkentlik yapmış olan şehir, bu önemi nispetinde birçok sivil ya da askeri yapıyla donatılmıştı. Her hükümdar, tahta oturduğunda adını yüzyıllarca yaşatmak, ayrıca devletin gücünü ve ihtişamını simgelemesi, temsil etmesi adına kentte birçok eserin imar edilmesini sağlamıştı.

Roma ve Bizans’ı bir yana bırakacak olursak, Osmanlıların İstanbul’u ele geçirmeleriyle birlikte şehrin neredeyse baştan aşağı inşa edildiği söylenebilir. Nitekim fetih öncesi Konstantinapolis’in nüfusunun iyice azaldığı, şehirdeki birçok sivil, dini binanın harabeden farksız olduğu tarihçiler tarafından tespit edilen bir husustur. Özellikle Fatih Sultan Mehmed’in burayı devletin başkenti yapacağını ifade etmesi üzerine Konstatinapolis’ten İslambol’a tebdil edilen kentte büyük bir imar faaliyeti başladı. Böylelikle dünyaya nizamat verecek bir medeniyetin evlatlarına yaraşır, çağ açıp çağ kapatan bir milletin payitahtlığını yapacak bu şehri, mamur hale getirmek adına uzunca bir mesai harcandı.

Fethettiği ülkeyi sömürmeyi değil imar edip şenlendirmeyi vazife edinmiş Osmanlı, bütün Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi “i’mâru’l-bilâd tefrîhu’l ib’ad” düsturunca insanların yararına her türlü yapıyı İstanbul’da da inşa etmekten geri durmamıştır.

Hiç şüphe yok ki, Osmanlı toplumu ve kimliği, kulluğunu ifa edeceği bir mescit, çocuklarını eğitebileceği sıbyan mektebi, ilimle iştigal edeceği medrese ve kütüphanenin etrafında oluştu. Hayatın en temel ihtiyacı olan suyu hapsedildiği mahzen ve sarnıçlardan çıkararak hem göze hem de damağa hitap eden çeşmelerden akıttı ve dinin temizliğe verdiği önemi fiili olarak göstermek üzere zevk-i selim ile estetik ve işlevi yüksek hamamlar inşa etti. Özellikle gelişmiş olan vakıf anlayışının bir neticesi olarak dinî referansların doğrultusunda, İstanbul’u adeta bir dantelâ gibi işleyen yönetici ya da halk arasından hayırseverler, böylelikle isimlerini bugüne kadar yaşatmayı başarabilmişlerdir.
     
İstanbul için en büyük tehlike: Depremler, yangınlar, valiler
Bununla birlikte şehirlerde meydana gelen ve kıyamet-i suğra (küçük kıyamet) olarak da adlandırılan depremlerin, ahşabın yaygın kullanımı nedeniyle artan yangınların verdiği büyük zararlar bu eserlerin tahrip olmasına neden oldu. Ancak bu hayır kurumlarının, ömür boyu ayakta durabilmesi adına bânileri tarafından vakfedilen akarları/gelirleri vasıtasıyla tadilat görmeleri ya da yeniden inşaları belli bir döneme kadar mümkün olabildi. Ancak deprem ve yangın gibi doğal afetler sebebiyle meydana gelen bu tahribatın daha fazlasını insanoğlu/devlet zamanla kendi eliyle gerçekleştirdi, Osmanlı’nın miras bıraktığı bu güzel eserlerin büyük bir kısmı yok olup gitti. Bu bağlamda İrfan Özfatura’nın İstanbul’un deprem, yangın ve valiler olmak üzere üç büyük düşmanı olduğunu söylemesi hayli ilginç, bir o kadar da isabetli bir tespittir.

Aslında tarihî eserlerin tahribatı 19. yüzyılın sonlarına kadar da götürülebilir. Osmanlı toplumunda meydana gelen modernleşme çabaları ve bunun doğurduğu sosyal hareketlilik, değişen dünyaya ayak uydurma adına meydana gelen yeni ihtiyaçlar, asar-ı atikanın korunmasına yönelik kanunların uzun bir süre düzenlenmemiş olması, şehrin mimari dokusunun zarar görmesine neden olmuştu. Osmanlı’nın bu son döneminde vakıf malının kutsiyetinden dolayı yıkılan yapının yerine yenisini inşa etmek gibi bir zaruret olduğundan tarihî eserlerin tamamen yok edilmesi/ortadan kaldırılması genel bir uygulama olarak pek görülmemiştir. 1912’de şehremini olan Cemil Topuzlu Paşa döneminde İstanbul’un Avrupa başkentleri örnek alınarak imar edilmesi çalışmaları sırasında, yolların genişletilmesi, yeni parklar açılması amacıyla bazı eserlerin ortadan kaldırıldığı bilinse de bu yıkımlara kararlılıkla karşı duranlar da olmuştu. Bugün Ali Emiri Kütüphanesi olarak kullanılan Feyzullah Efendi Medresesi’nin Topuzlu Paşa tarafından yıktırılarak yerine bando takımı eğitim talimgâhı yapılmasına dönemin Fransız başkonsolosunun eşi, aynı zamanda İstanbul Muhipleri Cemiyeti üyesi Madam Bombar müdahale ederek karşı çıkmıştır. Yine Paşa’nın meydan açmak amacıyla yıkmak istediği, Ayasofya ile Sultanahmed Camileri arasında yer alan ve Hürrem Sultan tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış olan Sultanahmed veya Haseki Hamamı diye bilinen yapı Eski Eserler Encümeni'nin başkanı ola Küçük Said Paşa'nın mücadelesiyle kurtulmuştur.

Fakat özellikle Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte yeni kurulan cumhuriyetin yaşadığı zihniyet değişikliği, eskiye ait ne varsa köhnemiş ve terakkiye engel olduğu düşüncesini de beraberinde getirmiş ve tarihî eserlerin ortadan kaldırılmasını modern şehirlerin kurulabilmesi için gerekli bir adım olarak görmüştür. 1935 yılında çıkarılan bir kanunla, beş yüz metre içerisinde tarihî değeri büyük de olsa birden fazla cami olmayacak şeklinde bir uygulamanın hangi teknik gerekçelerle ortaya çıkarıldığı ayrıca merak konusu. Yine İstanbul’un yöneticiliğini yapan belediye başkanları ve valilerin aymazlıkları yurt dışından getirilen bazı şehir planlamacılarının Türklerin mazisini yok etmeye yönelik çalışmalarına olanak sağlamış ve yüzlerce yıldır tüm ihtişamıyla ayakta duran tarihî eserlerimizin tek tek ortadan kaldırılmasına neden olmuştur. Dama tahtası şeklinde, masa başında planlanan şehir, bu uygulama çerçevesinde büyük bir yıkıma uğratılmıştır. 1936-1950 yılları arasında İstanbul’da şehrin planlanması işini yapan Hanry Prost’un, tarihî dokuyu koruyan bir çalışma yapacağını söylemesine karşılık, ilk isteklerinden birinin Çırağan Sarayı’nın yıkılarak boğaza nazır bir futbol sahasının yapılması olması dikkat çekicidir. Ancak dönemin Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın da çalışmanın ateşli bir taraftarı olarak beyanatlar vermesi bu kıyımı sadece “ithal neron”lara atfetmenin doğru bir davranış olmadığını gösteriyor.

Dikkat çekici bir diğer husus ise bazı kaynaklarda eser tahribatının çoğunlukla 30’lu yıllarda yapıldığının ifade edilmesi. Remzi Oğuz Arık’ın ifadesiyle bu dönemde azgınlığa varan bir yıkım söz konusuydu. Bununla birlikte belki de daha erken tarihli olması nedeniyle takibin kolay olmasından ötürü, İstanbul’da yaşanan en önemli tarihî eser kaybının 1950-1960 yılları arasında olduğu görülüyor. Özellikle 1950’li yıllarda geniş caddeler ve büyük bulvarlar açma merakı başta Mimar Sinan eserleri olmak üzere birçok tarihî yapıyı ortadan kaldırdı. İşin ilginç yanı bu caddeler açılırken yola tesadüf edeceği düşünülerek yıkılan bu eserlerden birçoğunun yolla hiç alakası olmamasıydı. Umarsızca yıkılan bu eserlerin yerlerine bugün itibarı ile alışveriş merkezleri vb. binalar yapılmaktan da geri durulmadı. İstanbul’un ilk belediye başkanı Hızır Çelebi’nin mezarı bile bu yağmadan kurtulamadı ve mezarının bulunduğu hazirenin yanındaki Voynuk Şüca Camii -herhalde tekrar imar edilmesin diye- arsası üzerine bugün İMÇ blokları inşa edildi. Başta Atatürk Bulvarı olmak üzere, Aksaray meydanı, Vatan ve Millet caddeleri yapılırken birçok tarihî eser yola tesadüf etmemesine rağmen işgale kurban edildi. Yahya Kemal’in “kör kazma” olarak nitelendirdiği bu yağmadan birçok tarihî eser nasiplendi ve yüzyıllardır insanların hizmetine sunulan bu yapıların büyük bir kısmı sadece bir gecede ortadan kaldırıldı. Anlaşılan o ki zaman değişmiş ancak Prost’un planları çok uzun yıllar yürürlükte kalmış.
     
Milletin hafızasına vurulan kör kazma
Bir İstanbul aşığı olan Reşat Ekrem Koçu’nun “vandalizm” olarak nitelendirdiği tarihî eser kıyımının özellikle 1950-60 yıllarının arasında meydana gelmesinin iyi analiz edilmesi gerekiyor. Nitekim bu dönem dinî hassasiyetlerini de ön plana çıkararak hükümet olmuş Adnan Menderes’in başbakan olduğu zamanlardır. İyi ya da kötü yanlarıyla Cumhuriyet tarihi içerisinde şehir planlaması açısından Menderes döneminin bir dönüm noktası olduğu kabul ediliyor. Osmanlı’nın son döneminde başlayan, Cumhuriyetle birlikte doruk noktasına ulaşan Batılılaşma olgusu, kültürel anlamda son hız devam ettiği gibi şehirlerin planlanması konusunda da en önemli mihenk noktasıdır. Şehrin tarihî silueti göz ardı edilerek, geniş cadde ve meydanlar açma isteği, Avrupa’daki gibi büyük gezi parklarına ihtiyaç duyulması bu noktada yeni ve farklı çalışmaların yapılmasına zemin hazırlamıştı. Raylı sistemin demode, otobüslerle ulaşımın moda olduğu bu dönemlerde hükümet İstanbul’un çağdaş bir görünüm(!) kazanmasına büyük bir önem vermiş ve vali Fahreddin Kerim Gökay eliyle İstanbul’un tarihî siluetine büyük bir darbe vurulmuştu. Bu süreç içerisinde aralarında Oruç Gazi Mescidi, Camcılar Mescidi, Attar Halil Mesicidi, Camcı Ali Mescidi, Emir Mescidi, Fatma Sultan Mescidi, Karaköy Mescidi, Süheyl Bey Camii, Bektaş Efendi Mescidi, Kazasker Abdurrahman Efendi Mescidi gibi onlarca tarihî eser yok edildi.

1950’li yıllardaki bu “imar kasırgası” kamuoyunda tartışmalar neden oldu. Özellikle yıkılan camiler halk arasında tepkiyle karşılandı. CHP döneminde ülke genelinde yaşanan cami kıyımlarına alışık olan insanlar, muhafazakâr eğilimli DP iktidarında meydana gelen hadiseleri hayal kırıklığıyla karşıladılar. Bazen bu tepkiden korkan hükümet, modern bir şehir yaratma misyonundan da vazgeçmeyerek, ortadan kaldıracağı tarihî eseri yeniden, başka bir yerde imar edeceğini söylemiş, böylelikle eleştirileri engellemeye çalışmıştır. Örneğin, Karaköy Meydanı’nda bulunan ve meydan genişletme çalışmaları çerçevesinde engel olduğu söylenen, Karaköy Camii, Kınalıada’da yeniden kurulmak üzere taşları tek tek numaralandırılarak taşınmıştı. Ne var ki bu vaat hiçbir zaman gerçekleşmedi. İstanbul’un en güzel ve en şirin mescitlerinden biri meydana tesadüf etmemesine rağmen garip bir şekilde yıkıldı.

İstanbul’da 19. yüzyılın sonlarında lokal olarak başlayan tarihî eserlerin yok edilmesi faaliyeti, 1930 ve 1940’lı yıllarda sistematik bir hal alırken, 1950-1960 yılları arasında ise kitlesel imhalara dönüştü. Sevindirici olan husus ise yıkılan birçok eserin yerinde apartmanlar, iş hanları, oteller bulunsa da bir kısmının arazisinin hâlâ boş durması. Özellikle 1990’lı yılların ortalarından itibaren gerek belediyeler ve vakıflar gerekse de bazı hayırsever vatandaşların katkılarıyla birçok tarihî eser yeniden inşa edildi. Millet Caddesinde Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi yanında yola tesadüf ettiği söylenerek yıkılan ve Mimar Sinan eseri olan Kazasker Abdurrahman Efendi Camii’nin bir iş adamı tarafından aslına uygun olarak yeniden yapılması bunun en güzel örneklerinden biri. Son yıllarda özellikle çeşmelerin restorasyonu ve sularının yeniden akıtılması ise ilçe ve Büyükşehir Belediyesinin takdir edilecek çalışmaları arasında yer alıyor.

Tarihî eserler niçin önemli?
Bugün bir avuç insan tarafından tekrar gündeme getirilmeye çalışılan tarihî eserlerin korunması ve kayıp mirasın keşfedilmesinin ne gibi bir faydası var? Bu soruya mütareke yıllarında yaşanan ilginç bir olayla cevap verilebilir. Bu dönemde Ermeni meselesi dolayısıyla Erzurum'a gelmiş olan Amerikan heyetini Belediye Reisi Zâkir Bey oturdukları evin penceresine götürerek “Bakın şurada bütün şehri saran bir taşlık var. Onun da ortasında yirmide biri kadar duvarla çevrilmiş bir yer var. O büyük taşlık Müslüman Mezarlığı, o küçüğü de Ermeni mezarlığıdır; bunlar kendi ölülerini yemediler ya!" deyişi ile Müslüman Türk nüfusunun Erzurum'da daima ezici bir çoğunlukta olduğunu açık ve kesin bir şekilde ortaya koymuştur.

Şurası unutulmamalıdır ki maddi kültür olarak ifade ettiğimiz tarihî eserler; yaşamakta olduğumuz topraklar üzerinde de var olduğumuzun birer göstergesidir. Bu yapıların birer tapu belgesi gibi; bir tarzı, derinliği ve toplumun karakterini yansıtan, toplumla hayat bulan birer ifade biçimleri vardır. Bu vesileyle toplumumuzda da özellikle genç nesilde tarihî eser bilinci tam anlamıyla yerleştirilirse şehirdeki hafızamız olan, ecdat yadigârı eski eserlerin korunması sağlıklı bir şekilde sağlanabilir.

Ayasofya Medresesi
İstanbul’un fethiyle camiye tebdil edilmiş, Ayasofya’nın yanında inşa edilen, Fatih Sultan Mehmed’in de hocalığını yapan Molla Hüsrev’in ders verdiği Ayasofya Medresesi’nde birçok tadilat yapılmıştı. Bunlardan en önemlisi Sultan Abdülmecid tarafından İsviçreli Mimar Gaspare Fossati’ye yaptırılan çalışmaydı. Medresedeki asıl büyük değişiklik ise 1873 yılında yapıldı; bu çerçevede, medrese tamamen yıkılarak öğrencileri başka yerlere dağıtıldı. Çalışmalar bittiğinde medrese iki katlı ve toplamda otuz iki oda ile hizmete devam etti. 1924 yılına kadar eğitim hizmetine devam eden medrese bu tarihten sonra İstanbul Belediyesi’nce öksüzler yurdu haline getirildi. 1934 yılına gelindiğinde, Ayasofya Camii etrafında yapılan düzenlemeler çerçevesinde, görünümü bozduğu gerekçesiyle Antikiteler ve Müzeler Umum Müdürü Aziz Oğan’ın emriyle yıktırıldı. İlerleyen yıllarda kamuoyunda konuyla ilgili birçok tartışma başladı. Sürüp giden münakaşalar sonucunda 1985-86 yılında medresenin molozları kaldırılarak temellerine ulaşıldı. Bu plan çerçevesinde yeniden yapılması gündeme geldi ancak bugüne kadar bu konuyla ilgili bir çalışma yapılmadığı gibi Ayasofya Medreseleri gündemden çoktan düştü ve unutuldu.

Voynuk Şücaeddin Mescidi
Voynuk Şücaeddin Mescidi’nin en önemli özelliği, İstanbul’un fetihten sonraki ilk kadısı olan Hızır Bey Çelebi’nin mezarının da haziresinde yer almasıdır. Hızır Bey, harap olarak devraldığı İstanbul’un imarına katkıda bulunmuş önemli bir isimdi. Cami yıkıldığında haziresi de bu yıkımdan etkilenerek harabeye dönmüştür. Hızır Bey’in kabir taşı ise İstanbul Fetih Cemiyeti tarafından kurtarılmıştır. Günümüzde bu caminin yerinde manifaturacılar çarşısı binaları bulunuyor. 1956 yılında yıkım sırasında tahrip olan Hızır Çelebi’nin kabri de binaların içerisine alınmış durumda. Aslında, bu mescitle beraber, caminin karşısında yer alan, meşhur Cihannûma’nın yazarı Kâtip Çelebi ve şair Necati’nin de kabirleri yıkılmıştır.

Caminin gereksiz yere yıkıldığı yolundaki şikâyet üzerine, eski vali Kerim Gökay hakkında suç duyurusunda bulunulmuştu. Mahkeme olayın soruşturulması için Prof. Dr. Semavi Eyice’nin de görüşlerine başvurmuştu. Kendisinden şifahi olarak bilgi aldığımız Eyice, hâkimin, Fahreddin Kerim Gökay’ın yıkım emrini verip vermediği yönündeki sorusuna, valiyle birlikte teşriki mesaisi olmadığını ve böyle bir emir verip vermediğini bilmediğini söylemiştir. Yapılan bu kovuşturmaya rağmen Voynuk Şücaeddin Mescidi geri getirilemedi, Osmanlı döneminden kalan bir tarihi eser daha yok oldu.

Karaköy Mescidi
Bugün, Beyoğlu İlçesi’nde Karaköy Meydanı’nın doğusunda Ziraat Bankası’nın yanında mimarisi çok hoş, meydanla adeta bütünlük teşkil etmiş bir mescit vardı. Fatih döneminde bir tekke olmasına rağmen daha sonra Merzifonlu Mustafa Paşa tarafından üzerine cami yaptırılan alan, Osmanlıların iskele başlarına, deniz kıyılarına mescit yapma geleneğine uygunluk arz eden bir yerdi.

Fevkâni olarak yapılan bu mescit, zamanla harap olmasından, vakfına ait dükkânların da onarıma ihtiyaç duymasından dolayı Sultan II. Abdülhamid tarafından yeniden inşa ettirilmişti. Dönemin meşhur İtalyan mimarlarından Raimondo D’Aronco tarafından yine fevkâni, yani merdivenle üst kata çıkılır bir mimariyle, art nouveau üslubunda, ilginç bir görünümle tekrar yapılmıştı. Kubbeli ve sekizgen planlı caminin batı köşesinde yine sekizgen köşeli, ilginç, İstanbul’da benzeri olmayan bir minaresi vardı. Mescitten farklı olarak sekiz köşeli gövdesi tamamen mermer kaplı olan minare, cumba şeklindeki minareleri hatırlatıyordu. Keskin hatları bakımından modern üslubu aksettiren minarenin dikkat çekici bir de şerefesi vardı. Mescit, Karaköy Meydanı ile o kadar uyumlu bir tablo görünümündedir ki bölgenin çekilmiş fotoğraflarının, yapılmış kartpostallarının eksilmez figürü olarak karşımıza çıkar. 20. yüzyılın başında vapur, tramvay ve tünel üçlüsünün birleştiği bir aktarım ve uluslararası ticaret merkezi haline gelen Karaköy’deki hareketlilikle birlikte yeni yeni sorunlar ortaya çıkar. Artan trafik yoğunluğunun giderilmesi için yol genişletme çalışmalarına başlanır. 1957 yılında yol çalışmalarını hiçbir şekilde aksatmamasına rağmen sebepsiz yere yıkılan bu eser hiç şüphesiz Karaköy Meydanı’nın en önemli eseriydi. Bu sorumsuzluk, eserin yok edilişinden sonra da devam etmiş, daha sonra Kınalıada’da yeniden kurulmak üzere tek tek numaralanarak sökülmüş taşları ve diğer parçaları da kaybedilmiştir. Halı ve seccadeleri çalınan caminin çok değerli avizesini de bir daha gören olmamış, minberinin ve mihrabının Mercan’daki Atik İbrahim Paşa Camii’ne monte edileceği söylenmişse de, bu sözde kalmıştır.

Yenibahçe (Attar Halil Ağa) Mescidi
Hoca Attar Mescidi, Edirnekapı’dan Topkapı’ya giderken Vatan Caddesi üzerinde muhtemelen bugünkü ordu evinin önünde bulunuyordu. Bânisi III.Mehmed devri (1566-1603) ricalinden olan Attar Halil Ağa’dır.

Hadikatü’l- Cevâmi’den öğrendiğimize göre cami aslında Eminönü ile Unkapanı arasındaki bölgede, Tahtakale Semti’nde bugün Rüstem Paşa Camii’nin olduğu yerdeydi. Bölgenin çok işlek ve caminin cemaatinin de kalabalık olduğunu gören Kanuni Sultan Süleyman devrinin sadrazamı Rüstem Paşa (ö.1561), Halil Ağa’nın camisinin yerini beğenmiş ve Osmanlı Devleti’nin en büyük mimarı olan Mimar Sinan’dan bu camiyi buradan taşıyıp yerine daha büyük, İznik çinileriyle kaplı, gösterişli bir cami yapmasını istemiştir. Nitekim Mimar Sinan’ın en güzel eserlerinde biri olan Rüstem Paşa Camii bu mescidin üzerine bina edilmiştir.

Halil Ağa’nın mescidi de yıkılıp bütün parçaları taşınarak o dönemde çok de işlek olmayan Yenibahçe’ye taşınmıştır. Attar Halil Ağa Mescidi basit, ahşap bir binadan oluşmaktaydı. Önünde Yenibahçe Deresi üzerinde geçişi sağlayan tek gözden ibaret kâgir bir köprü de bulunan bu mescit 1956 yılında Vatan Caddesi genişletilirken Türk sanatında eşsiz olan ilginç çeşmesiyle birlikte yıktırılmıştır. Ne yazık ki caminin ve çeşmesinin tıpkı geçmişinde olduğu gibi buradan taşınarak bir başka yere monte edilmesi mümkünken buna gerek duyulmamıştır.