- İstanbul’un son dört asrı

Adsense kodları


İstanbul’un son dört asrı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 7 July 2012, 04:41 pm GMT +0200
İstanbul’un son dört asrı
Önder KAYA • 59. Sayı / TARİH


17. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin duraklama devri olarak adlandırılıyor. Bu dönemde, gerek tarihî yarımadanın önceden başlayan inşa faaliyetleri neticesinde dolmasının, gerekse ekonominin zaman geçtikçe daha da kötüleşmesinin bir neticesi olarak geçmiş devirlerdeki imar faaliyetleri yavaşladı. 1603’te tahta çıkan I. Ahmed şehre son büyük selâtin camilerinden biri olan Sultanahmet Camii ve Külliyesi’ni hediye edecekti. Külliyeyi inşa etmekle mimarbaşı Sedefkâr Mehmet Ağa görevlendirilmişti. Caminin temel atma töreninde I. Ahmed’in şeyhi olan Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri de hazır bulunmuştu. Sultan, töreni kendisi için hazırlanan bir köşkten izlemiş, sonrasında alışılmışın dışında bir hareketle eline kazma alarak temel inşaatında yoruluncaya kadar çalışmıştı. Sultanahmet Külliyesi’nin Ayasofya gibi abidevi bir mabedin karşısına inşa olunması esasen sur içinde büyük bir külliye için uygun alanın da ne denli azaldığının göstergesiydi. Nitekim 1755’te tamamlanacak olan Nuruosmaniye ve 10 yıl kadar sonra inşa olunan Laleli gibi sultan camileri, Sultanahmet’le karşılaştırıldığında görece küçük faaliyetlerdi.

17. asırdan 18. yüzyılın ilk yıllarına kadar olan süreçte sadaret makamını işgal eden Köprülü ailesi de kent dokusuna önemli katkılarda bulundu. Hanedanın atası olan Köprülü Mehmed Paşa, 1661’de Çemberlitaş civarında büyük bir külliye inşa ettirmişti. Külliyeye oğlu Fazıl Ahmed Paşa bir kütüphane ile türbe ekletecekti. Köprülü Mehmed Paşa’nın hem yeğeni hem de yetiştirmesi olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa da bu külliyenin yaklaşık 500 metre kadar ilerisinde bulunan Çarşıkapı semtinde kendi ismini taşıyan başka bir külliye yaptırdı. Yine bu aileye mensup olan Amcazade Hüseyin Paşa, bugün boğazın en eski yalısı olan Amcazade yalısını yaz aylarını geçirmek için inşa ettirirken, Fatih’te de kendi adını taşıyan bir külliye yaptırdı.

Lale devri imar faaliyetleri
1718-1730 yılları arasına denk gelen Lale devrinde ise İstanbul’da ardı ardına önemli kültür faaliyetleri gerçekleştirildi. Bu devrede bilhassa kütüphanecilik alanında kayda değer gelişmeler yaşandı. Devrin padişahı III. Ahmed, Topkapı Sarayı içinde kendi adını taşıyan bir kütüphane yaptırırken, sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da Vezneciler semtindeki külliyesinde bir kütüphane inşa ettirdi. Bu dönem sonrasında kişisel girişim yoluyla kurulan kütüphanelerin sayısında hızlı bir artış gözlemlendi ki, belli başlıları Koca Ragıp Paşa, Atıf Efendi, Aşir Efendi, Murad Molla ve Koca Yusuf Paşa kitaplıklarıydı.

Lale devrinden sonra işbaşına gelen Sultan I. Mahmud döneminde İstanbul’un su ihtiyacının giderilmesinde ciddi adımlar atıldı. Anadolu’da yaşanan karışıklıklar ve ekonominin bozulması neticesinde Lale devrinde İstanbul’a yoğun bir göç faaliyeti olmuş ve bunun sonucu olarak da daha önce iskân edilmemiş olan bazı bölgeler yerleşime açılmıştı. Bu durum kentte ciddi su sıkıntısına neden olunca Sultan, Büyükdere’nin Bahçeköy bölgesinde inşa ettirdiği bentler vasıtasıyla toplanan suları, Taksim’de yaptırdığı makseme getirtmiş ve buradan da şehrin belli bölgelerine dağıttırmıştı. Yine bu faaliyet çerçevesinde söz konusu su şebekesine bağlı meydan çeşmeleri de inşa ettirmiştir. Bu çeşmelerin en meşhuru Tophane Meydan Çeşmesi’dir. Padişahın annesi olan Saliha Sultan da hayır faaliyetleri konusunda oğlundan aşağı kalmaz. Saliha Sultan’ın Unkapanı Köprüsü’nün Azepkapı ayağında kalan ve kendi adını taşıyan çeşmesi dışında, Silivrikapı ve Defterdar semtlerinde de çeşmeleri bulunuyor.

1766 depremi ve sonrası
İstanbul 18. yüzyıl ortalarında yine bir büyük doğal afete şahit oldu. 1766’da meydana gelen ve şehri iki dakika boyunca sallayan deprem, Fatih Camii kubbesinin çökmesine, duvarlarının da büyük ölçüde yıkılmasına neden oldu. Sonradan cami, III. Mustafa tarafından yeniden inşa ettirildi. Günümüzdeki cami, Fatih devri camisi olmayıp 18. yüzyılda III. Mustafa’nın emri ile inşa olunan yapıdır. Bu cami dışında deprem sonrasında Yedikule Surları, Kız Kulesi, Aksaray’da bulunan yeniçeri kışlaları büyük zarar görmüşlerdi. Çemberlitaş’taki Atik Ali Paşa, Edirnekapı Mihrimah Sultan, Eyüp, Eminönü Rüstem Paşa, Davut Paşa camileri kullanılamayacak hale gelmişti. Dolayısıyla Sultan III. Mustafa tüm bu yapıları yeniden elden geçirmek ve şehri köklü biçimde imar etmek durumunda kalacaktır. Bu faaliyetlerine ilave olarak Üsküdar’daki Ayazma ile Kadıköy’deki İskele Camileri’ni ve Laleli Külliyesi’ni yaptıracaktır. 

Osmanlı Devleti’nin yüzünü Batıya döndüğü 19. yüzyılın başlarından itibaren şehir mimarisi ve toplumsal yapıda köklü dönüşümler yaşandı. Reform yanlısı padişahların ilki olan III. Selim devrinde, imparatorluğun bilhassa askerî alanda geri kalmışlığını sonlandırmak amacıyla Nizam-ı Cedid askerleri için Levent ve Selimiye’de iki büyük kışla yapıldı. Bu vakte kadar Osmanlı başkentindeki en önemli askerî kışlalar olarak karşımıza çıkan ve Fatih ile Aksaray semtleri arasına yayılan Yeniçeri odaları ise 1826’daki Vaka-i Hayriye diye adlandırılan gelişmeler sonrasında tarihe karışacaktır. Yeniçeri Ocağını ortadan kaldıran II. Mahmud, aynı yıl içinde bu olayın bir nişanesi olarak da Tophane semtinde Nusretiye adında bir selâtin camisini ibadete açtı. Yüzyılın ortalarında meydana gelen Kırım Savaşı sırasında ise İstanbul, Avrupalı müttefik ordularını ağırladı. Bu bağlamda şehirdeki bazı yapılar ve askerî kışlalar İngiliz ve Fransız askerlerine tahsis edildi. Yine modern hemşirelik mesleğinin kurucusu olan Florance Nightingale, hemşireliğin temellerini İstanbul’da hasta bakıcı olarak geçirdiği bu dönemde atar. Sultan Abdülmecid’in annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan, Dolmabahçe’de bir cami ve Aksaray’da bir hastane yaptırırken, oğlu da Ortaköy ve Fatih’te iki cami inşa ettirir. Ortaköy’deki Mecidiye, Fatih’teki Hırka-i Şerif camileri bu devirden kalmadır. Sultan Aziz’in annesi Pertev Nihal Velide Sultan da Aksaray’daki Valide Camii’nin ve kendi adını taşıyan bir mektebin temellerini atar.

İstanbul Belediyesi’nin temelleri atılıyor
Sultan Abdülmecid zamanında İstanbul Belediyesi’nin temelleri atıldı. Kırım Savaşı esnasında ise suriçi İstanbul’u ile Bilad-ı Selase denilen Eyüp, Galata ve Üsküdar kadılıklarının birleştirilmesi neticesinde 16 Ağustos 1855’te “Şehremaneti” adı verilen bir idari kurum oluşturularak İstanbul Belediyesi kuruldu. Şehremanetinin görevleri arasında İstanbul halkının temel ihtiyaç maddelerini sağlamak, çarşı ve pazarları denetlemek, yol ve kaldırım işleri ile uğraşmak, kentin temizlik işlerine bakmak geliyordu. 28 Aralık 1857’de çıkan bir diğer nizamname ile de İstanbul 14 idari bölgeye ayrılıyor, bunlardan Galata ve kısmen de Tophane’yi içine alan 6. Bölge (ki bugünkü Beyoğlu Belediyesi’nin temeli olarak kabul edilir) ayrıca Batı tarzında örgütleniyordu. Bu anlamda İstanbul içinde kurulan ilk ilçe belediyesinin Galata ya da bugünkü adıyla Beyoğlu Belediyesi olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Bu devirde padişahlar, geleneksel ikametgâhları olan Topkapı Sarayı’ndan ayrılarak ilk kez sur dışında ve karşı yakada bulunan bir bölgede daimi olarak ikamet etmeye başladılar. Gerçi sultanların bilhassa bunaltıcı yaz aylarından kaçmak için Boğaziçi’nin çeşitli bölgelerinde inşa olunan bazı köşk ve saraylara gittikleri biliniyorsa da, 1855’ten sonra yapımı tamamlanan Dolmabahçe Sarayı padişahların sürekli ikametgâhı haline gelecektir. Bunu, daha sonraki yıllarda yine bu çevrede inşa olunacak olan Çırağan ve Yıldız sarayları takip eder.

Ulaşım konusunda İstanbul’da bu yüzyıl içinde önemli gelişmeler yaşandı. Sultan Abdülmecid zamanında deniz taşımacılığı için Şirket-i Hayriye’nin temelleri atılırken, Sultan Abdülaziz döneminde atlı tramvaylar devreye girdi. Yine bu padişahın saltanatının son dönemlerinde Fransız mühendis Eugene Henri Gavand’ın girişimleri ile Karaköy ve Beyoğlu’nu birbirine bağlayan tünel projesi hayata geçirildi. Eğitim konusunda da İstanbul hâlihazırda faaliyetlerine devam eden iki önemli mektebine yine Sultan Aziz zamanında kavuştu. Bunlardan ilki Sultan’ın 1867’deki Avrupa gezisinden bir yıl kadar sonra imparatorluğa Batı diplomasisine hâkim ve dil bilen bir bürokrat kadro yetiştirilmesi hedefi ile açtığı Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi), diğeri ise yetim çocukların yetiştirilmesi ve topluma kazandırılmasının hedef alındığı Darüşşafaka’dır.

II. Abdülhamid ve şehrin modernizasyonu
Sultan II. Abdülhamid devri her ne kadar gerek padişahın evhamlı kişiliğinden, gerekse siyasi ortamın gerekliliğinden dolayı istibdad devri olarak adlandırılsa da, dönemin İstanbul’unda modernizasyon konusunda ciddi adımlar atılmıştır. Modern tarım tekniklerinin ülke içinde yaygınlaştırılması için Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi açıldığı gibi, şehrin su şebekesi ve ulaşım hizmetleri de yeniden gözden geçirildi. Güzel Sanatlar Akademisi’nin temeli olan Sanayi-i Nefise Mektebi, Osman Hamdi Bey idaresinde eğitim hayatına başlamış, İttihat ve Terakki’nin içinde örgütleneceği Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane de yine bu dönemde açıldı. İstanbul’un en önemli hastanelerinden biri olan Şişli Etfal Hastanesi “Hamidiye Etfal Hastanesi” adıyla Sultan’ın emri ile kuruldu. II. Abdülhamid örnek yerleşimler ve köyler açılmasına da ön ayak oldu. Bilhassa 93 harbi sonrasında 400 binden fazla muhacirin akın ettiği İstanbul’da Rami ve Hamidiye adını taşıyan örnek köyler kurdurdu. 10 Temmuz 1894’te meydana gelen ve Kapalıçarşı’nın tamamen yıkılmasına neden olan büyük deprem ise, çok sayıda can kaybına neden oldu.

20. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin çöküşüne paralel olarak İstanbul için de zor günler başladı. Şehir, I. Dünya Savaşı sonunda 16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri’nin işgaline maruz kaldı. Bu işgal Sultanahmet, Fatih, Kadıköy, Üsküdar mitingleri ile protesto edilse de 6 Ekim 1923’te Şükrü Naili Paşa komutasındaki TBMM kuvvetlerinin şehri teslim alışına kadar devam edecektir. Bu arada İstanbul, neredeyse beş asırdır süren payitahtlık vasfını da yitirmiş, Ankara’nın gölgesinde kalmıştır. Reis-i Cumhur M. Kemal Paşa, eski rejimin merkezi olan şehri 1 Temmuz 1927’ye kadar ziyaret etmemiştir. Bu tarihten sonra ise İstanbul, önemli kongrelerin toplandığı, yabancı ülke liderlerinin kabul edildiği bir şehir olmaya ve yavaş yavaş eski günlerine dönmeye başlayacaktır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul’a davet edilen Fransız şehir planlamacısı Henry Prost, yapmış olduğu şehir planı programında bilhassa sur içine büyük önem vermiş ve modern şehir gelişirken bu tarihî bölgenin muhakkak surette korunmasını, Sultanahmet gibi bünyesinde farklı kültürlere mensup önemli yapıları barındıran bir merkezin sit alanı ilan edilmesini tavsiye etmiştir. Ona göre bugün Vatan ve Millet caddelerinin geçtiği Aksaray ve çevresi Topkapı’ya kadar uzanan bir zooloji-botanik parkı şeklinde düzenlenmeliydi.

Çok partili dönemde bu planlamanın hilafına davranıldı. Şehir yeni yollara ve modern binalara kavuşurken, bunun için çok ağır bir bedel ödemek zorunda kaldı. Demokrat Parti’nin 1956-58 yılları arasındaki imar faaliyetleri sırasında Topkapı ile Laleli güzergâhını birbirine bağlayan Vatan ve Millet caddeleri suriçinin trafik cenderesi içine girmesine neden oldu. Gerek Aksaray’dan Sultanahmet’e açılan yol, gerekse Karaköy-Beşiktaş yolu beraberinde plansız yıkımları getirdi. 80 yıkımlarında da Haliç sahil yolunun ve Tarlabaşı’nın açılması sırasında benzer manzaralar yaşandı. İlkinde bir kısmı Mimar Sinan yapımı olan pek çok tarihî yapı, ikincisinde ise şehrin azınlık mimarisinin nadide örnekleri kör kazmaya kurban gitti. Yine 1950’lerden itibaren Türkiye’nin Batı’ya açılmasının bir sonucu olarak şehir nüfusu 1950-60 arasında iki kat artarak 800 bin olan nüfus 1.5 milyonu aştı. Nüfus artışının temel nedeni olan Anadolu’dan göç neticesi, şehirde yabancı bir İstanbullu profili oluşmaya başladı. Göç eden ailelerin önemli bir bölümünün Zeyrek, Fatih, Fener, Balat gibi semtlere yerleşmesi, sur içinde yaşayan köklü ailelerin ise yeni kurulan toplu konutlara ya da yurt dışında yaşamaya yönelmesi gibi nedenlerden dolayı tarihî doku ve bilhassa sivil mimari önemli oranda zarar gördü.

Bugünün İstanbul’u ve son söz
Bugünün İstanbul’unu bekleyen en önemli tehlikelerin başında bilinçsizlik geliyor. Yerel yönetimler ve halkın ortak tutumu İstanbul’un büyük oranda geleceğini şekillendirecek. İstanbul’u dünyanın sayılı şehirlerinden biri kılan özelliklerini rant unsuru olarak görmekten vazgeçmek, bilhassa tarihî yarımada ve Galata çevresinde kalıcı bir kültür politikası devreye koymak gerekiyor. Buralarda hâlihazırda ayakta kalan sivil yapılar koruma altına alınmalı ve en kısa zamanda asli özelliklerine halel gelmeden restore edilmeli. Prost’un teklif ettiği şekilde bu mahal bir müze kente dönüştürülmeli, bilhassa şehrin en büyük sorunlarından biri olan araç trafiğine elverdiğince kapalı tutulmalı. Zira İstanbul’un tarihî ve kültürel dokusuna verilecek zararların geriye dönüşü yok.