- İstanbul’un fethi

Adsense kodları


İstanbul’un fethi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 28 June 2012, 04:15 pm GMT +0200
İstanbul’un fethi ve Fatih’in dünya başkenti hayali
Hidayet IŞIK • 63. Sayı / TARİH


İstanbul, dört farklı imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir olarak tarihte güzide bir yerde duruyor. Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte medeniyette zirve noktaya ulaşan şehir, MÖ 7. yüzyılda Bizans adıyla bir Yunan sömürgesi olarak kuruldu. MS 324 yılında Roma İmparatoru Konstantin tarafından Konstantinopolis adıyla yeni Roma olarak tekrar inşa edilmeye başlandı ve 330 yılında törenle başkent oldu. İmparatorluk 395 yılında Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrılınca da şehir Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti oldu. Batı Roma, 476 yılında kuzeyden ve doğudan gelen barbarların saldırılarıyla yıkıldı. Doğu Roma ise yaklaşık bin yıl daha varlığını sürdürdü.

İstanbul, tarihî, dinî, politik ve stratejik önemi dolayısıyla tarih içerisinde çok çeşitli defalar kuşatıldı, ancak sağlam ve büyük surlarla çevrili olması ve Hıristiyan Batı dünyasından gördüğü yardımlar sayesinde kolayca ele geçirilemedi. Yalnızca Müslümanlar tarafından Fatih’ten önce İstanbul’a karşı on iki sefer yapıldı. Bunda, şehrin söz konusu özellikleri ile birlikte, Müslümanlarca fethedileceğine dair Hz. Muhammed’in (s.a.v) “İstanbul mutlaka fethedilecektir, onu fetheden komutan ne güzel bir komutandır ve onun ordusu da ne güzel bir ordudur” şeklinde bir hadisinin bulunması etkin rol oynadı.

Fetih öncesi İstanbul
İstanbul’un fethi öncesi Bizans, tarihinin en kötü günlerini yaşıyordu. Sultan II. Mehmed 1451’de Osmanlı tahtına çıktığında Doğu Roma İmparatorluğu Yunanistan’daki bir iki bölge dışında başkent İstanbul’un içine, surların arasına sıkışmış durumdaydı. Şehir çok kozmopolitti ve Rumlardan başka Ermeni, Yahudi, Avrupalı, Slav ve Süryani gibi topluluklardan oluşmaktaydı. Bizans’ın parlak dönemlerinde yarım milyona erişen şehir nüfusunun ise fetih öncesi 30 ile 70 bin arası olduğu belirtiliyor.

Fetih sırasında Hıristiyan dünyası “Katolik-Ortodoks” şeklinde ikiye ayrılmış durumdaydı ve İstanbul Rum Patrikliği, “İkinci Roma” unvanıyla Ortodoksluğun manevi merkeziydi. Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki fiili ayrılış, 476’da Batı Roma’nın yıkılmasından sonra kendini göstermişse de resmî ayrılış 1054’te vuku bulmuştu. Bu ayrılışta iki kilise arasındaki tartışma konularının en önemlisi Kutsal Ruh doktrini ve Papa’nın otoritesi meselesi idi. İstanbul Kilisesi Kutsal Ruh’un sadece Baba’dan çıktığını söylerken, Roma Kilisesi ise Kutsal Ruh’un Baba ve Oğul’dan çıktığını kabul etmişti. Yine Roma kilisesi Papa’yı yanılmaz otorite olarak görürken İstanbul kilisesi Papa’nın bu özelliğini asla benimsemiyordu.

Ayrılığın birinci önemli noktasını 1054 yılı oluşturmuştu. İkinci noktasını ise 1204’teki IV. Haçlı Seferi oluşturmuştu. Bu Haçlı seferinde Batı, İstanbul’u işgal etti ve bu işgal yarım yüzyıl sürdü. Haçlılar bu işgal sırasında görülmedik tahribatta ve yağmalama faaliyetinde bulundular. İstanbul’a Papa tarafından Latin Patriği atandı, zorla latinleştirme faaliyetleri yapıldı. Sonuçta ikonlar parçalandı, kutsal kitaplar yırtıldı, rahipler asıldı. Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi adlı eserinde “İstanbul yağmasının tarihte bir örneğinin olmadığını, insanî bakımdan dünya tarihinde IV. Haçlı seferinden daha büyük bir cinayet işlenmediğini” söyler. Böylece 1261’de şehir geri alındığında ortada harabeye dönmüş bir Bizans bulunuyordu. Zaten artık Bizans bir dünya devleti olma özelliğini de kaybetmiş durumdaydı.

1054 olayından sonra IV. Haçlı seferi Bizans kilisesinin ve halkının zihninde o kadar olumsuz yer etmişti ki, bundan sonra iki kilise arasındaki her birleşme teşebbüsü sırasında bu olay hatırlanarak birleşmenin karşısında çok önemli bir engel oluşturdu. Fetih öncesi Batı’nın yardımını sağlamak için yapılan son birleşme teşebbüsü, 1451 yılında son İmparator Konstantin Dragazes tarafından yapıldı. 1452’de Ayasofya’da icra edilen ve aralarında İmparatorun ve Papalık temsilcisinin bulunduğu ayinde kiliselerin birleştiği ilan edildi. Ancak Bizans ileri gelenlerinin birçoğu bu birleşmeye karşı çıktılar. İşte meşhur, “Bizans’ta Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” sözü bu tarihten sonra dünya literatürüne geçti. Dindar Ortodokslar da Türk hâkimiyetini Latin hâkimiyetine tercih ediyorlardı. Bunda, Türklerin İslam Hukuku’nun kurallarına uygun olarak din ve vicdan hürriyetine verdikleri önem en belirleyici rol oynuyordu. Bunun yanında Kilisenin, Doğu’nun son kilise babası Dımaşk/Şam’lı Yuhanna’nın (John of Damascus) görüşüne uygun olarak İslam dinini Hıristiyanlığın bir sapması olarak görmesi de belirleyici rol oluşturmuştu.

Fetih sonrası İstanbul
Nihayet İstanbul, büyük hükümdar Fatih Sultan Mehmed tarafından 29 Mayıs 1453 Salı günü fethedilerek Osmanlı Devleti topraklarına katıldı. İstanbul’un fethi ile Ortodoks Kilisesindeki en önemli dönem olan 400 yıllık (1054-1453) “Bizans Dönemi” sona ermiş oldu.

İstanbul’un fethi, Hıristiyan dünyasını hayret ve dehşete düşürerek büyük bir heyecana sebep oldu, ancak fazla üzmedi. Bunun asıl sebebi, Katolik ve Ortodoks dünya arasındaki nefretle Avrupa devletleri arasındaki çıkar çatışması ve iç düşmanlıktı. Aynı zamanda bu durum, itizale sapmış Rumlara ve “hakiki imandan ayrılan Ortodoks Hıristiyanlara Tanrı tarafından verilen ilahi bir ceza” şeklinde yorumlanmıştı.

Kısa süren şaşkınlıktan sonra Papa V. Nikola Haçlı birliğini kurma girişimlerinde bulundu. Türklere karşı silaha sarılacaklar için cennet fermanları hazırlandı, bütün Hıristiyan âlemine “kutsal savaş vergisi” kondu, bunu ödemekten kaçınanlar aforoz edilmekle tehdit edildi. Ancak Papa’nın çağrısı cevapsız kaldı ve mevzi birkaç teşebbüs dışında Osmanlılar karşısında Batı dünyası büyük bir güç oluşturamadı.

Ardından papa olan II. Pius ise, Fatih’e Hıristiyan olmasını teklif eden bir mektup göndermekten başka bir şey yapamadı. Hıristiyan olduğunda kimse kendisine karşı çıkmayacak ve Doğu’nun İmparatoru olarak kabul edilecekti. Mektubu alıp almadığı kuşkulu olan Sultan, böyle bir mektubu almış olsa bile, buna cevap vermek tenezzülünde bulunmadı.

Fatih, fetih sonrası İstanbul’da geniş bir imar faaliyetine başladı. Şehrin her tarafı kısa sürede camiler, medreseler, hanlar, hamamlarla çevrildi. Fatih İstanbul’daki ilk üniversite sayabileceğimiz Fatih külliyesini ve etrafındaki Sahn-ı Seman Medreseleri’ni yaptırdı. Ülkenin önde gelen, ilim adamlarını ve tasavvufi şahsiyetleri İstanbul’da toplayarak onlara geniş imkânlar sağladı. Molla Hüsrev, Molla Gürani, Molla Yegân, Hocazade Muslihiddin, Fatih devrinin büyük âlimlerinden; Akşemseddin, Şeyh Vefa ve Emir Buhari da önemli tasavvuf büyüklerindendi. Böylelikle İstanbul’u bir ilim ve kültür merkezi haline getiren Fatih, Anadolu’dan İstanbul’a göçü teşvik ederek şehre büyük ölçüde Müslüman halk yerleştirdi ve nüfus dengesini Müslümanların lehine çevirmeye çalıştı.

Fetihten sonra Hıristiyanlara da tam bir din özgürlüğü sağlayan Fatih, Hıristiyan İstanbul halkını “Osmanlı Millet Sistemi”ne göre teşkilatlandırdı. Dinî liderler önderliğinde özerk olarak kendi kendini yönetme şeklindeki bu sistem Rumlara, Ermenilere, Yahudilere ve diğer Müslüman olmayan azınlıklara uygulandı.

Fatih, ilk iş olarak Rum Ortodoks kilisesini yeniden teşkilatlandırdı. Fetih sırasında Patrik İtalya’ya kaçtığı için patriklik makamı boş bulunuyordu. Bizans döneminde yapıldığı şekilde Patriklik seçiminin yapılmasını istedi. Bunun üzerine toplanan ruhaniler ve halk tarafından Georgios Scolarios “Gennadios” adıyla Patrik seçildi.

İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesini bu şekilde yenileyen Fatih’in burada çok ince bir siyaset izlediği gözden uzak tutulmamalı. Çünkü yeni seçilen patrik Katoliklerin can düşmanı idi. Böyle birisinin patrik seçilmesi yeniden gündeme gelebilecek Katolik-Ortodoks birleşmesini tamamen önlemişti. Fatih’in Rum Patrikhanesini teşkilatlandırmadaki bir diğer amacı da, kiliseler arasındaki ayrılığı devam ettirerek Doğu Hıristiyanlarını İstanbul Patrikhanesi kanalıyla Osmanlı otoritesine bağlamak, Rumlar ve diğer Balkan Hıristiyanları üzerindeki Latin-Katolik nüfuzunu önlemek olmuştu. Buna göre Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Moldavyalılar ve Eflak ile Güney Arnavutluktaki Ortodokslar İstanbul Rum Patrikliğine bağlandı.

İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin bu suretle yenilenmesi fetih ve Fatih ile olduğu gibi İstanbul Ermeni Patrikliğinin kurulması da fetihten sonra oldu. Ermeniler Hıristiyanlık içerisinde 451 Kadıköy Konsili’nden sonra Grek-Latin çizgisinden ayrılarak müstakil monofizit bir kilise olarak ortaya çıkmışlardı. Ermeniler bu sebeple Bizans döneminde çok çeşitli sıkıntılar yaşamışlardı. Ayin ve ibadetlerini serbestçe icra edemiyorlar, Rum Ortodoks ayin ve usulünü uygulamaya zorlanıyorlardı. Bu yüzden Abdurrahman Küçük’ün ifade ettiği şekilde, Papazyan gibi, Ermenilerin, İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesini dört gözle beklediklerini kaydeden ve Rahip Karakin Kazancıyan gibi Ermenilerin gerçek tarihini İstanbul’un fethi ile başlatan Ermeni tarihçiler vardı.

Fatih, 1461 yılında Bursa Bölgesi Metropoliti Piskopos Hovakim’i yeni başkente patrik tayin etti. Hovakim’i daha Bursa’da bulunduğu sırada evinde ziyaret etmiş, zihninin İstanbul’un fethedilmesi ile meşgul olduğunu söylemişti. Hovakim de krallığının diğer krallıklardan daha fazla yücelmesi ve bütün dünyaya yayılması için dua etmiş, hatta Sultan’ın kılıcını alarak bir hafta duasına devam etmişti. Ayrıca Fatih, Ortodoks Ermenilerle birlikte Süryaniler, Kıptiler, Gürcüler ve Habeşliler gibi monofizit Hıristiyan grupları da liderleriyle birlikte İstanbul Ermeni Patrikliğine bağlayarak nüfuzunu artırdı. Böylelikle, Fatih’in ince politikası ile Rumlarla Ermenilerin de ayrı bir birlik içinde kalmaları sağladı ve fetihten önceki ayrılık devam etti. Fetihten sonra Yahudi azınlığın hakları da garanti altına alınmış oldu. Bizans dönemi Edirne Hahambaşısı Moşe Kapsali’yi İstanbul Hahambaşısı olarak atandı. Yayınlanan fermanla kendilerine din ve ibadet hürriyeti tanındı. Savaş sırasında yerlerini terk edenlerin, belirli bir süre zarfında geri dönmeleri halinde evlerinde oturabileceklerini ve ibadetlerini serbestçe yapabileceklerini ilan edildi. Bunun sonucu yerini terk eden birçok Yahudi geriye dönerek yeniden evlerine yerleşti.

Fatih’in dünya başkenti hayali
Fetihten sonra İstanbul’daki düzenlemeleri bu şekilde gerçekleştiren Fatih dış dünyaya yöneldi. Çünkü İstanbul’un fethi ile yetinmek istemiyordu. Fetihten sonra dünya hâkimiyeti fikrine ulaşan Sultan, “dünyada tek bir devletin, tek bir hükümdarın bulunması ve İstanbul’un da bu devletin başkenti olması gerektiğini” belirtiyordu. Bu ideali gerçekleştirmek için İstanbul’dan daha uygun bir şehir olmadığına inanıyordu. En azından bunu söylemekle İslam’ı yaymanın ve Hıristiyan dünyasına hâkim olmanın bu şehir sayesinde gerçekleşeceğini söylemiş oluyordu. Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerini İstanbul’da bir araya toplamakla İstanbul’u üç büyük dinin ve dünya imparatorluğunun merkezi yapmak istemişti. Bu amaçla yukarıda söz ettiğimiz şekilde Ortodoks patriğini, Ermeni patriğini ve Yahudi hahambaşısını İstanbul’a yerleştirdi. Aynı zamanda fethe hazırlandığı dünyayı öğrenmek için 1456 yılında Amirutzes’e dünya haritasını yaptırmıştı.

Kendisini Bizans’ın halefi olarak gören Fatih’in, bu amacı gerçekleştirmek için öncelikli hedefi Bizans İmparatorluğu’nun doğal sınırlarına ulaşmaktı. Nitekim fetihten sonra Sultan-ı Rum, Kayser, Kara ve Denizlerin Hakanı, Halife ve Padişah unvanlarını birlikte kullanmaya başladı. Türk ve Müslüman nedimlerinin yanında Rum ve İtalyan nedimleri de bulunuyordu. Bunlardan Georgios Trapezuntios, 1466’da Fatih’e, “Kimse şüphe edemez ki sen Roma İmparatoru’sun, İmparatorluğun taht şehrini elinde tutan kimse imparatordur ve Roma İmparatorluğu’nun taht şehri de İstanbul’dur, seni bu tahta kılıcınla malik kılanlar insanlar değil Tanrıdır, şu halde sen Romalılar’ın meşrû imparatorusun. Romalılar’ın imparatoru olan ise, bütün yeryüzünün imparatorudur” diyordu. Fatih İtalyan Langusto’ya da Roma ve dünya tarihini okutuyordu.
İstanbul’un fethi ile Ortodoks dünyayı büyük ölçüde egemenliği altına alan Fatih, Roma’yı da fethederek Katolik dünyayı da egemenliği altına almak, Hıristiyan dinini ve dünyasını tamamen Müslümanların kontrolü altında tutmak istiyordu. O tarihlerde İtalya şehir devletleri halindeydi ve bunlar birbirleriyle mücadele içindeydiler. Osmanlılar Floransa ile dostluk kurarak savaş halinde olduğu Napoli’ye karşı onu desteklediler. Bundan istifade Fatih’in emriyle Gedik Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı donanması 1480 yılında Avlonya üzerinden İtalya seferine çıktı. Osmanlı birlikleri Otranto şehrine ayakbastılar. Roma paniğe kapılmıştı ve Papa da halkla birlikte kuzeye kaçmaya hazırlanıyordu. Ancak 3 Mayıs 1481’de Fatih’in ölüm haberi ve yerine geçen II. Bayezid’in daveti üzerine Gedik Ahmed Paşa geri döndü ve İtalya seferi yarım kaldı. İtalya fütuhatının yarım kalmasında Cem Sultan olayının da rolü olduğu ifade ediliyor. Fatih’in bu ideali torunu Kanuni tarafından Avrupa içlerine kadar gelinerek kısmen gerçekleştirildi, ancak tamamlanamadı.

Fatih İslam dünyasında da İslam’ın ve İslam beldelerinin gerçek koruyucusu sıfatını benimsiyor, kendisini dünya Müslümanlarının hamisi kabul ediyordu. Bu amaçla hilafeti Osmanlılara getirmek istiyordu. Ancak ölümü ile yalnızca Roma’nın fethi değil, hilafeti getirmek amacıyla Mısır Memlükleri üzerine yürüyerek almayı düşündüğü Kahire’nin fethi de yarım kaldı. Fatih’in gerçekleştirmeyi düşündüğü hilafetin Osmanlılara intikali fikrini daha sonra torunu Yavuz Sultan Selim gerçekleştirdi. Bu şekilde İslam hilafetinin merkezi Kahire ile Katolik Hıristiyan dünyasının merkezi Roma’yı alıp her iki dünyanın hükümdarı olmak arzusundaydı. Ancak bu ideale ulaşmaya ömrü vefa etmedi.

Osmanlı tarihçimiz Halil İnalcık, Fatih’in tarihteki imparatorluk kurucularının vasıflarını taşıdığını, kudretli bir asker ve geniş görüşlü bir kültür adamı olduğunu söyler. Yine, sınırsız güç sahibi mutlak bir hükümdar olmasının yanında dünya hâkimiyeti fikrini benimsediğini belirtir. İnalcık’a göre onun bu düşüncesinin kaynağı Türk-Moğol hakanlık, İslamî hilafet ve Roma imparatorluk fikriydi. İşte bu fikri gerçekleştirmek için de İstanbul’u dünya hâkimiyetini gerçekleştirecek bir dünya başkenti olarak düşünüyordu.

Fatih’in bu vasfı, başlangıçtan beri bütün Osmanlı sultanlarında var olan “İ’lâ-yı Kelimetullah” (Allah adının yüceltilmesi) anlayışının değişik bir anlatımıydı. Yahya Kemal de Gedik Ahmed Paşa’nın İtalya seferini bu ideal ile özdeşleştirerek şöyle demişti:
“Çıktı Otranto’ya Gedik Ahmed Paşa - Tuğlar olsa gerektir Kızılelma’ya kadar”.