- İsrail’le ortaklıktan flörte

Adsense kodları


İsrail’le ortaklıktan flörte

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 26 July 2012, 01:19 pm GMT +0200
Dış politikada normalleşmenin bedeli: İsrail’le ortaklıktan flörte
Fehim TAŞTEKİN • 80. Sayı / GÜNDEM


Atatürk Türkiyesi’nde “Türk dış politikasını nasıl bilirdiniz?” sorusunu sormanın tam zamanı. Misak-ı Milli’nin dışında kalan tüm Osmanlı coğrafyasına sırtını dönmüş klasik Türk dış politikası, sadece “güvenilir” bulmadığı Araplarla değil Balkanlar ve Kafkasya’daki Müslüman unsurlarla da bağlarını koparmayı yeğlemişti. “Demir Perde” ülkelerinde duvarların yıkıldığı 1990’ların başında Türkiye kendi hinterlandıyla yeniden yüzleştiğinde kötü bir sınav verdi. Mesela Bosna Hersek’te sırf laik olduğu için Sırbistan yanlısı Fikret Abdiç’i Aliya İzzetbegoviç’e tercih etmekte bir beis görülmemişti. Yeni bir dünya düzeni kurulurken Türk dış politikasında düşman, dost ya da müttefikleri belirleyen kriterleri sorgulama ve Soğuk Savaş’ın bağlamlarından kurtulma fırsatı da yeterince değerlendirilemedi. Bu konudaki çarpıklık özellikle Arap ülkeleri ile İsrail’le ilişkilerde bir 10 yıl daha devam etti. Üstelik İsrail’le aşırı derecede önem atfedilmiş, stratejik değeri şişirilmiş ve yanlış bağlamlar üzerine kurulmuş bir dostluk ilişkisi alıp başını yürüdü. Gel gör ki son birkaç yıldır iç politika normalleşme süreci yaşarken dış politika çarkının eski kodlarıyla dönmesi imkânsızdı. Bu açıdan 2009’da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Gazze’yi vuran Dökme Kurşun Operasyonu nedeniyle Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e “One Minute” çıkışı ve 2010’da Gazze’ye Özgürlük Filosu’nun amiral gemisi Mavi Marmara’ya saldırı olmasaydı da Türkiye-İsrail ilişkilerindeki parıltılı cilanın atması birkaç nedenle kaçınılmazdı.

Şişirilmiş ortaklık
Birincisi Türkiye “komşularla sıfır sorun” politikasıyla Suriye’den başlayarak Ortadoğu’ya açılırken her adımda bir “İsrail sorunu” ile karşılaştı. “Direniş ekseni”ndeki İran, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerde dostluk pekişirken İsrail’le ilişkilerin zemini kaymaya başladı. İsrail, 1979’da İslam Devrimi’nin ardından yitirdiği Ortadoğu’daki kritik müttefiki İran’ı Türkiye ile telafi etmişti. İran’ın rejim ihraç etmeye çalıştığına dair suçlamalar İsrail-Türkiye yakınlaşmasında katalizör olarak kullanıldı. Tel Aviv, Şam’ın PKK’ya desteğini kullanarak da Suriye’ye karşı Türkiye’nin dostluğunu kazanmıştı. Suriye’nin Öcalan’ı sınır dışı etmesiyle PKK kartı önemini yitirdi. Bağları gevşeten bir diğer etken de ABD’deki Yahudi lobisine duyulan ihtiyacın azalmasıydı. Yıllarca Amerikan Kongresi’ndeki Ermeni lobisine karşı Yahudi lobisi bir fren gibi kullanıldı. Her ne kadar sonu fiyasko olsa da Türkiye’nin Ermenistan ile olan ilişkilerinde normalleşmeye yönelik attığı adımlar, dolaylı olarak Ermeni tasarılarının Kongre’den geçeceğine dair korkuları hafifletti. Ayrıca ABD ile ilişkilerde “özgüven” unsurunun biraz daha öne çıkması, Türkiye’nin Washington’a “stratejik ortağını kaybedersin” deme cesaretini bulması Yahudi lobilerine atfedilen aşırı önemi törpüledi.

Arap Baharı’nın etkisi
İlişkilerdeki bozulmayı kaçınılmaz kılan ikinci etken şu: Tunus’un çaktığı kıvılcımla başlayan “Arap Baharı”, İsrail’le barış anlaşması yapmış iki yegâne Arap ülkesi Mısır ve Ürdün’ü Tel Aviv’le ilişkilerini gözden geçirmeye zorlarken Türkiye hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı. Türk hükümeti eninde sonunda İsrail’le askerî kanallar ve siyasi elitler üzerinden geliştirilmiş çarpık ilişkileri sorgulamak zorunda kalacaktı. Türkiye’nin şansı, kaçınılmaz sona Arap Baharı’ndan önce uyanmış olmasıydı. Bu sayede Türkiye, Ortadoğu’da yükselen bir güç olmaya başladı.

Akdeniz’de hâkimiyet savaşı
Akdeniz’deki yeni güç mücadelesi de İsrail’le bilek güreşinin bir diğer nedeni. Erdoğan, Filistin davasını bayraklaştırarak Arap sokaklarında “ikinci Nasır” figürüne dönüşürken İsrail de 1979’da İran’ı kaybettiğinde yaptığı gibi dama taşlarını Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Bulgaristan’a taşımakta gecikmedi. Güney Kıbrıs’la Doğu Akdeniz’de Rum Yönetimi’nin tek taraflı ilan ettiği “münhasır ekonomik bölge”de petrol aramak için ortaklık kuran İsrail, Atina ve Sofya ile de ortak askerî tatbikatları da içeren anlaşmalar yaptı. İsrail’in gerek Gazze gerek Lübnan’daki Hizbullah’a silah akışını durdurma bahanesiyle Akdeniz’in uluslararası sularına de facto olarak kendi karasuları muamelesi yapması ve Akdeniz’de askerî varlığını artırması, Doğu Akdeniz’de Rumlarla kurduğu ortaklıklarla Türkiye ve KKTC’nin çıkarlarını tehdit eder hale gelmesi Ankara’yı sert virajlar almaya yöneltti. Bu bakımdan Palmer Raporu’nun ardından Türkiye’nin açıkladığı “B Planı”nda ilişkilerin ikinci kâtiplik düzeyine düşürülmesi ve askerî anlaşmaların dondurulması kararlarıyla birlikte yer alan “Akdeniz’de seyrüsefer serbestîsi için gereken önlemler alınacaktır” tehdidinin Akdeniz’deki yeni hâkimiyet savaşıyla doğrudan ilgisi var. Burada Türkiye’nin 2006’da Lübnan’a, 2009’da Gazze’ye yapılan saldırılar ve “One Minute” krizinden sonra tepkilerini ilişkilere darbe vuracak bir noktaya yükseltmekten kaçındığını hatırlatmak gerekiyor. Her şeye rağmen İsrail’le askerî ortaklığı sürdüren hükümet, Mavi Marmara’da 9 Türk’ün ölümü karşısında da İsrail’le bağlarını hemen koparmayı göze alamamıştı. Türkiye’nin tâ başından İsrail’in istediği yöne gittiği belli olan Palmer Komisyonu’ndan çekilmemesinin nedeni de İsrail’le ilişkileri kurtarma beklentisiydi. Komisyon bir gerçeği açığa çıkarmaktan çok ilişkilerin normalleşmesine yönelik bir zemin hazırlayacaktı. Ancak komisyonun raporu Türkiye’nin özür talebini “İsrail’in uygun bir şekilde üzüntülerini iletmesi gerekir” diyerek geçiştirirken tazminat şartını da “iki ülkenin denetiminde ortak bir fon kurulması” önerisiyle sulandırdı. Gazze’ye ablukanın kaldırılması şartına da “abluka uluslararası hukuka uygundur” yanıtı verildi. Ankara’ya yaptırımdan başka seçenek kalmadı. 1956’da İsrail’in Fransa ve Britanya ile birlikte Mısır’a saldırmasına karşılık İsrail’le ilişkileri maslahatgüzarlık düzeyine düşüren, 1967 savaşında İsrail’e yardıma giden Amerikan uçaklarına İncirlik’i kullandırmayan ve 1980’de Kudüs İsrail’in başkenti ilan edildiğinde ilişkileri ikinci kâtiplik düzeyine çeken Türkiye, ilk kez kendi vatandaşları için tavır koymuş oldu.

ABD’nin sessizliği ve flört ilişkisi
Benyamin Netanyahu hükümetini Filistinlilerle müzakere masasına çekemeyerek itibar kaybeden ABD Başkanı Barack Obama’nın İsrail’in hafiften hırpalanmasına göz yumması da Türkiye’nin yaptırıma yönelmesini kolaylaştırdı. Kuşkusuz füze kalkanı projesi kapsamında Türkiye’ye radar kurulması kararı da Washington’ın sessiz kalmasında etkili oldu. Ancak Obama’nın 2012’deki seçimlerde Yahudi lobisinin atacağı kancalardan kurtulmak için Türkiye-İsrail ilişkilerini rayına oturtmak için çabalayacağı muhakkak. ABD’nin istediği kıvam tutturuluncaya dek 1956 sonrasında olduğu gibi bir “flört ilişkisi” sürebilir. Ortadoğu’da giderek tecrit olan ve Türkiye ile daha fazla restleşmeyi göze alamayan İsrailli liderlere de eski Başbakan Ben Gurion’un 1958’de gizlice geldiği Ankara’da Adnan Menderes’e dediğini tekrarlamak düşüyor: “Bu flört ilişkisi artık bitsin.”