Eslemnur
Thu 30 September 2010, 07:43 am GMT +0200
İslamın Taassuba Karşı Olduğu
Kör bir taassuba karşı herkesden önce Hazreti Resul-ü Ekrem (S.A.V.) bizzat ve en müessir bir şekilde mücadele etmiştir. Aile, sülâle, soy - sop imtiyazları, bunlarla övünmeler, nesep ve ailevî şerefi dile dolayarak üstünlük iddiasında bulunmak gibi âdetlerle, İslâm doktrini arasında geniş bir uçurum vardır- Böyle bir zihniyetin o zaman ki, temsilcileri Kur'an-ı Kerim hakkında şöyle düşünmüşlerdi: "Bu Kur'an Allah tarafından nazil kılınmış olsaydı, herhalde Mekke yahut da Tâif'in ileri gelen şahsiyetlerinden birisi vasıtasiyle nazil kılınmış olurdu."
"Ve dediler: Yoksa, bu Kur'an, iki büyük şehirden birinin halkından bir kimseye nazil kılınmış olurdu."
(Ez – Zuhruf: 31).
Din düşmanlığının o devirdeki en azılı örneği olan Ebu Cehil, Zat-ı Risaletpenâhilerinin (Peygamberin) nübüvvet iddiasında bulunmalarını, ailelerinin övüçlerine bir övünç daha eklemek için olduğunu ileri sürüyordu. Ve bu zift beyinli inkâr mümessili şöyle diyordu:
"Biz, Abdi Menaf oğullarının karşısında bulunuyoruz. Her hususta onlarla yarışmaktayız. Biz, binicilikte onlara rakibiz. Biz yedirmek, içirmek, bol bahşişte onlardan üstünlük iddiasındayız. Şimdi onlardan biri kalkmış da "Bana vahy geliyor" diye ortaya bir laf atmıştır. Yemin ederim ki, bunun için biz Muhammed (Sallallahü aleyhi ve sellem'i) kabul etmiyeceğiz."
Bu düşünce yalnız Ebu Cehil'in düşüncesi değildi. Bütün Kureyş, inkarcıları da Ebu Cehil gibi düşünüyordu. Onların çarpık zihniyetlerine göre Allah Elçisinin ileri sürdüğü nübüvvet dâvasında ve getirdiği dinde şu kusur vardı:
Mezheb-i û kâti'i mülk ü neseb, Ez Kureyş ü münkir ez fazl-i Arab. Der nigâh-i û yeki balâ vü pest, Bu gulâm-i hviş ber yek hvân nişest Kadr-i ahrâr-i Arab ne'şnahte, Bâ kiliftân-i Habeş der sahte Ah meran bâ esvdan âmihtend, Abrûyi dûdimânî rihtend.
Din'i kesip atmıştır, bütün mülk ü nesebi,
Ne Kureyş'i bıraktı ne şeref-i Arab'ı.
Yüksek, alçağı gördü hep aynı seviyede,
Aynı sofrada yemiş yemeği kölesiyle,
Ve kıymet vermemiştir Arabın eşrafına,
Habeşli köleleri öğüp almış yanına.
Siyahlarla Beyazlar, karışmış bir birine,
Irkçılık iftiharı ortadan kalkmış yine.
(ikbal. Esrar-i Hodî, III. Baskı, 1948 Lahor, Sahife: 20)[64]
İşte bu sebepten dolayı Kureyş kabilesi, Benî Haşime cephe aldı. Benî Haşim de onların bu saldırganlıklarına karşı Hazret-i Resûl-ü Ekrem'i himaye etmeğe kalktılar. Halbuki Benî Haşim'in çoğu müslüman değillerdi. İslâmiyeti kabul edenleri de pek azdı. Ebu Tâlib ve onun etrafı, akrabalık, gayretiyle Kureyşin karşısına dikildiler. Kureyşin din düşmanı azılı kafirleri de bu sefer hücumlarını bütün peygamber ailesi üzerinde yoğunlaştırdılar. Fakat Müslümanlar, o zaman sayı İtibariyle çok az olduklarından inkarcı gurupların saldırılarına karşı daha fazla mukavemet etmelerine maddeten imkân yoktu. Bu sebeplerden dolayı bir kısım Müslümanlar Habeşistana göç etmek zorunda kaldılar. Gidenlerin çoğu nüfuzlu ailelere mensup kimselerdi. Ve bazıları hakperest olduklarından değil, kabilecilik taassubu yüzünden Kureyşle çatışıyordu. Fakat o sıralarda Kureyş kâfirleri çoğunluğu teşkil ettiklerinden, inananlar ve inananları destekleyenler amansız bir baskıya mâruz kalıyorlardı. Bu sebeple
Habeşistana iltica eden Müslümanlar ve onları akrabalık bağlarına dayanarak takip eden kimseler, bir müddet için Kureyş düşmanlığından kurtulmuş oldular.
Araplar, Benî İsrail peygamberlerinin, önceden verdikleri habere dayanarak, uzun bir zamandan beri böyle müstesna bir oluşu beklemekte idiler. Ne zaman ki, Allah Resulü, insanları ebedî gerçeğe davet etmeye başlayınca ve bu mukaddes haber Medine'ye ulaştığı zaman, Medine şehrinin çoğunluğunu teşkil eden bir zümre İslâmın nur saçan prensiplerini kabul ettiler. Medinedeki Yahudiler de son peygamberin zuhur etmesini bekledikleri halde, sırf Yahudilik taassubu yüzünden gerçeğe gözlerin kapattılar. Ve bu inkârlarını şu kavmiyet tüten kelimelerin kalıbına döktüler: "Gelecek olan peygamber mutlaka Benî İsrail'den olmalıdır. Benî İsrail dururken, nasıl olur da Benî ismail'den bir peygamber gelebilir?" Onlar bu taassuba öyle bir saplanmışlardı ki, bunun neticesinde muvahhidliği (Allah'ın birliğini bir tarafa bırakıp, kalkıp Müşriklerle birleştiler.
Hıristiyanların da vaziyeti bundan pek farklı değildi. Onlar da gelecek olan bu peygamberin mutlaka Şam (Suriye ve Filistin) civarından çıkmasını düşünüyorlardı. Araplar arasından herhangi bir peygamberin zuhur edebileceğine bir türlü inanamıyorlardı.
Zatı Risaletpenahilerinin (Peygamber) (S.A.V.) ferman-ı saadetleri (mektubu) İmparator Herakliyos'a ulaştığı zaman, Kureyş tüccarlarına şöyle söylemişti:
"Evet, ben bir peygamberin zuhur edeceğini biliyordum. Fakat bu peygamberin sizin içinizden çıkacağını hiç de ümit etmiyordum."
Yine, Mısır ülkesi hükümdarı Makokos'a Zat-ı Risaletpenahilerinin ferman-ı saadetleri ulaştığı zaman, bu hükümdar da şöyle söylemişti:
"Evet gelecek olan peygamberlerden, bir tanesinin daha gelmesi halâ beklenmektedir. Bunların biri daha gelmemiştir. Bu hususu ben de biliyorum, fakat bu Zat'ın Şam ülkesinde çıkaracağını ümit ediyordum."
Bundan daha da katı bir taassup Acem ülkesinde hüküm sürmekte idi. Zat-ı Risaletpenahilerinin ferman-ı saadetler Acem hükümdarı Hüsrev - Pervîz'e (Kisra Eberviz) ulaştığı zaman, bu hükümdarı kızdıran acaba ne idi? Niçin bu hükümdar, Zat-i Saadetlerinin elçisine şöyle demişti:
"Nasıl olur? Bir köle milletin (Yani Araplar) ferdi, Acem Şehinşahına böyle hitâb edebilir?"
Çünkü- Hüsrev - Perviz, Arapları aşağılık ve alçak bir millet olarak düşünüyordu. Arapları kendi hükmü altında ezilmek zorunda bulunan bir zümre kabul ediyordu. Bu şekilde bir kanaata sahip olduğundan, böyle bir millet efradı arasından bir Hak elçisinin çıkmış olabileceğini kabul etmeye hazır değildi.
İslâmın en azgın düşmanlarından biri olan Yahudiler, Arap veya diğer milletler arasında hüküm sürmekte olan taassup cehaletini, islâm aleyhine kuvvetli bir silah olarak kullanmak yolunu tuttular. Medine münafıkları ile anlaşarak, bir zamanlar "Bi'as" muharebesi yüzünden kan döken tarafların tekrar birbirlerine düşmelerini temin için, aralarına nifak tohumu ekildi. Evs ve Hazrec kabilelerinden meydana gelen Medine halkı, birbirlerine karşı kılıca davrandılar. İşte bu hâdise üzerine şu muazzez âyet-i kerime nazil kılındı:
"Ey iman etmiş bulunan kimseler! Siz eğer, kendilerine kitap verilmiş bulunanlardan bazı zümrelere uyarsanız, tâbi olursanız, onlar mutlaka sizi iman ettikten sonra, tekrar küfr yoluna saptırırlar."
(Âl-i İmrân: 100)
İşte bu, ırkçılık, nesepçilik, vatancılık ve ülkecilik taassubunun alevlendiği bir ortamda, Allah Resulü, mukaddes vazifesini yürütmüş, Muhacirinle Ansârı birleştirmiş, Muhacirin, Ansârın bağ ve bahçesinde elele vererek çalışmıştır. Bu kalb ve iş birliğini gören Kureyş Müşrikleri Medine münafıkları ile anlaşarak, Müslümanları içten yıkmak yolunu tecrübe ettiler. Münafıkların elebaşlarından bulunan Abdullah İbni Ubeyy yıkıcı bir maksadla şöyle söylemeğe başladı:
"İşte Kureyşin fakir fukarası bizim ülkemize gelerek, gül çiçek oldular. Onların misâli şuna benzer ki, kargayı besle gözünü oysun."
Aynı iğrenç münafık, Ansar'a da şu sözleri söylüyordu:
"Sîz onları başınıza çıkardınız. Kendi ülkenizde onlara yer verdiniz. Kendi mallarınızdan onlara da bir hisse ayırıp teslim ettiniz. Yemin ederim ki, siz bir gün onların elinden zarar göreceksiniz."
Kur'an-ı Kerim de bu kabil nifakçılara şu muhteşem cevabı vermiştir:
"Onlar, o kimselerdir ki: Resulün yanında bulunanlara geçim imkanıvermeyiniz de dağılıp gitsinler. Diyorlar. İşte göklerin ve yerin hazineleri Allahındır. Fakat münafıklar bunu kavrayamazlar. Onlar derler ki, Biz Medineye dönersek, o zaman, bizim ileri gelenlerimiz, aşağılık kimseleri oradan çıkarıp atacaktır. Fakat izzet sahibi olmak Allah'a, O'nun Resulüne ve müminlere mahsustur. Ancak münafıklar bunu da bilmezler."
(Munafikûn: 7 - 8 )
İşte bu taassub çabasının neticesinde, Abdullah İbni Ubeyy Hazret-i Ayşe Radıyallahü teala anha töhmetini arttırdı. Fakat Hazreçlilerin himmetiyle, Allah'ın ve Resulünün düşmanı bulunan bu kimse, kendi cezasmı kendi eliyle hazırlıyarak, münafıklar zümresine ibret verici bir örnek oldu.