- İslam'ın Amacı

Adsense kodları


İslam'ın Amacı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Eslemnur
Fri 1 October 2010, 06:14 pm GMT +0200
İslam'ın Amacı (Mission)

Mevzua girerken önce şu noktaları düşünmek lâzım geliyor: Emniyet ve Selâmet'i zorunlu kılan islâm'ın mâ­nası nedir? Ve "Dinde zor kullanmak yoktur." (El-Bakara: 256) ve yine "Sîzin dininiz kendinize ve benim di­nimde kendime" (Kâfirûn: 6) bu mübarek âyetler nasıl bir mâna taşıyor? Hele şu suale bakınız: Hazreti Yûsuf Aleyhisselâm, peygamberlik et­mek için mi gelmişti? Yoksa, başka bir iş için mi? Bu sözlere ayrı ayrı cevap vermeden önce, evvelâ şu suale cevap vermek bir zo­runlu oluyor: Bu dünyada, İslâm'ın amacı (mission) ne­dir?

Nasıl olur da bir kısım zorbalar iş başına geçerek, ida­recisi bulundukları milletlerin sırtına binerek yapma­dıklarını bırakmazlar. Bu zorbaların her biri Tanrılık, ilâh­lık iddiasında bulunarak, diledikleri gibi tahakküm ederler. Bütün bu zâlimlere ve hakikat düşmanlarına, İs­lâm yo­lunda yürüyenler itaat mı edecektir? Nasıl olur da bu gibi gayri meşru hükümetlere ve bu gibi saltanatlar için ve bu hükûmet ve saltanatların başında bulunanlar kendi emni­yet ve selâmetlerini temin et­mek maksadiyle, tebaa top­lar, cemâatler kiralar, adam toplarlar. Kendi idare meka­nizmalarını çalıştırır ve bu mekanizmanın ça­lışması için kalkıp da İslâm fabrikasının makinelerinden faydalanmak isterler. Hem de islâm dininin unsurları bunların istedikleri gibi o bâtıl işleri yürütmek için hizmet mi edecek? Nasıl olur da, bir kaç ahlâkî usul ve ka­ide öğreterek, insanları, kendi keyiflerine ram edip; hal­ka herhangi bir - sözüm ona - nizam ve bir medeniyet yüklerler de, "insan" da nizam ve medeniyet adı takılan bu şeylere, boyun mu eğe­cek?

Eğer iş böyle ise o zaman islâm'ın Budistlik (Buddhmet) veya Sen Pol (Saint Paul) ün uydurduğu Hristiyanlık'tan farklı bir tarafı kalır mı? O zaman, bu yüce din'in kitabında katiluhum: "onlarla savaşınız" cümlesinin mâ­nasını anlamak pek kolay olmaz. Acaba, bu âyetteki kor­kunç mânâ niçin vahyedilmiştir. Öyleyse bu din kendi tabilerine savaş ve cihad emri yerine; muhaliflerinizin karşısına geçip şöyle söylemelerini istemez miydi?

— Biz zavallıları niçin öldürmek istiyorsunuz? Biz ne hükümet nizamında bir değişiklik yapmak istiyoruz, ne de bir inkılâp ortaya atmak gayesini güdüyoruz. Ne mevcut medenî nizamı düzeltmek, ne de bunu doğru bir şekle koymak niyetin­deyiz. Bunlar için de propaganda yapmı­yoruz, yapacak da değiliz. İktidar, kimin elinde olursa olsun, iş başında kim bulu­nursa bulunsun, biz, onun em­rine uyarak, onun hükmü altında yaşıyacağız. Bizim maksadımız, gayemiz, zamanın hükümetine uymak ve boyun eğmektir. Her hükümet ve her iktidara, boyun eğip, onlara tabi olmak, dinimiz ve imanı­mızdır. Böy­le olunca da sizin bize karşı sert davranışınızın sebebî ne? Bırakınız biz de kendi dinî inançlarımıza göre, ibadet edeceğimiz şeye ibadet edelim. Bağlı bulunduğumuz var­lığa kulluk edip gidelim. Bun­dan size ne zarar gelir? Si­zin dünya görüşünüz ve medenî anla­yışınız ne olursa ol­sun, ida­re sisteminiz ne şekilde yürürse yürüsün, bunla­rın hiç birine karışacak değiliz. Bu gibi şeylere, karşı koymamak, bunlara dokunmamak, bizim akîde ve imanı­mızın icabı­dır. Bizim böyle bir hareket tarzımızdan size ne gibi bir zarar gelebilir?

Eğer, iyi ve mâkul bir şekilde bunun cevabı ortaya ko­na­cak olursa, görürüz ki, o zaman, amelî olarak, Haz­ret-i Pey­­gamber (S.A.V.) ve onun sadakatli ve vefakâr sa­ha­bilerinin Mekke Müşriklerinin karşısındaki vaziyet­leri bizim bu günkü İngiliz[12] idaresi altında bulundu­ğumuz durumdan pek de farklı sayılmaz. Mekke'nin o müş­rikleri ve islâm'a karşı duran Mekkeliler pek o kadar da gayri mâkul kimseler değillerdi. Sadece bir kaç kişinin toplanıp camide, yahut o zamanın du­ru­muna göre mes­cide ben­zeyen bir yerde, bir avuç müs­lü­manın ezan oku­masına, namaz kılmasına, arada sırada meclisler ve top­lantılar tertipleyerek, kendi aralarında ve ken­dilerine ait işleri konuşmalarına ve bu bir avuç müslü­ma­nın yalnız kendi aralarında propaganda yapmalarına mâni olmaları için mühim bir sebep yoktu.

Fakat işin iç yüzü böyle değildir. İslâm, kendisine has, bir hayat nizamı kurmayı gözönünde bulundurmuş­tur. İslâm'da, akâid, ibadat, ahlâk ile birlikte, ferde ait iş ve çalışma yolu toplumca yaşayış nizamı, topyekûn ya­şayışın iş güç sahası ve her çeşit işlemlerle ilgili hü­küm­ler ve kanunlar tanzim edilmiştir. Eğer bir islâm Devle­ti, İslâm tebliğini tam olarak, bütün olarak, bu nizamın tara­fına çevirmemiş ise, o zaman İslâm davasını gütme­miş demektir. İslâmın davasında, bu nizamı tam olarak gözönünde bulundu­ran bir İslâmî hükümet bu dâvayı hak üzerine kurmak ister. Bu nizamı, ayakta tutmak yoluna gider. İnsanlığı bu nizam ile felaha ulaştırmak için çalı­şır. Bu nizamın karşısına çıkacak olan her bâtıl nizamı da, ortadan kaldırmak yoluna gider. Her şeye rağmen, kesin olarak kendi nizamını hâkim kılmış olur. Diğer ni­zamlar da onun karşısında yıkılıp ve dağılır gider. Böyle olması onun mahiyeti gereğidir. Hak ve sadakat üzeri­ne kurul­muş bir nizam ileri sürülmelidir. Amelî olarak, böyle bir nizam kurmak yolunu takip etmeyen islâm'i hükümetin gayesi; tamamen mânâsız ve boş sözden iba­ret olur. Hattâ bundan daha da mânâsız ve daha da boş bir şey olmaz ki, bir nizam, başka nizamları hem bâtıl sayacak; hem de kalkıp o bâtıl saydığı nizamları ortadan kaldırmak için çalışmı­yacak? Tam tersine hareket ede­rek, o ni­zamların barınmasına imkân verecek. Bu bâtıl nizamlar için de hizmet etmek yolunu mu tutacak?

Bu da bir tarafa dursun, esasen, bu husus da apaçık bir şekilde imkansızdır ki, bir kimse bir yaşa­yış nizamına bağlan­mış olacak ve bu nizamın doğruluğu­na inanacak, bir de kalkıp, inanmadığı ve bağlanmadığı başka bir ya­şayış nizamının oto­ritesinin altına girmek istiyecektir? İnanmadığı o başka yaşayış nizamının hâki­miyeti altında da yaşamak yoluna gidecektir? İşte bunun içindir ki, bu nokta tamamiyle akla aykırı olur. Bir kimse, hem kendisi­nin takip ettiği nizamı isterken, bu nizam'a davet edecek, bu nizâm için çalışacak, ve aynı zamanda İslâm söz ko­nusu muhalif nizamın da sağlanması yolunda çalışacak ve onun tahakkümü altında yaşamayı öğrenmek isteye­cek­tir.

Halbuki, İslâm'ın kendine has bir nizâmı olunca, bu nizam'a davet etmesi, bu nizâm için çalışması, yine İslâm ni­zâmının fıtratı (doğası) gereğidir. Bu İslâmî fıtratın ge­reği, diğer nizamların yıkılması ve onların yerine İslâmî nizâmın tek başına hâkimiyetini devam ettirmesidir.

İslâm, her mensubunu, hep bu mukaddes amaç uğ­runa harekete geçirir. Bütün telkin ve öğretisiyle bu fikri ayakta tutarak yeni bir dinamizm meydana geti­rir. Bu itibarla, iman sahibi olmak iddiasında bulunanla­rın, dere­cesi ve ölçüsü, aynı zamanda mihenk taşı ve ölçüsü bu yolda göstereceği fedakârlı­ğın seviyesine bağlı­dır. İman sahibi olmak iddiasında bulu­nanlara şu sual so­rulup ce­vabı alınınca, bu kimselerin, imân ölçüsü kendiliğinden belirmiş olur.

İslâm'a inanmış olanlar, İslâm'ın zaferi için malları ile canları ile fedakârlığa hazır mıdırlar? Yoksa, yalnız bu nizamın kurulmasını temenni ederek bâtıl ve uydurma nizamların bas­kısı altında yaşamağa mı razıdırlar?

Kur'ân-ı Kerim'i ve Hadis-i Şerif-i, bu her iki kayna­ğı da göz önüne getirip tetkik edelim. O zaman bu mesele en iyi şekilde aydınlığa kavuşmuş olur. — Ancak şu şart la ki, kalp­lerdekileri gizlememek ve her şeyi açıkça orta ya koymak şartiyle — Görülecektir ki gerçek bütün açık­lığı ile ortaya çıkacak, İslâm'ın asıl mâna ve mefhumu meydana çıkacak ve sizin anladığınız, bildiğiniz ve beyan buyurduğunuz gibi olma­dığı ispat edilmiş olacaktır.

Hakikat şudur ki, biz İslâm'ın hakikatini anlayarak, bilerek iman etmiş isek, o zaman bizim varlığımız her­hangi bir gayrı İslâmi hükümete karşı bulunacaktır. Ke­sinlikle böyle bir gayrı İslâmî hükümetin tahakkümü al­tında kalmaya tahammül etmiyeceğiz. Gayrı - Müslim­lerle karşılıklı yardımlaşma veya işbirliği olsun olmasın, ne olur­sa.olsun; eğer biz kendi iman ettiğimiz islâm üze­rinde samimi isek, o zaman vazifemiz, her yerde ilâhî kanun olan, Şeriat-ı Rabbanî'yi cemiyete hâkim kılmaktır. Bunun yer etmesi için çalışıp, gayret sarf etmemiz gere­kir. İste bizim müslüman olmamız, bundan başka bir şarta bağlı değildir. Allah yolunu tutmak istiyenler de bu çalış­ma usulünü göz önüne almalıdırlar. Gayrı müs­lim­lerle karşılıklı yardımlaşmamız ve işbirliği yap­mamız, düşünülen bu şekilden başka türlü olmayacaktır. Elbette ki İslâm, emniyet ve selâmet konusunda müeyyi­deler ihdas et­miştir. Fakat islâm'ın görüşüne göre, hakiki emniyet ve selâmet, Hududullah'ın Allah'ın emirle­rine geçerli kılınması ile mümkün olur.

Emniyet ve selâmetin, islâm'ın dışındaki şeytanî sis temler vasıtasiyle gerçekleştirileceğini düşünenler, bu nizam­larla normal ve düzgün bir iktisâdi düzenin işliyeceğini sanan­lar; İslama mahsus üstün cemiyet gö­rüşünü kesinlikle anlama­mış kimselerdir. Buradan da açıkça belli oluyor ki, islâm ne böyle bir emniyet ve selâ­mete yardımcıdır, ne de onu himaye eder. Başka türlü gerçekleştirilmiş bulunan emniyet de emniyet değildir. Ancak islâm'ın kendisinin gerçekleştirdiği emniyet, emni­yettir. Asıl maksad da bu îslâmi emniyettir. İşte, bu emni­yetin içinde de insan se­lâmetin yolunu bulacaktır.

La ikrâhe f'i'd-din — Dinde zorlama yoktur. Bu âyet-i kerimenin mânasını şu şekilde anlamak lâzım gel­mekte­dir: İslâm kendi akaidini (inancını) zorla hiç kimseye ka­bul ettir­mek yolunu tutmaz. Esasen, akîde denilen şey de zorla kimseye yüklenebilecek bir şey değildir. İslâm'ın ibâ­detleri de böyledir. Onun ibâdetleri akidesinin şartıdır. Zor kullanarak bu ibadetler kimseye yüklenilmez. Nite­kim, sahih olmayan imanla, kalbe inmeyen bir duygu ve niyeti halisleşmemiş bir tavırla yapılma­yan ibâdet, mânâ­sız bir hâl alır. Bütün ibâdetlerin içten gelen ulvi bir arzu ile, aynı zamanda dış baskı ve tesirlerden uzak bir ser­bestlik içinde ifâ edilmesi(yerine getirilmesi) lâ­zımdır. İslâm ce­miyet düzeni olarak, bu hürriyeti ve serbestliği hazırlar. İslâm, şu meseleyi de caiz görmez ki, ülkenin hükü­meti

(State) nin, nizamı üzere kurulmuş bulunan medeni kanunlar ve medenî nizamlar, Allah kanunundan ve Al­lah nizâmından başka, herhangi bir kanun ve nizam ol­sun. Böyle uydurma bir kanun ve nizam da yeryüzünde geçerlikılınmış bulunsun. Allaha karşı gel­miş kimselerin hükümleri, İslâm ülkesinde ve Allahın arzının üzerinde infaz edile dursun. Müs­lümanlarda bu uy­durma kanun­lara tabi olsunlar? (!)

Durum böyle olunca, elbette ki, bir fırka, diğer bir fır­ka­nın dinine müdahale edecektir. Müslümanlar, kâfirlerin din­lerine müdahele etmemiş olsalar dahi kâfirler, müslü­man­ların dinine müdâhale etmekten geri kalmıyacaklar­dır. Bunun neti­cesinde günümüzün müş­rikleri kendi soysuz pren­siplerini İs­lâm dinine sokmuş olacaklardır. İslâm' ın yüksek ve hayatî inançlarına bir sürü küfür pren­sipleri karışmış olacaktır. Bütün bu bo­zucu, karıştırıcı etkilere karşı İslâm'ı aslî saflığıyla muha­fa­za edebilmek için müslümanların kendi yurtlarında din­lerinin istediği vasıfta tam bir hürriyete sahip bir nizam kurmaları gerekmektedir. Böyle bir nizâm içinde bulunan gayrı müslimlere karşı da La ikrahe fi'd-din em­riyle hare­ket edilir.


Bunu Caiz Görmenin Yanlışlığı ve Bunun Hakikati

Buraya kadar, fikirlerimize itiraz eden muhterem be­yefendinin bizi uyarmak konusunda ileri sürdüğü delilleri göz­den geçirdik. Ne acıdır ki, halkın çoğu da bu yanlış dü­şüncelere saplanmış bulunuyor.

O beyefendinin ilk delili şudur: Sizin, fitneden mak­sadınız; küfrün galib olması ve kâfirlerin üstün çıkmaları ise, o zaman, cihad ve savaşın da gayesi şu olacaktır: fitne de­diğiniz şey —sizin tefsirinize göre— ortadan kal­kıncaya kadar savaş devam edecektir. Bu fitne'nin yerine de Al­lah'ın dîni kâim kılınacaktır. Allah'ın dîni kâim kılın­madıkça da savaşa son verilmiyecektir.

Bu hususu, böyle kabul ettiğimiz takdirde İslâm çeliş­kiye düşer. Bir taraftanla ikrahe fi'd – dîn: Dinde zor­lamak yoktur" deniyor, diğer taraftan da gayrı müslimlerin kendi fikir ve inançlarına uygun hükümet nizâmı kurmalarına engel olu­nuyor. Onların, kendi kanunlarını tatbik etmele­rinin karşısına dikilip, bu başka inanca sahib kimselere zorla, Allah'ın dînî kabul ettirilmek isteni­yor.

Bir taraftan "leküm dinû-küm ve liye dîn: Sizin dininiz kendinize benim dinim kendime" deniyor. Diğer ta­raftan da islâm dininin haricindeki din mesuplarını kendi dinî akidele­rinde (inançlarında) serbest bırakmıyor. Onların kendi usul ve nizâmları gereğince, işlerini tanzim etmele­rine engel olunuyor. Böyle bir davranış nasıl makûl olabi­lir? Halbuki İslâm hiç bir mevzuda çelişkiye düşmez. Bu bakım dan sizin tefsiriniz doğru olamaz.

İkinci delil de şudur: Eğer gayrı İslâmî hükümetin varlığı islâma göre fitne ise, bu fitneyi de ortadan kaldır­mak bütün müslümanlar için bir vazife oluyorsa, o za­man, Hazreti Yûsuf Aleyhlsselâm'ın Mısır­daki gayrı Islâmi hükümette na­zırlık veya vezirlik vazife sini üzerine almış bulunması müm­kün olabilir mi? Bu memuriyeti sırasında, Mısırdaki hükümetin kanunlarını tatbik etmesi kabil midir? Nitekim, âyet-i Keri­me'de şöyle deniyor.

"Melik'in kanununa göre, o kardeşini alıkoyamaz­
dı."

(Yusuf: 76)

Bu âyet-i kerimeden de böyle bir mana çıkmıyormu?

Üçüncü delil de şudur: Siz; bu şekildeki bir tefsiri doğru sayarsanız, o zaman şu durumu da kabul etmeniz icâb eder ki: İslâm, her bulunduğu yerde bitmez tüken­mez savaşla­rın çıkmasını hazırlayacak ve bu kanlı sa­vaşları, bütün müslü­manlara farz kılacaktır. Böyle olunca, acaba müslümanlar dünyanın neresinde emniyet içinde bulunabilir­ler? Böyle bir tefsir gereğince, bütün müslü­manlar, yalnız gayrı Müslim devletlerle savaşmakla kal­mayıp müslüman kanunla­rını tam olarak icra, etmeyen di­ğer müslüman hükümetlerle de savaşmaktan kurtulamıyacaktır. Bizim dîni düşüncemiz ve yapmakla mükellef olduğumuz farizelerimiz bu şekilde olursa böyle şartlar içinde hangi gayrı Müslim komşumuz (bize emni­yet edebi­lir? Bu yakın devletlerle komşuluk münasebet­leri kurula bilir mi? Ve hangi devlet böyle bir tutum ve gayemize tahammül edebilir?

 


Cevap:

a. Bu delillerden birincisi, mevzuyu tamamen yanlış anlamanın neticesidir. Herhangi bir şahıs, — kendine gö­re — herhangi bir akideye inanır. Bu akideye göre de bir yaşayış yolu tutup gider. Kendi nazariyesine göre, içti­maî yaşayışına uygun bir nizâm kurar.

Fakat bu nizamı bir ülkenin bütün halkına, zorla ka­bul ettirmek[13] tamamen ayrı bir iştir, İtirazda bulu­nan zât, bu iki şeyi aynı şey gibi telâkki ediyor. Bu iki müeyyide arasındaki farkı dikkate almıyor. "La ikrâ he fi'd-dîn ve Leküm diynüküm ve liye dîn" gibi âyetlere sarılıyor. Hal­buki bu âyetlerin biribiriyle alâkası, işin başlangıcı içindi. Elbetteki biz, herhangi bir gayrı Müslimi kendi akidesin­den zorla döndürüp, İslâm akidesini kabul etmeye, yahut da kendi dinî ibâdetlerini bıraktı­rıp da namaza, oruca sarılmalarını mecbur edemeyiz. Buna muka­bil İslâm dı­şında bulunanların da, ahlâk, öğretim, mede­niyet, mua­şeret, geçim, kanun, siyaset, vesair hu­suslarda kendi nazariyelerini müslümanlara her ne şekilde olursa olsun kabul ettirmelerine razı olama­yız. İslâm dışın­dakilerinin kendi fikir­leri ve kendi tuttukları yol üzerinde yürüyüp gitmelerine şüphe­siz muvafakat ediyoruz. Fakat, bizim kendi fikirlerimi­zin ve kendi tuttuğumuz yolun ters istika­metine ve ona aykırı, bir sistem ortaya konup da bu yolda gitmekle zorlan­mış olmaya­lım. Memleket idaresi, yaşayış nazariyesine dayandığından, bütün kanunlar, bütün gü­venlik sistemleri polis işleri diğer iktisadî mevzular ve çalışma hayatı da bu düşünceye göre tan­zim edilecektir. Böyle bir hükü­metin idaresi altında biz kendi yaşayış nizâmımızı, kendi fikrimizi, kendi yolumuzu kendi usulü­müze göre nasıl tanzim edebiliriz? Ve, böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Biz ister kabul edelim ister kabul etmiyelim, ne şekilde olursa olsun, dinimize muhalif olanlar, kendi siyâ­sî galibiyetleriyle, kendi fikirlerini, kendi nazariyelerini bize zorla kabul ettirmeğe kalkışmıyacaklar mı? Ve bizim bütün yaşayışımız üzerinde kendilerini söz ve nüfuz sahi­bi kılmıyacaklar mı?

Böyle bir meseleyi caiz saymak şuna benzer: Mese­lâ onlar zinâyı helâl sayarlar. Bu fiili meşru addederler; halka da zina yapmağı ve şunun bunun karısı ile düşüp kalkmak husu­sunda müsaade verirler. Hatta teşvik bile ederler. O zaman bizim, siyasî kudreti olmayan hükûmetimiz de kendi otoritesini gösteremez. Zina bizim camia­mız içinde yayılıp gider. Ve biz de yavaş yavaş buna alı­şırız. Bir müddet sonra da zina meşru bir şekle girmiş olur. İşte bizim müsaade edemiyeceğimiz nokta da budur. Yine bunun gibi, meselâ onlar tefeciliği helâl ve meşru sayarlar. Hükümetleri de tefeciliği iktisadî düzenin bir icabı gereği. Memleket idaresi de onların elinde bulu­nun­ca, o zaman, bizim en çekingen, en ihtiyatlı, en sofu dindarımız bile bu tefeciliğin pençesinden kendini kurta­ramaz. Zira, bizim alacağımız bir parça ekmek parasının içine bile çeşitli yollarla, türlü vasıtalarla, tefecilik para­sı karışmış olacaktır. Böyle olunca, nasıl olur da böyle bir ekmeği alıp yiyebileceğiz? Hele, bunlar materyalizmin ve ateizmin savvunucuları olurlarsa; memleketin genel dü­zeni ve memleketin öğretim sistemi de onların elinde bulunursa, bu şekildeki inkarcı nazariyeler ve gayri ahlâkî âdetler, memleketin her tarafında hâkim olacaktır.

Böyle bir ortamda ise, memleketin refah ve saadet ka­pıları birer cehennem kapısına dönmiyecek midir?

O zaman, aramızda bulunan en ileri, dindarlar ve onla­rın nesilleri de kendi elleriyle küfür ve inkarın yoz­laşmış ahlâ­kının kucağına atılmıyacaklar mıdır? On­lar, Allahın emrettiği kanunları kaldırıp; kendi uydurma ka­nunlarını memlekette yürürlüğe koymak istedikleri za­man, memleketin umumî me­denî nizamı da yine bu iman yoksulu kimseler tarafından tertiplenmiyecek mi? O za­man inandığımız kanunlar ortadan kalkacak onların ye­rine inanmadığımız kanunlar yürürlüğe konacaktır. Böy­le bir icraata kim muvafakat edebilir ve bu işe hangi imanlı müslüman müsaade edebilir?

Böyle olunca da, "La ikrâhe fi'd-din" hükmü nasıl tat­bik edilebilir? Başkaları kendi dinlerinde, bizim aleyhi­mize olarak, bildiklerini yapsınlar, biz de bütün bunla­ra katlanıp, hareketsiz mi kalalım? Veya biz kendi dini­mizde serbest olmak istiyelim de, onlar buna muvafakat göste­rip tahammül etme­sinler ve buna müsaade de ver­me­sinler?