- İslâmi Yaşayış Tasavvuru

Adsense kodları


İslâmi Yaşayış Tasavvuru

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Eslemnur
Fri 1 October 2010, 02:01 pm GMT +0200

İslâmi Yaşayış Tasavvuru

Kur'an-ı Kerim'in dünyamızla ilgili insan yaşayışının doğru nazariyesine ait etraflı ve konuyu tam bir ele alma şu âyet-i kerimede bulunmaktadır:

"Allah, müminlerin canlarını ve matlarını, kendilerine verilecek olan cennet mukabilinde satın almıştır. (Bu müminler) Allah yolunda savaşırlar, ölürler de öldürürler de... Bu Tevratta da, İncilde de, Kur'anda da hak olarak vâdedilmiştir. Allah'dan ziyade ahdine vefa eden kimdir? (Ey müminler) yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. Bu, en büyük saadettir." (Tevbe: 111) Burada iman hakkında, Allah'la kul arasında böyle bir anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşma Kur'an-ı Kerim'de "bey": (alış veriş) tâbiri ile ifade edilmiştir. Bu tâbirden anlaşılıyor ki, iman denilen mefhum sadece bir mabaddettabia: Tabiat üstü (Ulturanature) bir akide değildir. Hakikatte ve as­lında iman bir anlaşma ve bir alış veriş meselesidir. Bu anlaşma ve bu alış veriş ile, kul kendi nefsini, kendi ma­lını, kendi canını Allahu Taalâ'ya kendi eliyle satmış olur. Bu alış verişi kabul eden Hak Taalâ da kabul ettiği satışın bedeli ve mukabili olarak bu kulu öldükten sonra, yâni bu kulun ikinci yaşayışında cennete götürüp, bu kuluna cen­neti verir.

Şimdi bu mühim konuyu aslına uygun şekilde anla­tabilmek için, ilk önce bu alış, veriş meselesinin mahiye­tini izah etmek ve bu alış verişin içinde anlaşılmayan noktaları açıklamak lâzımdır. Tam manasıyla izah edil­medikçe bununfikirlere ve düşüncelere aslî mânasiyle işlenmesi son derece zor olacaktır.

Bu gerçek, esas olarak nereye taallûk eder ve hangi hususlarla alâkalıdır? Zira insana verilen canın da malın da hakikî mâliki yine Allahu Taalâ'dır. Elbetteki canın, malın, insanın ve her şeyin yaratıcısı yine Allahu Taalâ'dır. İster, kendi indinde bulunsun, isterse bağışla­yıp vermiş olsun, bunların üzerinde tam bir tasarruf hak­kına sahip bulunan yine de Allahu Taalâ'dır. Durum böyle olunca bu alış verişin mânası ne demek olur? Böyle bir alış veriş olur mu diye artık soru sorulamaz. Allahu Taalâ'nın karşısında ne insan bir şeydir, ne de herhangi bir şey Hak Taalâ'nın mülkiyetinden çıkamaz ki, Hak Taalâ dönüp de bunu yeniden satın almış olsun.

Fakat insan için bir şey daha vardır. O da Hak Taalâ'nın insana vermiş bulunduğu bir irade ve muhtari­yet konusudur. Yâni insan için tanınmış bulunan intihap (seçme hakkı) ve iradesinde serbest olma keyfiyetidir. (Free Will and freedom of Cholce).

Bu şeçme hakkı olunca, hakikatte işin aslı değişmez. Ancak insan seçme hakkına sahip olunca, istediği bir şeyi kabul eder, yahut da reddedebilir. Başka bir tâbirle bu muhtariyetin seçme hakkının mânası, insan hakikatte kendi nefsine, kendi zihnine ve cismî kuvvetlerine ve bu dünyada bunlar için elde ettiği iktidarlara tamamen mâ­liktir ve istediğini yapabilir tarzında anlaşılması lâzım gelir. Bu gibi şeyleri istediği gibi kullanma hakkı da tam olarak insana verilmiştir. Bu hususlardaki serbestiyetin belli bir hududu vardır. Hak Taalâ tarafından mecbur edilmeksizin, zorlanmaksızın, insan kendisi kendi şahsını bu kuvvetlerin sahibi kılmağa kalkışır ve zanneder ki, artık kendisinin Hak Taalâ'ya ihtiyacı yoktur. İnsanın kendisi şu ufak muhtariyet ile Cenab-ı Hak'ka ait kuvvet­lere sahip olmayı bile aklından geçirir.

İşte alış-veriş meselesinin cereyan ettiği nokta da burasıdır. İnsanda bulunan bu şeyleri Hak Taalâ satın almak istiyor gibi bir düşünce de doğru bir mâna taşımaz. Belki bu alış verişin sahih ve doğru şekli şudur ki, Hak Taalâ'nın insan kendisinebıraktığı bu şeyleri, insan tam bir emânetle muhafaza etsin; hiyânet ve emniyeti suistimal etmeye yeltenmesin. Çünkü insana her iki yol­dan birini tutmak hususunda serbestlik tanınmıştır. Bu hususta istenen şeyleri, insan kendi rızası ve gönlü ile — mecburiyetle değil — vermeye hazır olsun. Benim elimde bulunan şey benimdir demesin. Kendisinin elinde bulu­nanlar hususunda hak sahibi olduğunu farzetmesin. Belki emanetçi olduğunu bu tasarrufun da emanet çilikten üeri geçmediğini kabul etsin diye ikazlara mâruz kalmıştır. Kendisine kısa bir müddet için verilmiş bulu­nan cüzi kat­lara kapılıp da, hdyânet edebilmek serbes­tisini de kul­lanmaktan sarfı nazar etsin diye doğru yola davet edil­mektedir.

Bu şekilde, dünya hayatında insanın elinde bulunan bu arızî muhtariyeti de — ki bu muhtariyet insanın ken­disinin kendisine vermiş olduğu muhtariyet değil de Hak Taalâ tarafından verilmiş olan bir muhtpiyettir. — Hak Taalâ'nın ihsan ettiği bu muhtariyeti, insanın kendi eliy­le tekrar Hak Taalâ'ya satmasını yâni O'na bırakmasını talep etmektedir. Bunun karşılığı ve bedeli olarak da in­sana ebedî yaşayışta cennet vaadedilmiştir. Bu alış - ve­rişin bedeli ebedî âlemde cennet olarak ödeneceği buyu-rulmuştur.

Hak Taalâ ile bu alış - verişi yapmış olan insan da alış - verişi yapıp muameleyi bitirince mü'min olur. ima­nın ikinci bir ismi de bu alış - verişi yapıp bitirmektir. Bu alış - verişi yajpmayan, bu muameleye yanaşmayan, yahut da alış - verişi yaptıktan sonra muamelenin şartla­rını bozan, söz verdikten sonra, alış - verişin bozulacağı bir hareket takîbeden kimse de kafir olur. Küfür de bu alış - verişe yanaşmamanın yahut da bozmanın başka bir ismidir.

Bu alış - verişin mânasını anladıktan sonra, şimdi de bu alış - verişe taalluk eden teferruata geçelim. Bunları tahlil etmeğe çalışalım:

1. Bu alış - verişte, Hak Taalâ insanı çok büyük iki imtihana çekmektedir. Birinci imtihan şudur: insan ser­best bırakılmış olunca, bu serbestlik içinde kendi kıy­me­tini takdir edip etmediği, Dünya hayatına kapılıp ebedî Mâliki'ni tanıyıp tanımadığını, Kendisini yaratan •Hâl'kine sadakat göstermeyip nankörlük mü ediyor?

İkinci imtihan da şudur: İnsan kendi Allah'ına ne ka­dar güveniyor, O'na ne dereceye kadar itimat ediyor? Çünkü bu alış - verişte verilecek olan bedel, nakit ve pe­şin değil veresiyedir. Ancak öldükten ve dünyayı değiştir­dikten sonra insan bu bedeli elde edebilecektir. Bu bedeli ödemeyi de Allahu Taalâ vaad ediyor. Buna mukabil, insan bu günkü serbestliğinin tadını tadmıştır; ve bu muhtariyet dolayısiyle elde ettiği kolaylığı terketmek is­temez.

2. Dünyadaki bütün İslâm toplulukları hep Fıkhi ka­nunlarla hareket ederler. Bunun için, bu kanunlara göre, bazı akidelere imân etmek icabeder. Hem iman etmek, hem de söz vermek lâzımdır. Böyle bir imana sahip olan kimseye — hiç bir Şeriat Kadısı (Şeriat üzerine hüküm veren hâkim) herhangi bir açık ve kesin delil ile sabit olmadıkça, "Sen gayrı - Müslimsin, İslâm camiasının haricine çıktın" diyerek hüküm veremez. Bu hak hiçbir hâkime ve hiçbir kimseye verilmemiştir. Hattâ, "senin verdiğin şu ikrar da yalandır" diye de söyliyemez. Ancak bu imanın muteber olup olmadığı yalnız Allah indindedir. Bu meselenin hakikati şudur: Kul düşünce ve amel'in her İkisinde de kendi serbestliğini ve muhtariyetini Allahu Taalâ'nın eline teslim eder. O'nun hakkı olan hakikî mül­kiyetin de, bu kul gerçekte kendisine ait olmadığını bilir ve bu mâliklik iddiasını bir tarafa bırakır ve gerçek bir kul olur.

3. Herhangi bir kimse, İslâm kelimesine söz verip, oruç, namaz ve diğer İslâmî hükümler ve emirlere de bağlı olursa, fakat onun vücudu ve ruhu, onun fikrî ve cismi kuvvetleri kendi malını, vesilelerini, kaynaklarını ve imkânlarını kendi elinde tutmak ister ve kendisini bunların gerçek mâliki ve tasarruf sahibi kabul ederse, — esas bakımından tasarruf etmekte serbest olmakla beraber — bunların kendisine ait olduğunu düşünürse, o zaman bu dünyada mümin ve iman sahibi görünse ve tanınsa dahi, hakikatte Allahu Taalâ'nın indinde bu kimse gayrı - mü­mindir. Çünkü böyle bir kimse Kur'an-ı Kerim'de imanın esası olarak bildirilmiş bulunan Allahu Taalâ ile böyle bir muameleye yanaşmamıştır. Allah rızasına rağmen, kendi malını ve canını esirgemiştir. Allah'ın rızası olmayan hu­suslarda canını ve malını heba etmiştir. İşte bu iki şekil­deki işin neticesinde kesin olarak iman sahibi olmakla iman sahibi olmamak anlaşılır. Malını, canını Allah'a tes­lim etmeyen veya teslim etmek için söz verdikten sonra muameleyi (alış verişi) tamamlamayan ve bu şeylerin kendisine ait olduğunu iddia eden bir insan imanlı sayı­lamaz.

İşte, imanın bu hakikati, yaşayışın başından sonuna kadar, İslâmî yaşayış ile kâfirâne yaşayışı birbirinden ayırır. Sahih mânada iman etmiş bulunan bir müslüman, kendi yaşayışının her şubesini ve her sahasını Hak Taalâ'nın rızasına tâbi kılarak çalışır. Bu yolda da her­hangi bir yerde her ne şekilde olursa olsun, kesin bir şe­kilde, muhtariyet (serbestlik) iddiasında bulunmaz. Ancak belki bazı zamanlar unutkanlık nedeniyle Allah'la yapmış olduğu bu alış - verişin bazı taraflarını unutarak, bazan serbest bir şekilde hareket eder. Fakat bu böyle olsa dahi, bu gibi kimseler yine ehli iman zümresinin teşkil ettiği bir camia içinde bulunurlar. İçtimaî vaziyetlerinde, herhangi bir zabıta, siyaset, medeniyet, muaşeret ve geçim işlerinde Allah'ın rızasını gözeterek îslâmî hü­kümleri tatbik ederler. Allahu Taalâ'nın şer'î kanunlarına bağlanırlar. Bu kanunlardan kurtulmak yoluna gitmezler. Eğer arızî bir şekilde gaflet bile etseler, kendileri uyarılır ve böyle serbestçe hareket etmeyi bırakıp kulluk yolunu tutsun diye diğer ehli iman tarafından da ikaz edilirler.

Allah'tan kurtulmuş gibi çalışmak, kendi nefsinin is­teklerine tâbi olup kendini serbest zannederek gitmek yolunu seçenler, "biz neyi yapalım, neyi yapmayalım" derler. Bunlar ise yapacakları bir işte, Allah yolunu bıra­kıp kendi nefsanî isteklerine tâbi olmuş ve yaşayışlarında kâfirâne yol tutmuşlardır. İster halk bunları müslüman olarak tanısın, isterse yine halk bunlara kâfir ismi versin veyahut da gayrı-muslim diye vasıflandırsınlar. Hepsi de aynı kapıya çıkar.

4. Bu alış veriş yapıldıktan sonra ve bu alış verişe göre, insan her hususta Hak Taalâ'nın rızasına tâbi ol­malıdır. Bu rızayi ilâhî, insanın kendisinin caiz kıldığı şeyler değildir. Hak Taalâ'nın bildirdiği hususlardır. İnsa­nın kendi kendine uydurup ortaya attığı hususlar, Hak Taalâ'nın rızasına sebep olamaz. Bu gibi şeylere de tâbi olmak yine rızayı ilâhiye yol açmaz. Bunlar, insanın kendi rızasına sebep olur. Bu da bahsettiğimiz alış verişe aykı­rıdır. Bu gibi şahsî ve nefsanî hareketler alış verişi bozar.

Allah ile yapılmış olan alış verişi, ancak o kimse veya kimseler veya zümreler devam ettirirler ki, bütün yaşa­yışlarının her tarafında ve her yolunda Hak Taalâ'nın kitabına, O'nun peygamberinin sünnetine — ki bu sünne­tin aslı ve esası da kitaptan gelmiştir — tâbi olup giderler.

Bunlar, bahsedilen alış - verişin muntazam olduğu hususlardır. Bunlar anlaşıldıktan sonra, şu mesele de kendiliğinden anlaşılacaktır: Bu alış - verişdeki, fiyat ve bedel, yâni cennet içinde bulunduğumuz bu günkü dün­yadan sonra, bu dünyanın nihayetinde verilecektir. El­bette şurası da açıktır ki. verilecek olan bu cennet sırf ikrarın sözle kabul etmenin karşılığında verilmiyecektir. Yâni satıcı kendisinin dünyevî yaşa­yı­şınıda ortaya koya­caktır. Bu yaşayış tarzı bir ticaret malı gibi satışa arzedilecektir. Ve bunun karşılığında da bedel alınacaktır demek değildir. Belki bu iş bir değiş - tokuş işidir. Satıcı kendi dünyevî yaşayışında elinde bulundurduğu seçe­nekleri bir tarafa bırakacak, tasarruf sahibi olduğunu düşünmiyecek; Allah karşısında elinde bulunanlara bir yed-i eminden bir emanetçiden başka bir şey olmadığını hesaba katacak ve Allah'ın rızasına uygun bir şekilde elinde bulunan şeylere tasarruf edecektir.

İşte bunun için satıcı bu işde kârlıdır. Satıcının dün­yevî yaşayışı bitinciye kadar, bu satış malı da yine kendi elinde bulunacaktır. Hakikatte şu da açıktır ki bu satış şartları, alıcının dünyevî yaşayışının son anına kadar bütün şartları ile devam eder. Ancak, bu satış vadesinin ödeme zamanı geldiği vakte kadar satışın bedelini almıyacaktır. Yâni hayatının sonundan sonra, bu bedeli almaya ancak hak kazanacaktır.

Bu hususların vazedilmesiyle birlikte şunu da bilmek lâzımdır ki, bu mevzuda bu hususu niçin beyan ediyoruz. Yukarıda iman edip, ikrar verdiği halde, imtihan zama­nında imtihandan muvaffakiyetle geçemeyen bazı kim­selerden bahsedildi. Bunlar, bazen tenbellik, bazen, iyi niyetin zayıflığı, bazan da münafıklık, bazan da herhangi bir sebeple, Allah yolundan ayrılırlar. İnandıkları din yo­lunda kendi canlarını ve mallarını feda etmekten esir­gerler. Bunun için, bu gibi kimselerin yahut da zümrelerin tuttukları yolu tenkit ettikten sonra, şimdi şurasını da açıkça söyliyelim ki, sizin kabul edip ikrar verdiğiniz iman nedir? İman demek, sırf bir isimle yetin­mek değildir. Belki esasında şu hususları, kabul ettikten sonra, söz vermek­tir. Allah Taalâ sizin nefsinizin, varlığınızın ve malınızın hakiki sahibi ve mâlikidir. Bu şekilde ikrar verdikten sonra, eğer siz kendi nefsinizi, varlığınızı, malınızı ve canınızı, Allah yolunda kurban etmeye, feda etmeğe ha­zır olmalısınız. Diğer taraftan da kendi nefsanî kuvvetle­rinizi ve elinizde bulunan kaynaklarınızı Allah'ın tâyin ettiği şartların dışında kullanmamalısınız. Verilen sözün gereğini yapmayıp da sözün hilâfına hareket etmiş olur­sanız, o zaman siz yalan söz vermiş bulunacak ve bir yalancı olacaksınız.

Hakiki ve doğru iman sahipleri ancak, kendi nefsini ve varlığını, malını ve canını, Allah'ın eline bırakıp, ondan başka mâlik ve sahip tanımayan kimselerdir. Her nerede Allah'ın hükmü olursa hemen gecikmeden ve bir şey esirgemeden bunları feda etmeye hazır bulunan şahıs­lardır. Her nerede Allah'ın hükmü yoksa, O'nun bir emri bulunmuyorsa, bu kimse elinde bulunan bu malından ve canından zerrenin zerresini bile harcamaya hazır olma­malıdır.

Bu hususta da bir çokları bir hayli itirazlarda bulu­nurlar. Ku'an-ı Kerim'deki bu vaadden bahsederek bu gibi vaadlerin Tevratta ve Incilde de olduğunu söylerler. Fakat İncilde bu vaad'in bulunması bu itirazları destekle­mez. Hattâ İncilde bu vaadin bulunması bu itirazı esassız hâle getirir. Şimdiki dünyada mevcut bulunan "Enâ-cil": İnciller'de Hazreti İsa (A.S.) ın bu hususla ilgili olan bâzı öğütleri vardır. Meselâ onlardan bir Örnek şudur:

"Ne mutlu adalet için matrud olanlara, zira göklerin melekûtu anlarındır."[43]

"Kendi hayatını bulan, onu zayi ede. Ve benim için kendi hayatını zayi eden anı bula."

(İncil-i Mettâ, bab: 10. Fıkra: 39, Sahife: 13).

"Ve her kim benim ismim için evleri, ya karındaşları, ya kız karındaşları ya babayı ya anayı ya avreti ya oğul­ları ya tarlaları terk ederse, yüz kat ala ve ebedî şekliyle hayata vâris ola." (Mettâ, bab: 19, fıkra: 29, sahife: 25). Zamanımızdaki şekliyle elimizde bulunan Tevrat da şüp­hesiz ki bu mevzu yoktur. Çünkü Tevratta ölümden son­raki yaşayış "Hayat ba'd el - mevt" ve kıyamet günü hesabı "yevm ül hesâb" ve uhrevî ceza ve mükâfat hak­kında bilgiler geniş bir şekilde mevcut değildir. Halbuki, bu akîde esasında dinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bununla beraber elde mevcut bulunan Tevratta bu mefhuma rastlamıyoruz. Hakikaten Tevratta bu mevzu yoktur. Ne­ticesini de çıkarmak doğru değildir. İşin, aslı şudur ki, Yahudiler, gerileme devirlerinde bir hayli maddeperest ve dünyaperest olmuşlardır; rahatlığı ve hoş vakit geçirmeyi özlemişlerdi. Onlara göre nimet ve ihsan, ahiret hayatına ait olmayıp, halihazır dünyada nakit ve peşin olarak elde edilendir. Bundan dolayı Kitab-ı İlâhî'de bahsedilen ihsan vaatlerini onlar hep bu dünya için düşünürler. Onlarca "cennet" mefhumunun her türlü vasfı kene gibi yapıştık­ları Filistin ülkesinde ümit edilir. Misâl olarak, Tevratın müteaddit yerlerinde rastladığımız bu mefhumdan bir kaç cümle alalım:

"Yâ İsrâ'îl dinle: Allahımız Rabb, Rabbi vahiddir. Ve Allah'ın olan Rabbı, bütün gönlünden ve bütün canından ve bütün takatından fazla sevesin"[44]

"Seni kendine edinen seni yaradan ve düzen (ortaya çıkaran) baban bu değil midir?."

(Tevrat El – Müsennâ, Bab: 32, Fıkra: 6, Sahife: 242).


Onlarca bağlılığın mânası, Allah'a götüren bir bağlılık değil dünya mülküne celbeden bir ihtiras şeklîndedir. Burada dünyanın geçici nimetlerine kavuşmaktır. Bütün bu hırsın altında Filistin ülkesinin rüyası yatmaktadır.

Bu günkü şekliyle Tevrat, ilkönce aslına uygun değil­dir. Tamam olmadığı gibi saf olarak, halis Kelâmı İlâhî Kelâm ismi altında yer almıştır. Öyle bir tahrifata başka kelâm da karışmış ve eklenmiştir. Tevratın içinde Yahudi kavminin rivayetleri, hikâyeleri ve kıssaları, nesil ve ırk taassupları, vehim ve hayâlleri, istek ve arzuları, yanlış anlayışları, fıkhi iç­tihadlarının tâdil edilmiş şekilleri bir yığın şeklinde ve işin en feci tarafı olarak, ilâhî Kelâm ismi altında yer almıştır. Öyle bir tahrifata uğramıştır ki, kelâmın aslını karışmış olanlardan ayırt etmek mümkün değildir.[45]


Din ve Hak Hukuku

"Zina eden kadınla zinâ eden erkeğin her birini yüzer kırbaçla kırbaçlayın. Siz eğer, Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde onlara acımayınız."

(Nur:2).

Yukarıdaki âyet-i kerimede dikkati çeken ilk şey, zina yaparak günah işliyenlere, cezaî müeyyidenin tatbik edilmesiyle meydana gelmiş olan inzibat meselesidir. Âyet-i kerime bu hususu, Allah'ın dini olarak açıklamış ve en belirli bir tarzda ifâde etmiştir. Bu, Kur'-anî delille, ke­sin olarak malûm olmuştur. Din, yalnız namaz, oruç, ze­kât, hac gibi İbâdetlerden ibaret değildir. İstisnasız ola­rak, cemiyetin bütün ihtiyaçlarına cevap veren, bütün kanunlar, din çerçevesi içinde yer almakta dır. Bu itibarla, dini kaim kılmak sadece namazı eda etmekle bitmiş ol­muyor. Namazın kılındığı yerde, ancak dinin bir hükmü yerine getirilmiş olur ki, bu cüz pek tabiî olarak dinin bü­tünlüğünü ifâde edemez. Hangi memlekette olursa olsun, dinîn inzibatî hususları yürürlükte olmaz ve o cemiyette başka cezaî müeyyideler ve başka kanunları tatbik edil­mekte ise, demek ki orada Allah'ın dini de reddedilmiştir. Böyle bir cemiyet düzeninde "dinullah" dan bir eser kal­mış