- İSLAMİ HAREKETİN ÖNCÜLERİ

Adsense kodları


İSLAMİ HAREKETİN ÖNCÜLERİ

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
seymanur K
Thu 22 September 2011, 05:04 pm GMT +0200
4. İSLAMİ HAREKETİN ÖNCÜLERİ


Raşid Halifeler döneminde aleni bir şekilde tezahür eden Yahudi ve münafık hareketleri kısa zamanda büyük boyutlara ulaşmış, bir çok eylemlerin yanında Hz. Ömer, Osman ve Ali gibi büyük şahsiyetler şehid edilmişti. Ken­di emeline ulaşmak için idari makanizmayi değiştirmiş, ve arkasından yavaş yavaş saptırmaya çalışmışlardır. Bin küsur yıllık bir çalışmanın ardından İslam, değişik atmos­ferlere sokulmuştu. Halkından müslüman olan ülkelerde İslam adına kala kala bir iki ibadet, bir de hüviyetinde 'dini İslamdır' kelimesi kalmıştır.

Bu olup bitenler karşısında çoğunluk suskunluğu ve bana ne lazımcılığı tercih etmiştir. Bu felsefe ile birlikte, bir çokları atalarının yaptıklarıyla, atalarının tarihiyle övünmüş, bunu kendileri için bir 'mehdi' şeklinde telakki etmişlerdir. Sanki, nüfus hüviyetlerinde İslam yazılması ve atalarının bin yıllık tarihleri onları kurtaracaktır, hep bunlarla övünmüş ve bunlarla kendilerini aldatmışlardı. Ancak işin bilincinde ve şuurunda olan bazı yürekli müslümanlar, bunlara seyirci kalmamış, Allah için cihad san­cağını göklerde dalgalandırarak hayatını bu uğurda feda etmişlerdir.

Bu İslam öncülerinden zulüm ve haksızlığa razı ol­mayıp, saltanatına hükümran olduğu ilk günlerde Yezidlere karşı direnişe geçen Hz. Hüseyini görmekteyiz. Müslü­manların Yezid zulmünden rahatsız olması ve cihad ruhunun ölmediğini gösteriyordu. İmam Hüseyin, 72 kişilik bir azınlık, müslüman gurubuyla Mekke'den Irak tarafına hareket ederken yolda Yezid'in dört bin kişilik mücehhez askerleriyle karşılaşmış ve neticede İmam ile birlikte hep­si kılıçtan geçirilmişti. Bu yetmiyormuş gibi, kadınlarına hakaret yapılmış ve şehitlerin başı Kûfe'ye Ubeydullah b. Ziyad'ın sarayına götürülmüş ve orada halka teşhir edil­miştir. Oradan da Yezid'e gönderilmek üzere Şam'a götü­rülmüştü.

Aslında bu hareket ilk defa Yezid tarafından düzen­lenmiş bir olay değildi. Daha önce de Muaviye, Hz. Ali döneminde Yemen valisi olan Abdullah b. Abbas'ın iki masum çocuğunu öldürmesi, savaşlarda yakalanan müslü­man kadınları alıp götürmesi ve cariye olarak kullanması, kesilen kafaları bir yerden başka bir yere teşhir için gön­dermesi, intikam hisleriyle ölülerin cesetlerini hürmetsizce, vahşice soyması, burun ve kulaklarını kesmesi, karın­larını deşmesi, Sıffinde Ammar b. Yasir'in kafasının kesi­lerek Muaviye'ye getirilmesi, Hz. Ali döneminde Mısır valisi olan Muhammed b. Ebubekir'in öldürülmesi ve ce­sedinin ölü bir eşekleşi ile birlikte yakılması" [179] gibi vah­şice olayları sergilerken, oğlu Yezid ve Mervan gibi kral­lar da benzeri olaylara devam etmişlerdir. Daha önce cahiliye döneminde bu olaylar yapılırken, şimdi de sultanlar döneminde yapılmaya başlandı.

Böylece Hz. Hüseyin hak uğrunda daha bir adım at­madan şehid edilmişti. Arkasından Medine halkı, Ye­zid'in fasık ve facirliğinden dolayı Hz. Hüseyin'e yapılan bu zulmü tel'in etmek için ayaklanmış, kendilerine vali olarak Abdullah b. Hazale'yi seçerek ona biat etmişlerdi. Bunu duyan Yezid, oraya bir ordu çıkartmış, onbin küsur müslümanı öldürmüş, mallarını talan edip, kadınlarına da çok adi hakaretlerde bulunmuştur (daha ötesini terbiyemiz elvermedi yazmaya) [180]

İmam Hüseyin'den sonra Mekkede Abdullah b. Zübeyr'in İslam sancaktarlığını yaptığım görüyoruz. Yezid döneminde Mekke bir kaç kez taşa tutulmuş, ancak Ab­dullah imamlığına devam etmiştir. Daha sonra Mervan, Haccac b. Yusuf'u hacc mevsiminde Abdullah'ın üzerine göndermişti. Hacılar ibadetim yarıda kesmek zorunda kalarak ancak canlarını kurtarabilmişlerdi. Arkasından Mek­ke kuşatılmış, Zalim Haccac, Abdullah b. Zubeyr ve iki yakınının kafasını keserek teşhir etmiştir. Biz burada Za­lim Haccac'ın müslümanlara hakaret edip yüzbinlercesini öldürüp ve o kadarım da hapiste çürütmesini anlatacak değiliz. Çünkü onun zalim ve despotluğnu bilmeyenimiz yoktur.

Abdullah b. Zübeyr'den sonra Emevi hanedanına mensup hasbel kader bir Ömer b. Abdulaziz'in İslam'ı tek­rar aslına rücü ettiğine şahid oluyoruz. 2. Ömer, kendisine biat edildikten sonra hutbede uzun bir konuşmasının sonunda şöyle dedi:

"Allah'a ibadet ettiğim sürece bana ita­at ediniz. Allah'a ibadet etmediğim zaman, bana itaat et­meyiniz." Bu sözüyle ilk halifeleri hatırlatıyordu. Böylece itaati pekiştirdikten sonra ilk çırpıda saltanat usullerini kaldırmakla işe başladı. Arkasından gayri meşru yollarla elde edilen bütün mal ve servetleri devlet hazinesine iade etti. Diğer taraftan zalim ve zorba idarecileri görevden alarak yerine adil ve ehil insanlar atadı. Bu yeni atanan vali ve idarecilerin adaletten ayrılmamaları için her türlü ön tedbirleri aldı. Halifelik yaptığı iki yılı aşkın bir za­manda bir çok tecdid hareketi imar etmiş, adaletiyle, ilim ve irfanıyla, hadisleri toplattırma girişimleriyle, bid'at ve hurafelere karşı çıkıp İslam kaynaklarına sahip çıkmakla, Emevi hanedanı ve diğer çıkarcıların işine son vermekle Ümeyye mensuplarının korkulu rüyaları olmuştu. Netice­de 'saltanat elden çıktı' fobisiyle bir komplo düşünülmüş ve o yüksek şahsiyetli müceddid de zehirletilerek öldürül­müştü.

Emevi idaresi bağnaz bir politika ile bir yandan müs­lümanlara ağır şekilde zulümlerde bulunurken, diğer yan­dan da fetihlere büyük ağırlık vererek bir çok yeni ülkeler fethetmişti. Geniş topraklara sahip olan bu hanedan, tam bir debdebe ve azametle hükmediyordu. Zahiri kuvvetle­rine ve güçlü ordularına bakarak koca imparatorluğun yıkılmasını akıllarından bile geçirmezlerdi. Ancak o debde­beli ve azametli hayat gün geçtikçe, yaşlandıkça çökmeye doğru gidiyordu. Öyle ki bu zorba devletten nefret etme­yen kalmamıştı. Nihayet çok geçmeden Abbasoğulları ta­rafından bir darbeyle 750 yılında saltanatlarına son veril­mişti.

Doksan küsur yılık o saltanat kaldırılırken bütün göz­ler Abbasoğullarındaydı. Acaba, yıllardır bir darbenin hasretini çeken bu insanlar neyi götürecek ve neyi getire­ceklerdi? Emevi hanedanını arattıracaklar da acaba hangi yönden arattıracaklar?

Evet, Abbasüeri de gördük... Gerçekten gelen gideni arattırdı. Abbasiler Şam'ı elegeçirince yıllardır topladığı intikam hisleriyle elh' bin insanı öldürmüş ve camilerine yetmiş gün at bağlatarak ahır haline getirmişlerdi. Öldürülen bu insanlar yanında kadınlara yapılan cahili hare­ketleri ve mezardan çıkarılan cesetlere atılan kırbaçların getirdiği kin ve garazları artık siz düşünün... Maalesef, Emevilerin yerine bu derece insanlara zulmeden bir hükümranlık gelmişti. Öyle ki İspanya'ya kaçan Prens Abdurrahman'dan başka hayatını kurtaran Emevi efradı olmamıştı.

Diğer taraftan Emeviler döneminde başgösteren ırk­çılık ve kavmiyetçilik taassubu Abbasiler döneminde da­ha da şiddetlendi. Emeviler Arap ırkçılığı yaparken, Ab­basiler de Acem ırkçılığını savunmaya başladılar. Zaten baştan beri takip ettikleri politika da bunu gösteriyordu. Ümmeyye ailesi Rum Kayser'inin etkisinde kalırken, Ab­basiler de İran Kisra'sının etkisindeydi. Acem ırkçılığı öy­lesine gelişti ki 'İslam dini Arapların dinidir' diye söz et­meye başladılar. Hatta daha da ileri giderek eski Acem/İran/medeniyetinin faziletlerini saymaya başadılar. Diğer yandan da İslamla alay eden çevreler oluştu. Bir ta­kım çevreler kendi çıkarları için yeni hadis uydurmaya başladılar. Nitekim, İbni Ebil Evca ismindeki zındık ya­kalandığı zaman: 'İslam ahlakını bozmak ve değiştirmek için dört bin hadis uydurdum,' demişti. [181]

Emeviler olsun, Abbasiler olsun her iki dönemde de müslümanlar bir çok kollara ayrılarak bölünmüşlerdir. Bunların asıl amacı siyasi sebepler olduğu gibi itikadı ve fikhî sebepler de eklenebilir. Bir yandan Ehli Sünnet iti­kadı oluşurken, diğer yandan da Ehli Şia itikadı oluşuyor­du. Ve bu iki ana kollar kaynağını Rasulullah'a dayandı­rarak bin dörtyüz yıldır siyasi bir mücadele vermekteydi­ler. Başlangıçta siyasi bir takım emeller için ortaya atılan bu düşünceler zamanla büyüyüp gelişmiş ve artık yeni doğan nesillerde onların kurbanı olarak ya Şii ya da Ehli Sünnet oluvermiştir. Bunları söylerken mutedil ve müslüman olarak bilinenleri kasdediyoruz. Yoksa Hz. Ali'yi -hâşâ- ilah derecesine çıkaran Sebeistler veya Yezid'i hali­fe gösteren Yezidiler gibilerini kastetmiyoruz. Bu iki ana kol da kendi aralarında bir çok guruplara ayrılarak Hıristi­yan dünyasını geçmiş oluyordu. 'Günah hiç bir zaman in­sana zarar vermez' diyen Murcie'den tutun da 'büyük gü­nah işleyenin sürekli cehennemde kalacağını' savunan Mutezile'ye kadar...

Emevi ve Abbasi döneminde saltanatı meşru bulma­yıp, saltanata karşı mücadele verenlerin başında Hz. Hü­seyin, Abdullah b. Zübeyr, Ömer b. Abdulaziz, İmam Zeyd, İmam Cafer ve İmam Ebu Hanife'leri görmekteyiz.

Haksızlık ve zulme razı olmayıp sürekli mücadele veren İmam Zeyd, Emevi saltanatının başına geçen Hişam b. Abdulmelik tarafından gözetim altına alınmış, Me­dine valisine de gerekli talimat verilerek zaman zaman eziyet ve işkencelerden geçirilmişti. İmam Zeyd, valinin daha fazla işkencesine dayanamayıp Hişam'a çıkınca, Hişam İmam'a yüz vermeyerek kovmuştu. Bu olup bitenler karşısında İmam Zeyd, daha fazla dayanamayarak Kûfe'ye gitmişti. Burada Iraklı şii müslümanları zulmü defetmek, hak sahibine yardımcı olmak ve zalimlerle sa­vaşmak konusunda kendilerini biata çağırdı. Onlar da ka­bul ederek İmama biat ettiler. Ki bunların sayıları kırk bi­ni bulmuştu. Ancak savaş hazırlıkları başlayınca kalanlar ancak dörtyüz kişiydi. Bu durumu gören İmam şunları söyledi:

"Korkuyorum Hz. Hüseyin'e yaptığınızı bana da yapacaksınız. Allah'a and olsun ki ölünceye kadar yalnız başına da olsam savaşacağım."

Gerçekten de ceddi Hüseyin gibi o da müslümanlarla birlikte şehid edilmiş ve cesedi bir kaç gün Küfe meyda­nında asılı kaldıktan sonra yakılmış ve külleri havaya" uçurulmuştu. [182]

İşte, Emevilerin saltanat ve debdebeleri onları o ka­dar azdırmış ve o kadar şımartmış ki Rasulullah'a bile saygıları, sevgileri kalmamıştı. Servet, makam, refah ve bolluk hırsı gözlerini ve düşüncelerini tamamen etkisiz hale getirmişti. Artık bu uğurda öz evlatları da karşılarına çıksa onu da çiğner geçerlerdi. Zira onlar için insanlık de­ğil, saltanat önemliydi. Ama onlar ne kadar azgınlaşirlarsa azgınlaşsınlar o imanlı ve yiğit simaların sonunu getiremeyecekler. Bu imanlı ve yiğitler haksızlık ve zulüm karşısında hiç bir zaman susmayarak mücadelelerini sür­dürecekler.

İmam Zeyd, sadece siyasi otoritenin haksızlık ve zul­müne değil, Şiiler arasında bir takım yanlışlıklara ve tutarsızlıklara da karşı çıkmış, bu saçma sapan şeyleri naslar doğrultusunda değiştirmiştir. Özellikle Şiiler arasında yaygınlık kazanmış Hilafetin Hz. Ali'ye ait olması konu­su, Ehli Beyt imamlarının hatadan masum olmaları düşüncesi, beklenen Mehdi tasavvuru ve takiyye/gizli­lik/prensibi gibi hususları ilahi öğretilere göre düzenle­miştir.

Emevi saltanatının bağnaz politikacıları, hakkı savu­nan müslümanlara her çeşit zulmü reva görürlerken, arkasından gelen Abbasiler de onlardan geri kalmadılar. İmam Cafer, saltanat ve haksızlığa karşı çıkanların nelerle karşı­laştıklarını çok iyi biliyordu. Ama bütün bunlara rağmen o şahsiyetli İmam, haksızlık ve zulme seyirci kalamazdı. Abbasiler ilk yıllarda Ah' evlatlarına yumuşak davranma­ya çaliştılarsa da daha sonra gelen Mansurlar, Ali efradı­na karşı baskıyı şiddetlendirdiler. Muhammed b. Abdul­lah ve kardeşi İbrahim'i bir ara ayaklandılar diye tutukladılar, daha sonra katlettiler. İmam Cafer, saray çevresinin insafsızlıklarını ve müslümanların da bunlara tahammülü­nü bildiği için kendini ekseriyetle ilme vermişti.

İmam Cafer bu atmosfer içerisindeyken, bir takım sapık insanlar sahabeleri kâfir saymak, Ebu Bekir ve Ömer'e lanet okumak, Ehli Beyt mensuplarını ilah dere­cesine çıkarmak gibi sözler üreterek, kendilerini İmam'ın şakirtleri olarak görmüş ve bu sözlerle de onun söylediği­ni iddia etmeye başlamışlardı.

İmam, bu tür sapıklarla amansız bir mücadele vermişse de onların nüfuzunu tamamen kıramamıştı. Ancak samimi insanların bu gibi saçma sapan şeylerin etkisinde kalmalarını önlemiştir. İmamın sağlıklı bir çalışma yap­ması ve bir çok insanları etrafında toplayarak büyük bir potansiyel oluşturması Mansur'u rahatsız etmiş, bu rahat­sızlık sürekli İmamı gözetim altında tutmayı beraberinde getirmiştir. Ancak İmam, her hangi bir inkilab düşünme­diği için fazla üzerine varmamıştır. İmam aslında inkılabçı bir ruha sahipti, ancak bir çok deneyimlere şahit olduğu için bu konuda beraberindeki müslümanlarla başarı sağla­yacağına inanmıyordu. Bu nedenle o, kendini tamamen il­me, zühd ve takvaya vermişti. Bu uğurda herkesin takdir­lerini kazanarak onlara büyük eserler bırakmıştı. Kendi­sinden korkan Mansur dahi onun ölümüne ağlamış ve 'Ehli Beytin Ulu'sunu kaybettik' demişti.

İmam Zeyd ve İmam Cafer, her ikisi de İslami hare­ket içerisinde yer almış, tüm bid'at ve hurafelere karşı çık­mış ve bir müceddid olarak İslam'a katkılarda bulunmuş­lardı. Siyasi alanda da hiç bir zaman, hiç bir kimseden çekinmeden doğru bildiklerini yaşamış ve yaşatmaya çalış­mışlardı. Bu nedenle o fakih ve mucahid insanları bazı si­yasi kargaşa ile ehli bid'at olarak yargılamayı hangi insaf sahibi kabul edebilir? Şia atmosferinde bazı sapık fırkalar çıkmışsa -ki çıkmıştır- bunlar yüzünden nasıl bir ümmet dışlanır. Pireden kızarak yorganı yakmaya kalkarsak, so­ğuktan donup, ölür gideriz. Öyleyse sapık fikirler sadece sahiplerinde kalmalı, başkalarına mâledilnlemelidir. İslam'da ölçü ve kaideler belli, hüküm ve naslar açıktır. İşte kim bunlara tabi olursa o müslümandır, mümindir ve sünnet ehlidir. İşte sözün özü budur.

Ebu Hanife de tavizsiz bir mücahid olarak 50 küsur yıl Emevilerin ihtişamlı ve debdebeli saltanatını görmüş, kalan on sekiz yıllık ömrünü de Abbasiler döneminde ta­mamlamıştır. Kendisi ticaretle uğraşmakla birlikte İs­lam'ın bütün öğretilerini almış ve yıllar boyu medreseler­de ders olarak okutmuştu. Siyasi alanda tamamen zulme uğrayan Ali evlatlarına sempatiliydi. İmam Zeyd, Hişam'a karşı direnişe geçtiğinde Ebu Hanife şöyle demişti:

"Zeydin bu çıkışı Rasulullah'ın Bedir günündeki çıkışına benziyor. Eğer yanımda halkın emanetleri olmasaydı onunla birlikte savaşa çıkacaktım." [183]

Görüldüğü gibi İmam Ebu Hanife, Emevi hükümdar­larına karşı direnişe geçen öncüleri desteklemiş, O hükümdarların saltanatını meşru görmemiştir, onlara biat ederek itaat etmemiştir. Bu nedenle İmam sürekli Emevi hükümeti tarafından gözetim altında tutulmuştur. Bu hü­kümetin bağnaz idarecileri, ilimde mevki sahibi olan alimleri, hükümete bağlı olup olmadıklarını kanıtlamak için onlara devletin çeşitli kademelerinde görev teklif etmiştir. Bir çok alim hükümeti kırmazken, Ebu Hanife bu işe asla yanaşmadı. Bunu gören ümera, yaptıkları baskıla­rı daha da artırdılar. Hatta arkadaşları imamın daha fazla baskı görmemesi için ne kadar ısrar ettilerse de o buna yanaşmadı. Ve onlara şöyle dedi:

"Bana mescidin kapıla­rını saymamı istese dahi onu kabul etmezken nasıl olurda bir adamı öldürmek için benim hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vururlar. Ben böyle bir hükmü ihata eden kararın altını nasıl mühürlerim. Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem."

Küfe polisi imama kırbaç vurarak onu hapse atmış, arkasından da görevi kabul etmesi için tekrar arkadaşları­nı üzerine salmıştır. Ancak hiç bir netice alamamışlardır. Ebu Hanife Emevi polisinin işkencesine daha fazla dayanamayarak Kabe'ye sığınmış, Abbasilerin ihtilalinden sonra tekrar Kûfe'ye gitmiştir. Abbasi diktatörleri başlan­gıçta adaletle hükümedeceklerini vaad etmiş, güvenoyu aldıktan sonra zulüm ve hakarette Emevi diktatörlerini geride bırakmışlardı. Durum bu olunca İmam onlardan da rahatsız olmuş ve arayışlar içerisine girmiştir.

İmam Ebu Hanife, daha önce İmam Zeyd'in hareke­tinde ona yardımcı olurken, şimdi de Irak'ta mücadele ve­ren İbrahim, ve Medine'de mücadele veren kardeşi Muhammed'e yardımcı olmaktadır. İmamın bu durumundan haberdar olan Sultan Mansur, onu takibe ve fetvalarını araştırmaya başlamış, her halükarda onu gözetim altında tutmuştur. İmamın, kadı olan İbni Ebu Leyla'nın verdiği fetvaları sert bir dille eleştirmesi sultan Mansuru daha da öfkelendirmiştir. Onu pasifıze etmek ve kendi kontrolü altına almak için önce ona kadılık görevini teklif etti. Kendi felsefesine göre ona kadılığı kabul ettirseydi, bu­nunla onun sırtından çok şeyler çevirirdi. Kadılık teklifi daha ileriye götürlünce imam şunları söyledi:

"Kadı ola­bilecek bir insan, sultan dahil herkesin aleyhinde hüküm verebilecek bir ruha sahip olmalıdır. Ben kendimde böyle bir ruh/güç/göremiyorum. Eğer ben, bu vazifeyi kabul et­mediğim takdirde Fırat nehrinde boğulmakla tehdit edilsem, boğulmayı tercih ederim. Kaldı ki senin etrafında ik­rama muhtaç bir sürü insan vardır."

Sultan Mansur, İmam'ın bu işte gayet ciddi ve kararlı olduğunu görünce hemen tutuklayıp zindana attı ve her-gün on kırbaç vurdurmak suretiyle işkenceye tabi tuttu. Ancak o, yetmişe yakın yaşı ile işkencelere daha fazla tahammül edemeyerek zindanda şehadete ulaşmıştır.

Evet, haksızlığa, zulme ve adaletsizliğe boyun eğme­yen bir İmam daha göçmüştü sultanlar dünyasından... O imamlar, sultanlardan, valilerden polis ve gardiyanlardan işkence ve eziyet gördüler, ancak yalanlar karşısında asla eğilmediler ve hakikatları söylemekten çekinmediler. İmam Ebu Hanife'nin saray çevresi dışında kimseyi kırmadığı ve müslümanların ekseriyetle kendisini sevdiğini cenazesine katılan elli bin küsur insandan anlaşılıyordu. Hatta kendisine, her türlü işkenceyi reva gören Mansur dahi katılmıştı İmam'ın cenaze törenine. Ancak Mansur'un katılışı oradaki elli bin kişiyi memnun etmek mi, yoksa İmamın ilim, kültür, zühd ve takvasını takdir etmek miydi bilinmiyordu.

İmam Ebu Hanife'nin çağdaşı olan İmam Malik de sultanlarla uzlaşma yoluna gitmeyerek zaman zaman on­ların öfkelerinin kabarmasına neden oluyordu. 'İkrah karşısında kalan kimsenin yemini muteber değildir.' Hadisi Şerifini sık sık tekrarladığı için, Mansur kendisini hesaba çekiyordu. Çünkü Sultan Mansur halktan ik­rah/zor kullanarak/ta beyat almaktaydı. İmam Malik de zaman zaman bunun beyat olmadığını ve geçerliliğinin söz konusu olamıyacağını söylüyordu. Bu nedenle O bir zamanlar Mansur'un işkencelerine maruz kalmış, ancak zamanla Mansur'la iyi ilişkiler içerisine girebilmiştir. Ama, İslam'dan taviz vermemiştir.

İmam Malik ile birlikte çalışan ve hatta onun talabesi olan İmam Şafii de aynı itham ve mihnetlere maruz bırakılmıştı. Zaten zalim ve despot padişahlara karşı susmayıp hakkı söyleyen her müslüman mihnetlerle karşı karşı­ya kalmıştır. Çünkü zulümle ayakta duran bir taht, elbette ki adaletten ve hak sözden rahatsız olacaktır.

İmam Şafii bir dönem geçim sıkıntısından ötürü Ye­men tarafında bulunan Necran'da kadılık görevi almışsa da uzun sürmemiştir. Zira orada bulunan vali, Şafii'nin il­minden ve fetvalarından rahatsız olmuş ve onu Hz. Ali taraftarlığıyla suçlamıştır. Vali, Şafii'nin durumunu hemen Harun Reşid'e bildirmiş, Harun da hemen onu eli kelepçeli olarak Bağdat'a getirmiştir. Uzun bir tetkikten geçi­rilmesi için-İmam Muhammed'e verilmiştir. Çünkü o gün için İmam Muhammed, Harun Reşid'in müsteşarı ve en güvenilir adamıydı.

İmam Şafii, Ali evlatlarını seviyordu, ancak hiç bir zaman şiilik propagandası yaparak onların iktidarları aleyhinde fiili eylemlere girişmemiştir. Buna rağmen Ra­fızi dahi denilmiştir kendisine. Rafızilik konusunda bir beytinde şunları söylüyordu:

"Eğer Ali, Muhammed'i sevmek rafizilikse, iki cihan tanık olsun ben rafıziyim."

Daha sonra kelama ve Mutezilî bir filozof olan el-Memun'un tahta geçişi Şafii'yi daha da rahatsız etmiş ve Mısır'a göçmek zorunda kalmıştı. Gittiği Mısır'da da ilim ve irfan devam etmiş, oradaki valiye ve diğer idarecilere dalkavukluk ederek şahsına ve İslam'a asla bir leke getir­memiştir.

Şafii'den sonra İmam Hanbel'e baktığımızda o da ra­hat bırakılmayıp bir çok mihnetlere duçar edilmiştir. Onun devrinde 'Kur'an mahluk mudur, değil midir' saf­satası Hıristiyanlar tarafından ortaya atılmış ve padişah Me'mun da Kur'an’ın mahluk olduğunu benimseyerek hak mezhep olarak ilan etmişti. Artık kim Kur'an’ın mahluk olmadığnı ileri sürerse vay onun haline... İşte saltanat dö­neminde inanç ve düşüncelere bu derece zincirler vurul­muş, kimse hükümdarın düşüncesine muhallif bir şey dü­şünemez ve konuşamaz olmuştu. Bugün çağdaş hükümdarlar da böyle değil midir acaba? Böyle olmaması düşü­nülemez, zira koltuk kavgası veren bütün zalim ve despot idareciler bu katagoridedirler.

İşte o alim ve müceddid bu düşüncesinden dolayı Me'mun tarafından hemen tutuklanarak hapse mahkum edilmişti. İmam Hanbel'le birlikte aynı düşünceyi taşıyan üç arkadaşı daha vardı ki bunlardan ikisi düşüncelerinden vaz geçip serbest bırakıldılar. Diğer arkadaşı da yolda Me'mun'un özel polisleri tarafından işkenceyle şehid edilmişti.

İmam Ahmed, düşündüğünü, inancını asla eziyet ve işkenceye değiştirmiyordu. Me'mun'un ölümünden sonra yerine geçen Mutasım da onun politikasını devam ettirdi. Öyleki İmam Ahmed hergün gardiyanlar tarafından bayılıncaya kadar dövülüyordu. Ancak ona yapılan bu eziyet­ler, haksız olduğundan halk nazarında kıymetini arttırıyordu. Nitekim Mutasım'dan sonra yerine geçen el-Vasık, İmam'a yapılan dayak ve işkenceyi kaldırdı, yerine 'Hiç kimseyle görüştürülmeyecek ve hadis rivayet edip ders yapmayacaktır' emrini getirdi. Vasık'ın bu yeni politikası aslında imam için daha ağırdı. Çünkü dayak ve ezi­yetin bir sınırı vardı, ama kimseyle görüşmeme ve ders vermeme İmam için daha ağırdı. Ama bu da fazla sürme­di on beş yıl sonra Vasık'ın yerine geçen El-Mütevekkil İmam'dan bu mihneti kaldırarak bütün fakih ve muhaddislere ilgi göstererek çalışmalanın serbest bırakmıştır. Ancak Mütevekkil de mutezili olanları düşman görmüş ve onları saray çevresinden uzaklaştırarak ellerindeki bü­tün imkanları almıştır.

İmam Ahmed de diğer imanlı ve yiğit müceddidler gibi bir çok eziyet ve hakaret yanında on dört yıl bilfiil zindanlarda kalmış, ancak naslardan ve doğrulardan asla taviz vermemişti.

Şimdi akla şöyle bir sual gelir:

O büyük öncüler, o büyük imamlar doğruları zahiren saklayıp gizleselerdi de hem nefislerini işkenceden kurtarıp, hem de ilim ve tedrisatlanın aksatmadan devam ettirselerdi... Böylesine bir davranış ümmet için daha hayırlı olmazmıydı?

Bu düşünce İslam'ın bütünlüğüne tamamen terstir. Çünkü İslam'ın öncüleri veya liderlerinin taviz, uzlaşma veya zalim despotlara iyi görünme şeklinde bir yaklaşım­da bulunmaya hakları yoktu. İslam, öncü ve liderlere bu yetkiyi, bu hakkı vermemiştir. Eğer onlar bir çok haksız­lıklar karşısında susar, emri bümaruf, nehyi anil münker olan görevlerini yerine hakkıyla getirmeyip onlara hoş görünmeye çalışsaydı dinin büyük bir kısmı kaybolurdu ve bunun sorumluluğundan asla kurtulamazlardı. Bu ko­nuda yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." [184]

İyiliği emretme ve kötülüğü söyleme veya yasakla­ma öncelikle imamların, öncülerin vazgeçilmez görevi olmasına rağmen, diğer müslümanların da görevidir. Öncüler bu konuda asla ihmalkar davranamazlar, is­terse bu uğurda canları ve malları sözkonusu olsun... Zira, öncüler herhalukarda müslüman halka örnek ol­malıdırlar ki halkın güveni sarsılmasın, ümmet tek vucut olsun, vahdetten ayrılmasın. İşte İslami hareketin muzaffer olması bu espriye bağlıdır.

Geriye dönersek şunları özetlemek zorunluğunu du­yarız:

Hz. Osman (r.a)'dan sonra yıkılmaya çalışılan hila­fet/siyasi otorite/Hz. Ali (r.a) döneminde ikiye aynlmış (Şam-Irak) nihayet zamanla tamamen Ümeyye efradına geçmiştir. Bu aşamalarda Hz. Hüseyin, İbni Zübeyr, İmam Zeyd gibiler siyasi otoriteye el uzatmışlarsa da ha­reketleri zahiren başarısız olmuştur. Doksan küsur yıl si­yasi otoriteyi/saltanati/Emeviler ellerinde tuttuktan sonra, Abbasoğulları Türklerin ve İranlıların desteğini alarak Emevilere karşı bir ihtilal yapmış ve siyasi otoriteyi elle­rine geçirmişlerdi. Hicri üçüncü asırda Abbasi hükümran­lığı da yavaş yavaş çökmeye yüz tutmuş, neticede hü­kümranlık 'emir' ve 'vezir'lerin eline geçmişti. Abbasi hükümdarı sembolik bir hüviyete dönüşmüştü. Hüküm­darlık sadece bir gösterişten ibaretti. Sarık sarmak, cübbe giymek, hutbelerde ismi okunmak ve paralarda adı geç­mekten başka pek hüküm taşımıyordu. Nihayet Moğollar/Tatarlar'ın hicri 665 yılında Bağdat'a girerek son Ab­basi padişahını öldürmekle Abbasi hükümdarlığı sona er­mişti.

Saltanat otoritesi Abbasiler döneminde parçalanıp küçük emirlikler şekline dönüşünce, Haçlı ve Moğol emperyalistlerin işleri daha da kolaylaşmışa. Zaten bütün İs­lam düşmanları, müslümanların iç çekişmelerini sürekli kollamakta ve müslümanların birbirleriyle uğraşıp güçsüz duruma düştüklerini gördüklerinde hemen fırsatlarını de­ğerlendirmektedirler. İslam düşmanları bu fırsatlarının yanında bazen de din kisvesi altında bir çok tahribatlar yaptırmaktadırlar. Hıristiyanlar koca haçlı seferlerini kut­sal ve dini bir savaş görünümüne sokarak bütün Avrupa kadın ve erkeklerinin savaşa iştirak etmelerini kolaylıkla sağlamış ve dünyayı bir yıkım haline getirmişlerdi.

Böylesi bir haçlı zulmünün ardından bir de Moğol saldırıları, İslam bilinen topraklara skadar uzanmış, çocuk-kadın, genç-ihtiyar demeden ne buldularsa kılıçtan geçirmiş ve her tarafı yakıp yıkarak ateşe vermişlerdi.

Abasi saltanatı uzun bir dönem Irak'ta hüküm sür­dükten sonra, merkezi otorite Mısır'a taşınmış, bundan itibaren Fatimiler, Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar hüküm sürmeye başlamış ve nihayet en son batının (Avrupa-Amerika) uyanmasıyla bütün siyasi nüfuz, batıya geçmişti. Daha önceleri feth edilen ve İslam olarak bilinen toprak parçaları batının hile ve desiseleriyle onların ellerine geçmişti. Ancak sonradan bağımsızlıklarını ilan ettilerse de bu bağımsızlık bir sembolik olmaktan öte bir şey olamadı. Çünkü idari mekanizmadan tutun da sosyal hayatın en ufak noktasına kadar kimlerin kültür ve düşün­cesi hakim olduğu bir realite olarak ortadadır. Elli kusur bağımsız İslam ülkesi diye bilinen ülkelerin kimlerin emir ve buyruklarıyla iş yaptıkları, kimlerin eğitim ve kültür­leriyle hayat sürdüğü, kimlerin kanun ve nizamlarıyla ida­re edidikleri ve kimlerin emriyle kimlerle savaştıkları gün gibi aşikardır. O halde bunları birer kukladan başka göre­mezsiniz.

Raşid Halifelerden sonraki hükümdarlar toprak saha­sını genişletmeye ağırlık verirken, müctehid ve fakihler de İslami sahada milyonlarca insanı İslam kültürüyle ta­nıştırıyor, onlara dinlerini öğretiyordu. Özellikle dış mih­raklar tarafından İslam'a sokulan bid'at ve hurafelere bu bilginler şiddetle karşı çıkmış, bir noktada padişahlarla hesaplaşmaya zaman bulamamışlardı. Siyasi sapıklık ol­sun, felsefî ve batını sapıklık olsun, hatta dış mihrakların hile ve desiseleri olsun... Hepsi İslam için bir engel bir kâbustu. İşte, İslam hareketinin öncü ve imamları, İs­lam'ın önünde bulunan bütün sapıklıklara karşı direnmiş ve İslam'ı hayata hakim kılmak için çalışmışlardı. Ancak şu hususu önemle belirteyim ki, bu öncüleri veya hareket­lerini tanıtırken mutlak surette kendileri veya hareketleri tamtamına doğrudur, yanlış ve hataları yoktur şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü hata ve yanlışlardan sadece Allah'ın nebi ve Resulleri korunmuştur. Hata onlar da bazen hata ve yanılmalara düşmüş, ancak Allah tarafından ikaz edilerek düzeltilmişlerdir. Bu nedenle ele aldığımız şahıs ve olaylarda, belki bir çok hatalar ve yanlışlar olacaktır. Biz, İslam adına çıkan bu hareketlerden doğrularını ve yanlışlarını birbirinden ayıklayarak, doğruları almaya çalışacağız. Ancak, doğruları en iyi bilen Allah'tır. [185]



[179] Hilafet ve Saltanat

[180] Taberi Tarihi; c.4

[181] el-Bidaye, s. lO

[182] Mezhepler Tarihi; M. Ebu Zehra.

[183] A.g.e.

[184] Âl-i İmran: 3/104.

[185] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 188-204.



yagmur_7-c
Fri 22 July 2016, 06:04 pm GMT +0200
Esselamu aleykum
Peygamber efendimiz sav vefat ettikten sonra Islam Devletini korumak için bir elçi secilmeliydi ...Halife Dönemi böyle basladi...Halifelerden yalnızca Hz.Ebubekir dışında hepsi şehit edildi...Hepsinin Islam Devletine çok bütün katkilari oldu...Kimisi iç karisikliklari durdurdu kimisi de Islam Devletini Anadolu dan,Mısır a ,Suriye ye kadar genisletti...Rabbim Islam yolunda ölen kişilerin hepsinden razı olsun inşallah...Rabbim bİzleri de bu gruba dahil eylesin inşallah...

Mevlüde
Fri 22 July 2016, 07:29 pm GMT +0200
Aleykumusselam ve rahmetullah.en basta Oncumuz rehberimiz Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem sonra ashabi ve onun yolundan gidenler.Rabbim bizleri de onlarin o nurlu yoluna iletsin ve bir an dahi ayirmasin insallah

ceren
Fri 22 July 2016, 08:49 pm GMT +0200
Aleykumselam.Rabbim bizleri peygamber efendimizin yolunda giden ve onun onculugunde islam icin savasan cabalayan hizmet eden kullardan olalim inşallah.Rabbim razi olsun paylasimdan kardesim...