- İslami Hareketin Muzaffer Olmasının Etkenleri

Adsense kodları


İslami Hareketin Muzaffer Olmasının Etkenleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
seymanur K
Fri 23 September 2011, 04:53 pm GMT +0200
Rasulullah Döneminde İslami Hareketin Muzaffer Olmasının Temel Etkenleri


Şimdi Arap toplumunun bu muhalefet ve itirazlarına rağmen, Mekke dönemi gibi zor ve çetin bir dönemde Rasulullah ve arkadaşlarının sabır ve azimle büyük başarılar elde etmelerinin temel kaynağını görmeye çalışalım.

Şunu öncelikle belirtelim ki, Allah'ın Rasulü ve dola­yısıyla müslümanlar Rabbani bir terbiye ile yetişmektey­diler. Onlar sadece ilahi vahiyle besleniyorlardı. Gelen her ayeti Allah Rasulü hem kendisi için, hem de arkadaş­ları için hemen uygulamaya koyardı. Yani Allah Rasulü her konuda onlar için bir kılavuzdu. O, insanlara hitab ederken muhatabın zihniyetine, kabiliyetine, içinde bulunduğu şartlara, her bölge, her gurup ve her kişi­nin mizacına ve tabiatına uygun olarak hitap ediyor­du. Yani kişi ve toplumda hastalığın çeşidine göre ilaç vermeye çalışırdı. Onlarla sohbet ederken de hiçbir zaman muhatabını kırmamış, konuşma ve fikir alışve­rişini kavga haline getirmemiştir. Karşı tarafı bağırıp çağırarak, gürültü partırtı yaparak onları susturma yoluna gitmemiştir. Aksine hep tatlı dille, sabır ve azimle, nezaket ölçülerine riayet ederek davranmıştır.

İleri sürdüğü deliller olsun, onları davet ettiği hakikat­ler olsun hep akıl ve mantığa uygundu. Bu delilleri an­latırken de gayet açık seçik bir şekilde izah etmeye ça­lışırdı. Neticede, yaptığı bu nasihat, telkin ve ikazlar, muhatabını fikrinden ve inancından vaz geçirmiyorsa, daha fazla üzerine düşmeyip öylece bırakırdı.

Yüce Allah, insanlara hitap konusunda elçisinden şu metodu takip etmesini istiyordu:

"İnsanları Rabbinin yo­luna hikmet ve güzel sözle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel bir metodla yap." [133]

"Fenalığı en güzel bir şekilde defet. Onların neler vasfettiklerini çok iyi biliyoruz."[134]

"Allah tarafından bir ramettir ki, onlara yumuşak davrandın, eğer kaba ve katı yürekli olsaydın etrafından dağılırlardı. Onları affet, Onlar için bağışlama dile ve işlerde onlarla müşaverede buun." [135]

Hülasa, Allah Rasulü'nün davasında kısa zamanda bü­yük başarı kaydetmesinin ana hususları; yumuşak kalpli, tatlı dilli, duyarlı ve sabırlı davranmasının yanısıra, felsefi ve karışık konular yerine bilinen, iyilik ve doğ­rulardan söz etmesi, Hak Dini sade ve basit bir şekilde insanlara izah etmesi, cahil ve inatçı kişilerle az tartış­maya girmesi ve kavgaya dönüştürmemesi, muhatap­larının maksadı doğruları öğrenmek değil de sadece kavga, münakaşa, lüzumsuz sözler, alay, eleştiri, demogoji yapmak ise, onlara alet olmaması ve enerjisini boşa harcamaması, onu öfke ve hiddete sevkedecek münakaşalara girdiklerinde, onun öfkenin şeytandan geldiğini bilmesi ve hemen Allah'a sığınması ve bütün bunlarla birlikte Allah Rasulünün dürüst, güvenilir ol­ması ve söyledikleriyle çelişkiye düşmemesi ve onlar­dan herhangi bir maddi taleplerde bulunmamasıydı.

Bu yüce davaya insanları kazandırırken, bu vasıflara sahip olmak ebette kolay değildi. Çünkü Rasulullah (a.s)'ın muhatap olduğu insanlar ayrı ayrı konumlara sa­hiptiler. Bazıları fakir ve emekçiyken, bazıları da kabile­nin önde gelen reisleri, zengin ve soylu kişilerdi. Bazıları bedevi iken, bazıları şehirliydi. Bazıları ümmi iken, bazı­ları bilgindi. Buları aynı safta toplamak, aynı haklara sa­hip kılmak gerçekten kolay işlerden değildi. Bu küstah kabile reislerinin itirazlarından biri de, zaten bu zelil ve fakir insanlarla bir olmaktı. İşte Allah Rasulü böylesine birbirine ters düşen iki fanatik gurubu bir araya getirme­nin verdiği sorumluluk içindeydi. Bir yandan kendilerini asil zannedenlere İslamı götürürken, diğer yandan da aç, fakir, kimsesiz ve yıllar boyu köle olarak çalıştırılmış insanlara davet götürmesi gerekirdi. İşte örneklerden biri... Kendilerini asil kabul edenleri, Allah Rasulü bir gün toplu halde yakalayıp, onlara İslamın inceliklerini sunarken, tam o sırada âmâ olan Ümmü Mektum'un o topluluğa gir­mesi ve bir takım soruları onların huzurunda Rasulullah'a (s.a.v) yöneltmesi hadisesi... Bu olayın ağırlığı hiç bir za­man gözardı edilemez. Allah Rasulü, 'bu önde gelen kabi­le reislerini eğer davaya kazandırırsam, geride kalanları­nın yapacağı bir şey kalmaz' şeklinde düşünmesini yüce Allah hemen düzeltiyor:

"Ne bilirsin, belki o (Ümmü Mektum) temizlenecekti. Yahud öğüt alacaktı da öğüt kendisine fayda verecekti. Ama imandan itiğna eden kim­seye gelince, sen onun iman etmesi arzusu ile tavsiyede bulunuyorsun. Onun iman etmesi arzusu ile tavsiyede bu­lunuyorsun. Onun iman etmemesinden sana ne... Fakat sa­na koşarak gelen, Allah'tan korkmuş iken sen kendisini bırakıp oyalanırsın. Hayır öyle yapma. Çünkü Kur'an bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alir." [136]

İşte yüce Allah'ın getirdiği ölçü: Hak davayı tebliğ ederken, iki kişiden hangisinin daha faydalı olabileceği değil de, hangisinin ıslah olmak istemesi önemlidir. Yani esas olan, kişinin hak daveti kabul etmeye istekli olup olmamasıdır. Hak davaya yanaşmak isteyen ister kör, ister topal, ister sağır, ister fakir, zayıf ve kimsesiz olsun, isterse asil, zengin ve reis olsun asla değişmez.

Yüce Allah'ın dava sahiplerine yüklemiş olduğu iman emaneti gerçekten ağır ve sorumluluk isteyen bir görev­dir. Seyyid Kutup, iman emanetini omuzlayıp, insanları Allah'a davet etmenin getirdiği imtihanı şöyle dile getiri­yor: "Filhakika iman Allah'ın yeryüzünde bir emanetidir. Ve onu ancak iman ehli olanlar taşırlar. İhlas ve samimi­yetle gönlünü Allah'a bağlayanlar imana sahip bulunabi­lirler. İman emanetini ancak ve ancak onu rahat ve keyfe, emniyet ve selamete, eğlence ve aldatmacaya tercih edenler omuzlayabilirler. İman emanetini in­sanları Allah'ın yoluna çekmek ve Allah kelamını in­sanların hayatında tahakkuk ettirmek isteyenler yük­lenebilirler. Bu emanet son derece yüce, son derece ağır bir yüktür. Ve onu ancak Allah'ın müyesser kıldığı kimse­ler taşıyabilir.

Müminlerin batıl erbabı tarafından işkencelere maruz bırakılması, sonra onları destekleyecek ve savunacak yardımcıların bulunmaması bir imtihandır. İnsanların kendi­sini kurtaracak bir destekten mahrum bırakılması, zulüm erbabına karşı çıkacak güçten yoksun bulunması da bir imtihandır. İşte fitne ve imtihan dendiği zaman alışılan görüşler muvacehesinde akla bunlar gelir. Daha başka öy­le imtihan ve fitne çeşitleri vardır ki bunlardan çok daha acı ve çok daha beterdir.

Kendisini severlerin ve aile efradının kendisi yüzün­den başlarına bir bela gelmesi ihtimali ve onları koruyamamak durumu fitnelerin en korkunçlarından biridir. O dostlar, o yakınlar, o aile fertleri dostlukları adına gelirler ve müminlere seslenirler. Kendilerini seviyorlarsa eziyet­lere ve felaketlere duçar olmamaları için teslim olmasını veya küfür ehli ile barışmasını arzu ederler. Bu surede (Abese) ana ve babayla ilgili ve kişilere çok ağır, çok zor gelen bir takım fitnelere işaret edilmiştir.

İnsanların batıl ehline gülmesi, herkesin onları muvaf­fak olmuş görmesi ve alkışla karşılaması, yığınların onla­rı metihlerle kucaklamaları ve böylece yollarındaki engel­leri yıkmaya çalışmaları da bir başka fitne şeklidir. Ehli batıla hürmet ve saygı beslenilmesi, onların yaşama imka­nının hazırlanması çok korkunç bir imtihandır. Ona karşı dikilen mümin kişi herkes tarafından reddedilip ihmale maruz bırakılırken, kimse tarafından konulmazken, sahib bulunduğu hakikatlerin değerini dünyada gücü ve imkanı bulunmayan kendisi gibi çok az bir kitlenin farkına vararak değerini bilmesi, yığınların küfür ve inkar ehline alkış tutması çok zor bir imtihandır. Bir başka imtihan şekli de aileden ve yakınlarından uzak kalmak, toplumdan ayrıl­mak, inanç uğruna yalnızlığa düşmektir. Mümin kişi çev­resine bakıp da etrafındakilerin hepsinin sapıklık seline kapıldıklarını, bataklıklara doğru yuvarlandıklarını görün­ce kendisini yapayalnız, toplumdan ayrı, garip ve kovul­muş olarak hisseder ki bu da çok zor bir imtihandır. Şu günlerde beliren bir başka imtihan şekli de rezaletlere diz boyu batmış, fenalıklara gömülmüş milletlein ve devletle­rin içtimai hayat bakımından gelişmeleri, medeni seviye­lerinin yüksekliği ve oralarda fertlerin insanın değerine yaraşan himaye ve korunma görmesidir. İnsanlık hak ve hürriyetlerini şereflice kullanıp Allah'a isyan etmekle be­raber güçlü ve müreffeh bir hayat sürmeleridir.

Bütün bu saydıklarımızdan çok daha büyük, çok daha zor, çok daha ağır bir fitne var. Nefis ve şehvet fitnesi. Yeryüzünün cazibesi et ve kanın ağırlığı, eğlenmek ve güçlü olmak arzusu, rahat ve emniyet isteği... Ayrıca imanın gerektirdiği doğru istikamette yürümenin, İslam'ın icab ettirdiği üstünseviyede yaşamanın, ruhun derinlikle­rinden, hayatın içinden, toplumun mantığından ve devrin insanlarının düşüncesinden gelen baskılar ve karşı koy­malar...

Zaman uzayınca, Allah'ın yardımı gecikince, fitne bir kat daha şiddet kazanır. Bir kat daha katılaşır. İmtihan bir daha zorlaşır, bir daha şiddetlenir. Ve bütün bunlara Al­lah'ın koruduğu kimseler ancak dayanabilir. Bunlar da ruhlarında imanın gerçekten yerettiği o büyük ilahi ema­nete hak kazanan müminlerdir. Gökyüzünün ve yeryüzünün emanetini, Allah'ın insan vicdanına teslim ettiği ema­neti yüklenenler... Şüphesiz ki Allah bu imtihanlarla mü­minlere azap çektirmek, bu fitnelerle işkence yapmak is­temez. Fakat ilahi emaneti omuzlamak için bu şarttır. Me­şakkat dolu çalışmalara katlanabilmek için böyle özel bir eğitim görüp hazırlanmak gerekir. Şehvete karşı tam bir üstünlük temin etmek, acılara karşı gerçek manada sabır göstermek ve diretmek, fitnenin uzamasına, imtihanın şidetine rağmen her zaman Allah'ın nusretini ve inayetini bütün samimiyetle beklemek için böyle özel bir eğitimden geçmek şarttır.

Şiddet, insanların ruhlarını arıtır. Ve pisliklerini izale eder. İç kuvvetlerini harekete geçirir, uyarır. Şiddet darbe­leri bütün ağırlığına, bütün zorluğuna rağmen onun demi­rini daha sertleştirir, daha da güçlendirir. Toplumlar için­de şiddetlerin böyle önemli bir yeri vardır. Cemiyetlerden ancak Allah'a tam bağlanan, Allah'ın zafer ve mükafatına

gönülden teslim olan, sarsılmaz inançlı, çelik fıtratlı kim­seler geriye kalır. Ve işte en sonunda sancağı teslim alacaklar da bunlardırlar. İmtihanın ve hazırlığın uzaması sıkmaz. Çünkü neticeden emindirler.

Diğer yandan onlar emaneti ağır bedeller ödeyerek, büyük kıymetler vererek elde ettikleri, mihnetlere dayana­rak kazandıkları için o uğurda yığınlarca acılara ve feda­karlıklara katlandıklarından dolayı ona son derece saygı gösterirler ve kuvvetle sarılırlar. Şüphesiz ki kanını ve ili­ğini harcayanlar, rahatını ve güvenini heba edenler, arzu­larını ve isteklerini feda edenler, her türlü işkence ve mahrumiyetlere dayananlar elbette ki, uğrunda fedakarlık­lara katlandıkları emanetin değerini en iyi bilenlerdir. Bunca fedakarlıktan ve acılardan sonra basit değerler uğ­runa o emaneti başka ellere teslim etmezler.

Hakkın ve imanın en sonunda muzaffer olacağı hususu ise Allah'ın vaadi ile teminat altına alınmıştır. Ve inanan bir kişi asla Allah'ın vaadinden şüphe etmez. Eğer zafer gecikirse gizli bir hikmete mebni olarak gecikir ve bu da ehli imanın hayrınadır. Elbette ki hak ve hakikat ehline karşı Allah'tan çok daha gafur kimse bulunmaz. Müminler için fitnelere duçar olmak, musibetlere maruz kalmak, Al­lah tarafından seçilen ehliyetli kimesler olmak şerefi ye­ter. Allah'ın kendilerinin dini duygularını ve dayanma güçlerini belirlemek üzere imtihan ettiğini bilmeleri kafi­dir.

Nitekim sahih bir hadiste buyuruluyor ki:

"İnsanların en çok musibete uğrayanları peygamberlerdir, sora salihler, sonra ard arda gelen iyilerdir. Kişi dinine göre belalar­la imtihan olunur. Eğer salabeti diniyesi var ise belası da­ha da artar. [137]

Mekke döneminde müslümanlara karşı devam eden hakaretler, eziyet ve sıkıntılar artık tahammül ve sabrı aş­mış olmalıydı ki bi'setin beşinci yılında bir kısım müslümanlar Habeşistan'a hicret etmek zorunda kalmışlardı. Al­tı yıldan beri (610-616) İslami hareketi durdurmak ve söndürmek için her türlü kötülükleri yaptıkları halde maksatlarına erişemeyen müşrikler, bu kez de Haşimoğullarıyla her türlü ticari ve medeni muamelelere son vermek için aralarında karar aldılar. Bir ahidname yazıp mühürleyerek Kabe duvarına astılar. Bu boykotun getirmiş olduğu sıkıntılar daha da ağırdı. Bir çokları dağlara çekilmiş tut­sak bir şekilde yaşıyorlardı. Ağaç topraklarıyla geçinmeye çalıştılar. Çocukların feryatları mahalle dışında bile duyu­luyordu. Bu sefil ve tutsak muhasara hayatı tam üç yıl de­vam etti. Bu sürenin seyri içerisinde, bu kadar eziyet ve sıkıntı gören müslümanlar yine de hareketlerinden, dava­larından asla taviz vermediler. Onlar için dünyalık, servet, mal-mülk, tokluk ve açlığın hiç bir önemi yoktur. Önemli olan Allah'ın rızasının dışına taşmamak ve İslam hareketi­ni tüm dünyaya ulaştırmaktı.

Bu üç yıllık muhasara ve ambargodan sonra, Rasulullah (a.s)'ın karşılaştığı en üzücü olaylardan biri de Taif yolduğu esnasında müşriklerin hakaret etmesiydi. Taifliler, Allah Resulünün davetine yanaşmadıkları gibi, onun şahsına yapmadıkları hakaret bırakmamışlardı. Hatta onu Taif ten uzaklaştırmak isterlerken, ayak takımı ve çocuklar tarafından taşlanarak uğurlamıştı. Her tarafı kanlar içindeydi. Onların kurtuluşunu isteyene, onlar bu hakareti reva görmüşlerdi. Bu olay onu çok müteessir ettiği halde yine de onlara beddua etmemiş; "Onlar bilmiyorlar onlara şuur ver" demiştir. Bu davranış onun mevkii ve vazifesi­nin ne kadar ağır olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Al­lah Rasulü İslam uğrunda katlandığı bu kadar sıkıntılara rağmen başarı gösteremediği için Rabbinden affını dile­miştir. Bütün bu olup bitenlere rağmen İslami hareket ar­tık Mekke'de kökleşmiş, her tarafa yayılıyordu. Müşrikler bu hareketin önüne geçmek için sürekli değişik taktikler izliyorlardı. Kureyş ve diğer muhaliflerin başvurdukları eziyet, işkence, ambargo gibi yollar fayda vermeyince bu kez de Allah Rasulü ile uzlaşma girişimlerinde bulundu­lar. Onların amacı din konusunda bazı tavizler koparmak ve anlaşmaya varmaktı. Bu nedenle Allah Resulüne çeşitli heyedler, sayılı ve tanınmış kimseler gönderildi. Bunların arasında Utbe b. Rebi'nin Allah Rasulüne uzlaşma için na­sıl geldiği enterasandır.

Kureyşin uluları İslami hareketin yayılmasını, gün geçtikçe büyüdüğünü görünce uzlaşma konusunda Darun Nedve'de karar birliğine vardılar ve Utbe'yi Rasulullah (a.s)'a elçi olarak gönderdiler. Utbe Rasulullah'a geldi ve ona şöyle dedi:

"Bak yeğenim, bizim seni ne kadar sevip saydığımızı bilirsin. Senin ailen de en temiz ve en soylu ailelerden biridir. Fakat sen milletimize felaket getirdin, cemiyetimizi böldün, bütün milleti aptal yerine koydun, halkın dinini ve tanrılarını kötüledin, öbür dünyaya intikal etmiş olan atalarımızın kafir ve sapık olduğunu söyledin. Şimdi beni dinle. Sana bazı tekliflerde bulunacağım, onları iyice düşün taşın. Belki de bazılarını kabul edeceksin. Rasulullah (s.a.v) buyurdular:

"Ebul Velid, devam et, seni dinliyorum." Utbe b. Rebi dedi ki:

"Şu başlattığın işin maksadı mal ve mülk toplamaksa, biz sana o kadar mal ve mülk vereceğiz ki sen aramızda en zengin ve en varlıklı kişi olacaksın. Eğer büyük olmak ve iktidar elde etmek is­tersen, biz seni reisimiz yapanz. Hiç bir işimizi sana da­nışmadan yapmayız. Hiç bir sözünden çıkmayız. Yok eğer kral olmak istiyorsan ona da razıyız. Biz seni kralı­mız olarak seçeriz. Yok eğer sana cinler geliyorsa ve sen de onları kovacak güce sahip değilsen, sen uyurken veya uyanıkken rüya görüyorsan en iyi tabip ve hekimleri çağı­rırız, onlar seni en güzel şekilde tedavi ederler." Allah Rasulü:

"Ey Ebul Velid, söylediklerinizi söylediniz mi, yoksa söyleyeceğiniz başka bir şey var mı?" Velid,

"Yok, söyle­diklerim şimdilik bundan ibaret" dedi. Ve besmele okuya­rak Fussilet suresini okudu. Otuz sekizinci ayete gelince secde etti. Daha sonra başını kaldırarak şöyle dedi:

"Ey Ebu Velid, cevabımın ne olduğunu duydunuz. Bundan sonrasını siz bilirsiniz. Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına gidince, arkadaşları:

Vallahi bunun rengi değişmiştir, de­diler. Utbe ise:

Vallahi ondan duyduğum şeyi, bundan ön­ce asla işitmemiştim. Vallahi bu ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehanettir. Ey Kureyşliler, beni dinleyin ve bu adamı rahat bırakın. Bana öyle geliyor ki onun söyledikleri yankı yapacaktır. Faraza Araplar ona galip gelseler siz kendi ak­rabanıza el kaldırmaktan kurtulacaksınız. Başkaları onun işini bitirmiş olacaktır. Eğer o Araplara galip gelirse, onun krallığı sizin krallığınız, onun şerefi sizin şerefiniz olacaktır. Kureyşliler onun böyle konuştuğunu iştince:

"Vallahi O peygamber seni de büyüledi" dediler. Utbe:

"Vallahi ne yaparsanız yapın, ben size fikrimi söylemiş oldum" dedi.

Kureyş müşrikleri bu tekliflerinden beklenen neticeyi alamayınca taktiklerini değiştirerek uzlaşma programına devam ettiler. Bu kez de ona şu teklifleri götürdüler:

"Sen hangi kadını beğenirsen, seni onunla evlendirelim. Biz se­nin ardından gelmeye razıyız. Yeter ki tanrılarımızı kötü­lemekten vaz geç. Eğer bu teklifleri kabul etmezsen sana başka bir şey teklif edeceğiz ki buna göre sen de biz de rahat ederiz." Hz. Peygamber bu teklifin ne olduğunu sor­du. Onlar dediler ki:

"Bir yıl sen mabudlarımıza/lat ve uzzaya/ibadet et, bir yıl da biz senin mabuduna ibaded ederiz." Bu teklifleri çoğaltmaya kalkınca bu konuda ilahi emir geldi ve şöyle denildi:

"De ki: 'Ey kafirler, sizin iba­det ettiklerinize ben ibadet etmem. Ne de siz benim ibadet ettiğime ibadet edersiniz. Ne ibadet ettiklerinize ibadet edeceğim, ne de benim ibadet ettiğime siz ibadet edecek­siniz. Sizin dininiz sizin olsun, benim dinim de bana." [138]

Görüldüğü gibi müşrikler çeşitli hareketlerin fayda vermediğini görünce, istediler ki İslamın bazı kuralları değiştirilsin veya onların da bazı istekleri gözönünde bu­lundurulsun. Ama, Allah Rasulü onların bu düşüncelerine asla yer veremezdi. Çünkü İslamın inanç, akide, ibadet, hüküm ve diğer kurallarından taviz verme yetkisi Allah Resulü dahil hiç kimseye verilmemiştir. Bu hususta en ufak bir taviz ve uzlaşma sözkonusu olamaz. İslam dinini kabul etmek isteyen, Rasulullah (s.a.v)'ın getirdiği şekliyle ve tam olarak alıp kabul etmelidir. Eksik alma veya bir kısmım değiştirmek şirktir. İşte yüce Allah müşriklerin dileklerini şöyle beyan ediyor:

"O halde tekzip edenlere itaat etme. Onlar isterler ki sen onlara yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar." [139]

"Ayetle­rimiz kendilerine apaçık olarak okunduğunda bize kavuş­mayı ummayanlar: "Bize bundan başka bir Kur'an getir veyahut onu değiştir" derler. De ki: Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim hakkım değildir. Ben, ancak bana vahyolunana tabi olurum. Eğer Rabbime asi olursam, büyük gününün azabından korkarım." [140]

Allah Rasulü onların sergilediği bunca tekliflerden hiç birini kabul etmedi. Çünkü bu tekliflerin hiç biri çıkar yol olamazdı. Ne reislik, ne makam-mevki, ne zengin olmak ve ne de dinden taviz vermek! Evet, hiç biri toplumu sonsuz huzura götüremezdi. Çünkü, yeryüzü Allah'ındır ve orada her şeye Allah hakim olmalı, O'nun gösterdiği şekille şekillenmeliydi.

Dün bu teklifler Allah Rasulüne götürülürken, bu gün­de benzeri teklifler İslam hareketini omuzlayanlara götürülmektedir. Hareketin öncüleri gayet uyanık ve duyarlı olmalıdırlar. Böyle tekliflerle muhatap olduklarında, yer­yüzü kaynaklı mantığa göre değil, Allah Rasülünün çizdi­ği ilahi metodla hareket etmeleri şarttır. Zalim despotlar Allah Rasulü'nün metodunu çeşitli hile ve entrikalarla da­ha değişik bir tarzda sunabilirler. Her ne şekilde olursa ol­sun, Rabbani bir düşünce tarzına ve Rabbani bir hayata sahip olmak isteyenler, Rabbani bir metoddan başkasını uygulayamazlar. Şayet bu Rabbani metod bir yana bırakı­lır, yabancı düşünce metodlarıyla yaklaşmak istenirse, müstevlilerin zulmünden kurtulma şansı tamamen kaybe­dilir, işarla bilmemiz gereken husus şudur ki, İlahi bir metodda taviz, uzlaşma ve esneklik olamaz. Zira Allah Rasulünün pratik hayatı gözler önündedir. Onun İslami hakim kırma metodunu hiç kimse kasıtlı veya kasıtsız, iyi niyetli veya iyi niyetsiz değiştiremez. Bu yetkiyi İslam hiç kim­seye tanımamıştır. Hiç kimsenin hakkı değildir.

Allah Rasulü inandığı ve yüklenmiş olduğu görevi ne pahasına olursa olsun devam ettiriyordu. Panayırlardan/fuarlardan tutun da hac mevsiminde çeşitli ülkelerden biraraya germiş insan topluluklarına kadar herkese tebliği en güzel şekilde götürüyordu. Müşrikler dinlerinin yok ol­duğunu görünce, Rasulullah (s.a.v)'ın davetine engel olmak istediler. Hatta hacc için gelen insanlara, Muhammed'in falcı, sihirbaz, mecnun ve şair olduğunu söylemekten zi­yade, onun kardeşi kardeşten ayırdığını, akrabalar arasına ayrılık soktuğunu propaganda halinde yaygınlaştırmaya çalıştılar. Ama ilahi davanın önüne geçemeyecekleri gün gibi aşikardı. Onlar İslamın yayılmaması için setler oluş­tururken, Allah Rasulü de sabırla, azimle İslamı davet et­meye çalışıyordu. Onların bu bağnaz politikalarına rağmen Medine'den gelen bir gurup insan Allah Rasulünü dinleme fırsatı bulmuş ve müslüman olma şerefine nail olarak memleketlerine dönmüşlerdi. Böylece bu müslümanlar İslam hareketini Medine'ye de ulaştırdılar. Artık buradaki müslümanlar da boş durmuyor, Rasulullah'tan aldıkları feyz, iman ve görev şuuruyla İslamı yaymaya ça­lışıyorlardı. Muallimleri durumunda olan Mus'ab b. Umeyr, onlara namaz kıldırıyor ve her konuda yeni müs­lüman olanları aydınlatmaya çalışıyordu.

Hülasa, onüç yıllık Mekke döneminde Allah Rasulü olsun, beraberindeki ashab olsun, kafir Ebu Cehiller tarafından birçok hakaretlere maruz kaldıkları halde, sa­bır ve azimle çalışmış, hiç bir an müşriklerden çekin­memiş, ümitsizliğe düşmemiş, davasından taviz verme­miş ve onlarla uzlaşmaya asla yanaşmamışlardı.

Allah Rasulünün onüç yıl boyunca Mekke'de vermek istediği, sadece kalplerde ve ruhlarda "La İlahe İlallah"ın yerleşmesiydi. Yani kalplerde ve vicdanlarda, davranış ve geleneklerde, görüş ve tutumlarda, bilim ve teknikte, eko­nomik ve kültürel alanlarda, içtimai ve sosyal hayatta yal­nız ve yalnız Allah'ın hakimiyeti... Bu hakimiyeti kalplere ve düşüncelere yerleştimıek konusunda, görünüşteki zor­luklara rağmen bu yolun seçilmesi, başka yan yollara sa­pılmaması ve bu yolda özellikle ısrar edilmesinin temel amacı, Kur'an ayetlerinin tutumudur. Ve bu dinin tabiatı bizzat böyle olmasını istemiştir.

Çağdaş İslami hareketin savunucuları tarafından bu hususun açık bir şekilde bilinmesi gerekir. Bu dini yeni­den inşa etmek için insanlara daveti götürdüklerinde, mu­hatapları kendilerine hangi ismi verirlerse versinler, onlar Önce (tıpkı Mekke'de olduğu gibi) muhataplarını İslam akidesine boyun eğmeye davet etmelidirler. Ve onlara öncelikle, İslamin, hakimiyeti Allah'a tahsis ettiğini öğret­melidirler. Allah'ın otoritesine tecavüz edenleri yok etmek, böylesine temel bir inanç kazandırmakla mümkün olur. İşte onüç yıllık ilke buydu. [141]



[133] Nahl: 16/125.

[134] Mü'minun: 23/96.

[135] Âl-i İmran: 3/159.

[136] Abese: 80/3-12.

[137] Fizilal'il-Kur'an; sil, s.322-325.

[138] Kafinin suresi, Hz. Muhammed'in Hayatı. Mevdudi; c.2, s.464.

[139] Kalem: 68/8-9.

[140] Yunus: 10/15.

[141] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 105-118.