Eslemnur
Fri 1 October 2010, 04:51 pm GMT +0200
İslami Cumhuriyetin Vaziyeti
İslâmî Cumhuriyetin temeline ait esasları görmüş olduk. Umumi hilafet nazariyesini de incelersek şu neticelere varmış oluruz:
1. Böyle bir camiada herkes halife olabilir ve herkes bir oranda dahilinde halifelik vazifesinde ortaktır. Bu şartlar altında, sınıf, zümre, doğum yeri, yahut da içtimaî mevki farkları ve imtiyazları artık geçerli olamaz. Bu camianın fertlerinin herbiri, her bakımdan eşit ve aynı seviyededir. Yine bu camiada fazilet denilen vasıf, şahsî kabiliyet ve insanlarla ilişki kurma ve şahsî davranışla elde edilebilir. Nitekim Zat-ı Risaletpenahîleri (S.A.V.) müteaddit defalar açıkça beyan buyurmuşlardır ve özellikle Veda Haccında ümmetine şu şekilde hitap etmişlerdir:
"Ey insanlar! Dinleyin, sizin Rabbiniz Bir'dir. Ne Arabın Aceme, ne de Acemin Araba bir üstünlüğü vardır. Ne de beyazın Siyaha, ne de siyahın beyaza bir üstünlüğü vardır. İşte, sizin içinizde Allah indinde en makbul bulunan da en fazla takva sahibi olandır."[40]
Mekke'nin fethinden sonra, bütün Araplar, İslâm'ın hayat saçan dairesi içine toplandılar. O zaman Hazret-i Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) kendi ailesine de — ki bunlar da Araplar arasında Brahmenler vaziyetine giriyorlardı. — hitap ederek buyurdu ki:
"Allaha hamd olsun ki, sizden câhiliyenîn kibir ve ayıplarını uzaklastırmıştır. Ey halk! İnsanlar iki çeşittirler, kerim olanlar Allah'a yaklaşır, (yükselir) fena iş tutanlar (kötü kimseler) ise, Allah'ın indinde alçalırlar. Halk hep Adem evlâdıdır. Allah da Ademi topraktan yaratmıştır. Allah Taalâ buyurmuştur ki, ey halk, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık.".
2. Böyle bir inancın meydana getirdiği toplumda, herhangi bir ferd yahut da bu camianın içinde ayrı bir zümre için doğum yeri, seviye belirten bir mevki (social status) veya büyük iş adamı olmak gibi vasıflar bu şekildeki bir cemiyet mimarisi içinde ihtilâf (dissbilities) konusu olamaz. Yine aynı cemiyet Örgüsü içinde, şahsî kabiliyette yükselmenin ve her meşru gayretin karşısına bu ihtilâf konusu çıkıp da fertleri bir noktada tutmağa mahkûm edemez. Çünkü, bu düzende her fert aynı hakka sahip olmanın imtiyazını taşır. İlerlemenin yolu fertlerin bütünü için açılmıştır. Fert kendi kabiliyet ve yeteneğinikullanarak gidebildiği kadar yolda yürür gider. Bundan başka bir yol da herkes için kapalıdır. Öyle ki, kölelerin ve bu kölelere ait çocukların da büyük makamlar işgal ettiğine dair islâm Tarihi en kuvvetli bir şahittir. Söz konusu edilen bu köle ve çocukların, islâm ordularına yenilmez başkumandan ve önemli eyaletlerde vali (governor) oldukları ve o beldelerdeki ileri gelen eşrafın da bunun gibi idarecilerin hükmü altına girdikleri yine bilinen vakıalardandır. Ayakkabı tamircilerinin bile İslâmî İmamet makamının mümtaz şahsiyetleri olarak, memleketi idare ettikleri de meşhur hâdiselerdendir. Dokumacıların, basma satan esnafın içinden muktedir müftüler, kadılar, fakîhler çıktığını saymakla bitirmenin imkânı yoktur. Bu sayısız ilim adamları, İslâm büyüklerini anlatan kitaplarda hürmet ve rahmetle yâdedilirler.
Bir hadis-i şerif'de şöyle buyurulur:
"Size bir Habeşî köle dahi başkan olsa, onu dinleyip itaat etmeniz gerekir." [41]
3. Bu inançlarla bezenmiş bir camiada herhangi bir kimsenin veya bir zümrenin: (group) diktatör olması için bir sebep düşünülemediği gibi bu tarz bir idarenin barınabilmesi de imkân haricidir. Çünkü bu durumda her müslüman bir halifedir. Hiçbir kimse veya bir zümre de, umum Müslümanlardan hilâfeti alıp, kendisini mutlak hâkim ilân etmeye hakkı yoktur.
Memleketin idaresini ele alacak olan kimsenin asıl hususiyeti şudur: Ya bütün müslümanlar toplanıp rey verdikleri bir kimseyi halife seçerek, işlerini ona teslim edip kendilerine vekil tayin edecekler veya ıstılah mânasiyle bütün halifeler yâni bütün müslümanlar, onun halifelik etmesine, işleri yönetmesine muvafakat edip rıza göstereceklerdir. Seçilen bu zat, islâm Milletinin bütün işlerini düzene koymak ve memlekete ait her işi, Hak ölçülerine göre yürütmek için seçilmiş olup, yetki onun elinde toplanmış (concentrate) etmiş olacaktır.
Böyle bir mevkiye gelen zat, her şeyden önce Hak Taalâ'ya karşı mesul olup, aynı zamanda kendisini seçmiş bulunan, hilâfet hususunda kendisine vekâlet vermiş olan diğer halifelerin her ferdine karşı mesuldür.
Bu zat, mesuliyet hissi duymaz, kendisine gayrı meşru olarak, mutlak surette itaat ettirmek isterse ve kendini mutlak âmir (Dictator) haline getirirse, o zaman bu kimse bir halife değil, hakkı gasbeden bir suçlu durumuna düşer. Nitekim bilinen bir gerçektir ki, her ne pahasına olursa olsun, âmiriyet: (diktatörlük) hilâfetin zıddıdır.
Şüphe götürmez bir gerçektir ki, İslâmî Hükümet, bir alemşümul hükümettir. Yaşayışın bütün şubeleri, bu şubelere ait teferruatlı kısımlar bu geniş dairenin içine sığınıştır. İşte bu Millîlik ve alemşümul mahiyetin sebebi ve asıl temeli de Allah'ın âlemşümul kanununu, İslâmî hükümetin her yönüyle tatbik etmesi içindir. Hak Tealâ yaşayışın her dalında öyle yol gösterici hidayetler armağan etmiştir ki, aslında bu kurtarıcı ve faziletli düsturların dahi hayatı baştan sona kadar, kuşatması ve sarması gerekir. İslâm Hükümetinin kendi prensiplerine zıt hareket ederek bu hidayetleri ortadan kaldırıp, kanunsuz bir otorite hüviyeti (Regimentation) içinde polis vazifesi görme yetkisi de yoktur. Bu hükümet aynı zamanda, şu mesleği yapacak şu mesleği yapmıyacaksmız diye kimseyi zorlayamaz. Veya falan ilmi öğreneceksiniz, filân ilmi öğrenmiyeceksiniz şeklinde baskı yapma hakkı da yoktur. Yine aynı şekilde, çocuklarınızı şu şekilde terbiye edecek, şu şekilde etmiyeceksiniz; hattâ başınıza şunu giyecek, şunu giymiyeceksiniz; şu alfabeyi kullanacak veya bu alfabeyi kullanmıyacaksınız; kadınlarınızı şöyle giydirecek böyle giydirmiyeceksiniz tarzında kanunlar çıkarıp millete de dikte ettirmeğe hakları olamaz.
Bu ilâhî yetkileri, — bir zamanlar, Avrupadaki Alman ve İtalyan diktatörleri ellerine geçirmişlerdi. Türkiyede ve diğer islâm ülkelerinde meydana çıkan dikta yöneticileri yukarıda söz konusu edilen icraatlara girişmişlerdi; — İslâm, hiç bir zaman ve hiçbir suretle kendi nizamında hiçbir devlet başkanına bu gibi yetki vermemiştir. Bundan başka, mühim bir nokta da şudur ki, İslâm'da her ferd, bir tek şahıs olarak, Allah'a karşı sorumludur. Bu şahıs çerçevesi içindeki mesuliyet (Personel Accountability) de başka kimsenin hissesi yoktur. Buna göre, her kim kanun sınırları içinde, tamamen serbest ve hür olmak isterse, kendisi için istediği yolu tutabilir. Her ne tarafa yönelmek dilerse, kendi kuvvetini dilediği tarafa yoğunlaştırabilir ve o yolda kullanabilir. Eğer bir emir hakkı ve yetkisi olmıyacak şekilde hareket ve icraata baş vurduğu takdirde, bu zûlmiyle Allahu Taalâ'yı âlet olarak kullanmış olacaktır. Bunun içindir ki, insanlık için örnek bir devir olan, Zat-ı Risaletpenâhîlerinin ve O'nun dört büyük halifesine ait en mükemmel hükümetlerde bu gibi haksız bir kontrol altına alma (Regimentation) görülmemiştir.
4. Bu camiada, her reşid ve âkil müslümana, — ister erkek olsun, ister kadın olsun — yol tutma ve oy verme hakkı verilmiştir. Çünkü bunların her biri kendi durumlarına göre bir halifedirler. Hilâfetin yükünü taşımaktadırlar. Hak Taalâ bu hilâfeti herhangi bir hususî ölçü, liyakat ve servetle şartlı kılmamıştır. Ancak iman ve ameli salih gibi bir şart konmuştur. Buna göre, rey vermek hususunda her müslüman aynı haklara sahiptir.
İslâm, bu prensipleriyle mükemmel bir Cumhuriyet sistemi ortaya koymuştur. Diğer taraftan da ayrılık, ferdiyetcilik (individualism) kapılarını tamamen kapatmıştır. Çünkü ferdiyetcilik birliği dağıtıp ortadan kaldırır. Birliğin aksi ve onun tam zıddıdır. Böyle bir kuruluşta, fertler ile cemaat birbirleriyle yekvücut hale gelmiştir. Ne ferdin şahsiyeti toplumun içinde eriyip gitmiştir, komünizm ve faşizm düzeninde olduğu gibi — ne de ferd, kendi had ve hududunu aşarak topluma zarar verecek hâle gelebilir. — Batı dünyasındaki Cumhuriyet rejimlerinde olduğu gibi.
İslâmda, ferde ait yaşayışın maksadı, toplum yaşayışının maksadıdır. Yâni ilâhî müeyyidelerin cemiyete beninsetilmesi ve bu vesile ile Hakkın rızasına nail olmaktır. Yine bu düzen içinde ferde mahsus bütün haklar ferde teslim edildiği gibi, topluma yönelik yükümlülükleri yerine getirmesi lâzımdır. Bu şekilde ferd ile toplum arasında bir bağdaşma vücuda getirilmiştir. Ferd, kendi imkânlarını her hususta kullanmak yetkisine sahiptir. İlerlemiş ve gelişmiş bulunan bu imkânlar da toplumun kurtuluşu ve aynı cemiyet çatısı altında yaşıyan kitlelerin yaşama seviyesini düzeltmelerine yardımcı olur. Bu husus müstakil bir konudur. Fakat burada bu mevzuyu etraflıca izah etmek fırsatı malesef yok. Çünkü, yanlış anlayışların kapısını aralamamak ve İslâmî Cumhuriyete ait karakteri olduğu gibi gösterebilmek lâzım gelmektedir.