- İslam düşüncesine bakmak

Adsense kodları


İslam düşüncesine bakmak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafiza aise
Sat 4 August 2012, 11:56 am GMT +0200
İslam düşüncesine bakmak
Hasan Hüseyin ÖZ • 84. Sayı / DOSYA YAZILARI


“İslam düşüncesi” kavramı bugünün dünyasının tasavvurlarına bakıldığı zaman iç içe geçmiş birkaç sorundan dolayı muğlâk bir kavramı ifade ediyor. Bugünün dünyasının alem tasavvurundan, dinin sosyolojik bir argüman olarak telakki edilmesine kadar sıradanlaştırılmış, kültür denilen müphem kavramın unsurlarından biri haline getirilmiş bir din algısının bizdeki çağrışımları da, hem tarihsel, hem düşünsel hem de dilsel sorunlar içeriyor. Bu üç kavramı açarak ne demek istediğimizi açıklamaya çalışalım:

Tarih
Tarih; insanlık tecrübesinin bütünü! Yuvarlak bir tanım… Zaman kavramının tanımına muhtaç ve bütün kavramlar gibi o da müphemliği ile karşımızda acımasızca duruyor. Ancak kendi idrakimizin üzerini örtmüş bulunan imajlar yığınının kaldırılmasıyla edineceğimiz tecrübeyle anlamlandırabileceğimiz bir sarkaç(!) Zaman telakkisinin “düz bir hat üzerinde ilerleyen birikim” olarak tasavvur edilen modern anlayışın, pozitivizmden mülhem teolojik bir evrenin ürünü olan din anlayışı, günümüzde akılcılığın kurduğu sistemde örtük olarak tarih dışında kalmış bir eyleyiş biçimi. İmajlar yığını bu noktada yoğunlaş durumda.

Düşünce
Düşünce: “Ben idrakinin” hem başlangıcı hem de sonucu. İç içe geçmiş bir âlem tasavvurunun rehberliğinde yaşanılabilecek bir yolculuk. Düşünce bir evren olarak kabul edilecek olursa, “İslam düşüncesi” bu evrenin içindeki şeylerden bir şey mi? Bugün kafa karışıklığının temelinde yatan sorunlardan biri de bu sorunun içerdiği “şeylerden bir şey olarak İslam”. Bu sorudan hareketle, İslam “dinlerden bir din mi?” sorusu türetilir ki, batının sosyolojik inanış biçimini vurgulayan “religion” kelimesiyle karşılanan “din” kavramı, Kur’an’da belirtilen “Allah indinde tek din İslam’dır” hükmünün sıradanlaştırılmasına sebep olup, sosyolojik tasavvurun sınırları içine hapsediyor.

Dil
Dil; âlemin prototipi, yani haritası. Nasıl ki harita, bir yerin bilmem kaç milyarda bir küçültülerek faraziyeye dayalı bir prototip oluşturuyorsa, dil de “varlık”ı faraziye çerçevesinde prototip olarak kavramsallaştırıyor. Düşünce bu noktada dilin başlangıcı mı sonucu mu sorusu, tarih içindeki düşünce serüveninin en önemli sorunlarından biri ve eğer bugünkü akıl yürütmemizin ideolojik kıblesi(!) konumundaki Batı düşüncesini ele alacak olursak, bu sorun hala çözülebilmiş değil.

Dil konusunda çok büyük bir dram yaşamış bir toplum olarak, bellek yitimiyle yüz yüze kaldık. Kavramların bağlamlarını ve “gaybi” niteliklerini kaybettiğimiz için bizim düşünce kavramıyla muhataplığımız tahkiki değil taklidi düzeyde kalıyor. Bu yüzden İslam düşüncesi üzerine serdedilen kelam, tarihin belli bir döneminde donup kalmış bir düşünceyi çağrıştırıyor.

Tarih ve düşünce: Batı düşüncesinin zaman telakkisi çerçevesinde bir yaklaşımla, düşünce tecrübelerin yani tarihin birikimsel sonucu olarak ortaya çıkıyor. Aslında Kant Salt Aklın Eleştirisi’nde kategorik bir sistem oluşturarak, düşüncenin salt tecrübe olmadığını dile getirmiş olsa da, aşkın düşünce ve içkin düşünce ikileminde insan’ın düşünce eyleyişini parçalı bir mantık içinde ele almış. En iyimser yaklaşımla “varlık” bu kategoriler dünyası tarafından örtülmüş ve dolayısıyla düşünce de hedefiyle bağını koparmış. Kaldı ki Batı metafiziğinin aşkın kavramı yatay düzlemde hareket eden düşünüş biçiminin ürettiği evren-âlem değil- tasavvuru da kısmî belirlenimin içinde oluşturulmuş. Kant da her ne kadar Batı düşüncesi içinde devrim sayılabilecek bir metod geliştirmiş olsa da, nihayetinde o da Platon’da oluşturulan ilk fikrinin tashih çabasının bir devamı ve o da öncekiler gibi tashih edilmeye muhtaç birçok sorun oluşturmuş.

Yunan mucizesi ve İslam düşüncesi
Bugün özellikle İslam felsefesi üzerine çalışmalar yapanlar, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd çizgisinden hareketle, Platon’u “Muallim-i Evvel”, Aristo’yu “Muallim’i Sani” sıfatı vererek, Sokrat, Platon ve Aristo çizgisinin yani Yunan düşüncesinin İslam perspektifinden meşruluğunu dikta ederlerken, Batı’nın “İslam düşüncesi bir ara evre ve orijinal değil” şeklindeki oryantalist bakış açısına örtük olarak çanak tutuyorlar.

İslam’ın evrenselliğini, -ki evrensellik kelimesi daha dar bir belirlenim, onun yerine âlem şümul kullanılması gerekir- yukarıdaki paragraftan mülhem, “kavimlere gönderilen peygamberler” hükmünün tecellisi ve insan aklının fıtrata dokunabileceğinin ispatı olarak ortaya koyuyor ki, bu koyuş, tarihin Batı’nın kök arayışının aracı olarak, Yunan mucizesi(!) ideolojisinin ezberlenmişliğinden ibaret.

Sokrates efsanesi inancı ve Platon şakirtliğinin, bellek yitiminin oluşturduğu anarşiden kurtulma çabası olduğunu belirtelim.

Bizim burada oksidantalist yaklaşım sergilediğimiz vehmi oluşabilir düşüncesiyle yeri gelmişken yöntemsel uyarı vecibemizi yerine getirelim: İnsan fıtratı, öncül olarak hakikate dokunma üzerine kodlanmış. Bunun adı yolculuk. Bu yolculuklarda belirlenimler var. Akıl bu belirlenimler çerçevesinde hareket ederek, hakikate ulaşmaya çalışıyor. Fakat akıl, kısmî bir belirlenim içine hapsoluyor. Yani akıl, ilk varsayıma muhtaç ve bu varsayımın niteliği aklın belirlenimin sınırlarını çiziyor. Kısmî belirlenimde hakikat söz konusu, lakin hakikatin hepsi değil. Sokrates efsanesini atlayacak olursak, Platon’un evren tasavvurunun ve metafizik düşüncesinin sorunlar yumağı olduğunu, hatta malumat derekesinde bir ezber hissi verdiğini söyleyelim. Zaten Aristo’da bu açmazları gidermek için kategoriler âlemi tezini geliştirmiş. Aristo açmazı aşmak için yeni açmazlar oluşturmuş, kategoriler dünyasıyla bugünün parçalanmış âlem tasavvurunun kapılarını açmış.

Dolayısıyla “kısmî belirlenimi”, “hakikatin bütünü” şeklinde sunan modernizmin ve Batı’nın İslam dünyasındaki şakirtlerinin ezberci tutumları, yukarıdaki paragrafta felsefe tarihinden mülhem yaptığımız analizi ihmal ederek, Platon ve Aristo’yu muallimlik unvanı vermeleri, bugün İslam’ın tarihsellik içine hapsedilmesine neden olduğu için ki, Batı’yla hesaplaşma “hak ve batıl” perspektifinden bir vecibe. Kaldı ki, skolastik düşüncenin varlık tasavvuru tamamen Aristo’ya dayanıyor. Yani eklasya düşüncesi bu varlık tasavvurunun üzerine inşa edildi. İslam ise Kur’an’ın tabiriyle “akledebilenler, düşünebilenler”in muhataplığını söz konusu ettiği için ki eklasya yani kilise kavramına kökten karşı. Zira tarih üzerine inşa edilmiş bir iman telakkisinin taşıyıcı unsuru olan “eklasya”, ister istemez, vahyi iman anlayışıyla çelişiyor.

Öze dönüş
Art arda sıraladığımız olumsuzluklar aslında yöntemin olmazları üzerine yoğunlaşmaktan ibaret. Bizim bütün bunları yaparken söylemek istediğimiz şey, iman ve düşüncenin sadece ve sadece donuklaşmış iki kavram haline getirildiği. İşin özüne bakacak olursak:
Her an yaratış halinde olan Rabb’ül Âlemin, bizim bakmamız, görmemiz ve düşünmemizi emrediyor. İslam düşüncesi de bu ölçü üzerinde şekillenmiş. O’nun tecellileri herhangi bir zaman ve mekân tahdidi olmadan gerçekleşiyor. Bu tecellileri kavramanın yolu teşbih, gaybi hakikatini hissetmenin yolu da tenzih.

Bugünün kavramlarının ötesine geçmenin yolu da tenzihi anlamaktan geçiyor. Yani her şey bizim düşünmemiz için var ve fakat düşündüğümüz şey bizim aklımızın hapishanesinin ötesinde bir anlam yani gaybi bir hakikat içeriyor.

Bu tarz bir düşünüş biçimi, donuk bir evren tasavvurundan kurtulup, her an yeniden yaratılışa muhatap âlem inancına geçmemize sebep oluyor ki, böylece varlık hakikatinin künhüne varmamız mümkün olur.

kaan 7A
Thu 12 March 2015, 10:37 pm GMT +0200
Zaman kavramının tanımına muhtaç ve bütün kavramlar gibi o da müphemliği ile karşımızda acımasızca duruyor. Akıl bu belirlenimler çerçevesinde hareket ederek, hakikate ulaşmaya çalışıyor. Fakat akıl, kısmî bir belirlenim içine hapsoluyor. Yani akıl, ilk varsayıma muhtaç ve bu varsayımın niteliği aklın belirlenimin sınırlarını çiziyor.