hafız_32
Wed 27 October 2010, 02:10 pm GMT +0200
İSLAM ALİMLERİNİN FİKİRLERİNDE ÇELİŞKİLER VAR MI?
Allah'ın koruduğu kullar dışında hiç kimse hatasız değildir. Dolayısıyla Kur'an'ın ve peygamberlerin dışındaki İnsanların din konusundaki görüşleri Kur'an ve Sünnet ışığı altında değerlendirilmelidir. İslam, fikir üretme imkanları tanıdığı gibi samimi bir eksen üzerinde hareket eden insanların -müslümanların- yanlış fikirlerine bile bir değer atfetmiştir. Tarih içerisinde sayısız alim gelip geçmiştir. Bunların içinde sözleri-fikirleri genelde tutarlı olanların yanında, hayatı ve fikirleri uyumlu olan alimlerin yanında, hayatı ayrı, fikirleri ayrı alimler de yaşamıştır. Yine öyle alimler vardır ki zalim sultanlara dalkavukluk yapmakla ömür tüketmiş, hakkı ketmetmiş-gizlemişlerdir. İşte böylelerinin yanında hayatıyla fikirleri uyuşan, hakkı gizlemeyen alimler de her zaman varolmuştur. Bu alimlerin çağımızdaki en önemlilerinden biri Seyyid Kutub'tur. Fikirleri uğruna, İslam uğruna hayatını ortaya koyan Seyyid Kutub mücadelesiyle de göz doldurmuştur. Yine Mevdudî, belki Seyyid Kutub'la beraber her zaman anılması gereken bir kişidir. Bu konunun başlığında "alimlerde çelişki var mı?" diye sormuştuk. Şimdi biz hayatı ayrı fikirleri ayrı olan alimleri! zaten bir kenara bırakalım ama yollarını izlediğimiz alimlerde acaba çelişkiler var mı? Bu sorunun cevabı üzerinde inceleme yapan bazı araştırmacılar bizlere fazla bilgiler ulaştırmamışlardır. Bununla beraber bu müslüman araştırmacılar Seyyid Kutup ve Mevdudî gibi şahsiyetleri baştacı etmekle beraber onları bazı görüşlerine de karşı çıkmakta, konuyu ictihadlara bağlamaktadırlar. Biz.ise şimdilik şunu düşünüyoruz. Aslında ne Seyyid Kutub ne de Mevdûdî'de çelişkili ifadeler vardır. Bu durumu Muhammed Kutub da kabul etmektedir. Daha ilerideki sayfalarda Muhammed Berekat adlı yazardan yapacağımız alıntılar da da görüleceği gibi Seyyid Kutub bazı görüşleri yanlış anlaşılan bir alimdir. Sözün burasında merhum şehidimizin bazı sözlerine kulak verelim:
"... Görülüyor ki mevcut düzen sadece içerideki baylara değil, doğu ve batı ufaklarının binlerce mil ötesinden uzanan yabancı hegemonyalara köle bir halk yetiştirmiştir. İslam ümmetinin bütününü bu sıfatla nitelenmiş olmaktan tenzih ederim! Bu tenzih ettiğim ümmetten birisi Amerikan kongresinde, Ruslarla Amerikalıların "dünyada yalnız komünist ve kapitalist bloklar vardır; bir üçüncüsü olamaz" vehmine bağlı gururlarının yersiz olduğunu, bir üçüncü blokun, İslam blokunun mevcudiyetini haykırmıştır. Bu söz Amerika'nın ortasında Pakistan başbakanı merhum Liyakat Ali Han'ın ağzından çıkarak yükselmiştir. Bu ses onun vicdanından, halkının ve kendisinin soyluluğundan, Müslüman doğunun asaletinden yükselmiştir. O soylu halk ki zilleti çiğnemiş, benliğine varolma sözü vermiş, korkak pısırıklar gibi, şunun bunun eteğine sarılmaktan kurtulmuştur." [73]
Merhumunun reddetmediği eserlerinden olan aynı kitabın bir başka yerinde şunları görüyoruz:
"Bugünkü neslin ruhunu karartan bazı kuşkular İslam'a gölge düşürüyor. Bu kuşkuların kimisi İslam'ın ne olduğunu bilmemekten ileri geliyor. Üstelik bu bilgisizliğin temsilcileri bu noktadaki kültür yoksulluklarını da kabullenmiyorlar. Hem de İslam'ın resmi din olduğu bir ülkede, büyük çoğunluğun müslüman olduğu bir ülkede yaşıyorlar. Halbuki böyle bir ülkede sosyal araştırmaların zorunlu bir unsuru İslam'ı bilmektir. Hatta böyle bir ülkede İslam, akli ve fenni meselelerde bile hesaba katılacak bir unsur olmalıdır. Ama bunlar, kültürsüzlüklerini utanç verici bir şekilde ortaya koyan bu noksanlıktan arlanmaları gerekirken, tutuyor bununla erdemlilik taslıyorlar, bu hali kültürlü olduklarına delil sayıyorlar." [74]
Yine Seyyid Kutub'la ilgili olarak yanlış anlaşılan en önemli mesele, yani herkesi tekfir etme konusuyla ilgili bir alıntı yapalım:
"... Abdurrauf Ebul-Vefa kardeş tedavi olmak üzere onların yanından Tara'ya gelmişti. Bana bu tedirginliği anlattı. El-Vaha'daki grubun insanların tekfir edilmesinden yana olmadığını söyledi. Ona dedim ki; "biz insanları tekfir etmiyoruz. Bu çarpıtılmış bir nakil... Biz diyoruz ki insanlar, inanç sisteminin hakikatini bilmeleri, onun gerçekten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslamî yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, cahiliyye toplumunun durumunu andırır bir hale gelmiştir. Bu yüzden hareketin başlangıç noktası, İslam nizamının kurulması tezi değil; İslam inanç ve ahlakının yeniden filizlenmesi olmalıdır. Yani sorun, insanlar hakkında bir hüküm vermekten ziyade, İslamî Hareketin metoduyla ilgilidir." [75]
Bu alıntı Seyyid Kutub'un son konuşmalarını içeren eserinden yapılmıştır. Merhum şehidimiz ihvan-ı müslimden ayrıldığı dönemlerde ve yeni bir metod izlemeye çalıştığı süreçte yukardaki görüşleri açıklamıştır.
Birçok insanın Kur'an'ın hak sözlerini batıla alet ettiklerini tarihten öğreniyoruz. Bu durum bugün de gerçekleşmektedir. Hatta, bu "hak ile batılı birbirine karıştırma" meselesi Kitap ve Sünnet üzerinde sınırlı kalmayıp alimlerin görüşleri üzerinde de yapılmıştır. Bazı alimlerimizden hoşa giden, kendilerini destekler gibi görünen makaleleri alınmakta ama aynı alimlerin diğer görüşleri değerlendirme dışı bırakılmaktadır. Evet nasıl ki Kur'an ayetlerinden bir kısmını alıp diğerlerini gözardı ediyorlarsa aynı şeyi alimlere de uyguluyorlar. Sözü tekrar Mevdudî'ye getirmek istiyoruz. Bazı görüşleri tekfire mesned yapılan Mevdudî bakınız içinde yaşadığı toplumunu insanlarıyla nasıl konuşuyor:
"Sevgili kardeşlerim! Müslümanlara kafir damgasını vurduğumu asla düşünmeyin. Amacım bu değil. Kendi kendime soruyorum ve sizlerden de kendinize samimiyetle sormanızı istiyorum: Niçin Allah'ın rahmetinden yoksun yaşıyoruz? Niçin bütün güçlük ve sıkıntılar dört bir yandan üzerimize çökmüş? Neden aramız açık ve birbirimizin kanını döküyoruz? Neden kafirler bizi her yerde yönetiyor? Biz O'na itaat eden kullar, niçin dünyanın pek çok yerinde diğerlerine bağımlı yaşıyoruz?
Bu durumu düşündükçe kafirlerle aramızdaki farkın neredeyse sadece isimlerimizde kaldığına ikna oluyorum. Çünkü O'na karşı ilgisizlikte, O'nun korkusundan yoksunlukta ve itaatsizlikte diğerlerinden hiç bir şekilde geri kalmıyoruz.
"Neredeyse" diyorum, çünkü Kur'an'ı değerlendirişimiz kafirlerinkiyle aynı olsa bile biz Kur'an'ın Allah'ın kitabı olduğunu biliyoruz, onlar bilmiyorlar ama onun hayatımızdaki yeri kafırlerinkinden farklı değil ve bu hepimizin cezayı daha çok haketmesine yol açıyor. Hz. Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğunu biliyoruz ama onu izlemeye gelince bir kafir kadar isteksiziz. Biliniz ki Allah yalancıları lanetlemiş, rüşvet alıp verenlerin yerinin Cehennem olduğunu kesinlikle belirtmiş, faizle borç alıp vermenin daha da kötü olduğunu söylemiş, iftirayı kardeş eti yemek kadar aşağılamış, açık giyinmeyi ve konuşmayı, pornografiyi ve ahlaksızlığı yasaklayarak bunlara en ağır cezalar vermiştir. Bütün bunları bilmemize rağmen, sanki Allah'ın öfkesinden hiç korkmuyormuşcasına bu günahlarla özgürce içice yaşıyoruz.
Bu yüzden O'nun rahmetine erişemiyoruz; biz sadece görüntüde müslümanız. Gerçek şu ki, Allah'ın hakimiyetini kabul etmeyenlerin bizi yönetmeleri, bizi her fırsatta utanca sürüklemeleri, Allah'ın en büyük hediyesi İslam'ı ihmal ettiğimiz için cezalandırıldığımızı gösteriyor.
Sevgili kardeşlerim! Sözlerimle asla sizi suçlamıyorum. Sizi tenkit etmek için gelmedim. Amacım içinizdeki isteği uyandırıp kaybolmuş hazineyi tekrar ele geçirmek. Böyle bir istek, bir insan ne kaybettiğini ve kaybettiği şeyin ne kadar değerli olduğunu anladığı zaman uyanır. Keskin ve acı sözler kullanıyorsam bunu sadece sizi harekete geçirmek, zorlamak için yapıyorum." [76]
Mevdudî, tekfir konusunda en çok başvurulan alimlerden birisidir. Tabi burada Mevdudî'nin kimseyi tekfir etmediğini, müşrik düzenlere karşı gelmediğini söylemiyoruz. Mevdudî'de böyle bir taviz, ılımlılık ve cehalet içinde değildir ama o bütün insanların tekfirine karşıdır. Bakınız bir başka eserinde bu meselelerle ilgili olarak neler söylüyor:
"Kur'an-ı Kerim'i okuyup araştırdığım kadarıyla bu konuda şunu diyebilirim: Şirke bulaşan veya akide ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah manasıyla "müşrik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muamele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa ancak tevhid inancını temel inanç olarak kabul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.
Buna delil olarak şu ayetleri gösterebiliriz. Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala Yahudi ve Hristiyanların şirke düşüşlerini şöyle anlatıyor:
"Yahudiler! 'Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: 'Mesih Allah'ın oğludur’ dediler." [77]
"Andolsun, 'Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler elbette kafir olmuşlardır."; "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kafir olmuşlardır." [78]
Ancak, bütün bunlara rağmen Yahudi ve Hristiyanlar için Kur'an-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanılmayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kullanılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanlarm onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan ilişkilerinden ayrı ele alınmıştır. Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi:
"Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin." ayetine göre onların da kadınlarıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Ancak, Allah Teala Kitap Ehli'nin kadınlarıyla evlenme hükmünü müşrik kadınlardan tamamen ayrı tutmuş ve müslümanların onlarla evlenmesine cevaz vermiştir. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onlara şöyle bir çağrıda bulunulmuştur. [79]
"De ki, "Ey Kitap Ehli, aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin: (O da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiç bir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rab edinmememizdir." [80]
"Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir..." [81]
Bunun aksine Allah Teala "müşrik" ıstılahını şirki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullanmıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a) şöyle itiraz ediyorlardı:
"Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler." [82]
Onlar dinin akide ve amellerinin de vahiy ve risaletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı:
"Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "hayır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler." [83]
Allah Teala bu gibi kimseler için "müşrik" kelimesini kullanmakla iktifa etmemiş, iman ehlinin onlarla olan ilişkilerini Ehl-i Kitap'tan farklı tutmuştur.
Bu gerçekler gözümün önünde olduğu için, kelime-i tevhid'e inanan kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır cinsten muameleye tabi tutulmasını katiyetle caiz görmüyorum. Kitabullah'ı delil ve hüccet olarak kabul eden, dinin gereklerini inkar etmeyen, şirki asıl din olarak benimsemek şurda dursun, kendisine şirk nisbet edilmesini en kötü küfür olarak gören, ancak, te'vil ve yorumlama hatası dolayısıyla herhangi bir müşrikçe inanç ve davranış içerisine düşen kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır bir cinsten muameleye tabi tutulmasını katiyetle caiz görmüyorum. Söz konusu kimseler, şirki şirk bilerek böyle bir duruma düşmekten öte; bu inanç ve davranışlarının yanılgısı içerisine düşmüşlerdir. Bu yüzden bizim, bu gibi kimselere kötü lakaplar takacak yerde; hikmet, güzel öğüt ve delillere onların bu yanılgısını izale etme yolunda çaba sarfetmemiz lazımdır.
Şimdi siz kendiniz düşünün: Bu gibi kimselerle münakaşa ederken, onların inanç ya da davranışlarının tevhid inancının hilafına olduğunu ispatlamak için Kur'an ve Hadis'ten deliller getirirken onların Kur'an ve Hadis'i delil ve hüccet olarak kabul ettiklerinden hareket etmiyor musunuz? Acaba siz bu delilleri herhangi bir Hindu, Sih ya da Hristiyana karşı da kullanıyor musunuz? Yine siz söz konusu kimselere; "bakınız, şöyle bir inanç taşımak şirktir, bundan kaçınmak lazımdır" derken, onların şirki büyük günah olarak gördükleri düşüncesini taşımıyor musunuz? Eğer böyle bir şey söz konusu olmasaydı sizin onları şirkten sakındırma kaygısına düşmenize ne gerek vardıki?"[84]
Tekfir konusunda adından özellikle sözedilen müslüman alimlerden birisi de İbn-i Teymiyye'dir. Kendisinden ve görüşlerinden, kitabımızın birinci bölümünde bahsetmekle birlikte önemine binaen yeniden ona dönüyoruz. Tabi bu defa ondan alıntılar yapmak istiyoruz. Ünlü eseri Mecmu'ul Fetevada şunları söylüyor:
"Bütün bunlarla birlikte -benimle beraberliği olanlar da bilir ki- herhangi bir kişiyi tekfir etmekten, fasık ve isyankar saymaktan (kafir, fasık ve asi damgası vurmaktan) en çok sakındıran biri olmuşumdur. Ancak karşı çıkanın ya kafir, ya fasık veya asi olacağı peygamberi bir delilin aleyhine sabit olduğu bilinirse o başka. Ben Allah'ın bu ümmetinin hatasını bağışlamış olduğunu ikrar ediyorum. Bu af hem haberi, kavlî mes'elelerde, hem de ameli mes'elelerde sözkonusudur.
Selef bu me'elelerden birçoğunda hep ihtilaf etmiş, ancak hiçbiri bir başkasının kafir, fasık veya asi olduğuna şehadet etmemiştir. Nitekim Süreyh "bel acibtü ve yesharûn" şeklindeki kıraati reddetmiş ve, "çünkü", demiş "Allah hayret etmez". Bu, İbrahim en-Nehaî'ye ulaşmış, İbrahim en-Nehaî, Şüreyh sadece kendi ilmini beğenen bir şairden ibarettir. Abdullah (İbn Mes'ûd r.a.) ise ondan daha alimdir ve o böyle okuyordu!" demiş.
Yine mesela Aişe (r.a) ve başka sahabiler Muhammed (s.a.v)'in Rabbini görüp görmediği konusunda ihtilaf etmişler Aişe (r.a), "Kim Muhammed'in Rabbini gördüğünü idida ederse Allah'a pek büyük iftira etmiş olur" demiştir. Bununla birlikte biz Aişe (r.a)'ye muhalefet eden İbn Abbas (r.a)'a ve benzeri sahabilere, Allah'a iftira etmişlerdir, demeyiz. Nitekim ölünün dirinin konuşmasını işittiği, ölünün ailesinin ağıtı sebebiyle azab çekmesi ve başka konulardaki Aişe (r.a)'ye ait münazaalar da bu kabildendir.
Şer, selef arasında savaşmaya kadar varmıştı, ama Ehl-i Sünnet her iki tarafın da mü'min olduğunda ittifak halindedir. Şunda da ittifak etmişlerdir ki, bu savaşlar onların adaletine (iman ve ittikalarına) mani değildir. Çünkü savaşan, her ne kadar haddi aşmış ise de, kendine göre bir te'vili vardır, müteevvildir. Te'vil ise fıska manidir (İçtihadın sürüklediği hata itaatsizlik sayılmaz).
Onlara şunu da açıklıyorum: Yine seleften nakledildiği üzere belli bir kişiyi kasdetmeksizin kim şöyle şöyle derse kafir olur şeklindeki mutlak ifadeleri de aynı şekilde haktır. Ancak mutlak ifade (ıtlak) ile, ta'yin etmeyi (belirlemeyi) birbirinden ayırmak gerekir. Bu mes'ele, yani "vaid" mes'elesi, ümmetin ihtilaf ettiği büyük mes'elelerin ilkidir. Çünkü Kur'an'ın vaîd (tehdit) konusundaki ayetleri geneldir. Mesela buyrulur ki: "Zulm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir." "Şöyle şöyle yapana, şu şu vardır" şeklindeki ayetler de aynı şekilde mutlak ve geneldir.
Bu ayetler selefin "Kim şöyle derse o şudur" şeklindeki genelleyici sözleri mesabesindedir. Şu da var ki, belirli bir kimseden, tevbesi, yok edici iyilikleri, keffaret olucu musibetler veya makbul bir şefaat gibi şeylerle hakkındaki vaîd'in hükmü kalkar.
Tekfir de, vaîd kabilindendir. Çünkü her ne kadar bir sözü Resûlullah (s.a.v)'ın söylediğini yalanlama anlamı taşıyorsa da, kişi daha yeni müslüman olmuş veya uzak bir çölde yetişmiş olabilir. Aleyhine delil ve gerekçe bulunmadıkça böylelerinin bir şeyi inkar etmesi tefirlerini gerektirmez. Kişi bu nassları işitmemiş veya işitip de onca sabit olmamış, veya elinde başka bir delil var da bunu te'vil durumunda kalmış -hata da etse bu durumda kalmış- olabilir.
Bu konuda daima "Sahîhayn" (Buharî ve Müslim)'de geçen şu hadisi zikrederdim. "(Eski ümmetlerden bir zat oğullarına demiş ki:) "Ben öldüğüm zaman beni yakın, sonra külü ufak edin, sonra çöle savurun. Artık vallahi Allah'ın (beni toplamaya) gücü yeterse, alemlerde hiç kimseye yapmadığı azabı bana gösterecektir, varsın etsin." Adamın dediğini yaptılar. Sonra Allah ona dedi ki: "Seni böyle yapmaya iten nedir?" Adam: "Haşyetin (korkum)", dedi. Bunun üzerine Allah onu bağışladı.
İşte bu zat, Allah'ın kudretinden, kül ufak edilip savrularak bir araya getirebileceğinden şüphe ediyor. Hatta şüphe etmiyor, tekrar toplayamayacağına inanıyor. Böyle bir inanç ise müslümanların ittifakıyla küfürdür. Ancak o adam cahildi ve bunu bilmiyordu. Mü'mindi, Allah'ın kendisinin cezalandıracağından korkuyordu. Bu sebeble Allah onu bağışladı.
Resûlullah (s.a.v)'a azami ittiba için çırpınan ictihad ehli kimselerden bir te'vili bulunan (müteevvil)'ler ise bağışlanmaya bu adamdan daha layıktırlar. [85]
İbn-i Teymiyye aynı eserinde "müslümanın tekfir edilmesi caiz midir?" sorusuna cevap olarak da şunları söylüyor:
"Bir müslümanı işlediği bir günah ve yaptığı bir hata sebebiyle tekfir etmek caiz değildir. Nitekim kıble ehli olan müslümanların ihtilaf ettikleri mes'elelerde durum böyledir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Resul, Rabbinden kendisine indirilene inandı, mü'minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. O'nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız (dediler). Ve dediler ki: İşittik, itaat ettik! Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) Sana'dır!" [86] Sahih bir hadiste Allahü Teala'nın bu duayı kabul ederek mü'minlerin hatalarını bağışladığı belirtilmiştir.
Vaktiyle, Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz kendileriyle muharebe edilmesini emrettiği, haktan uzaklaşmış bulunan Hariciler ile raşid halifelerden birisi olan mü'minlerin emiri Hz. Ali b. Ebî Talib muharebe etmişti. Bu kimselerle çarpışmak gerektiği hususunda, gerek sahabe ve tabiûn'un ileri gelenleri, gerekse daha sonraki nesillerin imamları ittifak etmişlerdir. Ama bu Haricileri ne Ali b. Ebî Talib, ne Sa'd b. Ebî Vakkas, ne de bir başka sahabî tekfir etmemiş, bilakis kendileriyle çarpışmış olmakla beraber onları müslüman saymışlardır. Ayrıca Hz. Ali onlarla ancak haksız yere kan dökmeye ve müslümanların mallarını yağmalamaya başladıkları zaman savaşmıştır. Ama onlarla kafir saydığı için değil, zulümlerini ve azgınlıklarını ortadan kaldırmak için çarpışmıştır. Bu sebeble de o, Haricilerin esir edilen kadınlarına cariye, ele geçirilen mallarına da ganimet muamelesi yapmamıştı.
Sapık oldukları nass ve icma ile sabit bulunan bu kimseler, Allah ve Resulü kendileriyle çarpışılmasını emretmiş olmasına rağmen tekfir edilmediklerine göre, kendilerinden daha bilgili kimselerin dahi hataya düşebildikleri bazı mes'elelerde hakka isabet edememiş muhtelif grublar nasıl kafir sayılabilirler?! Bu grublardan herhangi birisinin bir diğer grubu kafir ilan etmesi, kanını ve malını helal sayması kesinlikle caiz değildir. Kafir sayılan bu grub arasında kesinkes bid'atler bulunsa bile, durum aynıdır. Ama aksine bunlara küfür damgasını vuran fırka da bizzat bir bid'atçı ise bu takdirde ne demeli?! Hatta bazen bu damgacıların bid'atı daha da beter olabilmektedir. Genellikle bu fırkaların tamamı, üzerinde ihtilaf ettikleri hususların gerçek yönünü bilmemektedirler.
Aslolan şudur ki, müslümanların kanları, malları, ırz ve namusları birbirlerine karşı haramdır; ancak Allah'ın ve Resulünün izniyle helal olabilir. Hz. Peygamber Veda Haccı'nda müslümanlara irad ettiği hutbede şöyle buyurmuştu: "Kanlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız birbirinize karşı, aynen içerisinde bulunduğunuz şu gün, şu şehir ve şu ayın hürmeti ve mübarekliği gibi, haramdır." Yine O, şöyle buyuruyordu: "Her müslümanın kanı, malı ve ırzı bir diğer müslümana haramdır.", "Bizim namazımızı kılan, kıblemize yönelen, kestiğimizi yiyen herkes müslümandır; o kimse için Allah ve Resulünün te'minatı vardır.",
"İki müslüman birbirlerine kılıç çektikleri zaman öldüren de, öldürülen de cehennemdedir." Bunun üzerine soruldu:
"Ya Resûlullah! Katili anladık, ama öldürülen niye cehenneme gidecek? Buyurdular ki:
"O da hasmını öldürmeyi murad etmişti.", "Sakın ola benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler haline gelmeyin!", "Bir müslüman bir kardeşine 'kafir!' dediği zaman mutlaka o söz, bu ikisinden birisine döner." Bu hadislerin tamamı sahih hadis mecmualarından tahric olunmuştur.
Yalnız bir müslüman, bir diğerini tekfir etme veya onunla çarpışma konusunda bir te'vilden hareket ediyorsa bu takdirde kendisi tekfir olunmaz. Nitekim Ömer b. El-Hattab, ashabtan Hatıb b. Ebî Belta için:
"Ya Resûlullah! Müsaade et de şu münafığın boynunu vurayım" demiş, Peygamber Efendimiz ise şöyle buyurmuşlardı:
"Hatıb, Bedir Harbine katıldı. Sen nereden bileceksin ki, Cenab-ı Hak Bedir ehlinin durumlarına muttalîdir ve onlar hakkında: "Dilediğinizi yapın. Ben sizi bağışladım, buyurmuştur." Bu hadis Buhari ve Müslim'de mevcuttur. Buhari ve Müslim'de İfk hadisesiyle ilgili olarak şu rivayet de yer alır: Üseyd b. El-Hudayr, Sa'd b. Ubade'ye: "Sen bir münafıksın!" diyenler bulunuyordu ve Hz. Peygamber bunlardan hiçbirini kafir saymıyor, aksine hepsinin de cennetlik olduğuna şehadet ediyordu.
Aynı şekilde Sahihayn'de Üsame b. Zeyd'den rivayet olunduğuna göre, Isame (harb sırasında) bir adamı "La ilahe illallah" dedikten sonra (onun ölümden kurtulmak için böyle dediğini düşünerek) öldürmüştü. Bunu Hz. Peygamber'e haber verdiği zaman, Allah Resulü durumu çok önemli ve hatalı görerek:
"Ya Isame! 'La ilahe illallah' dedikten sonra adamı öldürdün öyle mi?!" dedi ve bu sözü o kadar çok tekrar etti ki neticede Isame: "(Böyle bir hatayı işlemektense);
“Keşke ancak o gün müslümanlığa girmiş olsaydım" diye temenni ettim" demiştir. Ama buna rağmen Hz. Peygamber, Isame'ye ne kısas, ne diyet, ne de keffaret tatbikini gerekli görmemiştir. Çünkü Isame bir te'vilde bulunmuş, kelime-i tevhid getiren adamı bunu ancak ölümden kurtulmak üzere söylediğini zannettiği için öldürmesinin caiz olduğunu sanmıştı.
Bu şekilde Cemel, Sıffin ve benzeri hadiselerde bulunmuş Selef-i Salihin birbirleriyle çarpışmışlardı ve bunların tamamı da mü'mindi, müslümandı. Nitekim cenab-ı Hak buyurur: "Eğer inananlardan iki grub vuruşurlarsa onların arasını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasını düzeltin ve (her hususta) adil olun. Allah adalet(le hareket) edenleri sever."[87] Böylece Cenab-ı Hak birbirleriyle çarpışmaları ve birbirlerine karşı azgınlık yapmalarına rağmen bunların mü'min ve kardeş olduklarını beyan etmiş ve aralarının adaletle düzeltilmesini emretmiştir."
Merhum Teymiyye'nin aşağıdaki sözlerini de okuyacak olanlar belki daha da şaşıracaklardır:
"Sahih hadis mecmualarında Peygamber (s.a.v) Efendimizin şöyle buyurduğu nakledilir: "Mü'minler, birbirlerine karşı sevgi besleme, merhamet gösterme ve şefkat duyma hususunda tek bir vücut gibidirler, öyle ki bu vücudun bir organında bir şikayet başgösterdi mi cesedin diğer organları da ateş ve uykusuzlukla bu organın acısını paylaşırlar." [88]
Yine “Sahih"lerde Resûl-i Ekrem'den şu hadis yer alır: "Mû'min diğer mü'min için, bir kısmı diğer kısmını tutan bina gibidir." Peygamber Efendimiz bunları söyledikten sonra (durumu tasvir için) parmaklarını birbirine geçirdi. Şu hadis de Sahîh hadis mecmualarında mevcuttur: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizden biriniz, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olamaz."[89] Nihayet şu hadisi de zikredelim: "Müslüman, diğer müslümanın kardeşidir; sıkıntılı anında onu perişan ve zelîl bırakmaz ve ona zulmetmez." Kitap ve Sünnet'te daha buna benzer bir çok nass vardır.
İşte bütün bu nasslarda cenab-ı Hak, mü'min kullarını birbirlerine dost kılmış, birbirlerine kardeş yapmış ve onları birbirleri ile yardımlaşan, birbirlerine merhamet duyan ve şefkat besleyen kişiler olarak nitelendirmiştir. Onlara birlik ve beraberliği emretmiş, tefrika ve ihtilafı yasaklamıştır. O (c.c) şöyle buyurur: “...Ve topluca parça edip, grub grub olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır." [90]
Durum böyleyken nasıl olur da Muhammed (s.a.v) Efendimizin ümmeti için, Allah'tan hiçbir delil olmaksızın, sırf zan ve hevaya göre bir şahıs ve bir grubu dost bilip, diğer bir gruba düşmanlık besleyecek kadar tefrika ve ayrılığa düşmesi caiz olabilir? Cenab-ı Hak, Resul-i Ekrem'ini böylesi kimselerden beri kılmıştır.
Böyle bir şey, kendilerine muhalefet edenlerin kanım helal sayan ve müslümanların cemaatından ayrılıp çıkan Hariciler gibi, bid'at sahiplerinin vactı gı bir şeydir.
Ehl-i sünnet ve'1-cemaat ise, Allah'ın ipine sarılmıştır. Grubçuluğun asgari sınırı, kişinin hevasına uyan birini, ondan daha muttaki olsa bile bir başkasından daha üstün görmesidir.
Şu halde bize gerekli olan, Allah ve Resulünün takdim edip öne geçirdiklerini öne geçirmek onların geri bıraktıklarını geri bırakmak, Allanın ve Resulü’nün sevdiklerini sevmek, onların buğzettiklerine bugzetmek, Allah'ın Resulünün nehyettiklerini neh yetmek, onların rıza gösterdiklerine razı olmaktır. Müslümanların tek bir el halini almalarıdır. Şimdi durum bazı kimselerde, haklı ve isabetli olup kitap ve Sunnet'e muvafık da olduğu halde başkalarını sapık görüp kafir saymaya kadar varınca acaba halimiz nicedir?! Kaldı ki bu kişilerin bir müslüman kardeşi, dinî mes'elelerden herhangi birisinde hata etmiş bile olsa, her hata eden kişi kafir ya da fasık olacak değil ya!.. Hak Teala bu ümmet için hatayı ve unutmayı affetmiştir. Cenab-ı Hak, Kitab-ı Mübîn'inde, Hz. Peygamberin ve mü'minlerin duasını naklederken buyurmaktadır: "Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!" [91] Sahih bir hadiste, bu duaya mukabil Cenab-ı Hakk'ın: "Kabul ettim!" buyurduğu ifade olunmuştur.
Özellikle şunu belirteyim: Bazen size uygun olan bir kişi İslam'dan daha özel bir çerçevede bulunur. Mesela sizin gibi Şafiî mezhebine bağlı veya Şeyh Adiyy'e müntesiptir. Ama buna rağmen bir mes'elede size muhalefet eder ve olur ki o isabetli ve haklıdır. Şimdi, Cenab-ı Hak, müslümanların ve mü'minlerin hak ve hukuklarını da belirtmişken nasıl olur da bu kişinin ırzı, malı ve kanı helal sayılabilir?!...
Ve nasıl olur da, ne Allah'ın kitabında, ne Resûlü'nün Sünnet'inde aslı esası olmayan uydurma, bid'at bazı isimler sebebiyle bu ümmetin parça parça edilmesi caiz olabilir?!
Bu ümmet arasında cereyan eden alimlerini, meşayihini, idarecilerini ve ileri gelen zevatını parça ve grublara ayırma.. evet işte bu husus, düşmanların bu ümmete musallat olmasını gerektiren husustur. Ve bu durum onların başına, Allah ve Resulüne itaatla amel etmeyi terketmeleri yüzünden gelmiştir. Nitekim Hak Teala şöyle buyurur: '"Biz Hristiyanız" diyenlerin de sözünü almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık." [92]
İşte böylece insanlar ne zaman Cenab-ı Hakk'ın kendilerine emrettiklerinin bir kısmını terketmişlerse, aralarında düşmanlık ve kin zuhur etmiş, halk parçalara ayrıldığı zaman fesada düşmüş ve helaka uğramışlardır. Ama birleşip beraber oldukları zaman, durumlar düzelmiş ve hakimiyet sağlamışlardır. Çünkü cemaat rahmettir; ayrılık ise azabtır.
Bütün bu hususların düğüm noktası, emr-i bil-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker (iyiliği emredip, kötülükten sakındırmadadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Ey inananlar, Allah'tan size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi birleştirdi, O'nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki yola gelesiniz, içinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten men'eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir." [93] Birlik ve beraberbliği emretmek, emr-i bi'1-ma'rûf cümlesindedir; ayrılık ve tefrikadan sakındırmak ve Allah'ın Şeriatından çıkanlara hadleri tatbik etmek de nehy-i anil-münker'dendir." [94]
Daha önce birçok insanın hakkı batıl ile karıştırdığını söylemiştik. Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşlerini yaymak için okunmasını şiddetle tavsiye ettikleri bir eser olan Ş. Seyfuddin El-Muvahhid'in "İman" adlı eserine bakalım:
"Fakat herkes tarafından açık bir şekilde bilinmeyen bir küfrü olan kişileri, o küfrünü bilmediğinden dolayı tekfir etmeyen küfre rıza göstermiş olmaz.
Mesela: Kişi demokrasiye inanıyordur. Demokrasiye inanmak ise küfürdür. Çünkü demokraside hakimiyet halka verilmiştir. İslam'da ise hakimiyet yalnızca Allah'a aittir. Kişi demokrasinin bu manaya geldiğini bilmeyebilir. Bu kişiye önce bu durum izah edilir. Eğer düşüncesinde ısrar ederse tekfir edilir. Aynı şekilde bu kişiyi tekfir etmeyen kişiye de durum izah edilir. Kabul etmezse hiçbir mazereti kalmadığından dolayı ikinci kişi de tekfir edilir.
Tekfir edilecek kişinin küfründe bütün alimlerin icma etmiş olmaları gerekir. Bazı alimler tekfir etmesine rağmen bazıları etmemişse bu kişiyi tekfir etmeyen kişi tekfir edilmez.
Mesela: Hariciler ve namazı inkar etmeden, terkeden kişileri tekfir etmeyenleri tekfir etmemek gibi.
Allah-u Teala imanı ve küfrü Kur'an-ı Kerim'de açık bir şekilde belirtmiş ve Rasulullah (s.a.s)'de sahih hadisi şeriflerinde bunları bize açıklamıştır. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim ve sahih sünnete açık küfür olan bir şeyi yapan kişi kafir olarak isimlendirilir. Kafir olan bu kişiyi tekfir etmeyen de Allah'ın hükmüne karşı gelip başka bir hüküm verdiğinden dolayı kafir olmuş olur.
Kafirlere karşı dostluk gösterme ve onların dinini kabul etme. Şehadetin manası -daha önce de anlatıldığı gibi- Allah'tan başka, ibadete layık olmayan sahte ilahları reddetmek ve bütün ibadetleri yalnızca Allah'a yapmaktır. [95]
[73] Seyyid Kutub, İslam Kapitalizm Çatışması, Bir Yay. s. 97-103.
[74] a.g.e., s. 91.
[75] Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay. s. 46-47.
[76] Mevdudi, Gelin Müslüman Olalım, Pınar Yay. s. 50-51.
[77] Tevbe: 9/30.
[78] Maide: 5/ 73.
[79] Bakara: 2/221.
[80] Al-i İmran: 3/64.
[81] Ankebut: 29/46.
[82] Sa'd: 38/5.
[83] Bakara: 2/170.
[84] Mevdudi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129.
[85] İbn-ı Teymiyye, Külliyat, Tevhid Yay c.3. s. 197-198
[86] Bakara, 258
[87] Hucurat, 9-10
[88] îbn-i Teymiye, Külliyat, Tevhid Yay. ç.3. s. 237-239
[89] Al-i İmran, 103
[90] En'âm, 159
[91] Bakara, 286
[92] Maide, 14
[93] Al-i İmran: 3/103-104
[94] îbrı-i Teymiyye, Külliyat, Pınar Yay. c. 3. s. 357-359.
[95] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 129-150.