- İslam ahlak esasları 4

Adsense kodları


İslam ahlak esasları 4

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ehlidunya
Thu 14 March 2013, 09:38 pm GMT +0200

                                               İSLAM AHLAK ESASLARI

                                                         ÜNİTE 4
                  
                       DİNÎ AHLAK VE DİNÎ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI



DİNÎ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI

İlâhiyatçı ahlak olarak da adlandırılan dinî ahlak, ahlaki ilkelerin tabiatüstü bir güçten kaynaklandığını ifade etmektedir. Burada ahlaki ilkeler, ALLAH’ın ya da O’nun seçmiş olduğu elçinin emirleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinî ahlakta ahlaki değer olan iyiyle kötünün tayini, ilahî otoriteye bırakılmıştır. Buna göre iyi ALLAH’ın emrettiği, kötü ise yasakladığı şeydir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın yasak ve emirleri ilahî otoriteye bağlı kılınmıştır. Bütün bu dinlerin sunmuş oldukları emir ve yasaklar, genel olarak dinî ahlak kavramı altında ifade edilir. Biz burada bu kısa bilgiyi verdikten sonra, İslam ahlakının esaslarına geçebiliriz.
İslam ahlakı ya da dinî ahlak, ahlakla ilgili her türlü bilginin kaynağında öncelikle Kur’an olmak üzere, Kur’an ve Sünnete yer veren ve model alınacak en ahlaklı insan örneği olarak da hiç kuşkusuz Hz. Peygamber’i gören bir İslam ahlak anlayışı ya da kuramıdır. İslam ahlakı, bazı kaynaklarda gelenekçi ahlak ya da dinî ahlak başlığı altında değerlendirilmiştir. Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki, İslam ahlakının gelenekçi ahlak başlığı altında değerlendirilmesinin nedeni, bu ahlakın kaynağında Kur’an ve Sünnetin olmasıdır. Nitekim ahlaki konulara bakışta, İslam’ın ilk devrindeki tavrı korunarak, o zaman olduğu gibi, Kitap ve Sünneti ahlakın temeli ve mutlak kaynağı kabul eden, bu kaynakların ortaya koyduğu ahlakı, her türlü beşerî ahlak görüşlerinin üstünde tutan çalışmalar karşımıza çıkmaktadır. Daha çok hadisçiler ve fıkıhçılar tarafından tertip veya telif edilen bu tür eserlerde, Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde yer alan ahlak kaide ve kanunları tartışmasız bir şekilde benimsenerek, işlenen konularla ilgili ayet ve hadislerden bolca örnekler verilir. Ortaya konulan fikirler dinî nasların yorumu doğrultusundadır. Bu çalışmalar, yeni bir ahlak kuramı ortaya koymaktan ziyade, sıradan bir insanın ahlaki durumunu ve kabiliyetlerini birinci derecede göz önüne almaktadırlar. Yine bunlar, İslam ahlakının ameli hükümlerini ve bu hükümlerin dayandığı dinî ilkeleri içermektedir. (Çağrıcı, 1991: 65) Buraya kadar verdiğimiz bilgiler gösteriyor ki, geleneksel ahlak dediğimiz şey, İslam’ın temel kaynaklarını referans alarak oluşturulan ahlaktır. Bu anlamda onu, İslam ahlakıyla aynı göstermek yanlış olmaz.

Ahlaki kötülüklerden korunmak, ahlaki faziletlerle bezenebilmek için Kitap ve Sünnetten başka ilim ve feyiz kaynağına ihtiyaç duymamış olan Müslümanlar, seçkin Ashap ile Tabiinden başka rehber ve modellere de önem vermemişlerdir. (Ahmed Naim, 1995: XXX)
Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki, İslam ahlakının Kitap ve Sünnet ile temellendirilmiş olması, ahlaki alanda aklın önemini kesinlikle azaltmadığı gibi, İslam dininde ahlaki görevlerle ilgili buyrukların oldukça çok olması da, yine İslam ahlakına akli niteliğinden bir şey kaybettirmez. İnsanın, kendi dışındaki bir otorite tarafından belirlenmiş olan bu ahlak buyruklarına itaat etmesi, yine ahlaki görev tasavvurunu akıldan alması anlamına gelmektedir. Çünkü insanın Müslüman olup iman etmesi, akli delillendirme sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu anlamda dini kabul eden Müslüman için ahlak buyruklarının dinden kaynaklanması, onların aynı zamanda rasyonel temelli olduğunun da bir göstergesidir. Çünkü daha başlangıçta dinin kabulü, akli istidlal ile gerçekleşmiştir. Bunları ifade ederken, ahlakın akıldan kaynaklandığını söylemiyoruz. Söylediğimiz şey, Kur’an ve Sünnet kaynaklı ahlak ilkelerinin akla uygunluğudur. (Ahmed Naim, 1995: XXX)
İslam’a inanmış bir insan, bu iman ile birlikte mantıken başka birtakım temel ilkeleri de kabul etmiş olacaktır. Bu kabulün, birtakım bilgileri de beraberinde getireceği bir gerçektir. Bu bilgilerin en önemlilerini şu şekilde sıralayabiliriz:
 Akli delillendirme sonucunda İslam dinine inanmış olan her insan, aynı zamanda iman ettiği Yüce ALLAH’ın kâinatın yaratıcısı olduğunu da bilir.
 İnsani yaratılışın her türlü inceliklerini bilen Yüce ALLAH’ın, insan için gerekli olan terbiyenin nasıl olması gerektiğini de insandan daha iyi bileceğini de bilir.
 Yaratılmış varlık dünyasından hiçbir şeye muhtaç olmayan Yüce Yaratıcının emirlerinin daima iyilikle ilgili, yasaklarının da daima kötülükle ilgili olduğunu bilir. (Ahmed Naim, 1995: XXXIII)
Bütün bu bilgiler ışığında denilebilir ki, ALLAH’ın peygamberler gönderip, onlar aracılığıyla emir ve yasaklarını bildirmesi, akıl için bir kolaylaştırma olacak ve insanı rahatlatma kabilinden bir yardım ve irşat anlamına gelecektir.
İslam ahlakı Asr-ı Saadet’te tedvin edilmiş bir durumda değildi. Kur’an ve hadislerdeki ahlak ilkeleri Sahabe tarafından kendi anlayış ve yaşayışlarına göre uygulanırdı. Eğer bir problem çıkarsa, bu problemler de Hz. Peygamber tarafından çözülürdü. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ise, Kur’an ve Sünnetten hareketle İslam’ın ahlak esasları belli eserlerle ortaya konulmaya başlandı. Başta Kütüb-ü Sitte olmak üzere hemen bütün hadis mecmualarının bazı bölümleri özellikle ahlakla ilgili hadisleri içermektedir. Örneğin Sahih-i Buhâri’de “Kitâbu’l-edeb”,

Sahih-i Müslim’de “Kitâbu’l-birr” ve “Kitâbu’l-edeb” tamamen ahlaki hadisleri içermektedir. Hadis mecmualarının bu bölümlerinde ahlaki hadisler “bab”lara ayrılmış olup, bu hadisler üzerinde eser sahiplerinin herhangi bir şahsi yorum ve açıklamasına rastlanmaz. Ancak daha sonraki kuşaklar, bu eserler üzerine birtakım şerhler yaparak, yorum ve açıklamalara gitmişlerdir.
Fıkıh kitaplarına baktığımızda, bu kitaplar, Kur’an ve hadislerde geçen ahlaki esasları bünyelerine alarak bir ahlak sistemi ortaya koyduklarını görürüz. Bu kitaplarda, ibadet ve hukuka dair konular yanında, bunlarla yakın ilişkisi bulunan bazı ameli ahlak konularına da yer verilmiştir. Nitekim “furû-u fıkh” alanındaki kitaplarda yer alan temizlik, niyet ve ihlâs, anlaşmalarda ahde vefa, zekât ve sadaka, beşerî münasebetlerde adalet ve ihsan gibi fazilet ve iyilikler; diğer yandan içki, kumar, zina, faiz, ihtikâr, rüşvet, gasp gibi ahlaki fenalıklar; ailevi ve toplumsal haklar ve sorumluluklar geniş bir şekilde işlenmektedir. (Çağrıcı, 1991: 65-66)
Biz burada, İslami ilimlerle uğraşan bazı âlimlerin Kur’an ve Sünnetten hareketle ortaya koydukları İslam ahlak esaslarıyla ilgili yazmış oldukları bazı eserlerden kısaca bahsetmenin yararlı olacağına inanıyoruz.
 İmam-ı Buhârî (ö.256/870)’nin el- Edebü’l-müfred’i: Buhâri, bu eserinde yalnızca ahlak ve adaba dair hadisleri ve haberleri bir araya getirmiştir. Bu eser, geleneksel ya da dinî ahlakın ilk örneklerinden birisidir.
 İmam Mâverdî (ö.450/1058)’nin Edebü’d-dünya ve’d-din’i: Bu eserinde Mâverdi, kendi görüşlerini ayet ve hadislere dayandırmaya özellikle dikkat etmekte, İslami espriye sadık kalmak şartıyla Arap edebiyatından şiir ve hikmetli sözleri bolca nakletmektedir. Birinci bölümde, aklın mahiyeti ve değeri, nefsin kötü isteklerine uymanın zararları konu edilmektedir. İkici bölümde işlenen konu ise, ilim ahlakıdır. İlke olarak ilimlerin hepsinin değerli olduğu kanaatinde olan Mâverdi, buna rağmen en değerli ilmin din ilmi olduğunu vurgulamaktadır. Onun din ilminden kastı, insanın dinî, ahlaki ve hukuki yükümlülüklerini belirleyen disiplinlerin bütünüdür. Üçüncü bölümde, İslam’da dinin edebi konu edilmektedir. Burada dinî ve ahlaki yükümlülükler, ibadetlerin hikmetleri, insanı, görevlerini yapmaktan alıkoyan olumsuz nedenler geniş bir şekilde incelenmektedir. Dördüncü bölümün konusunu ise, İslam’da dünya edebi oluşturmaktadır. Burada insanın sosyal bir varlık olduğu görüşünden hareketle, sosyal ahlak ele alınmakta ve sosyal hayatı iyileştirmenin, mutlu bir dünya düzeni kurmanın ahlaki ve iktisadî şartları ele alınmaktadır. Beşinci bölüme gelince, burada İslam’da nefsin edebi üzerinde durulduğu görülmektedir. Bir tür ahlak pedagojisi olan bu bölümde, ahlaki eğitimin zorunluluğu vurgulanmakta, belli başlı ahlaki erdemlerle, bunları kazanmanın yolları; ahlaki erdemsizlikler ve bunlardan da uzak durmanın çareleri ortaya konulmuştur.

 İbn Hazm (ö.456/1064)’ın İlmu’l-ahlak’ı: İbn Hazm bu eserinde, erdem ve erdemsizliklerin tanımlarını yapmakta, mutlu insanı kendisini erdemlere alıştıran, mutsuz insanı ise erdemsizliklere bulaşmış ve bundan hoşlanmayan insan şeklinde tanımlamaktadır. Ona göre, ahlaki güzellikler ve erdemlerle bezenmek isteyen bir kimsenin Hz. Peygamber’in örnek ahlakını kendisine rehber edinmesi gerekir. Çünkü Resulullah’ın ahlakı, ALLAH tarafından övülmüştür. O bütün hayırlarda en önde olan insandır. Tüm erdemler en mükemmel şekliyle onda toplanmış olup, o her türlü kusurdan arındırılmıştır.
 Gazâlî (ö.505/1111)’nin Kimya-ı Saâdet’i: Gazâlî, bu eserinde, ALLAH’ı bilenin kendisini bileceğini ve eylemlerini buna göre yapacağını vurgulamaktadır. Komşu, akraba, ana-baba ve çocuk haklarının ayrıntılı olarak işlendiği bu kitabın “Helak Ediciler” bölümünde, nefsin riyazeti çeşitli şekillerde ele alınmaktadır. Son bölüm olan “Kurtarıcılar”da ise, büyük ve küçük günahlar ve tövbe konusu işlenmektedir.
 M. Abdullah Draz (ö.1958)’ın Kur’an Ahlakı: Bu eserin birinci kısımda, ahlak nazariyesi işlenmektedir. Ahlaki yükümlülüklerin kaynakları, ahlaki yükümlülüğün özellikleri, ahlaki müeyyide, niyet ve ahlaki fiilin tabiatı, kötü niyetler, gayret vb. konular tafsilatlı olarak ele alınmaktadır. İkinci kısımda ise, ferdi ahlak, aile ahlakı, sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dinî ahlak ortaya konulmaktadır.
 Abdurrahman Azzam’ın Resul-i Ekrem’in Örnek Ahlakı ve Kahramanlığı: Bu eserde, hak davasında sebat; şecaat ve cesaret; sözünde durma, az ile yetinme, tevazu ve hoşgörü, ibadet, bağışlama, merhamet ve iyilikseverlik, siyaset ve idaredeki üstün başarı ve vicdan hürriyeti ele alınmaktadır.
Babanzâde Ahmed Naim (ö.1934)’in İslam Ahlakının Esasları: Bu eserde, güzel ahlakın İslam’daki önemi, iman ile güzel ahlak arasındaki yakın ilişkiyi açıklayan dinî ve akli deliller, insan hürriyeti ve sorumluluğuna işaret eden ayet ve hadisler, iyi ve kötü işin karşılığı gibi konular işlenmektedir.
 Mustafa Çağrıcı’nın Ana hatlarıyla İslam Ahlakı: Bu eserde de, ahlakın tarifi ve mahiyeti, İslam ve İslam ahlakı, İslam ahlakının doğuşu ve gelişmesi, İslam’ın belli başlı ahlak problemlerine bakışı, İslam ahlakının ameli ve tatbikî cephesi gibi konular ayrıntılı olarak işlenmektedir.
 Macid Fahri’nin İslam Ahlak Teorileri: Bu eserde, Kur’ani ahlak ilkeleri çeşitli başlıklar altında değerlendirilmekte, kelami ahlak ve felsefi ahlak örnekleriyle ortaya konulmakta, kitabın son bölümünde ise, dinî ahlak, İslam düşünürlerinin görüşlerinden hareketle çeşitli şekillerde ele alınmaktadır.
Hüsameddin Erdem’in Ahlak Felsefesi: Erdem, bu eserinde, ahlak ve ahlak felsefesinin ne olduğuyla ilgili genel bilgiler ortaya koymakta, ahlak felsefesinin problemlerini, ahlaki değerler, ahlaki yargı, ahlak fiilinin menşei, ahlaki vazifeler vb.

İmanın hakikati ve özü, kalbin tasdikidir.
başlıklar altında değerlendirmektedir. Uygulamalı ahlak adı altında da ferdi ahlakı, toplumsal ahlakı ve devlet ahlakını ayrıntılı olarak işlemektedir.
 Cafer Sadık Yaran’ın İslam’da Ahlakın Şartı Kaç: Bu eserde ise, çağdaş küresel sorunlar ve ahlak, İslam ahlakındaki temel erdemler, temel erdemler açısından İslam ahlakının türleri, temel İslami erdemlerin belirlenmesinin yararları ve yolları işlenmektedir.
Burada zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz İslam ahlakıyla ilgili tüm eserlere baktığımızda, bunların İslam’ın ahlak esaslarını özetle şu başlıklar altında değerlendirdiklerini görmek mümkündür: ALLAH’a iman ve kulluk, ALLAH ve Resulü’nü sevmek, ALLAH’ın nimetlerine şükür ve kanaat, tevekkül ve kazaya rıza, korku ve ümitle ALLAH’a yalvarma ve bağlanma. Şimdi bunları ayrıntılı olarak ele almaya çalışalım:

ALLAH’A İMAN VE KULLUK


İman, ALLAH’ın tevhit ve sıfatlarını, bütün peygamberlerini ve bilhassa Peygamber’imizinsav peygamberliğini ve getirdikleri hükümlerin hakikatini tasdikten ibarettir. Buna göre imanın hakikati ve özü, kalbin tasdikidir.
Müslümanlığın birinci temeli, ALLAH’a imandır. ALLAH’ı bilmek ve O’na iman etmek, her mükellef üzerine farzdır. Bu bilginin doğru yolu, sahih düşünmedir. Yani bütün âlemi ibret gözüyle seyretme ve bunlarda cereyan eden terbiye ve tekâmül nizamının cereyan şeklini tefekkür ederek, ALLAH’ın varlığını ve birliğini anlamak ve tasdik etmektir. Çünkü kâinat ve onun her zerresinde cereyan eden her şey, ALLAH’ın vahdaniyetini dile getirir.
ALLAH’ın varlığı ve birliği, âlemin her kısmında ve her zerrede bu derece açık olarak okunduğu içindir ki, birçok âlim ve filozof, bunu ispat için delile lüzum olmadığını, bunun apaçık ve her insanda fıtri olduğunu söylemişlerdir. Yani yüce bir varlığa bağlanmak, inanmak, insanın yaratılışından, tabiatından doğan bir ihtiyaçtır. Kâinattaki bütün varlıklardan üstün olmasına rağmen insan, kendisinde hissettiği aczi, yüce, sonsuz ve kâmil bir varlığa bağlanmakla telafi etmektedir.
İnsan, ALLAH’ın varlığını anlamak, O’nu isimleriyle ve sıfatlarıyla tanımak ve o suretle iman etmekle mükelleftir. Buna göre ALLAH’a iman etmek demek, O’na mahsus ve vacip olan yüksek sıfatları, O’nun hakkında caiz veya mümteni olan şeyleri bilip öylece tasdik etmek demektir. İnsanın üzerine farz olan da budur. Farz olan bu görevi yerine getiren insan, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kendi fıtratında var olan inanma arzusunu doğru bir şekilde yerine getirmiş olur. ALLAH’a inanmayanların, uydurdukları tanrılara, hurafelere, ideolojilere, sistemlere ve

şahıslara bağlı olmaları, onlara inanmaları, insanların bir şeye inanmak ihtiyacının vazgeçilmez olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun içindir ki, büyük İslam ahlakçıları, ALLAH’a iman ve O’na kulluk üzerinde durmuşlar, ALLAH’a karşı vazifelerimizi de, ALLAH’ı bilmek ve ALLAH’a ibadet diye iki kısma ayırmışlardır. ALLAH’ı bilmek demek, ALLAH’ın zat ve sıfatlarını, büyüklük ve üstün kudretini bilmek, bütün varlığı yaratan, onların rızkını veren, onları yaşatan ve öldürenin ancak ALLAH olduğunu idrak etmektir. (Erdem, 2003: 129)
İnsan bu şekilde ALLAH’ın varlığına iman edince, ALLAH’a karşı sorumluluğunun olduğunun da farkına varacaktır. Buna da kulluk bilinci denir. Kul olduğunun bilincine varan insan, ALLAH’ın kendisinden istediği şeyi yerine getirecektir. Bu anlamda insanın birinci görevi, öncelikle ALLAH’a itaat, sonra da sırasıyla peygamberlere, anne-babaya, yöneticilere ve büyüklerimize itaattir. Dolayısıyla ALLAH’ı tanıyıp O’nun emirlerini bilen bir insanın, ahlaksız bir hayat yaşaması mümkün değildir. Çünkü her ahlak kanunu, bizi bir vazifeyle mükellef kılar. Bir mükellefin bu vazifeden dolayı sorumlu tutulmaması halinde, ahlak kanunu bütün gücünü ve önemini kaybedecektir. ALLAH’ı tanıyıp, emirlerini yerine getiren insan, bundan dolayı kendisine mükâfat ve ceza verileceğini bildiği için düzenli bir hayat yaşama gayreti içerisinde olacaktır.
İnsanlık tarihine baktığımızda, insan aklının kendisine sorumluluk yüklemeyen ahlak anlayışlarını reddettiğini görebiliriz. Bunun içindir ki diğer bütün ilahî dinler gibi İslam dini de bütün insanların sorumluluğa tabi olduklarını belirtmiş, bu hususta peygamberleri de sorumluluktan beri kılmamıştır. İnsanın ALLAH’a karşı vazifesinin olması, onun bir sorumluluk varlığı olduğu sonucunu doğurur. (Çağrıcı, 1991: 138) Kur’an-ı Kerîm bu hususu şöyle ifade eder:
İnsan muhakkak ki, yapacağı bütün işlerinde inancının tesiri altındadır. İnanç ve İslam’ın esası sayılan tevhit, insan hayatının bütün yönlerinin ALLAH’ın kudret elinde olduğunu bilip, O’nu, bütün âlemin sahibi olarak tanımasıdır. ALLAH’a itaat ve saygıdan kaçmak, O’nun zat ve sıfatlarına, hukuki tasarruflarına ortak koşmak ise tam anlamıyla nankörlüktür. Kur’an, ALLAH’a iman ve itaat edenin kalbini hidayete ve doğru yola ulaştıracağını ifade etmektedir. Nitekim Teğâbûn suresinde şöyle buyurulmaktadır:
Siz boş yere yaratıldığınızı ve bizim huzurumuza dönmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn/23:115).
“İnsanlar imtihana çekilmeden, iman ettik, demekle bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût/29:2)

Bu ayette görüldüğü gibi, ALLAH’ın ilmi, iradesi ve takdiri olmadan insana hiçbir musibet gelmeyecektir. Fakirlik, hastalık, ölüm ve üzüntü gibi sıkıntıların ALLAH’ın takdiriyle olduğuna inanan kimse, bu kötülüklerden sarsılmadan kurtulur. Çünkü onun kalbi, sabır ve metanetle ferahlamaktadır. Hac suresinde ise şöyle buyurulmaktadır:
ALLAH’a karşı iman vazifemizden sonra gelen diğer vazifelerimiz de, ibadetlerimizdir. ALLAH’a iman eden bir insan, kulluk bilinciyle O’nun kendisine verdiği nimetlere şükreder ve O’na karşı ibadetlerini yerine getirir. Din ile ahlak arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle ALLAH’a karşı bir ibadet ve şükür vazifesi olduğunu bilmeyen kişinin, ahlaki erdemler sergilemesi oldukça zordur. Çünkü İslam inancına göre insan, ALLAH’a ibadet etmek amacıyla yaratılmıştır. (Erdem, 2003: 129) Kur’an-ı Kerîm, bunu şu ayetle net bir şekilde ortaya koymuş, insanın her işe kabiliyetli olmasıyla birlikte asıl maksadının, Hakk’a ibadet etmek olduğunu beyan etmiştir:
Şunu ifade etmek gerekir ki, kulluk, yalnızca düşünce ve sözlerle ortaya konulamaz. Bu yüzden Mevlânâ, ibadetlerin, insanın ALLAH’a inancı, sevgisi konusunda birer şahit olduğunu dile getirmektedir.
Mevlânâ’ya göre sevgi, fikir ve manadan ibaret olsaydı, bize oruç ve namaz lüzumlu olmazdı. Bu yüzden bağlılık ve sevgiden bir eser olsun diye dostlar birbirine hediye verirler. O hediyeler, bağlılığın ve sevginin şahitleridir. İşte bütün ibadetler, ALLAH’a itikat için birer şahit durumundadırlar. (Yeniterzi, 1997: 70)
İbadetlerin insanın iman ve takvası üzerindeki tesirleri büyüktür. Bu yüzden İslam ahlakçıları, amelsiz itikadı ışıksız fenere benzetirler. Işık vermeyen bir fener ise, faydasız olduğundan, makbul de değildir. Buna göre dinî emirlere uymayan bir müminin değeri yoktur.
İbadetler, sevap ve mükâfatın dışında kalp ve vicdanın temizlenmesi hususunda büyük yararlar sağlar. Bu yararların başında ise, insanın yasaklardan uzaklaşması, kötülüklerden temizlenmesi ve korunması gelmektedir. Nitekim Hz.
“Bir de, kendilerine ilim verilenler, eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm vaki olursa, emin olmalıdır ki, ALLAH ona mutlaka yardım edecektir. Hakikaten ALLAH, çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir.” (Hac/22: 54)
“Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât/51:56)
“ALLAH’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim ALLAH’a inanırsa, ALLAH onun kalbini doğruya götürür. ALLAH her şeyi bilendir.” (Teğâbûn/64:11)

Sevgi, hayatın aslı ve özüdür.
Peygamber, namaz ve oruç ibadetinin, insanları kötülüklerden koruyacağını belirtmektedir. (Erdem, 2003: 130) Kur’an-ı Kerîm, namazın, ahlakı yükseltmek ve kalbi temizlemek noktasından taşıdığı değeri en mükemmel şekilde şöyle ortaya koymaktadır:
ALLAH, kullarına yakın olduğunu, kendisine dua edenin duasını kabul edeceğini ve doğruya ulaşmaları için kendisine inanıp güvenmelerini emretmektedir.
ALLAH, kullarına umut aşılamakta, onları ALLAH’a sığınmaya davet etmektedir. Hz. Peygamber, “Asıl ibadet duadır, Rabbiniz, Bana dua edin dileğinizi vereyim, dedi” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in duaları, İslam’da ibadetin anlamını ortaya koyduğu gibi, İslami öğretilerdeki ahlak unsurunun güzelliğini de ortaya koymaktadır.
Bütün ibadetler, ALLAH yolunda nefsi terbiye etmek için birer araçtır. Yaratan ile yaratılanlar arasında sürekli bir ilişkinin var olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, yaratılan varlıkların en üstünü olan insanın, Yaratana ulaşmak için insanlığa hizmet etmesi de bir ibadet olarak sayılmıştır. Nitekim Türkçede güzel bir söz vardır: “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.”
Mâverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din adlı eserinde, insanın hayatını düzenleyen üç şeyden bahsetmektedir. Bunlar: Beşerî ihtiyacı karşılayan madde, doğru yola sevk olunduğunda itaat eden, günahtan men olunduğunda neticeyi kabul eden itaatli nefis, kalplerin meylini üzerine toplayan, fenalıkları def eden sevgi. (Mâverdî, 1998: 221)

ALLAH VE PEYGAMBER SEVGİSİ

Sevgi, insana etki eden, acısını tatlıya, hastalığını şifaya, derdini devaya, sıkıntısını nimete, kahrını rahmete dönüştüren bir duygudur. Her türlü kemale erişmenin kaynağında sevginin olduğunu görmek mümkündür. Çünkü sevgi, hayatın aslı ve özüdür. Sevgi hayatın ve varlığın aslı olduğuna göre, sevginin en ileri noktası olan ALLAH ve Peygamber sevgisi, her şeyin üzerinde bir değere sahiptir. ALLAH sevgisi kavramı, iki anlamı ifade etmektedir. Bunlardan birincisi, insanın ALLAH’ı sevmesi; ikincisi ise, ALLAH’ın insanı sevmesidir. Kur’an’da her iki sevgiden de söz edilmiştir. Bilindiği gibi ALLAH’ın güzel isimlerinden biri olan Vedûd ismi de her
“Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. ALLAH’ı anmak, elbette en büyük ibadettir. ALLAH, yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût/29:45)

iki anlamı içermektedir. İnsanın ALLAH’ı sevmesi, iki şekilde tezahür etmektedir: ALLAH’ı sevmek ve ALLAH için sevmek. ALLAH’ı sevmek, insanın ALLAH’ı, O’nun Kur’an’da kendisini tanıttığı nitelikleriyle tanıması, O’na ve Peygamber’i vasıtasıyla bildirdiği hak dine iman etmesi, emir ve yasaklarına uyması, kaza ve kaderine ve O’ndan gelene razı olması, O’nun iradesi doğrultusunda hareket etmesidir. (Karagöz, 2009: 12; Erdem, 2003: 131)
Kur’an’da, insanın ALLAH’ı sevmesinin göstergesi olarak Peygamber’e itaat ifade edilmiştir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır:
Peygamber’e itaat, onun tebliğ ettiği İslam dinini kabul edip ilkelerini, hüküm ve tavsiyelerini uygulamak, onu rehber, örnek ve önder edinmektir. Yukarıdaki ayette ifade edildiği gibi Peygamber’e itaat, ALLAH sevgisinin ayrılmaz bir parçası olarak zikredilmiş, dolayısıyla Peygamber’in gösterdiği yolu gönülden benimsemeyen kişinin ALLAH’ı sevdiğini iddia edemeyeceği belirtilmiştir.
ALLAH sevgisinde, Peygamber’e uymak, yani onun sünnetine tabi olmak olmazsa olmaz bir şarttır. Çünkü ALLAH sevgisi ve O’na itaat ile Peygamber’ine uyma ve tebliğ ettiği dine teslim olma arasında sıkı bir bağ vardır. Peygamber’e uyan doğru yolu bulur, güzel eylemlerde bulunur, ona uymayan kimsenin ise, ALLAH’ı sevdiğini söylemesi, anlamsız bir ifadeden öteye geçemez. ALLAH ve Peygamber’in emir ve yasaklarına uymamak, ALLAH sevgisiyle asla bağdaşmaz. ALLAH’ı seven, ALLAH’ın emir ve yasaklarına uyar. Bu emir ve yasaklara uygun davranma, insanın ahlaklı bir eylem ortaya koymasının nedenini oluşturmaktadır. (Karagöz, 2009: 14)
İnsanın ALLAH’ı sevmesi bir kulluk görevidir. Çünkü insanı yaratan, yaşatan ve rızık veren O’dur. Nitekim insanda kendisine ALLAH’ın nimetlerini göstermesiyle yoğun bir sevgi oluşmaktadır. Bunun içindir ki, sevgili Peygamber’imiz “Sizi nimetleriyle rızıklandırdığı için ALLAH’ı seviniz” (Tirmizî, Menakıb: 33), buyurmaktadır. Bütün ahlakçılar, sevgiyi, insan ruhunun ve kalbinin gıdası olarak görmektedirler. Mâide suresinde şöyle buyrulmaktadır:
“De ki, eğer ALLAH’ı seviyorsanız, bana uyun ki, ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü ALLAH çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmrân/3:31)
“Ey müminler! Sizden kim dininden dönerse, öyle bir toplum getirir ki O, onları sever, onlar da O’nu severler; onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. ALLAH yolunda çalışırlar. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu, ALLAH’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. ALLAH, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Mâide/5: 54)

Şükür; nimeti değil, nimeti vereni görmektir.
Bu ayette görüldüğü gibi, seven insanların beş ahlaki özelliğinden söz edilmektedir.

İman,

Müminlere karşı mütevazı olma,

Kâfirlere karşı izzet sahibi olma,

ALLAH yolunda çalışma,

İslam’ı yaşama konusunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmama. ALLAH’ı seven insan, bunu söz, fiil ve davranışlarıyla ortaya koyar ve sergilediği bu ahlaki tutumuyla örnek olarak insanlara ALLAH’ı sevdirmeye çalışır ve bunu yapmakla da ALLAH’ın sevgisini kazanır. ALLAH için sevmeye gelince, bu da ALLAH sevgisinin bir gereğidir. ALLAH’ı seven, ALLAH’ın sevdiklerini de sever. Varlıkları ALLAH için sever. ALLAH’ın sevgisini ve hoşnutluğunu sağlayacak sözleri söyler, eylemleri yapar ve davranışları sergiler. Sevdiklerini ALLAH için sevmek, kâmil bir imanın sonucudur. (Karagöz, 2009: 15-25)
Aşağıdaki hadisler de bu hususa işaret etmektedir:
Eylemlerini ALLAH için sevmeye göre sergileyenlerin kötü eylemlerde bulunması, ahlaksız bir hayat yaşaması söz konusu olamaz. ALLAH için seven, ALLAH’ın yaratıklarına karşı hor ve hoşa gitmeyen eylemler sergilemez. Nitekim Yunus Emre, bu durumu özetle şu şekilde ifade etmektedir:

ALLAH’IN NİMETLERİNE KARŞI ŞÜKÜR VE KANAAT


Şükür, insanın, nimeti kendisine vereni düşünüp, bu ihsanından dolayı o nimeti verene hamd etmesi ve o nimeti kendisine verenin gösterdiği istikamette kullanmasıdır. Yani ALLAH’ın nimetlerini bilip, karşılığında kulluk ve ibadet vazifesiniyerine getirmesidir. Şiblî, şükrü şu ifadeleriyle çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır: “Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir.”

Yaratılanı hoş gördük, Yaratandan ötürü.
“Amellerin en faziletlisi, ALLAH için sevmek ve ALLAH için kızmaktır” (Ebû Dâvud, Sünnet: 3)
“ALLAH için sevmek ve ALLAH için kızmak, imanın gereğidir.” (Buhârî, Îmân: 1)
“Kim ALLAH için sever, ALLAH için kızar, ALLAH için verir ve ALLAH için men ederse, imanı kemâle ermiştir.” (Ebû Dâvud, Sünnet: 16)

İslam ahlakçıları, şükrün üç çeşidinden söz etmişlerdir. Bunlar; kalp, dil ve bedenle yapılan şükürdür. Kalp ile şükür, nimet verenin ALLAH olduğunu bilmek; dil ile şükür, nimet sahibini itiraf ile hamd; beden ile şükür ise, bedeni ALLAH’ın yasaklarından korumak ve ALLAH’ın buyruklarına uymaktır. (Erdem, 2003: 132) ALLAH’ın vermiş olduğu nimetlere şükretmek, verilenlerin daha da artmasına sebebiyet vermektedir. Nitekim Yüce Rabbimiz, insanların “Nimetlerine şükredip nankörlük göstermemesini” (Bakara/2:152) istemekte ve bunu yaptıklarında da nimetini arttıracağını (İbrahim/14:7) haber vermektedir.
Yukarıdaki ayette de ifade edildiği gibi, nimet, şükür ile çoğalıp varlığını sürdürürken, nankörlükle de yok olup gitmektedir. Nankörlük, nimete şükretmemek, iyiliği tenkit etmek, küçümsemek ve tersine yorumlamaktır. Nankörlüğün en kötüsü, yapılan iyilikleri tamamen unutup, onlara karşı kötülük yapmaktır. Böyle bir nankörlük duygusunun gelişmesinin nedeni ise, insanın vicdani bir terbiyeden mahrum olmasıdır. Yüce ALLAH, nimetlerine karşı nankörlük edenleri şu şekilde kınamaktadır:
Bir toplumda nankörlük yaygınlaşırsa, orada sevgi ve merhametten söz edilemez. Çünkü ALLAH’ın vermiş olduğu nimetlere karşı nankörce davranan, insanların da kendisine verdiği iyi şeylere nankörlük edecektir. Bu yüzden verilen nimetlere şükretmek ALLAH katında değerli olduğu gibi, toplumsal düzen için de çok olumlu sonuçlar doğuracak bir eylemdir. Örneğin, ALLAH’ın verdiği nimete şükreden bir insan, nimetleri yaratılış amacına uygun olarak harcayacaktır. Kendisinde var olan malın şükrünün zekâtını vermekle ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmekle yerine getirecektir. İlmi varsa, bunun şükrünü de, ilmiyle amel etmekle ve bu ilmi başkalarına öğretip faydalı bir toplum yetiştirmekle sağlayacaktır. Sağlığının şükrünü ise, hastaları arayıp sormakla ve şifa bulmaları için onlara yardımcı olmakla ifa etmiş olacaktır. (Erdem, 2003: 132)
Kanaatle ilgili de şunları söylemek mümkündür. Bilindiği gibi Yüce Rabbimiz, insanlara dünya ve ahirette hayır getirecek şeyleri emretmiştir. Bu yüzden bir mümin için en kâmil vasıflardan biri kanaattir. Türkçede “tok gözlülük” diye ifade edilen kanaat, insanın hissesine düşen rızka razı olması, mevcut olan ile yetinmesi, olmayan şeye ise heveslenmemesidir.
“ALLAH iman edenleri esirger. Şu da muhakkak ki ALLAH, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.” Hac/22: 38.

“Kanaati olmayanı servet zengin etmez.”
Büyüklerimiz, kanaatin, tükenmek bilmeyen bir hazine olduğunu ifade etmektedirler. Kanaatkâr olmayan bir toplumun huzur bulması mümkün değildir. Çünkü ALLAH'ın verdiğine razı olmayan insanların kalpleri hırsla dolacak ve bu da o insanları huzura kavuşturmayacaktır. Kalplerini hırs bağlamış insanlar, meşru yollarla erişemedikleri menfaatlere, meşru olmayan yollarla ulaşma sevdasına kapılacakları için gece ve gündüz huzursuz olacaklardır. Kanaat sahibi olmayan insan, varlıklı da olsa fakir, kanaatkâr olan ise yoksul da olsa, göz ve gönül tokluğu gibi bir zenginliğe sahiptir.
Peygamber’imiz şöyle buyurmuştur:
Elindekine kanaat eden insanlar, kendilerinden daha kötü durumda olan insanları görünce, kendi hallerine şükreder ve o insanlara şefkat ve merhametle yaklaşırlar. Bu yüzden şükür ve kanaatin yaygın olduğu bir toplumda, huzur ve barış olacaktır. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
Müslüman olan, ahiretin ebedî felaketinden; kâfi miktarda malı bulunan, dünya sefaletinden; kanaat sahibi olan ise, dilencilik rezaletinden kurtulmuş demektir.
Hz. Peygamber’in hayatını kanaat prensibine uygun olarak düzenlediği kaynaklarda sabittir. Kanaat, hiçbir zaman az çalışmak, tembellik etmek anlamında değerlendirilemez. O, sadece ALLAH’ın insana takdir ettiğine razı olmaktır. Sa'd b. Ebi Vakkâs’ın oğluna şöyle nasihat ettiği bildirilmektedir:
Bu ifadeler, bize, kanaatin ruhi ve ahlaki bir vasıf olduğunu göstermektedir.
“Zenginlik istediğin zaman, onunla beraber kanaat de iste. Çünkü kanaati olmayanı servet zengin etmez.”
“Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise, sanki dünyalar onun olmuştur.” (Tirmizî, Zühd, 34)
“Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilakis zenginlik göz tokluğuyladır” (Buhârî, Rikak: 15)
“İslam hidayeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu.” (Tirmizî, Zühd: 35)

Tevekkül eden kişi, tohumunu önce yere atar, ondan sonra tevekkül eder.

ALLAH’A TEVEKKÜL VE KAZAYA RIZA GÖSTERMEK

Tevekkül, sözlükte, güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak bir şey kalmadıktan sonra ALLAH’a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini ALLAH’a bırakmak demektir. Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. (Erdem, 2003: 133)
Tevekkül eden kimse, ALLAH’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir. Fakat ne kadere inanmak ne de tevekkül etmek, gerilik ve miskinlik anlamına gelir. Kadere iman ve tevekkül, çalışmaya ve ilerlemeye mani değildir. Çünkü inanan insan, olayların, ilahî düzenin ve kanunların çerçevesinde, neden-sonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir.
Müslüman, tohum ekilmeden ürün elde edilemeyeceğini, ilaç kullanmadan tedavi olunamayacağını bilmektedir. Bunun için yapacağı işlerde gereken önlemleri alır ve sonucunu ALLAH’a bırakır. Önlem almadan kader ne ise o olur şeklinde bir anlayış içerisine girmek tevekkül değil, bir tembelliktir. Böyle bir şey, İslam’ın anlayışıyla asla bağdaşmaz. Salih ameller işlenmedikçe, ALLAH’ın rızası kazanılamaz. Bu yüzden tevekkül, çalışıp çabalamak ve çalışıp çabalarken ALLAH’ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu ALLAH’a bırakmaktır. Nitekim Yüce ALLAH müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmekte, böylece tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmektedir:
Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden de anlaşılıyor ki, İslam’da tevekkülün şartı, tabiat kanunlarının gereğini gözden uzak tutmamak, tuttuğu takdirde başına gelen şeylerden kendini kınayıp günahını, hatasını kadere yüklememektir. Tabiat kanunlarından gaflet etmek, onları hiçe saymak, ya Müslümanlığı bilmemekten ya da acz ve miskinlikten kaynaklanmaktadır. Bunun örneğini, devesini mescidin dışında başıboş salıvererek Peygamber’in huzuruna giren ve tevekkülün anlamını bilmeyen bir kişiye, Peygamber’in şöyle buyurmasında görüyoruz.
Yine, Hz. Ömer “Siz necisiniz?” diye sorduğu boşta gezen Yemenlilerden “Biz tevekkül edenlerdeniz” cevabını alınca, “Hayır, siz tevekkül eden değil yalancısınız. Tevekkül eden kişi, tohumunu önce yere atar, ondan sonra tevekkül eder” demiştir.
“Devenin ayağını bağla da ondan sonra tevekkül et.” (Tirmizî, Kıyâmet: 60)
“Kararını verdiğin zaman artık ALLAH’a dayanıp güven. Çünkü ALLAH, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân: 59)



ALLAH’tan ancak âlimler korkar

Bu örnekler gösteriyor ki, İslam dini, körü körüne tevekkülü reddetmektedir. Çünkü İslam tevekkülünde, başa gelen bir felaket karşısında sebat ve metanet vardır. Bu da, kadere rıza şeklinde ifade edilir. Kadere rıza demek, “ALLAH tarafından kullara ulaşan kazaya razı olmak”, yani dünya musibet ve felaketlerine, ilahî takdire rıza göstermek ve teslimiyet, dinî vazifelerimizin bütünüdür. Bu yüzden tevekkül, insanı ahlaken yücelten ve ALLAH’a yaklaştıran önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü takdire rıza göstermeyen isyan etmiş olur. Bu da tevekkülün insanı günahlardan uzaklaştırdığını, neticesi boş, elim, vahim olan kederlerden koruduğunu göstermektedir. (Erdem, 2003: 133-134)
Tevekkül ve kadere rıza, hayatın sıhhati, kalbin huzuru, müminin de açık vasıflarındandır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu tedbiri almayıp takdire rıza göstermemek anlamına gelmemektedir. Örneğin, bir çiftçi, önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilaçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için ALLAH’a güvenip dayanacak ve sonucu O’ndan bekleyecektir. Bu alınan tedbirlerin sonunda, herhangi bir olumsuz durum ortaya çıksa bile, bu ALLAH’ın takdiridir deyip sabredecektir. İşte bu yaklaşım, insandaki korkuyu ortadan kaldırarak onu ALLAH’a yaklaştırmakta ve O’nun sevgisine yöneltmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki tevekkül, bir toplumun sağlıklı ve düzenli işlemesinin teminatıdır.

Korku ve ümitle allaha bağlanma


Korku ve ümit, bir Müslümanın hem ALLAH’tan layıkıyla korkmasını hem de O’ndan ümit kesmemesini ifade eden iki kavramdır. Yani inanan bir insan, ALLAH’ın kendisini cezalandıracağından korktuğu gibi, O’nun kendisine mükâfat vereceğini de ümit etmelidir. Yüce dinimizin öğrettiği ilahî esaslardan birisi, kulun Rabbi huzurundaki durumu ve teslimiyet ölçüsüdür. Buna göre mümin, keremi ve rahmeti sonsuz olan Yüce Yaratıcısına büyük bir muhabbet ve tazimle teslim olacaktır. Ne kadar kusurlu ve günahkâr olsa da O’nun affından ümidini kesmeyecektir. Bununla birlikte ALLAH’ın bu sonsuz rahmet ve affının yanında, O’nun azabının da çok şiddetli olduğunu unutmayacak; O’ndan korkacak, gazabından da emin olmayacaktır. Ümit etmesi ise, O’nun kendisine mükâfat vereceği temennisi içerisinde olmasıdır. Bu da bize, müminin daima korku ve ümit arasında bulunması gerektiğini göstermektedir. İnsan için bu hayat, gerçekte ümit ve korkuyla dolu bir imtihan yeri olduğu için bu imtihandaki başarı, korku ve ümidin tatlı ahengi içinde ortaya çıkacaktır. Çünkü fazla korkudan ümitsizlik, korkusuz ümitten de gaflet doğar. Mümin, Rabbinin büyüklüğünü ve azabınınzorluğunu bilerek O’ndan korkar. Yani ALLAH’tan en çok korkan, O’nu en çok bilendir. Bu sebeple Resul-i Ekremsav şöyle buyurmuştur:

“Ben, içinizde ALLAH’tan en çok korkanınızım” (Buhârî, Nikâh: 116)

Cenab-ı Hak da Fâtır suresinde şöyle buyurmuştur:

“Kulları içinde ALLAH’tan ancak âlimler korkar.” (Fâtır/35: 28)

Yukarıdaki hadis ve ayet, bize göstermektedir ki, insandaki ilahî bilgi arttıkça kalbe düşen korku da o nispette çoğalmaktadır. Fakat ümitle dengelenen ALLAH korkusu insanı bunalımlara değil, isyandan uzak durmaya, geçmişi telafi için taat ve ibadete, geleceğe hazırlanmaya sevk eder. (Yaran, 2005: 135-140) Bunun için büyüklerimiz: “Herkes korktuğunda kaçar, yalnız ALLAH’tan korkan O’na yaklaşır” demişlerdir.
ALLAH korkusu, toplum hayatında dengeleyici bir etkiye sahiptir. İnsan, ALLAH korkusuyla kul hakkından, hırsızlıktan, dolandırıcılıktan, cana kıymaktan uzak durur. Eline fırsat geçse bile vahşileşip suçlara yönelemez. Yaratıcısı tarafından her an görüldüğü ve denetlendiğinin bilincinde olduğu için ahlaklı bir yaşam tarzı sergiler.
Böyle bir insan herhangi bir güçlükle karşılaşınca, ALLAH’a yönelik bir ümit içinde olduğu için O’nun rahmetini hissederek O’na yönelecek, durumunun düzeltilmesini O’ndan isteyecektir.

“Kulları içinde ALLAH’tan ancak âlimler korkar.” (Fâtır/35: 28)

“Ben, içinizde ALLAH’tan en çok korkanınızım” (Buhârî, Nikâh: 116)