seymanur K
Wed 21 September 2011, 01:22 pm GMT +0200
İran’da İslami Hareket
İran, 1960'larda İmam Humeyni'nin başlattığı hareketten önce de bir kaç harekete sahne olmuştur. Bu hareketler arasında kayda değer olan, "İslam Fedaileri" hareketidir. Bu hareketin başına geçen kişi Şehinşahların zulümlerine tahammül etmeyip iman ateşiyle tutuşan, genç ve dinamik bir potansiyele sahip Nevvab Safevi'dir. Nevvab Safevi, genç yaşta Irak'ın Necef kentinde eğitim görüp, hain emperyalistlere karşı cihad hareketini başlatmış biridir.
Nevvab'ın başlattığı İslami hareketin temel amacı, vatanı Siyonist, emperyalist ve yerli işbirlikçilerden kurtarmaktır. Bu amaçla Fedailer, 1948'de başlatılan Filistin savaşına karşı direnişe geçmiş, yine bölgelerinde hakimiyet sağlamak isteyen İngiliz ve diğer işgalcilere karşı büyük basanlar sağlamışlardı. Bugünkü İmam Humeyni, çizgisini Nevvab'ların başlattığı İslami hareketin birer uzantısıdır. Nihayet Nevvab Safevi'nin çalışmalarına daha fazla tahammül edemeyen İngiliz ve yerli kuklalar, 1956'da ona ve bir grup arkadaşına saldırarak şehid etmişlerdi. [234]
Nevvab'dan sonra İslami hareketi İran'da yürüten, mollaların mollası İmam Humeyni olmuştur. 1963 yılında İmam'ın başlattığı hareket, bir çok zulüm ve katliamlara rağmen 1978'de doruk noktasına ulaşmış ve nihayet 1979 Şubat'ında amacına kavuşmuştur.
Şubat 79'a kadar yarım asır boyunca diktatör, zalim ve despot olan şehinşahlık rejimi İran'a hakimdi. Bu şahlık rejimi ile memleket günbegün yoksullaşıp öksüzleşiyordu. Memleketin kaderi adeta Amerika ve çömezlerine terkedilmişti. Bütün önemli işlerin başında emperyalistler bulunuyordu. Şah, petrolden ve memleketin diğer gelirlerinden elde ettiğini Amerika ve uşaklarına yediriyordu. Şah ve patronları ülkede öylesine bir diktatörlük-kurmuşlardı ki Medresedeki müderristen, Amerikada doktora yapan aydına (!) kadar herkesi kendisine bağlamak istemişti. İşte böylesine zalim ve despot idareden rahatsız olmayan, sadece saray çevresi ve onların dalkavuklarıydı.
İmam Humeyni, İran'da ve hatta dünyada İslam adaletine dayalı bir idarenin özlemi içindeydi. 1963 yılında başlattığı İslami hareket, daha taban oluşturmadan, İmam sürgüne gönderilmekle pasifize edilmeye çalışılıyordu.
İmam Humeyni çalışmalarıyla Şah'ın gözüne batınca Türkiye, Irak ve Fransa'ya kadar sürgün edilmişti. İmam sürgünde iken İran'da çalışmalara devam etmiştir. Ancak hareketin yoğunluk kazanması 1978'in başlarıydı. İnkılaba bir yıl kala zirveye ulaşan İsîami faaliyetler, özellikle Şah'ın patronları olan Batı tarafından inceden inceye gözlenmiş ve neticede Şah uyanlarak hareket durdurulmaya çalışmıştır. İslami hareket, önceleri bazı tutuklamalarla engellenmeye çalışılmışsa da daha sonraları tutuklamalar toplu kıyımlara dönüştü. Öyleki, Cengiz Han'ın insanın kanını donduran zulümlerini geride bırakmıştı yapılanlar. Abadan şehrinde konferans esnasında bir senama yakılmış, Kermen şehrinde bir cami ateşe verilmiş ve Meşhed'de bir hastaneye taarruz edilerek hastalar öldürülmüştü. Bu ve benzeri baskı ve zulümleri gören İran halkının her ne şekilde olursa olsun İslami hareketin yanında yer almaları gerekirdi. Köylü-şehirli, işçi-memur, öğrenci-subay gibi kesimlerin katılmasıyla hareket öylesine büyümüştü ki artık Kum, Tahran ve Tebriz gibi kentlerin caddeleri halkı alamaz olmuştu. İran halkı her gün bu gibi kentlerin caddelerini doldurarak şah ve patronlarına karşı öfke ve nefretlerini haykırıyorlardı.
İran İslam hareketine işlerlik kazandıran camilerdi. Camiler adeta Asrı Saadet dönemindeki işlevini yürütüyordu. Siyasi faaliyetlerin düzenlendiği, haberlerin toplanıp dağıtıldığı, mücahidlerin silahlandığı bir üs haline gelmişti camiler.
Şah ve patronlarına karşı caddeleri dolduran direnişçilerin taşıdığı pankartlar arasında ekonomik bir talep veya sınıfsal bir heyecana fazla rastlanamazdı. Sloganlar genelde "Ne doğu, ne batı, İslam cumhuriyeti", "La ilahe illallah Muhammed Rasulullah", "Allahu Ekber, Humeyni Rehber" çerçevesindeydi. İmam Humeyni'nin başlattığı bu hareket öylesine etkin olmuştu ki ülkede bulunan ve şahın yönetiminden memnun olmayan komünistler de bu kıyama katılmıştı. Ancak İslam İnkılabı ülkede hakim olunca, komünizm, sosyalizm ve demokrasizm gibi beklentileri olanlar hayal kırıklığına uğrayarak İslam İnkılabına muhalefete başlamışlardı.
İslam İnkılabı gerçekleşmeden önce, İran müslümanları bir çok katliamlara şahid olurken, 8 Eylül'de 4300 kişinin katledildiği katliama da ilk kez şahid oluyorlardı. Pehlevi saltanatının sonunu gösteren bu katliamlar daha uzun sürmeyerek İmam Humeyni'nin İran'a dönmesi ve çok yorgun görünen Şah'ın İran'ı terketmesiyle son buluyordu.
İnkilabın gerçekleşmesine kadar on binlerce masum insan öldürüldüğünde sesleri bir türlü duyulmayan insanlığın koruyucuları (i) hareket zafere ulaşıp da yıllar boyu casusluk yapanlar hak ettikleri cezalara çarptırılmaya başlanınca seslerini yükselterek protesto etmeye başladılar. Öte yandan beklentilerine kavuşamayan solcu, liberal ve diğer gruplar hayal kırıklığına uğramış ve bu hezimetlerinden ötürü de inkılab aleyhine suikast ve komplolar düzenlemeye başlamışlardı. Hele bölgede menfaat ve çıkarları tümden elden giden Amerika ve çömezleri çılgına dönmüş, aleyhte akıllarına ne geldiyse uygulamaya başlamışlardı. Şeytan Amerika ve yanlıları dünya kamuoyunda öylesine propagandalar sahneye koydular ki müslüman geçinen ülkeler dahi büyük şeytan Amerika yanında yer aldı. Hatta bütün dünyayı saran bu aleyhte propagandalar öyle bir safhaya vardırıldı ki, İran'ı konuşmak dahi suç olmuştu. Artık Müslüman-ğavur diye bilinen herkes Amerika mantığıyla İran'ı yargılamaktan kendini tutamıyordu. Söz buraya gelmişken büyük şeytan Amerika ve dünya müstekbirlerinin müslümanlar üzerinde oynadığı oyunlara kısaca değinelim.
Şunu açık ve net olarak bilelim ki nerede sağlıklı ve radikal bir islami hareket başlatılmışsa, dünya müstekbirleri tarafından çizgisinden saptırılmak için değişik yönlere çekilmek istenmiştir. Öncelikle İslami harekete, halk arasında öcü gibi görünen isimler takılmış, arkasından çeşitli şekillerde karalanmaya, tökezletilrneye çalışılmıştır. Bunu Türkiye sınırları içeresinde daha rahat bir şekilde görmek mümkündür. Bir zamanlar (hatalı-hatasız) İslami harekete sahip çıkmak isteyen Saidler hemen 'kürtçülük'le suçlanabilmişti. Arkasında milli sınırları dahi aşamamış bir grup sözde İslami hareket sahipleri "yeşil komünist" adıyla rahatlıkla anılabilmişti. Daha sonra "ümmet" anlayışına sahip, radikal ve sahih akideden hareketle İslami harekete sahip çıkan kimi çevreler de; tasavvuf sömürgeciliği ile yaşayan ülke halkı tarafından "Vahhabilik" damgasıyla suçlana bilmişlerdi. Artık Türkiye'de, yerleşik olan dini anlayışa, daha doğrusu "milli İslam" anlayışına aykırı bir söz mü söylediniz mutlaka "Vahhabi" veya "Mezhepsiz"siniz. Ama şimdilerde "Vahhabilik" ve "Mezhepsizlik" yaygarasının da pek etkili olamadığını gören dünya müstekbirleri, bu kez de halk için daha korkulu gösterilmeye çalışılan "Humeynicilik" veya "Şiilik"le suçlanmaktadır. Artık bugün Amerika ve yanlıları için 21. yüzyıl dünyasında en korkulu tehlike "İran"dır. Çünkü bugüne kadar hangi ülke uyanmaya niyetlenmişse şer güçler tarafından hemen uyutulmuştur. Ancak İran'ı bir çok girişimlere rağmen uyutamamışlar ve kendilerine bağlayamamışlardır.
Evet, şeytani güçlerin çıkartan çiğnenince "İran"a düşman kesildiler. Halbuki aynı İran bir zamanlar şeytani güçlerin gözbebeğiydi. İran üzerinden çıkar temin ettikleri için yıllar boyu Carter ve Rıza Pehlevi bir babanın iki oğlu gibi geçinmişlerdi. Ama çıkarlarına son verildiği için aynı üklenin insanı olan İmam Humeyni'ye Reagen can düşmanı oluvermişti. Bu çelişkilerin temelinde çıkar ve menfaatten başka hiç bir şey yoktur.
Tarihi süreç içerisinde bütün İslami hareketler, şeytani güçler tarafından yozlaştınlmak istenmiş; bu nedenle kimi zaman hareketler demokratik platforma çekilmiş ve böylece hedefinden saptırılmıştır. İhvan gibi, temelde güçlü ve tavizsiz bir espriyle hareket eden bir çok hareket, zamanla yozlaştınlarak bürokrasinin içerisine itilmiştir.
Tarih şeridine baktığımızda onbirinci yüzyıla kadar zahiren de olsa İslam'ın bir üstünlüğü, hakimiyeti dünya, üzerinde mevcuddu. Bu üstünlük onbirinci yüzyıl Haçlı seferleri ile parçalanmaya başlanmış, ondokuzuncu yüzyıl Sanayi Devrimi ve yirminci yüzyılda zahirde görünen halifeliğin kaldın anasıyla dünya üzerinden silinmişti. Böylece daha önce müslümanlarca fethedilip "İslam Ülkesi" diye bilinen topraklar tamamen emperyalistlerin güdümüne girmiş ve bu ülkelerin her birinde kendisim Müslüman gören yetmiş küsur fırka doğmuştu. İşte, yirminci yüzyılda yeniden uyanıp canlanmaya başlayan İslam, bir çok ülkelerde mücadele vermiş ve bunlar arasında da ilk defa İran başarıya ulaşmıştı. İran başarıya ulaştı ulaşmasına fakat, yıllardır müslüman bilinen halkta, öylesine köktenci setler oluşmuş ki bir türlü Sünniliğimizden veya ulusçuluğumuzdan taviz vererek hareketin yanında yer alamadık. Bunu bize yaptıran "milli tarih"ten başkası değildir. Eğer biz, gerçekten "Milli Tarihleri" bir yana bırakıp, doğrudan Kur’an ve Sünnet diye bilinen asıl kaynaklarımızdan hareket edersek, bilgi dağarcığımızı bu kaynaklarla dordurursak herhalde o zaman Ümmetçi bir düşünceye kavuşur ve tüm meselelere bu mantıkla bakmak zorunda kalırız. Aksi takdirde şeytani güçlere, müslüman geçinen bizler de yem olmaktan başka bir şeye yaramayız.
Hülasa bugün, İslami hareketleri tanımakta güçlük çekiyorlarsa asıl kaynaklarımız olan Kur'an ve Sünneti gereği gibi tanımadıklarındandır. Eğer Kur'an ve Sünnet esprisi iyi kavranırsa, yüzyıllardır kokuşmuş olan mezhepçilik taassubuna kapılarak Ümmet hiç bir zaman parçalatılamaz. İşte şer güçlerin, dünya müstekbirlerinin, şeytan Amerika'nın istediği de Ümmetin Sünni-Şii diye parçalanması ve kıyamete kadar birbirleriyle uğraşmasıdır. Dünya kafirleri bu beklentilerini eyleme dönüştürdükleri andan itibaren kendilerini mutlu ve bahtiyar addedeceklerdir. Ve tarihi süreç içerisinde yüzyıllardır bu emellerini gerçekleştirdikleri için de kendilerini oldukça mutlu ve bahtiyar kabul etmektedirler. Bu onların asıl görevleridir; ancak onlara bu fırsatları tanıtanlar hiç bir şekilde ümmetin vebalinden kurtulamazlar. Artık şimdi asıl dersin kafir patronları barındıran, kukla yönetimlere verilmesi kaçınılmazdır.
Konumuza dönerken şunu belirtelim ki, İran İnkılabı aleyhinde yaygara koparan hiç birinin elinde belgesi yoktur. Hepsi de bir takım zanlardan hareket etmektedirler. Kimileri Milli sınırları bahane ederek karalamaya çalışırken, kimileri de mezhep taassubuyla karalamaktadır. Yine kimileri, Libya'nın Kaddafı'sini emsal göstererek karşı çıkarken, kimileri de Afgan mücahidlerini ve İhvan'ın Hama'daki durumunu ileri sürerek karşı koymaktadır.
Yine bazı çevrelerde İran itikadi açıdan ele alınıp kafirlikle suçlanırken, kimi çevreler de İran'ı dört dörtlük kabul ederek hiç bir çalışma içerisine girmeden, her şeyi boşverip sadece oturduğu yerde onun başarılarından dem vurmaktadır.
Bu tutumlardaki çevrelere katılmak imkansızdır. Ortada hatasıyla sevabıyla var olan bir hareket vardır. Batının ne yapmak istediği belli olmamakla birlikte, dünyada çıkan bütün hareketleri şirkle suçlayarak işin içinden çıkmaları gibi bir harici mantığıyla hareket etmeleri sahih bir davranış değildir. Çünkü bu mantıkla hareket edenlerin, belli başlı konuları, tevhid-şirk kavramları erafında dönüp dolaştırılmaları insaflıca bir hareket değildir. Her şeyin altında şirk bulma hastalığına kapılanlara bir şey beğendirmek güçtür. Bunlar her şeyi şirke bulaştırmakla mahkum ederler. Bu insanların bir şeyler etrafında birleşmeleri ve yardımlaşmaları mümkün değildir.
İran İslam inkılâbı aleyhinde tezgâhlanan bu oyunların, perde arkasında bazı güçlerin olmadığı inkar edilemez. İran'daki eski düzenciler ve diğer muhaliflerin kışkırtılmaları ile Irak'ın İran üzerine saldırması ve arkasından savaşa girmeleri perde arkasında kimlerin olduğunu ortaya koymaktadır. İran-Irak savaşı yıllarca devam ederken "Ulusal Cephe" oluşturarak Irak'ın saflarında yeralan ülkelerin tavrının nereden kaynaklandığını bilmeyenimiz yoktur, Saddam Hüseyin'in "Birleşik Cephe"/Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt, Ürdün, B.A.E, Bahreyn, Amerika, Rusya, Fransa, İngiltere... vb./komutanı olarak harekete geçmesinin altında yatan gerçek her duyarlı insan tarafından rahatlıkla bilinir. Artık gün gibi açık olan bu hadiseleri görmezlikten gelmek veya başka alanlara sürüklemek isteyenlerin ne kadar samimi olduğu gizlenemez. Hülasa Dünya müstekbirleri kendi sömürü düzenlerini ayakta tutabilmek için tek alternatif olarak İran İslam Cumhuriyeti'nin yıkılmasını, yok olmasını görmek istemektedirler. Zira İran, "süper güç" imajını yerlebir etmiş, "Dev" gibi görünen Amerika ve Rusya'yı pasif hale getirmiştir. Bu nedenle İran'ın onlara göre suçu çok büyüktür. İslami İran bunu kırmış, yerle bir etmiştir.
Süper kafirler çeşitli yollarla İran'ı yolundan saptırmayınca son koz olarak körfez savaşma döktüler işi. Halbuki İran'ın verdiği mücadele körfez üzerinde ne tarihi, ne coğrafi ve ne de ulusal bir savaştı. Bu savaş, Hak-batıl savaşıydı. Bir an için İran'da İslam değil de başka bir sistem olduğunu düşünün... Bu savaşların bu kadar yıl devam etmesini düşünebilir miydiniz? Ve sonra İran'ın böylesine yapayalnız kalmasını tahayyül edebilir miydiniz? Elbette ki hayır... Şimdi tersini düşünelim; şayet aynı İslam İran'da değil de bir başka ülkede hakim olsaydı, acaba aynı kafalar yine ortaya atılmayacak mıydı?.. Elbette ki İslam'ın karşısında olanlar yine boş durmayacak, İslamı söndürmeye çalışacaklardı. Bunun böyle olması bir sünnetullah, bir adetullahtır. Küfür birleşik cephesi geçen yıllarda ikinci körfez savaşını başlattı. Bölge ikinci bir krizle karşı karşıya kaldı. Zengin kaynaklara sahip bu bölge emperyalist güçler tarafından sürekli kontrol altında tutulmuş ve bölge üzerinde çeşitli hile ve desiseler uygulanmıştır,
1. Körfez savaşı İmam'ın "bu kararaı kabul etmek, bana zehir içmekten daha acı geldi" sözleriyle akamete uğrarken; 2. Körfez savaşı da (İmam'ın yokluğunda) Saddam'ın hezimete uğramasıyla son bulur gibi görünüyordu. (Eğer savaş küfür-İman savaşı ise kıyamete kadar devam edecektir) Bölgede Saddam gibi kukla diktatörlerin ne yaptığı, ne yapacağı belirgin değildir ve müslümanların hiçbir zaman bu kuklalara güvenmesi de doğru değildir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Şimdi İran İslam İnkılabı'na dönersek özetle şunları belirtmek gerekir: Her şeyden önce İnkılabı gerçekleştirenler müslümanlandır. İnkılab ve Müslümanlar karizmatik vasıflara sahip İmam Humeyni'ye borçldurlar. Zira İmam'ın mesajları, çaba ve gayretleri, dua ve ihlası müslüman halka çığır açmıştır. Ona göre "Mücahidlerin, İmamların ve halkın misyonu despot rejimlere karşı isyan ve savaş vermek olmalıdır. Eğer rejimin ordusu halkı öldürmeye çalışırsa halk bundan korkmamalıdır. Bu, islerinin kötüye gittiğinin belirtisidir ve bu rejim zamanı gelince halk tarafından yıkılacaktır... Mücahidler, imamlar ve öncüler halkı seferber etmek için camileri kullanmalıdırlar, özellikle Cuma ve bayram günleri çok iyi değerlendirmelidir... Halka öncüler birlik ve içice olmalıdır. Halkla, İslam'ın sosyo-ekonomik çözümler getirdiğini kavratmak gerekir. Çalışmanın ağırlığı Üniversitelere kadar ulaşmalıdır..." gibi alternatif reçetelerle halkı uyandırmış ve İnkılabı gerçekleştirmiştir.
İnkılabın başarılı olmasının diğer bir nedeni de sünni İslam dünyasının hiç bir yerinde olmayan, devletten bağımsız ulemanın çalışmaları ile onların halka dayanan bağımsız ekonomik kaynağı olan humusun önemi büyüktür. Suriye, Mısır ve Türkiye'de olduğu gibi ulema (din adamları) satın alınmamıştı. Yine Şah'ın prestij kaybetmiş hasta bir diktatör olması, dış tehditlerin fazla etkin olamamaları, İran halkında Hz. Hüseyin’den gelen geleneksel şehadet anlayışı, başkaldırının tüm ülke sathında başlaması, her gün aşure ve her yer kerbela, Allah-u Ekber, Humeyni Rehber gibi sloganların ülke çapında heyecan yaratması ve halkı tek safta toplama çabası, ülkenin tamamen yabancıların güdümünde olması, bir çok zengin kaynakların Amerika gibi patronlara satılması vb. faktörler İnkılabı kolaylaştırmış.
İşte İran'da İnkılabı böyle gerçekleştirmişti İmam Humeyni. Bu bağlamda şunu belirtelim ki birçok insan, İmam'ın ölümünden sonra İslam'ın biteceğini, herşeyin eskisine dönüşeceğim söylüyordu. Fakat, hiç de durum öyle olmadı. İmam Allah'ın rahmetine kavuştu, ancak yerine halef olarak seçtiği seçkin insanlar İnkılabı ölünceye kadar taşıyacaklardır. Özellikle Rafsancani'nin siyasi dehası inşaallah bu işi sonuna kadar götürecektir. 2. Körfez savaşında (İran'ın aleyhine olan) bir çok insan İran devletini takdir etmiştir. Hak üzere her bir çalışmalarında Allah'tan yardım diliyoruz. [235]
[234] Fethi Yekenle bir söyleşi; Girişim, Şubat 1987.
[235] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 302-312.