Rüveyha
Sat 11 October 2014, 10:08 am GMT +0200
İnsanlık Onuru
Semerkand Dergisi | Haziran 2013 | AYIN KONUSU
Bütün insanlar insandır. Biraz daha fazla insan veya biraz daha az insan yoktur. Hepsi eşittir. Hepsi bu dünya hayatına yaşamak için gelir. İnsana yakışır, insanca bir hayat yaşamak için… Bütün insanlarca hissedilen, ortak fikir olarak benimsenen gerçektir bu.
Fakat insanlık tarihi bu gerçeğin gözardı edildiği örneklerle doludur. İnsanın insana zulmüyle nice acılar yaşanmış ve halen yaşanmaya devam etmektedir. Soruna çözüm bulmak için gösterilen çabalar sonuca ulaşamamaktadır.
O halde başka bir bakış açısına ihtiyaç var. Bizim biraz unutsak da aşina olduğumuz, dünyanın ise çölde su arar gibi aradığı, ama belki biz gösteremediğimiz için bulamadığı kutlu bakış açısına…
Batı ve İnsan Onuru / Abdurrahman Mıhcıoğlu
İletişim araçları ile çepeçevre kuşatıldığımız günümüz toplumunda medya aracılığıyla birçok kavramla karşılaşıyoruz. Bu kavramlardan kimisi zihinlerde ortak karşılıklar buluyor, kimisi de herkesin kendi anlayışınca şöyle böyle yorumladığı netlikten uzak kavramlar olarak karışıklığa yol açıyor. Bu ikinci durumun bizdeki en meşhur örneklerinden birisi “laiklik” kavramıdır.
“İnsan hakları” ve “insan onuru” kavramları hakkında da neredeyse her gün onlarca haber, makale ve tartışmaya şahit olmaktayız. Buna rağmen kamuoyu nezdinde net ve ortak bir anlam çerçevesinden söz edemeyiz. Fakat net olarak bildiğimiz şu ki, mevcut dünya düzeninde hakim konumda bulunan kimi ülkeler dünyanın geri kalanı hakkında insan hakları raporları yayımlıyor. Uluslararası insan hakları örgütleri ise güya tarafsız verilerle kaleme aldıkları hak ihlalleri raporlarını belli aralıklarla servis ediyor ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de kendince adalet dağıtıyor. Yani dünya gündemi insan hakları ve bunun temelini teşkil ettiği düşünülen insan onuru meselesiyle hayli meşgul.
Peki bütün bu haber, makale ve tartışmalarda insan hakları ve özelde insan onuru hangi zeminde ele alınmakta ve hangi ölçülere göre değerlendirilmektedir? Kestirmeden cevap verecek olursak, elbette seküler Batı kültürünün değerler çerçevesine göre… O halde öncelikle dünyayı tek kültüre, tek değer sistemine indirgeyen bu yaklaşım sorgulanmalı, o değerler sisteminin doğruluğu ve tarih içindeki tezahürleri tartışılmalıdır.
İnsan onurunun kaynağı
Özellikle 16. asırdan itibaren sömürgeleştirdiği ülkelerin kaynaklarını yağmalayarak halkını köleleştiren ve nihayet 18. asırda sanayi devriminine imza atan Avrupa, İslâm Medeniyeti’ni temsil eden Osmanlı karşısında maddi güç anlamında zirveye erişmiş, bu maddi gücün de tesiriyle fikrî planda İslâm Medeniyeti’ne meydan okumuştur. İslâm tarihi boyunca Moğol istilası ve Haçlı Seferleri gibi iki büyük meydan okumanın üstesinden gelen müslümanlar, maalesef bu meydan okumaya hakkıyla cevap verebilmiş değildir. Bu sebeple, birçok mesele gibi insan hakkı ve insan onuru meselesi de Antik Yunan’dan günümüze Batı’daki referansları ve gelişimi çerçevesinde ele alınıyor. İsmi başkaları tarafından konulan, içeriği de başkalarınca tayin edilmiş bu kavramlara bizden bir anlam yükleme çabaları bizler için bir sonuç sağlamamaktadır. Bu tabiidir, çünkü insan ürünü hiçbir kavram, kendisini üreten tarihten, coğrafyadan ve toplumdan bağımsız değildir.
Diğer taraftan, bugün müslümanlar olarak, içeriği maddeci Batı tarafından şekillendirilmiş olan insan onuru kavramını “insan izzet ve şerefi” ile aynı manada kullanıyoruz. Halbuki medeniyetinin ve düşünce evreninin mana kökü öncelikle vahiyle sulanmış, izzet ve şerefin Hakk’tan gelen ve Hak ile irtibat devam ettikçe korunabileceğini bilen bir ümmetiz. Bu manada onur gibi sadece hayalî manadan ibaret bir kavramı ilahî kaynaklı insan izzet ve şerefi ile denk görmemek gerektiğini zihnimizin bir köşesine kaydedelim. Ancak burada meselenin anlaşılması için insan onuru kavramını kullanacak, insan izzet ve şerefinin ise İslâm’a ait bambaşka bir anlam çerçevesine işaret ettiğinin altını çizeceğiz.
Öncelikle cevaplamaya çalışacağımız soru, Batı’nın kültür kökünü oluşturan Eski Yunan’dan günümüze Batı’da insan hakları ve onurunun nasıl anlaşıldığı, çerçevesinin neyle çizildiğidir. Günümüzde iddia edildiği üzere Batı eski çağlardan itibaren gerçekten insan hak ve hukukunu müdafaa ve insan onurunu korumada titiz mi davranmış, yoksa bir göz boyama ile mi karşı karşıyayız?
Haksızların hak ve onuru
Eski Yunan düşünürleri, insanı her şeyin ölçüsü olarak görmüşler, bütün değerlerin kaynağının insan olduğu anlayışını benimsemişlerdir. Varlığın merkezine insanı almak suretiyle hakikatin, ahlâk ve erdemin insan aklıyla keşfedilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Bütün ilahî irtibatlardan kopuk bu düşünce, filozofları kendilerince bir insan tarifi yapmaya sevk etmiştir. Toplum sınıflara ayırılmış, mesela köleler insan değil alet olarak görülmüştür. Hatırlatalım, bu yaklaşım tarihin derinliklerinde kalmış bir anlayış değildir, bütünüyle Batı düşüncesini şekillendirmiş bir yaklaşımdır.
Batı’nın ikinci temeli olan Roma İmparatorluğu’na geldiğimizde ise insan hak ve onurunun, kişinin sahip olduğu makam ve mevki ile ölçüldüğünü görürüz. Toplum içerisinde statü sahibi olmayan kimsenin hak ve onurundan bahsetmek imkansızdır. Bu anlayışın yansımaları da bütün Ortaçağ Avrupası’nda kendini göstermektedir.
Ortaçağ Avrupası’nda bir kimse, sahip olduğu malikane ve araziler üzerinden onur (honour) sahibi olmakta, yani kişinin onuru mal varlığı ile ölçülmektedir. Aynı dönemde bozulmuş Hıristiyanlık, teoride insan hak ve onurunu kişinin ilahî emir ve yasaklara uyması ile ilişkilendirse de, Kilise’nin sahip olduğu uçsuz bucaksız arazilerde çalışan köylülerin hak ve hürriyeti Kilise tarafından yok sayılmıştır. Teoride var olan hüküm uygulamada geçerliliğini yitirmiş, ilahî olanı temsil iddiasındaki Kilise, emrinde çalıştırdığı yüzbinlerin hak ve hukukunu hiçe sayarak onları cennet vaadiyle kandırıp sömürmekten geri durmamıştır.
Rönensans sonrası sanayi devrimine giden süreçte, özellikte Descartes’ın başını çektiği ve bilginin yegâne kaynağı olarak insanı gören ve eski Yunan’ın yansıması olan düşünce, Kilise’nin kutsalı temsil iddiasıyla kurduğu otoriteye bir meydan okumadır. Kilise, ilahî otoriteyi temsil iddiasında olduğu için aydınlanma düşünürleri buna tepki niteliğinde insan otoritesi ve saygınlığını ilahî otoritenin yerine ikameye çalışmış, insanın istediği her şeyi yapabilme kabiliyetinin insan onurunun vazgeçilmezi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kabaca ‘Aydınlanma’ denilen bu anlayış, bir süre sonra dinin de insanın ihtiyacı neticesinde insan tarafından üretilmiş bir ‘sistem’ olduğu düşüncesini doğurmuş ve birçok Batılı düşünür bu fikri müdafaa eder hale gelmiştir.
İş gücü ve sermaye için
İnsanı ilahî olan karşısında yücelten ve insan hakkı, onuru ve ahlâk gibi meselelerde yegâne karar mercii olarak insanı merkeze alan Aydınlanma fikrinin görünürde Avrupa’yı daha insanî bir noktaya taşıdığı düşünülse de, gerçekte durum çok farklıdır. Eski Yunan’da da görüldüğü üzere kölelere insan muamelesi yapmaktan kaçınan Avrupalı, bu tavrını 19. asrın sonlarına, klasik manada köleliliğin fiilen bittiği tarihe kadar sürdürmüştür. Amerika’da ise kölelik 1960’lara kadar resmi olarak devam etmiştir.
Sanayi devrimi öncesi, sömürgeleştirdiği topraklarından gemilerle Avrupa ve Amerika’ya bedava işgücü olarak köle taşıyan Batı, köle ticaretinin daha rahat yapılabilmesi için özel gemiler inşa ettirmiş, bunu da kölelerin rahatı için değil, daha kolay kontrol edilebilmeleri, en az zayiat ile köle ticaretinin yapılabilmesi, yani sermayenin muhafazası için gerekli görmüştür. Zira tarihçilerin verdikleri bilgiler, milyonlarca kölenin nakil esnasında, uzun deniz seferlerinde öldüğünü göstermektedir.
İnsanı ahlâk ve erdemin, bütün değerlerin yegâne merkezi olarak gören aydınlanmacı Batı düşüncesi, 1. Dünya Harbi ve sonrasında 2. Dünya Harbi ile ciddi bir krize girmiştir. Zira bu derece gözlerinde büyüttükleri ve yegâne amaç haline getirdikleri insan, kendi elleriyle kitle imha silahları üretmiş ve onlarca milyon ölü ve birkaç katı yaralı ile insanlık tarihine kara bir leke çalmıştır. Peki ne olmuştur da bilginin yegâne kaynağı, aklı ile kâinattaki her şeye hükmedebilecek insan, kendi türüne karşı bu denli vahşileşebilmiş, bütün ahlâk ve erdemlerden sıyrılarak insanın hak ve onurunu ayaklar altına alabilmiştir?
İzzet ve şeref sahibi insan
Bilginin, iradenin ve hükmün merkezine vahyi koyan, yegâne gaye olarak Allah’ı gören mümin için bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira Hak Tealâ insanı şeref ve izzet sahibi kıldığını beyan ederken (İsrâ, 70), aynı insanın hayvan derekesine düşebileceğine de (Âraf, 179) dikkat çekmektedir. Zira insanın şeref ve izzeti, Hak ile irtibatı ölçüsüncedir. Yani şeref ve izzetin kaynağı insanın kendisi değil, Hakk’tır. İnsan, Hakk’ın rızasını elde ettikçe izzet ve şeref kazanır, aksi durumda ise ayetin de beyanıyla hayvan mertebesine düşer. İman nimetinden mahrum inkârcıların izzet ve şeref yönüyle en düşük müminden daha aşağıda oldukları da bu manada muhakkaktır. Ancak bu, onların Allah nezdindeki durumudur. Dolayısıyla bir müminin kendi izzetini muhafaza ile gayri müslime insanca muamelesi İslâm’ın bir gereğidir. Zira Efendimiz s.a.v., gayri müslimlerle münasebet kurarken onları tahkirden kaçınmış, can, mal ve namuslarını muhafaza hususunda onlara teminat vermiştir.
Görüldüğü üzere İslâm; dini, dili, ırkı ve rengi ne olursa olsun her insanın can, mal ve namusunun muhafazasını temel hak olarak 14 asır evvel tesbit ve tayin etmiştir. Hakim Batı kültürünün tahakkümü altındaki günümüz dünyasında ise durum hâlâ vehametini muhafaza etmektedir. Zira Antik Yunan’dan itibaren Batı düşüncesi ya tamamen vahiyden kopuk bir anlayışla şekillenmiş ya da vahyin tahrife uğramış yüzü ile yoğrulmuştur. Haliyle bu da insanın nefsini ilahlaştırması, diğer bir ifadeyle firavunlaşma şeklinde tezahür etmiştir. Bu konumdaki bir insanın da insan hak ve onurundan bahsetmesi gülünçtür.
Özellikle 2. Dünya Harbi’nin Batı’da yol açtığı insanlık krizi, böyle bir facianın bir daha yaşanmaması için çeşitli kurum ve kuruluşların oluşturulma mecburiyetini beraberinde getirmiş, ittifaklar tesis edilmiş, uluslararası insan hakları örgütleri kurulmuştur. Ne var ki değişen pek bir şey olmamıştır. Zira insan hak ve onurunu merkeze aldığını iddia eden bütün bu kuruluşlar için metinde zikredilen ‘insan’ öncelikle Avrupa’lı beyaz adamdır ve hakları ve onuru garanti altına alınması öncelik arz eden Hıristiyan Batı toplumudur. Durumun böyle olduğu geçen yarım asırlık süre zarfında da kendisini iyiden iyiye göstermiştir.
Kendinden olmayanı yok saymak
2. Dünya Harbi’nden galip çıkan Ruslar Orta Asya halklarını inim inim inletirken ve sömürürken hakim güçler sükût etmiş, Afrika’yı parselleyip paylaşan ve evvela açıktan, sonrasında da ekonomik araçlarla sömüren Avrupa’nın bu pişkinliğine hiçbir ciddi itiraz yükselmemiştir. 20. asrın sonunda Avrupa’nın göbeğinde, Bosna’da göz göre göre bir millet yok edilirken insan hak ve onurunu koruma adına tesis edilen kurumlar kör, sağır ve dilsiz kalmışlardır.. Bugün, Batılı yardım kuruluşlarının Afrika’da veya Asya’da yapmış oldukları göstermelik yardım faaliyetleri, onların insan hak ve onurunu görüp gözettiklerine delil olmaktan uzaktır. Zira Hıristiyan Batı’nın yaptığı, kepçeyle alıp kaşıkla vermekten başka bir şey değildir.
Dikkatlerden kaçan bir diğer husus ise, insan hakkı ve onurundan sıkça bahsedilen günümüz dünyasında, ekonomik sistemin modern köleler ürettiğidir. İnsanın nefsinin kölesi oluşu, Hz. Adem a.s. döneminden bugüne bir realitedir. Ne var ki günümüzde bu hal bir mahiyet değiştirmiş, işverenin kölesi haline gelen, arzu ve isteklerini işvereninin arzu ve isteklerine göre belirleyen günümüz insanı, Hakk’ın iradesine boyun eğmeyi akılla bağdaştıramazken, iradesini kolaylıkla modern efendisinin, işvereninin iradesine teslim etmiştir.
Sonsöz niyetine; Allah Rasulü s.a.v. ve mirasçısı evliyaullah, Hakk’ın muradına uygun bir hayat sürerek nefsin esaretinden kurtulmanın insan izzet ve şerefi için asıl vesile kılındığını, gaye varlığın da Hak Tealâ olduğunu insanlığa tebliğ etmektedirler.
Bu manada hakiki mümin de, izzet ve şerefin, hakiki hürriyetin Hakk’a kullukta olduğu şuurundaki insandır. Hiçbir ayrım yapmaksızın bütün insanların izzet ve şerefine, yani bugünkü ifadesiyle onuruna sahip çıkan da odur.
İslâm ve İnsanlık Onuru / Siraceddin Önlüer
İnsanoğlu en üstün ve en şerefli varlıktır. Ona verilen onur ve asalet hiçbir canlıya verilmemiştir. Cenab-ı Hak, buyurmuştur ki:
“Gerçekten biz insanoğlunu şerefli ve onurlu kıldık, onları karada ve denizde (çeşitli araçlarla) taşıdık, onları helal ve temiz şeylerle rızıklandırdık, onları yarattıklarımızın pek çoğundan fazlasıyla üstün kıldık.” (İsra, 70)
Görüldüğü gibi yüce Allah insanı akıl, anlayış, ilim, irfan, konuşma, yazı yazma, güzel bir suret gibi birçok meziyetlerle üstün kılmış, daha sonra da ondan bu akıl ve anlayışı sebebiyle iman, güzel ahlâk ve güzel işleri elde etmesini, böylece kendisine verilen onuru korumasını istemiştir. Çünkü ayetin başında, “İnsanoğlunu şerefli ve onurlu kıldık.” sonunda ise, “Onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.” buyurmaktadır. Birinci cümlede tekrim ve teşrif, ikinci cümlede ise tafdil yani üstün kılma söz konusudur.
İnsan Allah’ın eseridir
İnsan, Allah’ın en güzel eseridir. Allah her şeyi “Ol” emriyle yaratırken ona kendi ruhundan üfürmüş ve melekleri ona secde ettirmiştir. Nitekim “Rabbin meleklere, ‘Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine ruhumdan üfürdüğüm zaman derhal ona secde edin!’ diye buyurdu. Bunun üzerine bütün melekler topluca secde ettiler. Ancak İblis secde etmedi, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.” (Sad, 71-74) buyurulmuştur.
Rivayete göre, “Melekler, ‘Ey Rabbimiz, sen insanoğluna dünyayı verdin. Onlar orada yiyip içiyor ve her türlü nimetten istifade ediyorlar. Halbuki sen bize bunu vermedin. O halde bunu bize ahirette ver’ dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak;
‘İzzet ve celalim hakkı için ben elimle yarattığım nesli, kendisine ‘Ol’ deyip de oluveren kimselerle bir tutmam!’ buyurdu.” (Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 7/385)
Her insan onurludur
Her insan onurludur. İslâm, insanın bu varoluşsal mertebesi hususunda din, düşünce, ırk, renk ayrımı yapmaz. İnsan olma halini ırklara ya da dinlere göre kategorize etmez. Birinci sınıf, ikinci sınıf insan gibi ayrımlar da yoktur. Yani insanın üstünlüğü kişisel değil, tüm insanlığa aittir. Dolayısıyla insanlık onuru insanlığın ortak paydasıdır. Kadın erkek, müslüman müslüman olmayan, siyah beyaz tüm insanlar insan olmaları bakımından tamamen eşittir ve aynı haklara sahiplerdir. Hiçbir ırk bir diğerinden üstün değildir. Üstünlük ancak takvadadır, takva da kalptedir. Onu da ancak Allah bilir. Nitekim Cenab-ı Hak bütün insanlara seslenerek şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Hiç şüphesiz Allah katında en değerli ve en üstün olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınız ve O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat, 13)
Görüldüğü üzere yüce Allah, “Ey insanlar!” diye hitap etmekte, bütün insanların eşit olduğunu bildirmekte, üstünlüğün ancak takvada olduğunu beyan etmektedir. Bu temel ilke sadece bir anlayış olarak kalmamış, Efendimiz s.a.v. sınıf farklarını ortadan kaldırmış ve şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/411)
Her insan saygıyı hak eder
Yaradılıştan taşıdığı şeref dolayısıyla her insan saygıyı hak eder. Kur’an bizlere insanların ancak takvada birbirlerine üstün olabileceklerini bildirir; fakat temel insan hakları bakımından hiçbir şekilde birbirlerine üstün olamayacaklarını da beyan eder. Bu temel hakların din, cinsiyet ya da ırkla ilgisi yoktur. İslâm, hiçbir şart koşmaksızın bütün temel insan haklarını kabul eder. Mesela her insan, insan olduğu için yaşama hakkına sahiptir; müslüman olduğu, beyaz olduğu ya da Arap, Fars, İngiliz olduğu için değil…
Bir gün Hz. Peygamber s.a.v.’in önünden bir cenaze geçiyordu. Ayağa kalkarak o cenazeye saygı gösterdi. Oradaki müslümanlardan birisi;
– Ey Allah’ın Rasulü, bu bir yahudinin cenazesidir, dedi. Hz Peygamber s.a.v. şu cevabı verdi:
– O da bir insan değil miydi?
Efendimiz bu hareketiyle insana insan olduğu için saygı gösterilmesi gerektiğini öğretiyordu. Tarihten öğreniyoruz ki O, gayri müslimlerle yaptığı hiçbir anlaşmayı bozmamış, ancak karşı taraf anlaşmaya aykırı davrandığı zaman harekete geçmiştir.
İnsan dokunulmazdır
Allah Rasulü s.a.v. Veda Hutbesi’ne, insan onuruna, can ve mal dokunulmazlığına dikkat çekerek başlamış ve şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Bu gününüz nasıl mukaddes bir gün ise, bu ayınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” (Müslim, Hac, 147)
Yine dikkat edilirse buradaki hitap sadece müminlere değil, bütün insanlığadır. O, muhatap olduğu herkesle yakından ilgilenir, onlara değerli oldukları hissini verirdi. İnsanların sıradan gördüğü bir şahsın dahi O’nun yanında müstesna bir değeri vardı.
Mescid-i Nebevî’yi gönüllü olarak temizleyen yaşlı ve siyahî bir hanım vardı. Günün birinde vefat etti. Fakat vefatı Hz. Peygamber s.a.v.’e bildirilmedi. Allah Rasulü s.a.v. onu göremeyince nerde olduğunu sordu. Vefat ettiğini duyunca;
– Bana haber vermeniz gerekmez miydi, diyerek sitem etti. Sonra da “Onun kabrini bana gösterin” buyurdu.
Sonra o hanımın kabrine vardı, üzerine namaz kıldı ve dua etti. (Buharî, Salât, 72; Cenaiz, 66)
İnsanlık İslâm ile onurlandı
Cahiliye dönemi insan onurunun korunması bakımından kapkaranlık bir dönemdi. Zaten İslâm öncesi topluma verilen “cahiliye” sıfatı bilgisizliği değil, zulmü işaret eder. Zayıflar kelimenin tam anlamıyle eziliyordu. Fakirin ya da soylu bir aileye mensup olmayanın toplumda hiçbir değeri yoktu. İnsanların onur ve itibar ölçüsü kabilelerinin gücü, develeri ve biriktirdikleri servetleriydi. Övünç vesilesi de sadece bu maddi kıymetlerdi.
Allah Rasulü s.a.v., onur ve üstünlüğün servette değil insanda olduğunu, insanlıkla olacağını bildirdi. Her fertle ilgilendi, herkesi dinledi. Asla insanlara ırk, cinsiyet, zenginlik ve makamlarına göre davranmadı. Hak ve hukuk açısından hiçbir ayrım yapmadı. Kimseyi küçük görmedi. Daima güçsüz, kimsesiz ve haksızlığa uğrayanların haklarını savundu. Savaş esirlerine iyi davranılmasını öğütledi. Kadınların ve kız çocuklarının aşağılanmasını şiddetle yasakladı. Yaşlı, hasta, yetim ve fakirlerle özellikle ilgilenirdi. Kimsesiz ve öksüzleri sık sık ziyaret ederdi. İnsanları üzüntülü ve sevinçli günlerinde yalnız bırakmazdı.
Bir gün Hz. Ebu Zer ile Hz. Bilal arasında bir tartışma yaşandı. Ebu Zer r.a. kendine hakim olamadı ve Bilal r.a.’a, “Kara kadının oğlu!” deyiverdi. Hz. Bilal onun bu sözünden alındı, dayanamadı, durumu Hz. Peygamber s.a.v.’e bildirdi. Bunun üzerine Allah Rasulü s.a.v, Ebu Zer’i çağırdı ve:
– Sende hâlâ cahiliye adetlerini görüyorum, diyerek sertçe ikaz etti.
Hz. Ebu Zer r.a. söylediğine bin pişman oldu, hemen yüzünü yere yapıştırdı ve:
– Allah’a yemin ederim ki Bilal gelip yüzüme basıp geçinceye kadar buradan kalkmayacağım, dedi. (Buharî, İman, 22; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 12/83)
Efendimiz s.a.v. sık sık buyururdu:
“Allah sizin şekil şemalinize ve mallarınıza bakmaz. O ancak kalplerinize ve yaptıklarınıza bakar.” (Müslim, Birr, 10; İbn Mâce, Zühd, 9 nr. 4143)
Onuru Korumak
İnsanoğlu hem meleklerde hem de hayvanlarda bulunan özellikleri taşımaktadır. Melekler tabiatüstü varlıklardır. Yemezler, içmezler, uyumazlar ve dünyevî ihtiyaçlardan uzaktırlar. Onlarda akıl var, fakat şehvet (nefsin talepleri) yoktur. Hayvanlarda akıl yoktur, fakat şehvet vardır. İnsanlarda ise hem meleklerin sıfatı olan akıl, hem de hayvanların sıfatı olan şehvet vardır. Aklını kullanarak nefsinin isteklerini dizginleyen bir insan meleklerden daha üstün, daha onurlu olur. Fakat nefsinin talepleri peşinde koşan insan da hayvanlardan daha değersiz ve düşük olur.
İşte, aklını kullanarak dünyevî arzularını yenen bir insan mükemmelliğe erişir ve ilahî halifeliği üstlenmiş olur. Zira kâmil insan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Her insanda bu kabiliyet mevcuttur. Ayrıca Allah Tealâ, ilk insan olan Hz. Adem a.s.’a mevcudatın bilgisini öğretmiştir. Bu iki özellik sadece insanoğluna verilmiştir. Sadece insan bu güç ve kapasiteye sahiptir.
İnsanın bu üstünlüğü aynı zamanda Yaratıcısı’na karşı sorumluluk yükler. Ancak bu sorumluluk bilinci ile insanlık onuru muhafaza edilebilir. Yaratıcı’ya kul olmayan, başta kendi nefsi olmak üzere pek çok sahte ilahın kulluğu altında ömür tüketir. Ne kendi iç dünyasında ne de yaşantısında kendine bahşedilen üstün yaradılışın hakkını verebilir.