- İnsanın kendini yitiriş ve bitiriş serüveni

Adsense kodları


İnsanın kendini yitiriş ve bitiriş serüveni

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 9 August 2012, 03:58 pm GMT +0200
İnsanın kendini yitiriş ve bitiriş serüveni
Yusuf Kaplan • 86. Sayı / DİĞER YAZILAR


Soru şu: Kendimizde miyiz? Kendimiz miyiz? Bir kendimiz var mı, hâlâ? İnsanlığın, insanlığın bütün cemiyetlerinin ve fertlerinin sorması gereken ama hiç kimsenin sormadığı, sormaya yanaşmadığı asıl sorular bunlar.


Neden sormuyor hiç kimse bu soruları? Hiç şüpheniz olmasın ki, kendinde olamadığı, kendi olarak varolamadığı için. Sadece ve sadece hiç kimse olduğu için. Hiçleştiği, hiçleştirildiği, hiç kimseleştirildiği için.


Âfâk’tan Enfüs’e… Mülk Âlemi’nden Melekût Âlemi’ne Yitik Hazine’nin izini sürmek…
İnsan, zübde-i âlemdir; âlemin özü ve özetidir. Küçük âlemdir. Âlem ise, “büyük insan.” İnsanın kendinde olabilmesi için, kendi olabilmesi şart. İnsanın kendi olabilmesinin şartı ise kendi olarak varolabilmesi. İnsanın kendi olarak varolabilmesi, insanın kendini bulabilmesi ve bilebilmesiyle mümkün. Bunun yolu da, âyette (Fussılet: 41 / 53) sarahatle beyan edildiği üzere, önce âfâk’a, yani “büyük insan” olarak tarif edilen âlem’e / tekvînî âyet’e açılabilmesi ve yönelebilmesi, akabilmesi ve bakabilmesinden geçiyor. Başka bir deyişle insan, dışına yönelemediği sürece içine de açılamıyor. İçine açılamadığı sürece ise dışına da bakamıyor; dışarıya nasıl bakabileceğini bilemiyor. İç, dış’ın (insan, âlem’in; başka bir düzlemde ise bâtın olarak insan, zâhir olarak âlem’in), dış da iç’in (âlem de insanın) biri olmadan ötekinin de tanınamayacağı aynası.

Fakat asıl ürpertici nokta şu burada: Çağımızda, modernlikle birlikte, “ayna” metaforunda mündemiç bulunan “ayniyet” / benzerlik husûsiyeti, artık “gayriyet” / başkalık, hatta ötekilik niteliğine büründürülmüş. Hakikatte, biraz önce yazdığım cümlelerde de açıkça fark edilebileceği gibi, iki mevcudiyet de, hem insan, hem âlem olarak adlandırılır bizim geleneğimizde. Biri “büyük” insan, diğeri “küçük” insan veya biri “büyük” âlem, diğeri “küçük” âlem.

Oysa modernlik, insan ile âlem arasındaki bu kopmaz irtibatı ve rabıtayı kesip kopardığı ve “büyük âlem”in bütün özelliklerini bünyesinde barındıran ve ilâve yükümlülüklerle donatılan “küçük insan”, bu özelliğinden ötürü daha aktif bir varoluşa sahip olduğu için, büyük âlem’i kontrol ve kolonize etme çabasına ve canavarlığına soyunmaktan kendini alamadı. O yüzden, Yaratıcı’ya giden bir yol bulamadı. Âlem’i de, Yaratıcı’yı da ötekileştirmekten ve sonuçta kendini yalnızlaştırmaktan ve yok etmekten kurtulamadı. Tabiatı kontrol ve kolonize etmeye yöneldiği için tabiatı bitirmeye soyunmaktan, bunun neticesinde de kendi tabiatını ve dolayısıyla fıtratını da yitirme ve bitirme kaderine mahkûm olmaktan kaçınamadı.

İşte bu ayniyet niteliğinden ötürü, insanın içine yönelebilmesinin varedici şartı, dışına doğru yol alabilmesi, dışıyla içi arasında muhkem bir köprü kurabilmesidir. İnsanın dışıyla içi arasında muhkem köprü kurabilmesi, peygamberlerle, peygamberlerin üfleyeceği diriltici nebevî solukla mümkündür.

İnsan, ne kadar engin ve derinlikli bir şekilde dışına açılırsa, kendi içine de açıldığını hisseder. Bu yolculuk enginleştikçe, insan, yaşadığı mülk âleminde üstü örtülen ve keşfetmesi beklenen hakikate, ötelere, perdelerin ötesinde uzanan melekût âlemine doğru azîm, azîz, lezîz ve latîf koridorlar açıldığını görür ve hakikat’e kavuşur. Hakk’ın yansıması ve yansıtıcısı nebevî hakikate yükselir, erişir ve zenginleşir. Kendini bilir, kendini bulur ve kendine gelir, kendi olur.

Nebevî solukla soluklanmak
Ne zaman ki, nebevî soluk, insana ulaşmışsa, işte o zaman, insan soluk alıp vermeye başladı. Ne zaman ki, insan nebevî solukla donanmışsa, işte o zaman, insanlığı da âfâkla buluşturmuş, âfâk’a karşı yüklendiği sorumluluklarını hatırlamış, böylelikle yer gök bayram etmiş, insanlık da huzur yüzü görmüştü.
Çağımızda insan yalnız, yapayalnız. Bir yandan uzayın uçsuz bucaksız derinliklerine açılabilecek kadar teknik becerilere sahip; ama öte yandan da, kendi dünyasının uzaylarında, derinlerinde şifrelenen, dercedilen hazinelerden bîhaber ve bînasip. Dünyaya, dünyanın uçsuz bucaksız köşelerine açılabilen insan, kendi dünyasına, iç dünyasının derinliklerine açılabilmekten mahrum. Mahrum; çünkü nebevî soluktan mahrum. O yüzden, âfâk’la enfüs arasında sarsılmaz bağlar, köprüler kuramıyor.

Oysa insan, nebevî solukla donanabilmiş olsa, uzayda yaptığı maddî yolculuktan çok daha esaslı, çok daha kanatlandırıcı, çok daha varedici enfes ve derûnî yolculuklar yapabilir iç dünyasının derinliklerinde.
İnsanın uzaya kadar açılması, biraz da, maddî dünyanın insanı tatmin etmemesinin bir sonucu, bir sonsuzluk arayışı, bir başka dünya arayışıdır aslında. Bu dünyanın, nebevî soluğun çekildiği dünyanın yaşanılamaz, katlanılamaz olduğunun ilânıdır aynı zamanda bu. İnsanın, hayatın sırrını, varoluşun/un sırrını merak edişinin bir sonucu. Kendini hatırlama çabası, kendini, dolayısıyla kendinde dercedilen hakîkatin izini sürme çabasıdır. Peki, insan kendini nasıl yitirdi ve bitirdi?

İnsanın yitişi ve gidişi: Dekadans, ontolojik helâket ve felâket
Nietzsche, Batı uygarlığının en büyük düşünürü. O yüzden, Batı uygarlığını anlayabilmek, ancak Nietzsche’yi tanıyabilmekle mümkün. Nietzsche, bize, “ahlâkımız, felsefemiz, dekadans biçimlerine dönüştü” diye haykırmış ve modern/seküler Batı uygarlığının insanlığı sürüklediği yok oluş ve yok ediş serüvenini bu kısacık ama anlamlı cümleyle özlü bir şekilde özetlemişti.

Burada kilit kavram “dekadans” kavramı. Dekadans, “çözülme” demek, tek kelimeyle. Ama biraz daha açarsak; dekadans, çürüme, hayatın yok olması, hakikatin yitirilmesi, insanın kendi hakikatini ve fıtratını yitirmesi demek. O yüzden Nietzsche, Batı uygarlığının, nedenlerle sonuçları birbirine karıştırdığını ve sonuçları nedenler olarak konumlandırmaktan kendisini kurtaramadığını söyleyecek. Yine bu yüzden, bir şeyin aslına, künhüne vâkıf olmanın imkânları ortadan kalkmış olacağı için, der, Nietzsche, “Batı uygarlığının insanlığa söyleyebileceği tek yeni şey, yeni bir şey söyleyemeyeceği gerçeğidir.”

Peki, Batı uygarlığı, ne yaptı da, insanlığın kendini yitirmesine ve bitirmesine yol açan -Bediüzzaman’ın deyişiyle- ontolojik bir “helâketin ve felâketin” eşiğine fırlattı hem kendisini, hem de bütün insanlığı?

Yitiş’in ve Bitiş’in adı: Batı uygarlığı ve ontolojik saldırısı
Her şeyden önce, Batı uygarlığı, insanlığın, kendisi dışındaki bütün medeniyetlerin, dinlerin, kültürlerin veya düşünce sistemlerinin yürüyüşünü durduran bir saldırı üretti. Tarihte, insanlık tarihinin daha önceki hiçbir döneminde, bir uygarlığın, dünya üzerindeki bütün medeniyetleri yok ettiği bir saldırı gerçekleşmedi. Böyle bir saldırı, ilk defa Batı uygarlığı tarafından gerçekleştirildi.

İkinci olarak, Batı uygarlığının insanlığa karşı gerçekleştirdiği bu büyük saldırının sonucunda, insanlık tarihinde ilk defa, tek bir uygarlığın zeitgeist’ı (zamanın ruhu algısı), yani sekülerleştirilmiş Tanrı, evren ve insan kavrayışı, bütün insanlığa önce sömürgecilik ve emperyalizm süreçleriyle doğrudan saldırı yöntemiyle; postmodern dönemde ise televizyon, sinema, radyo, gazete, müzik, futbol, turizm, tüketim alışkanlıkları gibi medya ve kültür endüstrisi yoluyla bu kez dolaylı yollarla benimsetildi. Bunun sonucunda, bütün insanlık, bizzat Batılı düşünürlerin ifadeleriyle, “demir kafes”e (Weber), “modernlik hapishanesi”ne (Foucault) mahkûm edildi. Batılı/seküler duyma, düşünme, yaşama biçimleri bütün insanlığın duyma, düşünme ve yaşama biçimlerine dönüştürüldü. Böylelikle insanlık semantik intihar olarak adlandırdığım ve bütün insanlığın çağın ağlarına, bağlarına, kavramlarına ve bağlamlarına hapsolmasına yol açan büyük bir çağ körleşmesi sorunu yaşamaya başladı.

Üçüncü olarak, bu ontolojik saldırının sonucunda zuhûr eden çağ körleşmesi sorunu nedeniyle, Batı uygarlığının dışındaki bütün medeniyetlerin ve toplumların çocukları, kendi medeniyetlerinin, dinlerinin veya düşünce ve düşünme biçimlerinin sunduğu perspektifleri yitirdiler. Bu yüzden, Batı uygarlığının dışındaki medeniyetlerin çocuklarının kendi medeniyetlerine nüfûz edebilme, kendi sorunlarına kendi medeniyetlerinin, dinlerinin veya düşünme biçimlerinin bakış açılarıyla bakabilme imkânları iptal edildi. İnsanlık tarihinde, ilk defa, Batı uygarlığının dışındaki medeniyetlerin çocuklarının kendi medeniyetleriyle, tarihleriyle, kültürleriyle, dinleriyle, düşünceleriyle, sanatlarıyla, kısacası kendileriyle ilişkileri, Batılı/seküler kalıplar, bakış açıları yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılır oldu ki, bu durum, kaçınılmaz olarak, Batı uygarlığının dışındaki medeniyetlerin çocuklarının, kendi medeniyetleriyle kendi medeniyetleri “neyse o” olarak ilişki ve irtibat kurabilmelerini imkânsızlaştırdı. Daha da kötüsü, küre ölçeğinde yaşanan bu çağ körleşmesinden ötürü, farklı medeniyetlere mensup toplumlar veya insanlar, yaşadıkları bu felâketi göremeyecek kadar kendi idrak ve görme biçimlerini de yitirdiler.
Dördüncüsü ve en önemlisi, Batı uygarlığı, insanlık tarihinde, ilk defa “Tanrı fikri”nin bütün küre ölçeğinde yitirilmesine ve karikatürleştirilmesine yol açan ontolojik bir saldırı gerçekleştirdi. İnsanlık tarihinde ilk defa, modernliğin kurucu filozofu Descartes’ın “tabiatın efendileri olacağız” fikrinde ifadesini bulan şeyi hayata geçirerek tabiatı pervasızca kullandı ve delik deşik etti. İnsanlığa özgürleşme olarak sunulan şey, insanın Tanrı’dan özgürleşmesi / kopması, Tanrı’ya meydan okumaya kalkışmasıydı: Oysa bu, insanın, dünyevî ve beşerî her şeyi tanrılaştırmasıyla, dolayısıyla insanın kendi yapıp ettiklerinin kölesi olmasıyla sonuçlandı. Sonuçta, insanın başka insanlara, başka medeniyetlere, başka dinlere, başka kültürlere, kendinden başka olan her şeye saldıracak, kendi dışındaki herkesi ve her şeyi yok etmeye soyunacak kadar barbarlaşması, canavarlaşması, azmanlaşması kaçınılmazlaştı.

Beşerî uygarlık fikrinden Nebevî medeniyet fikrine
Beşinci olarak, Batı uygarlığı, salt beşerî olanı kutsadığı ve her şeyi beşerî olana indirgeyerek insanı ontolojik yok oluş ve yok ediş serüveninin eşiğine fırlattığı için, tarihteki hiçbir medeniyette gözlenmediği kadar büyük paradokslar üretti: Mesela, insanı, modernliğin doğuşunu tetikleyen ve hazırlayan hümanizm hareketiyle birlikte, bidayette, her şeyin merkezine yerleştirdi. Ama nihayette, geldiğimiz noktada, insanı da yok etti. İnsanlık şu an bizzat Batılı düşünürlerin çağrısıyla ve çabasıyla “post-hümanizm” çağını yaşıyor. Çağdaş Batılı düşünürler, insanın, dizginleri kendi eline almasının, insanı dizginlenemez barbarlık biçimlerinin eşiğine sürüklediğini (Baudrillard, Foucault, Derrida), bu yüzden insanın dizginlenmesi gerektiğini dillendirdiler ve hâlen dillendiriyorlar yaklaşık yarım asırdır.

Batı uygarlığının yaşadığı ve yine felâketle sonuçlanan ikinci büyük paradoks, aklın yüceltilmesiydi. Aydınlanma Çağı’yla başlayan aklın putlaştırılması süreci, modern insanı, aklın kontrol edilemez aşırılıklarının felâketlerinin kurbanı kılmaktan başka bir işe yaramadı. Modern Batı uygarlığını kuran düşünürler, insanı tanrılaştırınca, insanın akıl melekesini de putlaştırmaktan başka bir şey yapamadılar. Oysa bugün gelinen noktada şu gerçek artık Batılı düşünürler tarafından da görüldü. Akıl, soyutlayıcı, dolayısıyla indirgeyici bir güç. Aklı bütün düşünme, bilme, eyleme ve varolma faaliyetlerinin merkezine yerleştirdiğinizde, aklın, insanı düşünmeden de, bilme biçimlerinden de, sahici eyleme biçimlerinden de, insanca varoluş biçimlerinden de koparacağı, uzaklaştıracağı bizzat hem kendisine, hem de güç üreten araçlara köle kılacağı, dolayısıyla hakikatin değil, güçlünün ve her türlü güç ve iktidar biçimini elinde bulunduranların hâkim olacağı bir kendi kendine yok oluş ve kendi kendini yok ediş sürecinin kaçınılmazlaşacağı görülememişti. Akıl, sadece hâkim güç ve iktidar biçimlerinin güçlerini ve iktidarlarını aklamaya yarıyordu. Bu da, insanı canavarlaştırıyor, hayatı cehenneme çeviriyor, insanın hakikatle irtibatını koparıyordu.

Bu yakıcı gerçeği, Batı uygarlığını “barbarlık” olarak adlandırdığı için Batı’da da, dünyada da önü kesilen, tanınmayan ama çağımızın en büyük düşünürlerinden Michel Henry, önce “hayatın inkârı”, ardından “yeryüzünün yağmalanması” ve son olarak da, “insanın insanlığının açıkça imhası” olarak tasvir ve tarif ediyor.
İnsanın kendine gelebilmesi, modernliğin ontolojik saldırısıyla birlikte tarihten çekilen rahmet, vicdan, varoluş ve hakikat kaynağı nebevî solukla yeniden soluklanabilmesine, soluk alıp verebiliyor olmasına bağlı. Bu da, salt beşerî ve tek boyutlu, indirgemeci, bu nedenle de saldırgan ve saldırganlaşan sivilizasyon / uygarlık fikrinden kurtularak, Efendimiz’de (sav) ete kemiğe bürünen, eşyanın bütün hakikatlerini bize bir bütün olarak bildiren, yatay ve dikey eksenleri, zâhir ve bâtın’ı, dış ve iç dünyaları aynı anda hayata ve harekete geçirme imkânı ve “mekân”ı sunan yegâne kaynak olarak nebevî bir medeniyet fikrinin geliştirilmesine ve bütün insanlığa takdim edilmesine bağlı, tabiatıyla.