saniyenur
Mon 2 January 2012, 06:32 pm GMT +0200
3. İNSANIN FİİLLERİ VE İRÂDE MESELESİ
“Küfür-imân, günah-sevap nevinden olan insanların fiillerinin (tümünü) Allah Taâlâ yaratır”
Mutezile'nin iddia ettiği gibi, insan, fiilinin halikı değildir. Mutezile mezhebinin ilk mensupları insan hakkında, hâlık (yaratıcı) tabirini kullanmaktan kaçınırlar ve hâlık kelimesinin yerine mûcid ve muhteri (icad eden, meydana getiren) v.s. gibi tabirler kullanırlardı. Cübbâî ve ona tabi olanlar, bu tabirlerin hepsinin, “bir şeyi yokluktan varlığa çıkartan,” manâsını ifade ettiklerini görünce, hâlık sözünü kullanmaya cesaret ettiler.
Hak ehli olan Sünnîler (kulun fiilini Allah yaratır, tezini ispat) için çeşitli deliller getirdiler:
1. Birincisi (aklî delildir): însan, kendi fiilinin halikı olsaydı, kendine ait fiillerin tafsilatını bilmesi lâzım gelirdi. Kudret ve irâde ile bir şeyi icad etmek için durumun böyle olması zaruridir. Halbuki lazım bâtıldır. (Yani insan yaptığı fiillerinin tafsilatını ve teferruatını bilmemektedir). Zira bir yerden diğer bir yere yürüme fiili, aralıklarda bir takım sükûn hallerinin bulunmasına, bazısı daha hızlı, öbür bazısı daha ağır bir takım hareketlerin mevcut olmasına şâmil olur. Bu nevi sükûn ve hareketleri ihtiva eder. Halbuki yürüyen zat bunun şuuruna ve bilgisine sahip değildir. (Yürüdüğünü bilir ama yürüme fiilinin teferruatını bilmez). Bu, bilgiden ileri gelen bir sehiv ve zühul de değildir. (Yani bildiği halde bir zühul ve dalgınlık eseri farkında olamıyor, denemez). Tam aksine, bu konuda kendisine bir soru sorulsa, hiç bir şey bilemez. En açık (ve en göze çarpıcı) fiilinde durum budur. Yürüme, tutma ve yakalama v.s. gibi, kasların harekete geçirilmesi ve sinirlerin gergin hale getirilmesi gibi hususlara ihtiyaç gösteren organlara ai,t insan fiili ve hareketi üzerinde düşündüğün zaman, durum daha da açıktır (Nisbeten daha gizli ve kapalı olan bu nevi fiillerinin teferruatını bilemeyeceği daha çok aşikârdır).
2. İkincisi, bu konudaki naslardır: “Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı”' [42] Bu âyette geçen “mâ” kelimesinin masdariyet ifade ettiği kabul edilirse, zamirin hazfine ihtiyaç olmaması için “yaptıklarınızı” sözünü “amelinizi”, şeklinde anlamak gerekir. “Mâ” kelimesi, ismi mevsûl olarak kabul edilirse, “yaptıklarınızı” sözü, “ma'mûlunuzu” (tarafınızdan yapılmış şeyi) manâsına gelir ve (insana ait) fiilleri de şümulüne alır. Zira biz: “İnsanların fiilleri Allah Taâlâ tarafından yaratılmıştır.” Veya “kul tarafından yaratılmıştır”, dediğimiz zaman, buradaki “fiil” sözü ile kelimenin, icâd ve ikâ' yani meydana getirme demek olan mastar manâsını (el-mana'lmasdari) kasdetmiyoruz. Aksine mastarla hasıl olan şeyi (yani icâd ve ikâ' manâsına gelen fiilin masdar manâsını değil, yaratma ile ortaya çıkan, ikâ' ve icâdla vücûda gelen hâsü-ı masdarı) kasdediyoruz. O da icâd ve meydana getirmenin ilgili olduğu şeydir. Bununla, meselâ müşahede edilen hareketleri ve sükûn hallerini kasdediyorum. Bu nükteye dikkat edilmediği için, bu âyetin delil olması, buramdaki “mâ” kelimesinin mastar manâsına alınması şartına bağlıdır, zannedilmiştir. (Amel ve ma'mûl ikisi bir manâya gelir). Mastar, icadın bizzat kendisidir, manevî bir şeydir, hasıl-ı mastar icâdla ortaya çıkan eserdir).
“Allah her şeyin, yani bütün mümkünâtm yaratıcısıdır” [43] âyeti bu konuya akıl vasıtasıyle delâlet eder. (Yani Allah her şeyi yaratır, ama zatı ve sıfatları bundan müstesnadır, zat ve sıfat istisna edilince, insan fiilinin de istisna edilmesi ihtimali ortaya çıkar, onun için âyet, aklın yardımı ile insan fiilinin Allah tarafından yaratıldığına delildir). “Yaratan yaratmayan gibi midir, hiç?”[44] , mealindeki âyet yaratıcılıkla övünmek makamında nazil olmuştur. Zira ibadeti hak etmenin illeti ve sebebi hâlıkıyettir. (Yaratıcılık kendine has olmasa, Allah bu âyetle övünmezdi).
(Yukardaki aklî ve naklî delillere istinaden diyoruz ki:) o halde “insan, fiilinin halikıdır,” diyen muvahhid ve müslüman değil, müşriktir, denilemez. Zira biz, şirk, vâcibu'l-vücûd, manâsında ulûhiyette ortak kabul etmektir, diyoruz. Nitekim Mecusîlerde durum böyledir.
Veya şirk, ibadeti hak etmek manâsında Allah'ın ortağı olduğuna inanmaktır. Nitekim putperestlerde durum böyledir. Halbuki Mutezile böyle bir şey kabul etmemektedir. Tam tersine Mutezile, insanın yaratıcılığım Allah Taâlâ'nın yaratıcılığı gibi görmemektedir. Zira onlara göre insanın yaratıcılığı, Allah Taâlâ tarafından yaratılan sebep ve âletlere (yani organ, beden, kuvvet ve vasıtalara) dayanmakta, o sayede meydana gelmektedir. Buna rağmen Maveraunnehir'deki hocalar (ve kelâm âlimleri) bu meselede, Mutezile'nin sapıklığını iddia etmede pek fazla ileri gittiler. Hatta, “Mecusîler, (ebedî ve ilâhî) saadete yakın olma bakımından Mutezüe'den daha iyi haldedir. Zira Mecusîler Allah'ın sadece bir tane ortağı bulunduğunu kabul ettikleri halde, Mutezile, sayılmayacak kadar çok ortak ve şerik kabul etti”, diyecek kadar aşırı gittiler [45].
Mutezile'nin delilleri;1. Biz yürüyenin hareketi ile titreyenin hareketi (yani iradeli hareketlerle refleks hareketler) arasında fark bulunduğunu zarurî olarak bilmekteyiz. Birinci hareket iradeli ve ihtiyaridir, ikincisi değildir.
2. Hareketlerin hepsi Allah Taâlâ'nın yaratması ile olsa, mükellef olma, (iyi işlerden dolayı) -övme, (kötü işlerden dolayı) yerme, sevap, günah, (mükâfat ve ceza) prensibi bâtıl olurdu. Bu husus apaçıktır.
Cevap: İleri sürülen bu nevi itirazlar, esas itibariyle kesb ve ihtiyarın bulunmadığını söyleyen Cebriye için geçerlidir. Biz ise, - Allah Taâlâ izin verirse, ileride mahiyetini ve hakikatini açıklayacağımız şekilde- kesb ve ihtiyarı kabul etmekteyiz.
Mutezile bazan şu delile sarılır: însan fiilini yaratan Allah Taâlâ olsaydı, hiç şübhe yok ki, ayakta duran, oturan, yiyen, içen, zina eden, hırsızlık yapan...v.s.nin O olması gerekirdi. Mutezile'nin bu itirazı, büyük bir bilgisizliktir. Zira bir şeyle muttasıf olan demek, o şey kendisi ile kâim olan (kendisi sayesinde var olan ve varlığını devam ettiren) manâsına gelir. O şeyi icâd eden (ve fiilen yapan) manâsına gelmez. (Ali uzadı, cümlesindeki uzama fiilini yaratan Ali değil, Allah'tır, ama fiil uzamaya konu olan Ali'ye nisbet edilir. Ali'deki uzama fiilini yarattı, diye, “Allah uzadı”, demek nasıl caiz olur?).
Mutezile mezhebi mensupları görmüyorlar mı ki, cisimlerdeki siyahlık, beyazlık... v.s. gibi şeylerin yaratıcısı Allah Taâlâ olduğu halde, kendisi bu sıfatlarla muttasıf olmaz (Bu vasıflar ona nisbet edilerek, Allah siyahtır, beyazdır... denmez).
Mutezile'nin, ekseriya tutunduğu delillerden biri, “Ey îsa...sen, iznimle kuş şeklinde bir şey yaratıyorsun” [46]“Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne mübarektir!” [47]gibi âyetlerdir.
Cevap: Buradaki halk ve yaratma, takdir etmek (ve bir şeyi belli ölçülerde ve muayyen bir şekilde yapmak) manâsına gelmektedir. (Bu manâda yaratmak fiilinin Allah'tan başkasına nisbet edilmesi, pek hoş karşılanmasa da haram değildir: “Âlemde ziya yoksa halk etmelisin, halk!” diye feryad eden Mehmet Akif'in bu haykırışı, din ve itikadı yönünden sakıncalı değildir).
“İnsan fiillerinin hepsi Allah'ın irâdesi, meşiyeti, hükmü, kazası ve takdiriyledir”
Bize göre (yani kelâmcıların ekseriyetine göre) irâde ile meşiyet, aynı manâya gelen bir şeyden ibarettir. Bu husus daha evvel açıklanmıştı. Buradaki, “Allah'ın hükmü ile,” ifadesiyle “tekvin hitabına” işaret edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.(Yani, Allah bir şeyin olmasını nıurad etti mi, ona, “ol” der, o da oluverir, “künfeyekûn,” hitabına işaret edilmiş olabilir).
“Allah'ın kaziyesi ve kazası”, muhkemlik ve sağlamlık niteliklerinin eklenmesiyle beraber, fiilden ibarettir. (Sağlam ve mükemmel yapılan iş kaza sözü ile ifade edilir. Allah'ın, olacak her şeyi ezelde "takdir etmesine kaza, takdir edilen şeylerin eksiksiz biçimde âlemde gerçekleşmesine kader denir).
“Küfür Allah Taâlâ'nın kazasiyle olsaydı, ona razı olmak vâcib olurdu”, denilemez. Zira kazaya rızâ göstermek farzdîr Fakat bunun lazımı ve neticesine (yani küfre ve kötü şeylere rıza göstermek) bâtıldır. Çünkü küfre rızâ küfürdür. Onun için biz diyoruz ki, küfür makzî (mahlûk olan insan fiili) dir, kaza değildir. Makzî (ve mahlûk) olana değil, sadece (Allah'ın hükmü) olan kazaya razı olmak farzdır. (Kaza, halk etmek, makzî mahlûk, demektir).
İnsan fiilleri Allah'ın takdiri (ve kaderi) iledir: Takdir, her bir mahlûku, kendisinde mevcud olan, güzellik çirkinlik, fayda-zarar, içinde bulunacağı zaman-mekân ve hakkında düzenleneceği sevap-günah, mükafat-ceza gibi sınırlarla tahdid ve tesbit etmektir. Burada (takdirden) maksat, Allah Taâlâ'nın irâdesini ve kudretini umumüeştirmek (ve her şeye şâmil kılmak) tır. Zira evvelce söz konusu olan, “Her şey Allah Taâlâ'nın yaratmasiyledir”, hükmü, bir zorlama ve mecburiyet hali bahis konusu olmadan kudret ve irâdenin mevcudiyetini gerektirmektedir. (Allah'ın irâdesi ve kudreti cebir ve ikrah altında değildir. O, her şeyi kendi takdiri ve hür iradesiyle yapar ve yaratır demektir).
İtiraz: Bu duruma göre kâfir küfründe, fâsık fışkında mecbur olur. O zaman bunları iman, itaat ve ibadetle mükellef tutmak doğru olmaz.
Cevap: Şübhesiz ki, Allah onlardan küfür ve fışkı, bizzat kendi ihtiyarlariyle (ister ve tercihlerine bağlı olarak) irâde etmiştir. Şu halde cebir söz konusu değildir. Nitekim onların kendi ihtiyar ve tercihleriyle küfür ve fısk içinde bulunacaklarını Hakk Taâlâ'nın (ezelde) bilmesinden cebir lazım gelmez. Bu durum, insanı, imkânsız olanla mükellef tutmayı icab ettirmez.
Mutezile, şer ve çirkin olan şeyleri Allah Taâlâ'nın irâde etmesini reddetti. Hatta şöyle dedi: “Allah kâfir ve fâsıktan, küfrü ve günahı değil imam ve taatı irâde etmiş ve istemiştir”. Mutezile'nin zannına göre, çirkini yaratmak ve icad etmek çirkin olduğu gibi, çirkin ve kötü olan şeyleri irâde etmek de çirkin ve kötüdür.
Biz bu iddiayı reddediyoruz ve diyoruz ki: Çirkini irâde etmek çirkin değildir. Aksine çirkini kazanmak ve onunla muttasıf olmak çirkindir.
Mutezile'ye göre insan fiillerinin çoğu, (yani insanın refleks ve gayr-i iradi hareketleri hariç bütün iradeli davranışları) Allah Taâlâ'nın irâdesine rağmen vukua gelmektedir. (Yani Mutezile'nin görüşlerinden böyle bir neticenin çıkması lazım gelir). Bu ise cidden çok çirkin bir şeydir.
(Mutezile'nin kurucularından) Amr b. Ubeyd'ın şöyle dediği hikâye olunun “Bir Mecusîye mağlub olduğum kadar, hayatımda hiç bir kimseye yenik düşmedim. Vapurda yanımda bulunan bir Mecusîye: 'Neden îslâm olmuyorsun,' deyince, 'Çünkü Allah Müslüman olmamı irâde etmiyor, Allah Müslüman olmamı irâde edince müslüman olurum,' cevabım yerdi. Mecusîye dedim ki: 'Allah senin îslâm olmanı istiyor ama, şeytanların seni kendi haline bırakmıyorlar ki.
Bunun üzerine Mecusî dedi ki: 'Ben daha güçlü ve daha fazla gâlib gelen şerik ve ortakla olacağım.' (küfür, şirk, günah ve kötü fiiller işlerin çoğunluğunu teşkil eder, madem ki şu insanlara şeytan Allah'tan daha fazla sözünü dinletiyor, o, Allah'tan - haşa - daha kuvvetlidir, o halde ben daha güçlünün yanında olacağım) dedi ve beni ilzam etti, susturdu”.
Derler ki: (Mutezili) Kadı Abdulcebbar Hemedânî, Sahib b. Abbad'ın (öl. 385/995) yanma gitmiştir. (Eş'arî kelâm âlimi) Ebu îshak İsferâinî de orada idi.
Kadı, İsferâinî'yi görünce, dedi ki: “Allah'ı, kötü ve çirkin olan şeyleri yapmaktan tenzih ve takdis ederim”.
İsferâinî (derhal): “Tenzih ve takdis ederim o Allah'ı ki mülkünde irâde ettiğinden başka bir şey olmaz”, diye karşılık verdi.
(Kadı: “Rabbımız kendisine isyan olunmasını irâde eder mi?”).
(İsferâinî: “İrâdesine rağmen ve zorla Rabbımıza isyan olunur mu?”).
(Kadı: “Rabbını hidâyete ermeme engel olur ve cehennemlik olduğumu takdir ederse, bana iyilik mi, kötülük mü yapmış olur?”),
(İsferâinî: “Hakkın olan bir şeyi sana vermezse, şübhesiz ki, kötülük yapmış olur, ama kendisinin olan bir şeyi, yani cenneti vermezse, o zaman bil ki, Allah rahmetini dilediğine tahsis ve ihsan eden bir varlıktır” [48] (Bk. Zahru'l-İslâm, IV. 70).
Mutezile, “Bir şeyi emretmek onu irâde etmeyi, bir şeyi menetmek onu irâde etmemeyi gerektirir”, diye itikat etmiş, böylece kâfirin iman etmesini Allah irâde etmiştir, fakat küfrünü irâde etmemiştir, neticesine varmamıştır.
Halbuki biz biliyoruz ki, mahiyeti tam olarak Allah Taâlâ'nın ilini tarafından ihata edilen bir takım maslahat ve hikmetler sebebiyle, bir şey irâde edilmediği halde bazan emredilmiş olur. Aksine başka bir şey nehyedildiği halde bazan irâde edilmiş olur, veyahut bu tarzdaki emir ve nehyin sebebi, “Allah, yaptığından sorumlu olmayandır” (Enbiya, 21/23), (âyetinin manâsını tahakkuk ettirmektir. Allah, mülkünde mutlak tasarruf sahibidir, her şey onundur, insanın hiç bir şeyi yoktur ki, zulüm bahis konusu olsun). Görmez misiniz ki, bir efendi, yanında bulunan şahıslara kölesinin itaatsiz olduğunu göstermek istediği zaman, ona bir iş emreder ama (içinden de) o işi yapmasını irâde etmez. (Yani emir her zaman irâdeyi gerektirmez. Fakat insanlar için durum böyledir ama Allah için de acaba öyle midir? Öyledir, denirse Gâib Şâhid'e kıyas edilmiş olmaz mı?).
Bu hususta Sünnîler de Mutezile de, delil olmak üzere ileri sürdükleri bazı âyetlere sıkı bir şekilde tutunmaya çalışmışlardır. Fakat te'vil kapısı her iki grup için de açıktır [49].
(Bu konuda Sünnîler, “Allah dilemedikçe, onlar iman edecek değillerdi” [50] mealinde olan bir çok âyete dayanırken, Mutezile de “Allah kulları için zulüm irâde etmez”[51]; “Şübhesiz ki Allah kötü ve çirkin olanı emretmez” [52]mealinde, aynı şekilde çok sayıda mevcut olan âyetlere istinad etmiştir. Sünniler kendi delillerini geçerli kılmak için Mutezile'nin, dayandığı âyetleri te'vil ederken, Mutezile de kendi delillerini geçerli kılmak için Sünnülerin dayandıkları âyetleri te'vil etmiştir. Te'vil kapısı her iki mezhep için de açıktır).
”İnsanların, (ibadet ve taat işledikleri zaman) sevap ve mükafat almaya, (günah ve kötü bir iş yaptıkları zaman) ceza ve azab görmeye esas teşkil eden ihtiyarî fiilleri vardır”
Cebriyenin (ve fatalizmin) şu iddiası doğru değildir: Esas itibariyle insanın kendine ait bir fiili yoktur. İnsanın hareketleri tıpkı cansız maddelerin hareketleri gibidir. Bu hareketler kudrete, kasda ve irâdeye dayanmaz. (însanın seçme hürriyeti yoktur).
Bu görüş bâtıldır. Zira biz bir “el ile tutma” hareketiyle bir “titreme” hareketi (yani iradeli bir davranışla refleks bir davranış) arasını zarurî olarak ayırdetmekteyiz. İkisinin değil de sadece birinci nevi fiillerin irâdeye ve ihtiyara dayandığını biliyoruz.
Bu görüşün bâtıl oluşunun diğer bir sebebi de şudur: Esas itibariyle insanın kendine ait fiilleri bulunmasa, (bazı vazifelerle) mükellef ve mes'ul olmaması, fiillerinden dolayı sevap ve ceza almaya hak kazanmaması, öncesinde irâde ve kasd bulunması icab eden “namaz kıldı”, “oruç tuttu”, “yazdı” gibi fiillerin mecaz yoldan değil de, hakikat olarak ona isnad edilmemesi ve bu gibi hususların doğru olmaması gerekir. Halbuki burada anlatılan fiillerin aksine, “Çocuk uzadı”, “rengi karardı”, fiilleri insana mecaz olarak isnad edilir. (Çocuk, mecazen uzama fiilinin failidir).
(İnsanın, fiilleri üzerinde hiç bir tesiri yoktur görüşünü ve) yukârdaki iddiayı reddeden kesin naslar vardır: “Yaptıklarının karşılığı olmak üzere” [53]; “Dileyen küfretsin...” [54] v.s. gibi.
İtiraz: Allah Taâlâ'nın ilmini ve irâdesini her şeye teşmil ve tamim ettikten sonra, cebir neticesi kesinlikle ortaya çıkar. Zira ilm ve irâde, ya insan fiilinin meydana gelmesine taalluk eder, bu takdirde fiilin vukuu vâcib olur; veya meydana gelmemesine taalluk eder, bu takdirde de fiilin vukua gelmesi imkânsız olur. “Zaruret-vücûb” ve “imtina-imkânsızlık” hali ile birlikte “irâde-ihtiyar” halinin bulunması mümkün değildir.
Cevap: Biz; “însan kendi ihtiyarı ve arzusu ile bir iş yapacak veya yapmayacak” hususunu Allah bilir ve irâde eder, dedik. Bunda ise anlaşılmaz bir yön yoktur. (Allah'ın ilmi ve irâdesi, bir işin yapılması veya yapılmaması hususuna, insanın ihtiyarına ve seçme hürriyetine uygun düşecek bir biçimde taalluk eder).
İtiraz; Bu takdirde de insanın ihtiyarı ve tercihine bağlı olan fiili, ya zarurî veya imkânsız (vâcib ve mumteni') olur. Bu ise ihtiyara aykırıdır. (Yani Allah, insan bunu “yapacaktır,” diye ezelde bilirse, o fiilin dünyada meydana gelmesi zarurî, “yapmayacaktır” diye bilirse, o fiilin vukua gelmesi de imkânsız olur. Bu ise insanın irâde ve ihtiyar sahibi olduğu anlayışına ters düşer).
Cevap: Bu itirazı reddediyoruz. Zira, ihtiyar ve irâdeye dayanan vücûb ve zaruret, ihtiyarı ve irâdeyi gerçekleştirir, ona aykırı olmaz. (Yani Allah'ın ilmi malumuna tabidir, sadece bu konudaki Allah'ın irâdesi de ilminin fer'i olduğu için o da malumuna tabidir. Güneş tutulması bilindiği için olmaz, olacağı için bilinir). Ayrıca, Allah Taâlâ'nın fiilleri ileri sürülerek yukardaki iddiada bulunan çelişki ortaya çıkarılır. (Zira, Allah'ın fiilleri, O'nun ma'lumu ve muradı olduğu halde zaruri ve mecburi değildir, iradi ve ihtiyaridir).
İtiraz: “İnsanın irâdesi ile fail” olmasının, “fiillerini kasd ve irâde ile îcad etmesinden”, başka bir manâsı yoktur. Yukarda da izah edildiği gibi, Allah Taâlâ, fiilleri müstakülen yaratır ve icad eder. Bir makdûrun (ve güç dahilinde bulunan bir şeyin) iki müstakil kudretin altında bulunmayacağı aşikârdır. (Bir fiili insanla Allah ortaklaşa yaratmazlar) [55].
Cevap: Bunun, sağlam ve güçlü bir itiraz olduğu konusunda söz yoktur. Ancak, yaratıcının sadece Allah Taâlâ olduğu delille sabittir. Titreme nevinden olan bazı (refleks) hareketlerde değil de, bir şeyi yakalama hareketi gibi bazı fiillerin vukua gelmesinde insan kudretinin ve irâdesinin tesirli olduğu da zaruret (ve bedahet) yolu ile sabit olmuştur. Durum bu olunca, (yani iki prensip çatışınca), bu sıkıntıdan (ve çıkmazdan) kurtulmak için: “Allah Taâlâ Hâlık, insan kasibtir (kazanan)” deme ihtiyacını duyduk. [56]
[42] Saffât: 37/96.
[43] Ra'd: 13/16,
[44] Nahl:16/17
[45] Taftazânî, Maveraunnehir fıkıhcılarına ve kelâmcılarına karşı bir dereceye kadar Mutezileyi, akıllıca savunmak mecburiyetini hissetmiştir. Mezhepler arasındaki amansız ve acımasız mücadelelerde, taraflar birbirini, “kâfirden daha kötü olma”, damgası ile damgalamaya çalışmışlar, bu konudaki nazarî ve hayalî iddialarını, hiç bir geçerliliği olmayan kuru mantık kaideleri ve mugalataya varan kıyas usulleriyle ispatlamaya çalışmışlardır. Bu nevi sert ve katı hükümler verip, Mutezileyi, Mecusilerden daha kötü, diye tanıtırken ne İslâm'ın ruhuna, umumî esaslarına ve büyük Tebliğcisinin davranış biçimine bakmışlar ne de kalblerine danışarak vicdanlarının sesine kulak vermişlerdir. Kuru mantıkçılığın ve mücerred nazariyeciliğin en büyük zararı bu gibi yerlerde bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır. Kuru nazariyecilik, mücerred istidlal ve kıyascılık ekseriya dinin ruhuna uymayan ve insanın fıtratına aykırı olan neticeler meydana getirmektedir ki, aynı hususu Mutezilede görmek de mümkündür.
[46] Mâide: 5/110;
[47] Mu'minûn: 23/14
[48] Furkan, 25/105
[49] Eş'arîlerde: “İnsan, muhtar suretinde mecbur ve muztardır”, sözü meşhurdur. Yani şeklen irâdesi ve ihtiyarı vardır, ama hakikatta yoktur, demektir. Eş'arîlerin: “însan, fiilinde irâde sahibidir ama irâdesi Allah'ın irâdesine tabi ve merbuttur” demeleri de bu manâya gelir.
[50] En'am: 6/111,
[51] Gâfir: 40/21
[52] A'raf: 7/28
[53] Ahkaf: 46/14; Vakıa: 56/24
[54] Kehf: 18/29
[55] Akıl ve mantık planında Mutezileye karşı ileri sürülen deliller, bu noktada tam manâsiyle yetersiz kalmakta ve hatta çıkmaza girmektedir. “Sebebini. Allah bilir”, demek dinî bir izah şekli olsa da aklî bir. delil değildir.
[56] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 190-198.