- İnsanı Seven Devlet

Adsense kodları


İnsanı Seven Devlet

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Sun 31 July 2011, 08:39 pm GMT +0200
Dün Bugün Yarın


Ağustos 2009 128.SAYI
 

Sadık ILGAZ kaleme aldı, DÜN BUGÜN YARIN bölümünde yayınlandı.

İnsanı Seven Devlet

Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’a hakim olduğu, bölgenin Osmanlı yönetimden memnun olduğu ve yönetime henüz başkaldırmadığı 19. yüzyıla kadar, Osmanlı ordusunun bölgeye yönelik önemli bir uygulaması varmış. Tarih kitaplarından öğrendiğimize göre, Osmanlı ordusu sıklıkla sefere çıktığı Balkanlar’da sefer güzergâhı üzerinde yer alan kırsal bölgelerden geçerken, bölgede yerleşik halkın devasa bir ordunun sesinden korkuya kapılmaması ve rahatsız olmaması için ekstra önlemler alınırmış. Bu tür uygulamaların en yaygın olanlarından biri de, binlerce atın nalından çıkan büyük gürültünün önlenmesi için, atların ayakları altına keçe bağlanmasıymış. Bugünden geçmişe bakıp bu örnek üstüne kafa yorunca, uygulamanın ne kadar naif, naif olduğu kadar da insanı seven ve hayatın merkezine koyan bir düşüncenin ürünü olduğunu görmemek elde değil.

Yıllar evvel okuduğum ve hafızamda yer etmiş bu tarihi vakanın aniden kendisini hatırlatmasının bir sebebi var elbette: Geçen ay basında yer alan bir haber. Haber kısaca şöyleydi; önemli bir ilimizde il alay komutanlığı yapan bir asker, geçmişte görev yaptığı bazı illerde görev yetkilerini aşarak birçok hukuksuz işe imza attığı ve onlarca masum vatandaşın ölümüne sebep olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştı. Olay üzerine inceleme yapan savcı, hazırladığı iddianamede bu askeri, 9 kişinin ölümünden sorumlu tutarak, 9 kez müebbet hapsini talep ediyordu.

İddianamede yer alan bilgiler ise fazlasıyla ürkütücüydü. Bunlardan biri de, ölen 9 kişiden birisi olan Mustafa A. isimli bir vatandaşın ölümüne tanık olan bir kişinin itiraflarıydı. Tanığın ifadesine göre, ölen vatandaş etrafında saygın bir kişiydi ve ısrarla suçsuz ve masum olduğu savunuyor, ama bir türlü kendisini sorgulayan komutanı ikna edemiyordu. Vatandaş masum olduğunu söyledikçe, onun suçlu olduğuna çoktan hükmetmiş sorgucular, itiraf ettirmek için denemedik metot bırakmıyorlardır. Bunlardan biri de, görgü tanığının iddianamede yer alan şu meyandaki sözleriydi:

“Zannediyorum temmuz ya da ağustos ayıydı, çünkü yaz mevsimiydi. Ben üç gün boyunca bu noktaya her gidip geldiğimde sorgulamanın ve dövmenin devam ettiğini gördüm, Mustafa’ya yiyecek hiçbir şey verilmiyordu. Elbiseleri çıkarılmış bir halde el ve ayakları bağlı karınca yuvasının üstüne oturtulmuştu. Hatta olay yerindeki korucular ‘Burada kaç tane ağa var, bu adama bu reva görülmemeli öldürülecekse öldürülsün, bu adama böyle işkence yapılmasın’ diye konuşuyorlardı.”

Eğer insanın kanını donduran bu satırlarda yazanlar hakikatse, bu toplumda yıllardır dinmeyen toplumsal acı ve gözyaşına sebep olan zihniyetin insanlıkla en ufak münasebeti yok. Çünkü olayın vicdanla, insafla, görev aşkıyla, sorumluluğuyla açıklanabilir hiçbir tarafı yok. Ortada bir insanlık suçu var.

Şüphesiz ki, yazımızın girişinde yer verdiğimiz geçmişe dair naif örneğin benzerlerine bugün de imza atan insanlar, askerler, kurumlar var. Ve yine şüphe yok ki, ikinci olayın örneklerine de tarihte çok rastlanıldı. Fakat asıl olan bir şey var ki; Sait Faik’in de dediği gibi, “Her şey insanı sevmekle başlıyor”. Ve bu önemli olgunun en çok da devleti yönetenlerin gönlünde ve zihninde yer bulması gerekiyor. Aksi halde halkını rahatsız etmemek için atının ayağına keçe bağlayan vicdanlı, imanlı, insaflı insan, başka bir yerde bir cani, bir vahşi olarak karşımıza çıkabiliyor. Kısaca, yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmedikçe, insanlık yol alamıyor.

Halka Zulümden Sakının

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”

Bu söz, Şeyh Edebali’nin Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’ye verdiği önemli öğütlerden biridir. Bu vecize, devletin ve yöneticilerin halka hizmet için var olduklarını, böyle bir yükümlülüklerinin olduğunu hatırlatmakla birlikte, bir hakikatin de ta kendisidir. Zira insanın olmadığı yerde devletten söz edilemeyeceği gibi, devletin bekasının da insanı sevmekle, ona iyilikle ve adaletle muamele etmekle, hizmet etmekle sağlanabileceğini ortaya koyar.

Halka hizmeti Hakk’a hizmet ile eşdeğer tutan bir kültürün, bir düşünce dünyasının yansıması olan bir söz, başka bir Osmanlı padişahı I. Mahmud’un tahta geçtiğinde bütün beylerbeylerine gönderdiği şu ilk ferman ile de ortaya konulmuştur:

“Ahali ve reaya (gayri Müslim halk), yer ve yurtlarında oturup, kâr ve kazançlarında, ekip biçmelerinde rahat olsunlar. Evlat ve iyalleriyle sefa içinde olup ömürlerini Devlet-i Aliyye’ye dua ile geçirsinler. Sizler, vilayet, kaza ve nahiyelerin şen ve âbâd olmasına gayret edip, reayaya zulümden sakınasınız; onları rencide etmekten imtina edesiniz, bir ferdin dahi olsa zulüm ve cevrine ruhsat göstermekten uzak durasınız. Bundan böyle, ferman-ı hümayunumun hilâfına (aksine) bir hareket olur, reaya fukarasını incittiğiniz haber verilir veya bir şikâyet vuku bulursa, ecdad-ı izanım (atalarımın) ruhuna kasem (yemin) ederim ki, her kim olursa olsun, aman ve zaman verilmez, hakkından gelmekte asla tereddüt olunmaz!” *

Bu sözlerden hareketle bugünün devlet algısına ve etrafta olan bitene bakınca, sormadan edemiyor insan: Devlet mi insan için var, insan mı devlet için var? Ve bu sözlerin sahibi olan yöneticiler şimdi neredeler?

*Can Alpgüvenç, Osmanlı Büyüklerinden Hatıralar, Nesil Yayınları, İstanbul, 2007, s. 47-48.

Bir Soru


“Kültür hepimizin malı” diyor Pierre Emmanuel, ama kaçımız farkında! İster fikrî bir hamule olsun, ister modaya uygun bir cila, bir parolalar yığınından ibaret; imtiyazlı bir zümrenin, kendinden olanları tanımasına yarıyor.

Oysa gerçek kültür bir tutkudur, bütün varlığımızı ilgilendiren bir davranış, insana inanış, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Kısaca, bir sevgidir kültür. Neden bu tutku bütün milletlere mal edilmesin? İnsanlar, yaşayan ve yaşanmış bir kültür sayesinde acılarını yenebilir, hayatlarını yüceltebilirler; yaşamak için çaba harcamak yetmez, olmak için de çaba harcamak gerek. İnsanın kendi kendini fethi bu; maşeri hümanizmanın inşası, bugünü maziyle zenginleştirmek, mazi ve istikballe. Kim böyle bir cihada katılmak istemez?

Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s. 90.

Resmi Tarih Nasıl Oluşur?

Siyasi iktidarda bulunan ya da iktidar mücadelesi verenler, amaçlarını en iyi nasıl gerçekleştirebilecekleri konusunda geçmişe başvurmuştur. Aynı zamanda da siyasi elit, kendi konumuna meşruiyet kazandıracak bir tarih versiyonunu kitlesel tüketime sunmanın çıkarına olduğunu düşünmüş, bunu ya geçmişteki başarılarını öne çıkartarak ya da iktidarını dayandırdığı kurumsal yapının ne kadar eskiye dayandığını göstererek yapmıştır. *

John Tosh, Tarihin Peşinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2005, s. 75.