neslinur
Thu 15 July 2010, 03:36 pm GMT +0200
b. İn şartlan Eğitmek
Rasûlullah (s.a.v.) bazen de kişileri manevî ceza İle cezalandırırdı.
Manevî cezaların gayesi, kişilerin düşünceleri ve manevî kuvvetleri üzerinde etkili olmaktır. [314] Eğitimcinin sevgisini kaybetmek istemeyen bir kişiye, bazen bir tek manâlı bakışı bile onu eğitmeye kâfi gelmektedir. Bu yapı ve hassasiyete sahip kişilere manevî cezaların uygulanması, çok önemli ve olumlu neticeler vermektedir.
Çoğu zaman ferdin kınanmak, ceza ve suçluluk duygusundan kurtulmak için bazı olumsuz istek, duygu, düşünce ve davranışlarını ortaya koymaktan çekindiği ve zamanla unuttuğu görülür.[315] Bu sebeple, bazı menfî davranış ve tavırların unut-turulmasmda manevî cezaların önemli tesiri vardır. Davranış haline gelmiş alışkanlıkların unutulması ve ortadan kaldırılması çok zor olsa da, manevî cezalar sebebiyle onu tekrar etmekten sakınan ve kendisini dizginleyen kişi, bu davranışları kullanmadığından ve ortaya koyamadığından, zamanla bir dereceye kadar zayıflar ve ortadan kalkar.
Rasûlullah (s.a.v.)'in eğitim konusunda en çok kullandığı ceza prensibi, manevî cezalardır. Bu manevî cezaların ekseriyetini de, günah işlemek ve âhirette cezaya dûçâr olmak korkusu oluşturmaktadır. Rasûlullah (s.a.v.), hemen hemen bütün peygamberlerin bu prensibi kullandıklarını şöyle haber vermektedir:
"Allah, hiçbir peygamber göndermemiştir ki, ümmetini uyarmış olmasın, Nuh da, ondan sonra gelen peygamberler de ümmetlerini uyarmışlardır."' [316]
İbrahim Canan RasûluUah Efendimiz(s.a.v.)'in davetinde cereyan eden, sözlü veya fiili sert davranış şekillerinin hafiften şiddetliye doğru bir sıralamasını yapar. Bunlardan bazıları şunlardır:ar İkaz ve İnzar: İslâmî esaslara muhalif davrananlara ahireti hatırlatma ile ikaz yanında bu dünyada da erişilebilecek bir takım tehlikeleri belirtme, bu meyanda mütâlâa edilmelidîr.
a2. Kırgınlık: Sevdiğimiz, saydığımız bir kimsenin, yaptığımız bir hata, işlediğimiz bir kusur sebebiyle bize gücenip kırılması, bizi son derece üzen, pişman eden, o hatadan kesinlikle uzaklaştıran, hakka ve hakikate iyice sarılmamızı sağlayan bir hadise teşkil eder. Şahsı duygular ve menfaat bağlarına müstenid olmaksızın, psikolojik bir da'vet metodu olarak yeri ve zamanı gelince eğitimcinin bu şekilden istifade etmesi, onu istediği neticeye götüren bir vasıta olur. Böyle bir iki olay da Peygamberimizin hayatında vardır.
Rasûlullah, Tebük'e iştirakten geri duran üç kişi ile konuşmayı Müslümanlara yasak etmişti. Bunun üzerine insanlar, bunlardan yüz çevirdiler. O kadar ki sanki beldeleri ve çevreleri hiç bilmedikleri bir yer oldu. Bu şekilde tam elli gün geçmiştir. Bu elli gün bu insanlar dışlanmanın bütün psikolojik baskısını yaşadılar. Elli gün sonra bir gün, Peygamber Efendimiz, sabah namazını kıldırdıktan sonar, bunların Allah tara-fından affedildiğini ilân etmişti. Bu savaştan kaçanlar affedilip de kırgınlık sona erince Rasûlullah çok sevinmiştir ve onlarla musâfahada bulunup tebrik etmiştir. Peygamber Efendimiz sevindiği zaman yüzü, her zamankinden daha fazla aydınlanır, adetâ ay parçası gibi olurdu. Bunlardan Ka'b b. Mâlik: "Yâ Rasûlallah! Affedilmeme karşılık bütün varlığımı Allah ve Rasûlü uğrunda tasadduk ediyorum." dedi. Fakat Peygamberimiz: "Hayır, malının bir kısmını yanında bırak. Böylesi daha hayırlıdır." dedi. Ka'b da Hayber'deki hissesini kendisi için bırakacağını söyledi. [317]
Kırgınlık ve dargınlığın icra ettiği tesiri görmek için bir başka hadise de şudur:
Hz. Enes'in rivayetine göre Hz. Peygamber, bir çıkışında etrafındaki evlere nazaran çıkıntı teşkil eden yüksekçe bir kubbe görür ve "Bu da ne?" diye sorar. Ashab-ı kiram, kendisine: "Bu, Ensâr'dan falancanındır." derler. Hz. Peygamber, manzaraya üzülürse de sükût eder. Fakat inşaat sahibi kendisine gelip selâm verince selâmını almaz ve yüzünü çevirir. Öbürü, kaç sefer karşısına geçip selâm verse de Hz. Peygamber, her defasında aynı şekilde davranıp selamını almaz. Neticede adamcağız, Rasûlullah(s.a.v.)'ın kendisine kırıldığım ve bu sebeple yüz çevirdiğini anlar; durumu arkadaşlarına açarak dert yanar. Ona: "Hz. Peygamber dışarı çıktığı vakit kubbeni gördü ve buna kızdı." derler. Rasûlullah, bir başka gün kubbeyi yerinde görmeyince "Kubbeye ne oldu?" diye sorar. Olup biteni kendisine anlatırlar. Bunun üzerine "ihtiyaç fazlası her bina, sahibi üzerine vebaldir" buyurur. [318]
a3. Gözdağı ve Tehdit: Fiili bir cezanın uygulanmasından ziyade, muhataba gerekirse cezanın tatbik edileceği hissinin verilerek, gözü korkutularak, devamlı istenilmeyen bir duruma düşmesine engel olmak, İslâm'ın, tebliğinde esas aldığı noktalardan birisidir. O, suç işlendikten sonra cezasını aramak ve uygulamak yerine, herhangi bir ma'siyetin işlenmemesi için tedbir ve çareler getirir. İşte bu tedbirlerden birisi, gözdağı vermektir.
Onun da'vet hayatında cereyan etmiş bir gözdağı verme hadisesine vâkıf bulunuyoruz: Mekkeliler Hudeybiye Musâla-hası'nı bozdukları zaman Hz. Peygamber artık fetih zamanı geldiği için ordusuyla Mekke'ye yürümüştü. Fakat O, kan dökülmesini hiç arzu etmiyordu. Bunun için de büyük bir gizlilik içerisinde Mekke'ye sokulmaya muvaffak olmuştu. Mekke girişinde kendilerine mülâki olarak İslâm'ı kabul eden Kureyş reisi Ebû Süfyân'ı, İslâm ordusunun haşmet ve azametini, güç ve kudretini görsün, gözü yılsın ve Mekke'deki mukavemet teşebbüslerini kırsın diye Hz. Peygamber, bir geçitin üstüne götürüp askerlerin düzen ve disiplin içerisinde, haşmet ve vakarla geçişlerini seyrettirdi. Zaten iman eden EbûSüfyân, Mekkeli-lerin bu muazzam orduya karşı koyamayacaklarım bizzat gözleriyle görerek, yakînen vukuf kesbedince Mekke'ye koşmuş ve herkesin silahlarını atarak evlerine kapanmalarını temin etmişti. [319] İşte bu gözdağı, hemen hemen hiç kan dökülmeksizin
koca Mekke'nin fethini sağlamış, kendinden istenen neticeyi vermişti. [320]
Zaman zaman Rasûlullah davetinde tehditkâr bir ifade de kullanmıştır.
Bir seferinde Rasûlullah, Yahudilerin yanma gidip, "Ey Yahudi topluluğu! Müslüman olunuz, selâmete eresiniz." diyerek iman teklif ettiler. Onlar: "Bunu biliyoruz, sen tebliğini yaptın" diye mukabelede bulundular. Hz. Peygamber de: "Ben de sizin bu ikrar ve itirafınızı istiyorum zaten." diyerek tekliflerini üç sefer tekrarladılar. Her üçünde de onlardan aynı cevabı alınca: "Haberiniz olsun ki, yeryüzü Allah ve Ra s ulunundur; sizi buradan sürüp çıkarmak istiyorum. Malı olanın satmasına izin veriyorum. Bakın, tekrar ediyorum yer, Allah ve Rasûlünündür."buyurdular. [321]
Tebük Gazvesi esnasında O, çevreye müfrezeler ve İslâm'a da'vet mektupları göndermişti. Bu mektuplardan birinde şunlar yazılıydı:
"... Yer ve denizin sizin için emniyet mahalli olmasını istiyorsanız (emniyet içinde olmayı istiyorsanız) Allah'a ve Rasûlüne itaat ediniz. Eğer bunu kabul etmeyerek elçilerimi geri çevirir ve onları razı etmezseniz sizin için harp açmaktan başka düşüncemiz yok. O zaman büyüklerinizi öldürür, küçükterinizi esir alırım. Ben gerçekten Allah'ın Rasûlüyüm..."' [322]
Rasûlullah (s.a.v.) bazen de kişileri manevî ceza İle cezalandırırdı.
Manevî cezaların gayesi, kişilerin düşünceleri ve manevî kuvvetleri üzerinde etkili olmaktır. [314] Eğitimcinin sevgisini kaybetmek istemeyen bir kişiye, bazen bir tek manâlı bakışı bile onu eğitmeye kâfi gelmektedir. Bu yapı ve hassasiyete sahip kişilere manevî cezaların uygulanması, çok önemli ve olumlu neticeler vermektedir.
Çoğu zaman ferdin kınanmak, ceza ve suçluluk duygusundan kurtulmak için bazı olumsuz istek, duygu, düşünce ve davranışlarını ortaya koymaktan çekindiği ve zamanla unuttuğu görülür.[315] Bu sebeple, bazı menfî davranış ve tavırların unut-turulmasmda manevî cezaların önemli tesiri vardır. Davranış haline gelmiş alışkanlıkların unutulması ve ortadan kaldırılması çok zor olsa da, manevî cezalar sebebiyle onu tekrar etmekten sakınan ve kendisini dizginleyen kişi, bu davranışları kullanmadığından ve ortaya koyamadığından, zamanla bir dereceye kadar zayıflar ve ortadan kalkar.
Rasûlullah (s.a.v.)'in eğitim konusunda en çok kullandığı ceza prensibi, manevî cezalardır. Bu manevî cezaların ekseriyetini de, günah işlemek ve âhirette cezaya dûçâr olmak korkusu oluşturmaktadır. Rasûlullah (s.a.v.), hemen hemen bütün peygamberlerin bu prensibi kullandıklarını şöyle haber vermektedir:
"Allah, hiçbir peygamber göndermemiştir ki, ümmetini uyarmış olmasın, Nuh da, ondan sonra gelen peygamberler de ümmetlerini uyarmışlardır."' [316]
İbrahim Canan RasûluUah Efendimiz(s.a.v.)'in davetinde cereyan eden, sözlü veya fiili sert davranış şekillerinin hafiften şiddetliye doğru bir sıralamasını yapar. Bunlardan bazıları şunlardır:ar İkaz ve İnzar: İslâmî esaslara muhalif davrananlara ahireti hatırlatma ile ikaz yanında bu dünyada da erişilebilecek bir takım tehlikeleri belirtme, bu meyanda mütâlâa edilmelidîr.
a2. Kırgınlık: Sevdiğimiz, saydığımız bir kimsenin, yaptığımız bir hata, işlediğimiz bir kusur sebebiyle bize gücenip kırılması, bizi son derece üzen, pişman eden, o hatadan kesinlikle uzaklaştıran, hakka ve hakikate iyice sarılmamızı sağlayan bir hadise teşkil eder. Şahsı duygular ve menfaat bağlarına müstenid olmaksızın, psikolojik bir da'vet metodu olarak yeri ve zamanı gelince eğitimcinin bu şekilden istifade etmesi, onu istediği neticeye götüren bir vasıta olur. Böyle bir iki olay da Peygamberimizin hayatında vardır.
Rasûlullah, Tebük'e iştirakten geri duran üç kişi ile konuşmayı Müslümanlara yasak etmişti. Bunun üzerine insanlar, bunlardan yüz çevirdiler. O kadar ki sanki beldeleri ve çevreleri hiç bilmedikleri bir yer oldu. Bu şekilde tam elli gün geçmiştir. Bu elli gün bu insanlar dışlanmanın bütün psikolojik baskısını yaşadılar. Elli gün sonra bir gün, Peygamber Efendimiz, sabah namazını kıldırdıktan sonar, bunların Allah tara-fından affedildiğini ilân etmişti. Bu savaştan kaçanlar affedilip de kırgınlık sona erince Rasûlullah çok sevinmiştir ve onlarla musâfahada bulunup tebrik etmiştir. Peygamber Efendimiz sevindiği zaman yüzü, her zamankinden daha fazla aydınlanır, adetâ ay parçası gibi olurdu. Bunlardan Ka'b b. Mâlik: "Yâ Rasûlallah! Affedilmeme karşılık bütün varlığımı Allah ve Rasûlü uğrunda tasadduk ediyorum." dedi. Fakat Peygamberimiz: "Hayır, malının bir kısmını yanında bırak. Böylesi daha hayırlıdır." dedi. Ka'b da Hayber'deki hissesini kendisi için bırakacağını söyledi. [317]
Kırgınlık ve dargınlığın icra ettiği tesiri görmek için bir başka hadise de şudur:
Hz. Enes'in rivayetine göre Hz. Peygamber, bir çıkışında etrafındaki evlere nazaran çıkıntı teşkil eden yüksekçe bir kubbe görür ve "Bu da ne?" diye sorar. Ashab-ı kiram, kendisine: "Bu, Ensâr'dan falancanındır." derler. Hz. Peygamber, manzaraya üzülürse de sükût eder. Fakat inşaat sahibi kendisine gelip selâm verince selâmını almaz ve yüzünü çevirir. Öbürü, kaç sefer karşısına geçip selâm verse de Hz. Peygamber, her defasında aynı şekilde davranıp selamını almaz. Neticede adamcağız, Rasûlullah(s.a.v.)'ın kendisine kırıldığım ve bu sebeple yüz çevirdiğini anlar; durumu arkadaşlarına açarak dert yanar. Ona: "Hz. Peygamber dışarı çıktığı vakit kubbeni gördü ve buna kızdı." derler. Rasûlullah, bir başka gün kubbeyi yerinde görmeyince "Kubbeye ne oldu?" diye sorar. Olup biteni kendisine anlatırlar. Bunun üzerine "ihtiyaç fazlası her bina, sahibi üzerine vebaldir" buyurur. [318]
a3. Gözdağı ve Tehdit: Fiili bir cezanın uygulanmasından ziyade, muhataba gerekirse cezanın tatbik edileceği hissinin verilerek, gözü korkutularak, devamlı istenilmeyen bir duruma düşmesine engel olmak, İslâm'ın, tebliğinde esas aldığı noktalardan birisidir. O, suç işlendikten sonra cezasını aramak ve uygulamak yerine, herhangi bir ma'siyetin işlenmemesi için tedbir ve çareler getirir. İşte bu tedbirlerden birisi, gözdağı vermektir.
Onun da'vet hayatında cereyan etmiş bir gözdağı verme hadisesine vâkıf bulunuyoruz: Mekkeliler Hudeybiye Musâla-hası'nı bozdukları zaman Hz. Peygamber artık fetih zamanı geldiği için ordusuyla Mekke'ye yürümüştü. Fakat O, kan dökülmesini hiç arzu etmiyordu. Bunun için de büyük bir gizlilik içerisinde Mekke'ye sokulmaya muvaffak olmuştu. Mekke girişinde kendilerine mülâki olarak İslâm'ı kabul eden Kureyş reisi Ebû Süfyân'ı, İslâm ordusunun haşmet ve azametini, güç ve kudretini görsün, gözü yılsın ve Mekke'deki mukavemet teşebbüslerini kırsın diye Hz. Peygamber, bir geçitin üstüne götürüp askerlerin düzen ve disiplin içerisinde, haşmet ve vakarla geçişlerini seyrettirdi. Zaten iman eden EbûSüfyân, Mekkeli-lerin bu muazzam orduya karşı koyamayacaklarım bizzat gözleriyle görerek, yakînen vukuf kesbedince Mekke'ye koşmuş ve herkesin silahlarını atarak evlerine kapanmalarını temin etmişti. [319] İşte bu gözdağı, hemen hemen hiç kan dökülmeksizin
koca Mekke'nin fethini sağlamış, kendinden istenen neticeyi vermişti. [320]
Zaman zaman Rasûlullah davetinde tehditkâr bir ifade de kullanmıştır.
Bir seferinde Rasûlullah, Yahudilerin yanma gidip, "Ey Yahudi topluluğu! Müslüman olunuz, selâmete eresiniz." diyerek iman teklif ettiler. Onlar: "Bunu biliyoruz, sen tebliğini yaptın" diye mukabelede bulundular. Hz. Peygamber de: "Ben de sizin bu ikrar ve itirafınızı istiyorum zaten." diyerek tekliflerini üç sefer tekrarladılar. Her üçünde de onlardan aynı cevabı alınca: "Haberiniz olsun ki, yeryüzü Allah ve Ra s ulunundur; sizi buradan sürüp çıkarmak istiyorum. Malı olanın satmasına izin veriyorum. Bakın, tekrar ediyorum yer, Allah ve Rasûlünündür."buyurdular. [321]
Tebük Gazvesi esnasında O, çevreye müfrezeler ve İslâm'a da'vet mektupları göndermişti. Bu mektuplardan birinde şunlar yazılıydı:
"... Yer ve denizin sizin için emniyet mahalli olmasını istiyorsanız (emniyet içinde olmayı istiyorsanız) Allah'a ve Rasûlüne itaat ediniz. Eğer bunu kabul etmeyerek elçilerimi geri çevirir ve onları razı etmezseniz sizin için harp açmaktan başka düşüncemiz yok. O zaman büyüklerinizi öldürür, küçükterinizi esir alırım. Ben gerçekten Allah'ın Rasûlüyüm..."' [322]