hafız_32
Wed 10 November 2010, 12:02 pm GMT +0200
3- İmanın Boyutları
İnanma olayının, biri diğerini tamamlayan üç boyutu vardır. İman kendi gerçekleşmesini, bu boyutların herbirinin gelişme derecesine uygun olarak, ruhî faaliyetin bütüncü bir çalışmasında bulur. [275]
a) Kabul ve Tasdik:
Bilgi ve algı alanımızı aşan bir haber, ifade ya da sözün işaret ettiği gerçekliğin tarafımızdan doğrulanarak kabul edilmesi, herşeyden önce psikolojik bir hazırlığa bağlı bulunmaktadır. İç dünyamız ile dış uyarıcılar arasındaki uygunluk ve mutabakat, tasdikin asıl kaynağıdır. Bundan dolayı, ancak kişide önceden meydana gelen bir psikolojik hazırlık sonucunda, işitilen şey kabul ve tasdike konu olur. Bu, imanın öncelikle bir iç hürriyete dayandığını gösterir. Îman ancak, ahlâkî tutumlar ve psikolojik şartlar insanı bir “başka” gerçeği kabul etmeye hazır ve elverişli yaptıkları zaman yaşanabilir. Bunun için, belli bir psikolojik denge iman için kaçınılmazdır.
İmanın asıl konusu olan Allah'ın varlığının kabulü de hissi, aklî ve iradî bir hazırlığın sonucunda gerçekleşir. İman, insan kişiliğinin derinliğinde yer alan Allah'ın belirti ve etkilerinin hissedilmesiyle başlar. Derûnî varlığında Allah'la karşılaşan kişi, O'nun sayesinde imanını kurar. Bu demektir ki, imanın konusu ve güdüsü eş zamanlıdır. İçinde Allah'ı hissetmeye başlayan insan, kendiliğinden O'na doğru yönelir; O'nun varlığını ve iradesini kavrar ve rıza ile O'na cevap verir. Ne aklî ne de hissî hiçbir güdü, değerlendirme sonunda imanı gerçekleştiremez. Bütün bir ruhî yönelişe bağlı olarak, mevcudiyeti keşfedilen İlâhî Varlık, kendi gerçeğini insana kabul ve tasdik ettirmiş olur. Tutumun şahsileştiği ve şekillendiği bu anda, deyimin tam anlamıyla dinî tecrübeden söz edilebilir.
Bir iç tecrübe olarak yaşanan iman, bunun ifadesi olan söz ya da deyişlerle kendisini açığa vurur. Gerçekten de söz, bir şahsın onunla kendisini açığa vurduğu ve kendisini başkasına teslim ettiği en uygun ifade vasıtasıdır. Söz kişiyi, rıza ve anlam bütünlüğü halinde “başka” varlığa taşır. Bazen söylemeye kıyasla söylenen şeyin muhtevası ikinci derecede kalır; söz içinde şahıs başkasında varolur. Derûnî tecrübe, buna uygun düşen bir sözlü formül ile ifade edildiği zaman, tam şuur kazanmış iman hâline gelir. Yaşanan dinî tecrübenin sözle teyidi demek olan “ikrar”, Allah ile insan arasındaki karşılıklı ilişkinin tabiatını dile getirir. Kişi, “Allah'tan başka Tanrı yoktur” ifadesini zikrettiği zaman, Allah'ın varlığı karşısında O'nun varlığına şehadet ederek, kendi bütünlüğünü ve bağımsız gerçekliğini de teyid etmektedir. Buna göre şehadet iki yönlü bir tasdiki ortaya koyuyor: Şehadet ederken bir taraftan Allah'ın varlığı, diğer taraftan da şehadette bulunanın kendi varlığı tasdik ediliyor. Böylece iman fiili içerisinde tabiatüstü Mutlak Varlık'la, sonlu ve nisbî varlığın, ruhî olanla maddî olanın, durmadan birbirini tanıma ve tasdiki devam edip gitmektedir [276].
Başkasıyla ilişkide kesinlik rızadan önce gelmez. Kesinlik rızaya eşlik eder; onun meyvesi olarak ortaya çıkar. Dinî imanda da durum böyledir. İnsan Allah'a yöneldiği zaman herşeyden önce inandığı zâtı bilmek ister. Fakat ancak inandığı ânda O'nu bilir. Çünkü Allah görülmeyen, eşi benzeri olmayan ve zıddı bulunmayandır. O'nun için, Allah'ın varlığının tasdiki sınırlı bir bilgi ile değil, sınırsız bir mutlak inançla olmaktadır. Bu şekildeki iman bilginin hem başı ve hem de gayesidir; bundaki kesinlik bilgideki kesinlikten yüksek ve kuvvetlidir. Çünkü her sınırlı tasavvur delil olarak alınmayıp da bizzat matlup olarak alındığı zaman, kesinliği engelleyici olmaktadır. O halde Allah'a iman, görülür ve duyulur âlemden, görünmez âleme doğru sonsuz olarak uzayıp gider. Onun için dinî iman, ne tümevarım ne de tümdengelim gibi, akıl yürüten akla, bilinen garantilerden hiçbirini gösteremez. Önceden araştırılması gereken bir kesinliğin gerekliliğinden vazgeçmekle birlikte mümin, Allah'ın belirtilerini, âyetlerini, delillerini olumlu bir şekilde yorumlamakta ve delillerin onu davet ettikleri şeye rıza ile bağlanmaktadır. [277]
Tasdik süreci insanın bütünlüğü ile alakalı ise de, psikojik fonksiyonların herbirinin bu olaydaki önem ve öncelik derecesi, fertlere göre değişebilmektedir. Bu açıdan dindar kişileri bazı tiplere ayırdetmek mümkün gözükmektedir. Kur'ân'da yer alan şu âyetin bu psikolojik farklılıklara işaret ettiği söylenebilir:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle ve en güzel mücadele biçimi ile davet et” [278] Bu âyeti yorumlayan İbn Rüşd [279], insanların bir sözü, bir haberi tasdik bakımından üç sınıfa ayrıldıklarım belirtir:
1- Hikemî Tip : Bazı insanlarda akıl ve düşünme melekesi en üst seviyede bulunur. Onun için bunlar bir hükmü kesin aklî, ilmî ve felsefî delillere bağlı olarak tasdik etme eğilimi taşırlar.
2- Cedelî Tip : Bazı insanlar da bir hükmü karşılıklı konuşma tartışma (cedel; diyalektik) soucunda tasdik ederler.
3- Hatabî ve İknaî Tip : Bazı insanların duygu ve sezgi yönleri diğer melekelerinden daha fazla gelişmiştir. Bunlar, vaaz ve nasihat yollu sözlere, dinî hitap ve telkinlere dayalı olarak, kolayca bir hükmü tasdik edebilirler.
Batı'da, çok sayıda dindar insan üzerinde yaptığı araştırma sonuçlarını yorumlayan bir araştırmacı, yukarıda belirtilen gruplamaya çok benzer bir sıralama yapmaktadır [280]. Buna göre, dinî yaşayıştaki ferdî farklılıkları psikolojik yönden en genel çizgileriyle üç tip olarak ayırdetmek mümkündür. Yâni üç ayrı tip dindarlık sözkonusudur.
Birincisi, “akılcı tip dindarlık”tır ki, bunlarda zihnî yön ağır basar; benlik fonksiyonu silik bir durumdadır. Filozof ve ilahiyat bilginleri buna örnek gösterilmektedir. İkincisi, “mistik tip” dindarlıktır ki, bunlarda benlik yeteneği, vasıtasız ruhanî tecrübe ağır basar, akıl çok alt sıralardadır. Üçüncüsü, “merkezî (dengeli) tip” dindarlıktır ki, bunlarda akıl ve benlik, düşünme ve ruhanî tecrübe her ikisi denge halindedir. [281]
b) İtaat ve Teslimiyet :
Bir başka açıdan iman, kendi şahsî hürriyetinden ve bağımsız yönelişinden kişinin vazgeçerek, ilâhî iradeye teslim olması ve bağlanmasıdır. Mümin, Allah'ın mutlak hakimiyet ve otoritesini kabul ederek buna baş eğen kişidir. Kendi hürriyetini Allah'ın iradesine teslim eder; O'nun emir ve yasakları çerçevesinde hayatına yön ve düzen verir.
Kayıtsız şartsız kendi şahsî hürriyetinden vazgeçme olarak iman zamanın üç boyutuna uygun olarak yapılanan bir “razı olma”dır. Herşeyden önce insan, kendi başlangıcını Allah'a dayandırmayı kabul eder. Bunun yanında, insanı kendisine çeken fakat kendisinin düzenlemediği, Allah'ın tayin ve takdir ettiği bir gelecek üzerine hayatını bağlamaya razı olur. Nihayet kendisini, hâli hazırdaki iradesine hükmeden bir Mutlak İrade tarafından varoluşunun sevk ve idare olunduğu tarzda tanır. Böylece görülüyor ki, dinî iman, kişinin kendi kendisi hakkındaki ilâhî iradenin belirlediği hakikate başeğmesi ve razı olmasıyla gelişen bir “alçakgönüllülük” fiilidir. Bir anlamda iman, insanın kendi aczini bilerek, kendini ilâhî emirlerin sadece uygulayıcısı olduğunu kabul etmek ve gereken vazifeyi en güzel şekilde, en üst derecede yerine getirmeye çalışmaktır. Bu tutum, güçlü bir “vazife ve sorumluluk” duygusuyla içice bulunmaktadır.
Buna bağlı olarak gelişen fiil ve davranışlar, imanın canlılığını ve sürekliliğini sağlar. Eğer iman bu anlamlı fiil ve davranışlar vasıtasıyla canlı tutulmazsa, sönüp gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunacaktır. İlâhî irade karşısındaki sorumluluğu dile getiren uygulama ve davranışlar, kendilerine zıt olan insanî eğilimleri aşarak varlığını sürdüren, tam bir bağlanmadırlar. İnsanın ruhî yapısı ne gerçekliğin icaplarına ne “başka”sıyla ilişkiye ahenkli bir şekilde uyum sağlamak ve ne de Allah'a iman ile bağlanmak için programlanmış bir bilgisayardır. Gerçekten insanî olan her alanda tutkular (hevâ), imanla çarpışan, onu bölen ve kendi tasarılarına göre onu sevk ve idare etmeye zorlayan duygusal güçlerdir. Ruh hâllerinin yaşaması, şahsî olarak kendini bir istikâmet üzerine yerleştiren kişinin fiil ve davranışıyla, bu iç bölünmelerin aşılması durumunda mümkündür. Başkasında varolma ilişkisi tarzındaki her bağlanma ancak “içgüdüsel feragatler”den ibaret olan sınırlandırmaları göze alarak, kendisinde varolduğu varlıkla uyumu gerçekleştirebilir. Allah'a itaati arzu etmek yeterli değildir. Allah ile insan arasındaki ittifak ve mutabakatın sağlanması, insan psikolojisindeki zıt arzuların aşılmasına imkân veren fiil ve davranışlarla mümkün olur. Birbirine zıt her türlü inanç, düşünce ve yaşama tarzlarının açıkça sergilendiği günümüzdeki kültür ortamında, ayrı ayrı yönlerdeki dış tahrikler, insandaki çelişkili eğilimleri o kadar kuvvetli bir şekilde harekete geçirirler ki, mümin olanların büyük çoğunluğu, ona sahip olabilmek için kendi imanlarını düzenli olarak yeniden ele geçirmek zorundadırlar.
İnsanlararası ilişkilerde müşahede edildiği gibi itaat, güçlü ve üstün niteliklere sahip bir otoritenin kontrolü altına girme davranışıdır. Kişilerin bu otoriteyi algılama biçimi gözönüne alındığında, itaat davranışının iki temel tipini birbirinden ayırdetmek mümkündür. İtaat, otorite ile veya onu temsil eden şahısla “aynileşme tarzında olabilir. Aynileşme sonucu itaat davranışının temelinde, otoritenin cazibesi, değeri vardır, itaat edilenin, itaat edenin gözündeki değeri devam ettikçe itaat davranışı da devam eder, aksi takdirde ortadan kalkar. Bu şahsa, modele, örneğe dönük bir eğilimi ifade eder. Kimi insanlar için din, dinî nitelik sahibi kişilerle aynı anlamdadır; onların şahıslarında dinin kendisini ve örneğini bulurlar. İkinci olarak itaat, “benimseme veya kendine maletme” tarzında olabilir. Bu tür itaat davranışında kişi, bir kurala ya da görüşe onun gerçekten doğru olduğuna inandığı için uyar. Burada itaat edilenin fikri, itaat eden için inanılır bir fikirdir; itaat davranışının temelinde bu inanma, doğru olarak kabul etme durumu vardır. Böylece kimi insanlarda da şahsiyet örneklerinden çok, fikrî muhtevaya, ortaya konan konunun hakikatine dönük bir eğilim vardır.
Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in dinî kişilik özelliklerini tahlil eden Akkâd, bu ayırıma uygun düşen sonuçlara ulaşmaktadır [282]. Onun ifadesiyle, Hz. Ebu Bekir, Muhammed Peygamber'i beğenir, ona hayran olurdu. O'nu Hz. Peygamber'in risâletine inandıran ve ona inen vahyi tasdik etmeye sevkeden güdü, ancak Hz. Muhammed'in şahsına olan sevgisi ve güvenidir. Hz. Ebu Bekir güvendiği, iyi hareket ve davranışlarından etkilendiği dostuna iman eden bir arkadaş idi. O, Hz. Muhammed'e güvenir, K. Kerim'i bu şekilde anlardı. Hz. Ömer ise Peygamber Muhammed'i beğenir, ona hayran kalırdı. Hz. Ömer'i Hz. Muhammed’i sevmeye, O'nunla arkadaşlık yapmaya, ona iman etmeye, sünnetine sarılmaya, rızasını talep etmeye sevkeden güdü, ancak onun peygamber olduğuna kanaat getirmesidir. Hz. Ömer, daha önce düşmanı olduğu Hz. Peygamberi, imanın kendisine verdiği veya kazandırdığı bir kanaatla seven bir kimse idi. Hz. Ömer doğrudan doğruya K, Kerim'e veya Allah'ın emir ve buyruklarından anlayabildiklerine yapışır, anlayışının doğru olup olmadığını bilmek için Allah Resulü ile tartışırdı. [283]
c) Sevgi ve Fedâkârlık :
İmandaki itaat ve teslimiyet, kişinin kendi insanî eğilimlerini aşarak üst bir plânda yeni baştan varolmayı gerektirmektedir. Bu, kendi tabii eğilim ve güdülerinin kişiyi sürüklediği davranış düzeninden farklı bir yönde gelişen köklü bir “değişme”dir. İnanılan objenin bilgisi ve duygusu benliğin hâkim ve kuşatıcı değeri hâline gelir.
İman, kişinin kendine ait isteklerden vazgeçerek, benliği bütünüyle Allah'a hasretmedir. Bunun gerçekleşmesi, sevgi ve fedakârlığa dayalı bir güdüsel etkinliğin oluşmasına bağlıdır. Sevgiye dayalı iman, inanan kişide başka yolla mümkün olmayan bağlılığı devamlı ve zevkli bir hâle getirir. Esasen sevgiyi, vazife duygusu ile karışık zevkin mükemmel bir örneği olarak anlamak mümkündür. Bu anlamdaki bir sevgi, görevi sevilebilir ve ebedî bağlılık hâline getiren itici bir güce sahiptir. Tek başına vazife duygusu zaman zaman yılgınlık verebilir; buna karşılık sevginin tükenmeyen duygusal kaynakları her defasında zevk ve arzuyu yeniler.
Dinî sevgi temelde, insana lütfettiği sonsuz nimetler karşılığı Allah'a duyulan derin minnettarlık ve şükran hisleriyle yakından ilgilidir. Bunun tamamlayıcısı olan Allah korkusu da, bu nimetlerin gerektirdiği itaat ve kulluğu gereği gibi yapamamanın doğurduğu hassas bir sorumluluk hissinin ifadesidir. Her iki duygu da dinî imanın ayrılmaz unsurlarıdır [284]. İster minnettarlık ve sevgi temeline, isterse vazife ve sorumluluk, korku ve çekinme duyguları temeline bağlı olarak yaşansın iman, insanın kendi kendisiyle giriştiği iç mücadelede Allah'ın iradesi yönünde bir sonuca ulaşılmasıyla tam bir yapı kazanır. Benlikteki çatışmayı sona erdirecek ve tam teslimiyeti gerçekleştirecek bir irade hareketi, ilâhî sevgi ve korku ile beslenen dinamik bir kaynağa sahiptir. Fakat ruhî gelişimin daha ileri safhalarına ulaşıldığı zaman, çatışmalar son bulmakta ve Allah sevgisi dini hayatı yöneten temel bir güdü olarak, süreklilik ve etkinlik kazanmaktadır. Artık bu, Allah için bütün başka değerlerin terkedildiği, benliğin bütünüyle Allah rızasına hasredildiği bir merhaledir. Allah'ın, kişinin bütün şahsî hayatına hâkim duruma geldiği ve aynı zamanda “aşk” denilen psikolojik halin yaşandığı bir merhaledir. Allah aşkı, ilâhî irade için kendi isteğinden, başkalarının iyiliği için kendi bencil düşüncelerinden vazgeçerek, teslimiyet ve bağlılığın zirvesine yükseliştir. Allah sevgisi, Allah için bütün değerleri feda etmek demektir. Bu Allah uğruna rahat, huzur, servet, şöhret, itibar ve en sonra hayat değerlerinin terkedilmesiyle gerçekleşir. [285] Hayat baştan sona, her türlü küçük ve büyük faaliyetiyle Allah'ı tanımaya, bilmeye adanmıştır. Ama bu bilgi iyi düşünerek değil, daha çok iyi davranılarak kazanılır. [286]
İnanma olayının, biri diğerini tamamlayan üç boyutu vardır. İman kendi gerçekleşmesini, bu boyutların herbirinin gelişme derecesine uygun olarak, ruhî faaliyetin bütüncü bir çalışmasında bulur. [275]
a) Kabul ve Tasdik:
Bilgi ve algı alanımızı aşan bir haber, ifade ya da sözün işaret ettiği gerçekliğin tarafımızdan doğrulanarak kabul edilmesi, herşeyden önce psikolojik bir hazırlığa bağlı bulunmaktadır. İç dünyamız ile dış uyarıcılar arasındaki uygunluk ve mutabakat, tasdikin asıl kaynağıdır. Bundan dolayı, ancak kişide önceden meydana gelen bir psikolojik hazırlık sonucunda, işitilen şey kabul ve tasdike konu olur. Bu, imanın öncelikle bir iç hürriyete dayandığını gösterir. Îman ancak, ahlâkî tutumlar ve psikolojik şartlar insanı bir “başka” gerçeği kabul etmeye hazır ve elverişli yaptıkları zaman yaşanabilir. Bunun için, belli bir psikolojik denge iman için kaçınılmazdır.
İmanın asıl konusu olan Allah'ın varlığının kabulü de hissi, aklî ve iradî bir hazırlığın sonucunda gerçekleşir. İman, insan kişiliğinin derinliğinde yer alan Allah'ın belirti ve etkilerinin hissedilmesiyle başlar. Derûnî varlığında Allah'la karşılaşan kişi, O'nun sayesinde imanını kurar. Bu demektir ki, imanın konusu ve güdüsü eş zamanlıdır. İçinde Allah'ı hissetmeye başlayan insan, kendiliğinden O'na doğru yönelir; O'nun varlığını ve iradesini kavrar ve rıza ile O'na cevap verir. Ne aklî ne de hissî hiçbir güdü, değerlendirme sonunda imanı gerçekleştiremez. Bütün bir ruhî yönelişe bağlı olarak, mevcudiyeti keşfedilen İlâhî Varlık, kendi gerçeğini insana kabul ve tasdik ettirmiş olur. Tutumun şahsileştiği ve şekillendiği bu anda, deyimin tam anlamıyla dinî tecrübeden söz edilebilir.
Bir iç tecrübe olarak yaşanan iman, bunun ifadesi olan söz ya da deyişlerle kendisini açığa vurur. Gerçekten de söz, bir şahsın onunla kendisini açığa vurduğu ve kendisini başkasına teslim ettiği en uygun ifade vasıtasıdır. Söz kişiyi, rıza ve anlam bütünlüğü halinde “başka” varlığa taşır. Bazen söylemeye kıyasla söylenen şeyin muhtevası ikinci derecede kalır; söz içinde şahıs başkasında varolur. Derûnî tecrübe, buna uygun düşen bir sözlü formül ile ifade edildiği zaman, tam şuur kazanmış iman hâline gelir. Yaşanan dinî tecrübenin sözle teyidi demek olan “ikrar”, Allah ile insan arasındaki karşılıklı ilişkinin tabiatını dile getirir. Kişi, “Allah'tan başka Tanrı yoktur” ifadesini zikrettiği zaman, Allah'ın varlığı karşısında O'nun varlığına şehadet ederek, kendi bütünlüğünü ve bağımsız gerçekliğini de teyid etmektedir. Buna göre şehadet iki yönlü bir tasdiki ortaya koyuyor: Şehadet ederken bir taraftan Allah'ın varlığı, diğer taraftan da şehadette bulunanın kendi varlığı tasdik ediliyor. Böylece iman fiili içerisinde tabiatüstü Mutlak Varlık'la, sonlu ve nisbî varlığın, ruhî olanla maddî olanın, durmadan birbirini tanıma ve tasdiki devam edip gitmektedir [276].
Başkasıyla ilişkide kesinlik rızadan önce gelmez. Kesinlik rızaya eşlik eder; onun meyvesi olarak ortaya çıkar. Dinî imanda da durum böyledir. İnsan Allah'a yöneldiği zaman herşeyden önce inandığı zâtı bilmek ister. Fakat ancak inandığı ânda O'nu bilir. Çünkü Allah görülmeyen, eşi benzeri olmayan ve zıddı bulunmayandır. O'nun için, Allah'ın varlığının tasdiki sınırlı bir bilgi ile değil, sınırsız bir mutlak inançla olmaktadır. Bu şekildeki iman bilginin hem başı ve hem de gayesidir; bundaki kesinlik bilgideki kesinlikten yüksek ve kuvvetlidir. Çünkü her sınırlı tasavvur delil olarak alınmayıp da bizzat matlup olarak alındığı zaman, kesinliği engelleyici olmaktadır. O halde Allah'a iman, görülür ve duyulur âlemden, görünmez âleme doğru sonsuz olarak uzayıp gider. Onun için dinî iman, ne tümevarım ne de tümdengelim gibi, akıl yürüten akla, bilinen garantilerden hiçbirini gösteremez. Önceden araştırılması gereken bir kesinliğin gerekliliğinden vazgeçmekle birlikte mümin, Allah'ın belirtilerini, âyetlerini, delillerini olumlu bir şekilde yorumlamakta ve delillerin onu davet ettikleri şeye rıza ile bağlanmaktadır. [277]
Tasdik süreci insanın bütünlüğü ile alakalı ise de, psikojik fonksiyonların herbirinin bu olaydaki önem ve öncelik derecesi, fertlere göre değişebilmektedir. Bu açıdan dindar kişileri bazı tiplere ayırdetmek mümkün gözükmektedir. Kur'ân'da yer alan şu âyetin bu psikolojik farklılıklara işaret ettiği söylenebilir:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle ve en güzel mücadele biçimi ile davet et” [278] Bu âyeti yorumlayan İbn Rüşd [279], insanların bir sözü, bir haberi tasdik bakımından üç sınıfa ayrıldıklarım belirtir:
1- Hikemî Tip : Bazı insanlarda akıl ve düşünme melekesi en üst seviyede bulunur. Onun için bunlar bir hükmü kesin aklî, ilmî ve felsefî delillere bağlı olarak tasdik etme eğilimi taşırlar.
2- Cedelî Tip : Bazı insanlar da bir hükmü karşılıklı konuşma tartışma (cedel; diyalektik) soucunda tasdik ederler.
3- Hatabî ve İknaî Tip : Bazı insanların duygu ve sezgi yönleri diğer melekelerinden daha fazla gelişmiştir. Bunlar, vaaz ve nasihat yollu sözlere, dinî hitap ve telkinlere dayalı olarak, kolayca bir hükmü tasdik edebilirler.
Batı'da, çok sayıda dindar insan üzerinde yaptığı araştırma sonuçlarını yorumlayan bir araştırmacı, yukarıda belirtilen gruplamaya çok benzer bir sıralama yapmaktadır [280]. Buna göre, dinî yaşayıştaki ferdî farklılıkları psikolojik yönden en genel çizgileriyle üç tip olarak ayırdetmek mümkündür. Yâni üç ayrı tip dindarlık sözkonusudur.
Birincisi, “akılcı tip dindarlık”tır ki, bunlarda zihnî yön ağır basar; benlik fonksiyonu silik bir durumdadır. Filozof ve ilahiyat bilginleri buna örnek gösterilmektedir. İkincisi, “mistik tip” dindarlıktır ki, bunlarda benlik yeteneği, vasıtasız ruhanî tecrübe ağır basar, akıl çok alt sıralardadır. Üçüncüsü, “merkezî (dengeli) tip” dindarlıktır ki, bunlarda akıl ve benlik, düşünme ve ruhanî tecrübe her ikisi denge halindedir. [281]
b) İtaat ve Teslimiyet :
Bir başka açıdan iman, kendi şahsî hürriyetinden ve bağımsız yönelişinden kişinin vazgeçerek, ilâhî iradeye teslim olması ve bağlanmasıdır. Mümin, Allah'ın mutlak hakimiyet ve otoritesini kabul ederek buna baş eğen kişidir. Kendi hürriyetini Allah'ın iradesine teslim eder; O'nun emir ve yasakları çerçevesinde hayatına yön ve düzen verir.
Kayıtsız şartsız kendi şahsî hürriyetinden vazgeçme olarak iman zamanın üç boyutuna uygun olarak yapılanan bir “razı olma”dır. Herşeyden önce insan, kendi başlangıcını Allah'a dayandırmayı kabul eder. Bunun yanında, insanı kendisine çeken fakat kendisinin düzenlemediği, Allah'ın tayin ve takdir ettiği bir gelecek üzerine hayatını bağlamaya razı olur. Nihayet kendisini, hâli hazırdaki iradesine hükmeden bir Mutlak İrade tarafından varoluşunun sevk ve idare olunduğu tarzda tanır. Böylece görülüyor ki, dinî iman, kişinin kendi kendisi hakkındaki ilâhî iradenin belirlediği hakikate başeğmesi ve razı olmasıyla gelişen bir “alçakgönüllülük” fiilidir. Bir anlamda iman, insanın kendi aczini bilerek, kendini ilâhî emirlerin sadece uygulayıcısı olduğunu kabul etmek ve gereken vazifeyi en güzel şekilde, en üst derecede yerine getirmeye çalışmaktır. Bu tutum, güçlü bir “vazife ve sorumluluk” duygusuyla içice bulunmaktadır.
Buna bağlı olarak gelişen fiil ve davranışlar, imanın canlılığını ve sürekliliğini sağlar. Eğer iman bu anlamlı fiil ve davranışlar vasıtasıyla canlı tutulmazsa, sönüp gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunacaktır. İlâhî irade karşısındaki sorumluluğu dile getiren uygulama ve davranışlar, kendilerine zıt olan insanî eğilimleri aşarak varlığını sürdüren, tam bir bağlanmadırlar. İnsanın ruhî yapısı ne gerçekliğin icaplarına ne “başka”sıyla ilişkiye ahenkli bir şekilde uyum sağlamak ve ne de Allah'a iman ile bağlanmak için programlanmış bir bilgisayardır. Gerçekten insanî olan her alanda tutkular (hevâ), imanla çarpışan, onu bölen ve kendi tasarılarına göre onu sevk ve idare etmeye zorlayan duygusal güçlerdir. Ruh hâllerinin yaşaması, şahsî olarak kendini bir istikâmet üzerine yerleştiren kişinin fiil ve davranışıyla, bu iç bölünmelerin aşılması durumunda mümkündür. Başkasında varolma ilişkisi tarzındaki her bağlanma ancak “içgüdüsel feragatler”den ibaret olan sınırlandırmaları göze alarak, kendisinde varolduğu varlıkla uyumu gerçekleştirebilir. Allah'a itaati arzu etmek yeterli değildir. Allah ile insan arasındaki ittifak ve mutabakatın sağlanması, insan psikolojisindeki zıt arzuların aşılmasına imkân veren fiil ve davranışlarla mümkün olur. Birbirine zıt her türlü inanç, düşünce ve yaşama tarzlarının açıkça sergilendiği günümüzdeki kültür ortamında, ayrı ayrı yönlerdeki dış tahrikler, insandaki çelişkili eğilimleri o kadar kuvvetli bir şekilde harekete geçirirler ki, mümin olanların büyük çoğunluğu, ona sahip olabilmek için kendi imanlarını düzenli olarak yeniden ele geçirmek zorundadırlar.
İnsanlararası ilişkilerde müşahede edildiği gibi itaat, güçlü ve üstün niteliklere sahip bir otoritenin kontrolü altına girme davranışıdır. Kişilerin bu otoriteyi algılama biçimi gözönüne alındığında, itaat davranışının iki temel tipini birbirinden ayırdetmek mümkündür. İtaat, otorite ile veya onu temsil eden şahısla “aynileşme tarzında olabilir. Aynileşme sonucu itaat davranışının temelinde, otoritenin cazibesi, değeri vardır, itaat edilenin, itaat edenin gözündeki değeri devam ettikçe itaat davranışı da devam eder, aksi takdirde ortadan kalkar. Bu şahsa, modele, örneğe dönük bir eğilimi ifade eder. Kimi insanlar için din, dinî nitelik sahibi kişilerle aynı anlamdadır; onların şahıslarında dinin kendisini ve örneğini bulurlar. İkinci olarak itaat, “benimseme veya kendine maletme” tarzında olabilir. Bu tür itaat davranışında kişi, bir kurala ya da görüşe onun gerçekten doğru olduğuna inandığı için uyar. Burada itaat edilenin fikri, itaat eden için inanılır bir fikirdir; itaat davranışının temelinde bu inanma, doğru olarak kabul etme durumu vardır. Böylece kimi insanlarda da şahsiyet örneklerinden çok, fikrî muhtevaya, ortaya konan konunun hakikatine dönük bir eğilim vardır.
Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in dinî kişilik özelliklerini tahlil eden Akkâd, bu ayırıma uygun düşen sonuçlara ulaşmaktadır [282]. Onun ifadesiyle, Hz. Ebu Bekir, Muhammed Peygamber'i beğenir, ona hayran olurdu. O'nu Hz. Peygamber'in risâletine inandıran ve ona inen vahyi tasdik etmeye sevkeden güdü, ancak Hz. Muhammed'in şahsına olan sevgisi ve güvenidir. Hz. Ebu Bekir güvendiği, iyi hareket ve davranışlarından etkilendiği dostuna iman eden bir arkadaş idi. O, Hz. Muhammed'e güvenir, K. Kerim'i bu şekilde anlardı. Hz. Ömer ise Peygamber Muhammed'i beğenir, ona hayran kalırdı. Hz. Ömer'i Hz. Muhammed’i sevmeye, O'nunla arkadaşlık yapmaya, ona iman etmeye, sünnetine sarılmaya, rızasını talep etmeye sevkeden güdü, ancak onun peygamber olduğuna kanaat getirmesidir. Hz. Ömer, daha önce düşmanı olduğu Hz. Peygamberi, imanın kendisine verdiği veya kazandırdığı bir kanaatla seven bir kimse idi. Hz. Ömer doğrudan doğruya K, Kerim'e veya Allah'ın emir ve buyruklarından anlayabildiklerine yapışır, anlayışının doğru olup olmadığını bilmek için Allah Resulü ile tartışırdı. [283]
c) Sevgi ve Fedâkârlık :
İmandaki itaat ve teslimiyet, kişinin kendi insanî eğilimlerini aşarak üst bir plânda yeni baştan varolmayı gerektirmektedir. Bu, kendi tabii eğilim ve güdülerinin kişiyi sürüklediği davranış düzeninden farklı bir yönde gelişen köklü bir “değişme”dir. İnanılan objenin bilgisi ve duygusu benliğin hâkim ve kuşatıcı değeri hâline gelir.
İman, kişinin kendine ait isteklerden vazgeçerek, benliği bütünüyle Allah'a hasretmedir. Bunun gerçekleşmesi, sevgi ve fedakârlığa dayalı bir güdüsel etkinliğin oluşmasına bağlıdır. Sevgiye dayalı iman, inanan kişide başka yolla mümkün olmayan bağlılığı devamlı ve zevkli bir hâle getirir. Esasen sevgiyi, vazife duygusu ile karışık zevkin mükemmel bir örneği olarak anlamak mümkündür. Bu anlamdaki bir sevgi, görevi sevilebilir ve ebedî bağlılık hâline getiren itici bir güce sahiptir. Tek başına vazife duygusu zaman zaman yılgınlık verebilir; buna karşılık sevginin tükenmeyen duygusal kaynakları her defasında zevk ve arzuyu yeniler.
Dinî sevgi temelde, insana lütfettiği sonsuz nimetler karşılığı Allah'a duyulan derin minnettarlık ve şükran hisleriyle yakından ilgilidir. Bunun tamamlayıcısı olan Allah korkusu da, bu nimetlerin gerektirdiği itaat ve kulluğu gereği gibi yapamamanın doğurduğu hassas bir sorumluluk hissinin ifadesidir. Her iki duygu da dinî imanın ayrılmaz unsurlarıdır [284]. İster minnettarlık ve sevgi temeline, isterse vazife ve sorumluluk, korku ve çekinme duyguları temeline bağlı olarak yaşansın iman, insanın kendi kendisiyle giriştiği iç mücadelede Allah'ın iradesi yönünde bir sonuca ulaşılmasıyla tam bir yapı kazanır. Benlikteki çatışmayı sona erdirecek ve tam teslimiyeti gerçekleştirecek bir irade hareketi, ilâhî sevgi ve korku ile beslenen dinamik bir kaynağa sahiptir. Fakat ruhî gelişimin daha ileri safhalarına ulaşıldığı zaman, çatışmalar son bulmakta ve Allah sevgisi dini hayatı yöneten temel bir güdü olarak, süreklilik ve etkinlik kazanmaktadır. Artık bu, Allah için bütün başka değerlerin terkedildiği, benliğin bütünüyle Allah rızasına hasredildiği bir merhaledir. Allah'ın, kişinin bütün şahsî hayatına hâkim duruma geldiği ve aynı zamanda “aşk” denilen psikolojik halin yaşandığı bir merhaledir. Allah aşkı, ilâhî irade için kendi isteğinden, başkalarının iyiliği için kendi bencil düşüncelerinden vazgeçerek, teslimiyet ve bağlılığın zirvesine yükseliştir. Allah sevgisi, Allah için bütün değerleri feda etmek demektir. Bu Allah uğruna rahat, huzur, servet, şöhret, itibar ve en sonra hayat değerlerinin terkedilmesiyle gerçekleşir. [285] Hayat baştan sona, her türlü küçük ve büyük faaliyetiyle Allah'ı tanımaya, bilmeye adanmıştır. Ama bu bilgi iyi düşünerek değil, daha çok iyi davranılarak kazanılır. [286]