- İmanın boyutları

Adsense kodları


İmanın boyutları

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 10 November 2010, 12:02 pm GMT +0200
3- İmanın Boyutları
 

İnanma olayının, biri diğerini tamamlayan üç boyutu vardır. İman kendi gerçekleşmesini, bu bo­yutların herbirinin gelişme derecesine uygun ola­rak, ruhî faaliyetin bütüncü bir çalışmasında bulur. [275]

 
a) Kabul ve Tasdik:
 

Bilgi ve algı alanımızı aşan bir haber, ifade ya da sözün işaret ettiği gerçekliğin tarafımızdan doğrulanarak kabul edilmesi, herşeyden önce psikolojik bir hazırlığa bağlı bu­lunmaktadır. İç dünyamız ile dış uyarıcılar ara­sındaki uygunluk ve mutabakat, tasdikin asıl kaynağıdır. Bundan dolayı, ancak kişide önceden meydana gelen bir psikolojik hazırlık sonucunda, işitilen şey kabul ve tasdike konu olur. Bu, imanın öncelikle bir iç hürriyete dayandığını gösterir. Îman ancak, ahlâkî tutumlar ve psikolojik şartlar insanı bir “başka” gerçeği kabul etmeye hazır ve elverişli yaptıkları zaman yaşanabilir. Bunun için, belli bir psikolojik denge iman için kaçınılmazdır.

İmanın asıl konusu olan Allah'ın varlığının ka­bulü de hissi, aklî ve iradî bir hazırlığın sonucunda gerçekleşir. İman, insan kişiliğinin derinliğinde yer alan Allah'ın belirti ve etkilerinin hissedilmesiyle başlar. Derûnî varlığında Allah'la karşılaşan kişi, O'nun sayesinde imanını kurar. Bu demektir ki, imanın konusu ve güdüsü eş zamanlıdır. İçinde Allah'ı hissetmeye başlayan insan, kendiliğinden O'na doğru yönelir; O'nun varlığını ve iradesini kavrar ve rıza ile O'na cevap verir. Ne aklî ne de hissî hiçbir güdü, değerlendirme sonunda imanı ger­çekleştiremez. Bütün bir ruhî yönelişe bağlı olarak, mevcudiyeti keşfedilen İlâhî Varlık, kendi gerçeğini insana kabul ve tasdik ettirmiş olur. Tutumun şahsileştiği ve şekillendiği bu anda, deyimin tam an­lamıyla dinî tecrübeden söz edilebilir.

Bir iç tecrübe olarak yaşanan iman, bunun ifa­desi olan söz ya da deyişlerle kendisini açığa vurur. Gerçekten de söz, bir şahsın onunla kendisini açığa vurduğu ve kendisini başkasına teslim ettiği en uygun ifade vasıtasıdır. Söz kişiyi, rıza ve anlam bü­tünlüğü halinde “başka” varlığa taşır. Bazen söy­lemeye kıyasla söylenen şeyin muhtevası ikinci de­recede kalır; söz içinde şahıs başkasında varolur. Derûnî tecrübe, buna uygun düşen bir sözlü formül ile ifade edildiği zaman, tam şuur kazanmış iman hâline gelir. Yaşanan dinî tecrübenin sözle teyidi demek olan “ikrar”, Allah ile insan arasındaki kar­şılıklı ilişkinin tabiatını dile getirir. Kişi, “Allah'tan başka  Tanrı  yoktur”   ifadesini   zikrettiği   zaman, Allah'ın varlığı karşısında O'nun varlığına şehadet ederek, kendi bütünlüğünü ve bağımsız gerçekliğini de teyid etmektedir. Buna göre şehadet iki yönlü bir tasdiki ortaya koyuyor: Şehadet ederken bir taraftan Allah'ın varlığı, diğer taraftan da şehadette bu­lunanın kendi varlığı tasdik ediliyor. Böylece iman fiili içerisinde tabiatüstü Mutlak Varlık'la, sonlu ve nisbî varlığın, ruhî olanla maddî olanın, durmadan birbirini tanıma ve tasdiki devam edip gitmektedir [276].

Başkasıyla ilişkide kesinlik rızadan önce gelmez. Kesinlik rızaya eşlik eder; onun meyvesi olarak ortaya çıkar. Dinî imanda da durum böyledir. İnsan Allah'a yöneldiği zaman herşeyden önce inandığı zâtı bilmek ister. Fakat ancak inandığı ânda O'nu bilir. Çünkü Allah görülmeyen, eşi benzeri olmayan ve zıddı bu­lunmayandır. O'nun için, Allah'ın varlığının tasdiki sınırlı bir bilgi ile değil, sınırsız bir mutlak inançla ol­maktadır. Bu şekildeki iman bilginin hem başı ve hem de gayesidir; bundaki kesinlik bilgideki ke­sinlikten yüksek ve kuvvetlidir. Çünkü her sınırlı ta­savvur delil olarak alınmayıp da bizzat matlup olarak alındığı zaman, kesinliği engelleyici olmaktadır. O halde Allah'a iman, görülür ve duyulur âlemden, gö­rünmez âleme doğru sonsuz olarak uzayıp gider. Onun için dinî iman, ne tümevarım ne de tüm­dengelim gibi, akıl yürüten akla, bilinen garantilerden hiçbirini gösteremez. Önceden araştırılması gereken bir kesinliğin gerekliliğinden vazgeçmekle birlikte mümin, Allah'ın belirtilerini, âyetlerini, delillerini olumlu bir şekilde yorumlamakta ve delillerin onu davet ettikleri şeye rıza ile bağlanmaktadır. [277]

Tasdik süreci insanın bütünlüğü ile alakalı ise de, psikojik fonksiyonların herbirinin bu olaydaki önem ve öncelik derecesi, fertlere göre de­ğişebilmektedir. Bu açıdan dindar kişileri bazı tip­lere ayırdetmek mümkün gözükmektedir. Kur'ân'da yer alan şu âyetin bu psikolojik farklılıklara işaret ettiği söylenebilir:

“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle ve en güzel mücadele biçimi ile davet et” [278] Bu âyeti yorumlayan İbn Rüşd [279], in­sanların bir sözü, bir haberi tasdik bakımından üç sınıfa ayrıldıklarım belirtir:

1- Hikemî Tip : Bazı insanlarda akıl ve dü­şünme melekesi en üst seviyede bulunur. Onun için bunlar bir hükmü kesin aklî, ilmî ve felsefî de­lillere bağlı olarak tasdik etme eğilimi taşırlar.

2- Cedelî Tip : Bazı insanlar da bir hükmü kar­şılıklı konuşma tartışma (cedel; diyalektik) soucunda tasdik ederler.

3- Hatabî ve İknaî Tip : Bazı insanların duygu ve sezgi yönleri diğer melekelerinden daha fazla ge­lişmiştir. Bunlar, vaaz ve nasihat yollu sözlere, dinî hitap ve telkinlere dayalı olarak, kolayca bir hükmü tasdik edebilirler.

Batı'da, çok sayıda dindar insan üzerinde yap­tığı araştırma sonuçlarını yorumlayan bir araştırmacı, yukarıda belirtilen gruplamaya çok benzer bir sıralama yapmaktadır [280]. Buna göre, dinî ya­şayıştaki ferdî farklılıkları psikolojik yönden en genel çizgileriyle üç tip olarak ayırdetmek müm­kündür. Yâni üç ayrı tip dindarlık sözkonusudur.

Birincisi, “akılcı tip dindarlık”tır ki, bunlarda zihnî yön ağır basar; benlik fonksiyonu silik bir du­rumdadır. Filozof ve ilahiyat bilginleri buna örnek gösterilmektedir. İkincisi, “mistik tip” dindarlıktır ki, bunlarda benlik yeteneği, vasıtasız ruhanî tec­rübe ağır basar, akıl çok alt sıralardadır. Üçün­cüsü, “merkezî (dengeli) tip” dindarlıktır ki, bun­larda akıl ve benlik, düşünme ve ruhanî tecrübe her ikisi denge halindedir. [281]

 

b) İtaat ve Teslimiyet :
 

Bir başka açıdan iman, kendi şahsî hürriyetinden ve bağımsız yönelişinden kişinin vazgeçerek, ilâhî iradeye teslim olması ve bağ­lanmasıdır. Mümin, Allah'ın mutlak hakimiyet ve oto­ritesini kabul ederek buna baş eğen kişidir. Kendi hürriyetini Allah'ın iradesine teslim eder; O'nun emir ve yasakları çerçevesinde hayatına yön ve düzen verir.

Kayıtsız şartsız kendi şahsî hürriyetinden vaz­geçme olarak iman zamanın üç boyutuna uygun olarak yapılanan bir “razı olma”dır. Herşeyden önce insan,   kendi   başlangıcını   Allah'a   dayandırmayı kabul eder. Bunun yanında, insanı kendisine çeken fakat kendisinin düzenlemediği, Allah'ın tayin ve takdir ettiği bir gelecek üzerine hayatını bağlamaya razı olur. Nihayet kendisini, hâli hazırdaki iradesine hükmeden    bir    Mutlak    İrade    tarafından    varoluşunun sevk ve  idare  olunduğu  tarzda  tanır. Böylece görülüyor ki, dinî iman, kişinin kendi ken­disi hakkındaki ilâhî iradenin belirlediği hakikate başeğmesi    ve    razı    olmasıyla    gelişen    bir    “al­çakgönüllülük” fiilidir. Bir anlamda iman, insanın kendi aczini bilerek, kendini ilâhî emirlerin sadece uygulayıcısı olduğunu kabul etmek ve gereken va­zifeyi en güzel şekilde, en üst derecede yerine ge­tirmeye çalışmaktır. Bu tutum, güçlü bir “vazife ve sorumluluk”   duygusuyla    içice    bulunmaktadır.

Buna bağlı olarak gelişen fiil ve davranışlar, imanın canlılığını ve sürekliliğini sağlar. Eğer iman bu an­lamlı fiil ve davranışlar vasıtasıyla canlı tutulmazsa, sönüp  gitme  tehlikesiyle    karşı    karşıya    bu­lunacaktır.   İlâhî  irade   karşısındaki   sorumluluğu dile getiren uygulama ve davranışlar, kendilerine zıt olan  insanî  eğilimleri  aşarak varlığını   sürdüren, tam bir bağlanmadırlar. İnsanın ruhî yapısı ne ger­çekliğin icaplarına ne “başka”sıyla ilişkiye ahenkli bir şekilde uyum sağlamak ve ne de Allah'a iman ile bağlanmak  için  programlanmış bir bilgisayardır. Gerçekten insanî olan her alanda tutkular (hevâ), imanla çarpışan, onu bölen ve kendi tasarılarına göre onu sevk ve idare etmeye zorlayan duygusal güçlerdir.   Ruh hâllerinin yaşaması,  şahsî olarak kendini bir istikâmet üzerine yerleştiren kişinin fiil ve davranışıyla, bu iç bölünmelerin aşılması du­rumunda mümkündür. Başkasında varolma ilişkisi tarzındaki   her   bağlanma ancak “içgüdüsel fe­ragatler”den ibaret olan sınırlandırmaları göze ala­rak,   kendisinde   varolduğu   varlıkla   uyumu   ger­çekleştirebilir.   Allah'a   itaati   arzu   etmek   yeterli değildir. Allah ile insan arasındaki ittifak ve mu­tabakatın sağlanması, insan psikolojisindeki zıt ar­zuların aşılmasına imkân veren fiil ve davranışlarla mümkün olur.  Birbirine zıt her türlü inanç, dü­şünce ve yaşama tarzlarının açıkça sergilendiği gü­nümüzdeki kültür ortamında, ayrı ayrı yönlerdeki dış tahrikler, insandaki çelişkili eğilimleri o kadar kuvvetli bir şekilde harekete geçirirler ki, mümin olanların büyük çoğunluğu, ona sahip olabilmek için kendi imanlarını düzenli olarak yeniden ele geçirmek zorundadırlar.

İnsanlararası ilişkilerde müşahede edildiği gibi itaat, güçlü ve üstün niteliklere sahip bir otoritenin kontrolü altına girme davranışıdır. Kişilerin bu otoriteyi algılama biçimi gözönüne alındığında, itaat davranışının iki temel tipini birbirinden ayırdetmek mümkündür. İtaat, otorite ile veya onu temsil eden şahısla “aynileşme tarzında olabilir. Aynileşme so­nucu itaat davranışının temelinde, otoritenin ca­zibesi, değeri vardır, itaat edilenin, itaat edenin gözündeki değeri devam ettikçe itaat davranışı da devam eder, aksi takdirde ortadan kalkar. Bu şahsa, modele, örneğe dönük bir eğilimi ifade eder. Kimi insanlar için din, dinî nitelik sahibi kişilerle aynı anlamdadır; onların şahıslarında dinin ken­disini ve örneğini bulurlar. İkinci olarak itaat, “be­nimseme veya kendine maletme” tarzında olabilir. Bu tür itaat davranışında kişi, bir kurala ya da gö­rüşe onun gerçekten doğru olduğuna inandığı için uyar. Burada itaat edilenin fikri, itaat eden için ina­nılır bir fikirdir; itaat davranışının temelinde bu inanma, doğru olarak kabul etme durumu vardır. Böylece kimi insanlarda da şahsiyet örneklerinden çok, fikrî muhtevaya, ortaya konan konunun ha­kikatine dönük bir eğilim vardır.

Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in dinî kişilik özel­liklerini tahlil eden Akkâd, bu ayırıma uygun düşen sonuçlara ulaşmaktadır [282]. Onun ifadesiyle, Hz. Ebu Bekir, Muhammed Peygamber'i beğenir, ona hayran olurdu. O'nu Hz. Peygamber'in risâletine inandıran ve ona inen vahyi tasdik etmeye sevkeden güdü, ancak Hz. Muhammed'in şahsına olan sevgisi ve güvenidir. Hz. Ebu Bekir güvendiği, iyi hareket ve davranışlarından etkilendiği dostuna iman eden bir arkadaş idi. O, Hz. Muhammed'e gü­venir, K. Kerim'i bu şekilde anlardı. Hz. Ömer ise Peygamber Muhammed'i beğenir, ona hayran ka­lırdı. Hz. Ömer'i Hz. Muhammed’i sevmeye, O'nunla arkadaşlık yapmaya, ona iman etmeye, sünnetine sarılmaya, rızasını talep etmeye sevkeden güdü, ancak onun peygamber olduğuna kanaat ge­tirmesidir. Hz. Ömer, daha önce düşmanı olduğu Hz. Peygamberi, imanın kendisine verdiği veya ka­zandırdığı bir kanaatla seven bir kimse idi. Hz. Ömer doğrudan doğruya K, Kerim'e veya Allah'ın emir ve buyruklarından anlayabildiklerine yapışır, anlayışının doğru olup olmadığını bilmek için Allah Resulü ile tartışırdı. [283]

 

c) Sevgi ve Fedâkârlık :
 

İmandaki itaat ve tes­limiyet, kişinin kendi insanî eğilimlerini aşarak üst bir plânda yeni baştan varolmayı gerektirmektedir. Bu, kendi tabii eğilim ve güdülerinin kişiyi sürüklediği davranış düzeninden farklı bir yönde gelişen köklü bir “değişme”dir. İnanılan objenin bilgisi ve duygusu ben­liğin hâkim ve kuşatıcı değeri hâline gelir.

İman, kişinin kendine ait isteklerden   vaz­geçerek,   benliği   bütünüyle   Allah'a   hasretmedir. Bunun gerçekleşmesi, sevgi ve fedakârlığa dayalı bir güdüsel etkinliğin oluşmasına bağlıdır. Sevgiye da­yalı iman, inanan kişide başka yolla mümkün ol­mayan bağlılığı devamlı ve zevkli bir hâle getirir. Esasen sevgiyi, vazife duygusu ile karışık zevkin mükemmel bir örneği olarak anlamak mümkündür. Bu anlamdaki bir sevgi, görevi sevilebilir ve ebedî bağlılık hâline getiren itici bir güce sahiptir. Tek ba­şına vazife duygusu zaman zaman yılgınlık verebilir; buna karşılık sevginin tükenmeyen duygusal kay­nakları her defasında zevk ve arzuyu yeniler.

Dinî sevgi temelde, insana lütfettiği sonsuz ni­metler karşılığı Allah'a duyulan derin minnettarlık ve şükran hisleriyle yakından ilgilidir. Bunun ta­mamlayıcısı olan Allah korkusu da, bu nimetlerin gerektirdiği itaat ve kulluğu gereği gibi ya­pamamanın doğurduğu hassas bir sorumluluk his­sinin ifadesidir. Her iki duygu da dinî imanın ay­rılmaz unsurlarıdır [284]. İster minnettarlık ve sevgi temeline, isterse vazife ve sorumluluk, korku ve çe­kinme duyguları temeline bağlı olarak yaşansın iman, insanın kendi kendisiyle giriştiği iç mü­cadelede Allah'ın iradesi yönünde bir sonuca ulaşılmasıyla tam bir yapı kazanır. Benlikteki ça­tışmayı sona erdirecek ve tam teslimiyeti gerçekleştirecek bir irade hareketi, ilâhî sevgi ve korku ile beslenen dinamik bir kaynağa sahiptir. Fakat ruhî gelişimin daha ileri safhalarına ulaşıldığı zaman, çatışmalar son bulmakta ve Allah sevgisi dini hayatı yöneten temel bir güdü olarak, süreklilik ve etkinlik kazanmaktadır. Artık bu, Allah için bütün başka değerlerin terkedildiği, benliğin bü­tünüyle Allah rızasına hasredildiği bir merhaledir. Allah'ın, kişinin bütün şahsî hayatına hâkim du­ruma geldiği ve aynı zamanda “aşk” denilen psi­kolojik halin yaşandığı bir merhaledir. Allah aşkı, ilâhî irade için kendi isteğinden, başkalarının iyiliği için kendi bencil düşüncelerinden vazgeçerek, tes­limiyet ve bağlılığın zirvesine yükseliştir. Allah sevgisi, Allah için bütün değerleri feda etmek demektir. Bu Allah uğruna rahat, huzur, servet, şöhret, itibar ve en sonra hayat değerlerinin terkedilmesiyle ger­çekleşir. [285] Hayat baştan sona, her türlü küçük ve büyük faaliyetiyle Allah'ı tanımaya, bilmeye adanmıştır. Ama bu bilgi iyi düşünerek değil, daha çok iyi davranılarak kazanılır. [286]