saniyenur
Sun 1 January 2012, 11:47 pm GMT +0200
2. İmanın Artması-Eksilmesi
Fıkıh, hadis ve kelâm âlimlerinden cumhurunun mezhebi, “iman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla icradır”, (tasdîkun bi'l-ce-nan, ikrârun bi'1-lisân ve amelun bi'1-erkân), şeklinde tarif ettiklerinden, Müellif Ömer Nesefî, bunu redde işaret ederek dedi ki:
“Amel ve taatlar esas itibariyle (günbegün, anbean) artış gösterir. Halbuki iman ne artar ne de eksilir”
Burada iki husus söz konusudur:
1. Ameller iman (ve akîde kavramın) a dahil değildir. Çünkü yukarıda da geçtiği gibi imanın hakikati ve mahiyeti tasdiktir. Bunun diğer sebepleri de şunlardır:
a) Kur'an'da ve hadislerde amel imanın üzerine atfedilmiştir. Misâl: “îman eden ve iyi amel işleyen kimseleri Cennetlerimize koruz” (Nisa, 4/57). Atıf, matuf ile matufun aleyhin başka başka olmalarını ve birinin öbürüne dahil olmamasını gerektirir. Bu husus kesindir.
b) İman, amelin sıhhatinin şartı kılınmıştır. Misâl: “Kim imanlı olduğu halde iyi ameller işlerse zulme uğramaktan ve hakkının yenmesinden korkmaz” (Taha, 20/112); Enbiya, 21/94). Meşrut şarta dahil değildir. Zira bir şeyin, kendisinin şartı olması imkânsızdır. (Şartla meşrut arasında bir ayrılık ve gayrılık vardır). Bu husus da kafidir.
c) Amellerden bazılarını terkedenlerin imanlarının mevcut olduğundan bahsedilmiştir. Misâl: “Eğer müminlerde iki grup birbirleriyle cenk yaparsa..” (Hucûrat, 49/9). Yukarda da geçtiği gibi, rüknü ve temel unsuru olmadan bir şey gerçekleşmez, var olmaz. Bu da kesindir. (Birbirini öldürenlere mümin denildiğine göre, haram olan adam öldürme fiili insanı mümin olmaktan çıkarmamaktadır, demektir).
Aşikârdır ki, bütün bu izahlar, “amel ve taat, imanın hakikatı-mn ve mahiyetinin şartıdır. Bunları terkedene mümin denilmez”, diyenlere karşı delil olmak üzere ileri sürülebilir. Nitekim Mutezilenin (ve Haricîlerin) görüşü budur. “Amel ve taat, imanın tam ve kâmil olmasının şartıdır. Ameli ve taatı terkeden imanın hakikatinin ve mahiyetinin dışına çıkmaz”, görüşünde ve mezhebinde olanlar için yukârdaki izahlar delil diye öne sürülemez. Ameli, kâmil imanın şartı olarak gören de İmam Şafii'dir. Mutezilenin tutunduğu deliller; cevaplarıyle birlikte daha evvel geçmişti.
2. İmanın hakikati ve mahiyeti ne artar ne de eksilir. Nitekim daha evvel de geçtiği gibi, “iman, cezm ve iz'ân (kesinlik ve boyun eğerek kabullenme) haddine ulaşan kalbi bir tasdiktir”. Bu manâdaki imanda fazlalık ve eksiklik tasavvur edilemez. Hatta, imanın hakikatini elde eden bir kimse, ister ibadet ve taat işlesin, isterse günah işlesin müsavidir, tasdiki hali üzere bakîdir, esas itibariyle bu tasdikte bir değişiklik olmaz.
(“Allah'ın âyetleri okunduğu zaman onların imanları artar”.(Enfal, 8/21)mealinde olup da) imanın ziyadeleşeceğine delâlet eden âyetler, Ebu Hanife (r.a.)nin zikrettiği manâya hamlolunur, te'vil edilir. Şöyle ki: Sahabe Hz. Peygamber'e ve Kur'an'a esas itibariyle icmaîen (toptan) iman etmişti. Sonra farz olan bir hükmün gelişini diğer bir farz takib etmekte, onlar da bu farza özel olarak inanmakta idiler. (îcmalen anlatılan bir husus tafsil edilince, teferruata inanmak suretiyle imanları fazlalaşmakta idi). Ebu Hanife özetle demek ister ki, iman edilmesi farz olan hususlar arttıkça iman da artar. Bu ise, Peygamber (s.a.)in asrından başka bir zaman için düşünülemez.
Fakat bu tartışılabilir bir konudur. Çünkü farzların tafsilatına (peyder pey) "vâkıf olmak, Peygamber (s.a.)in asrından başka zamanlar için de mümkündür. îcmalen ve özet olarak bilinene icmalen, tafsilatlı olarak bilinene tafsilatlı olarak iman etmek farzdır. Aşikardır ki, tafsilatlı olan iman (icmalî olandan) daha fazla ve hatta daha da mükemmeldir. “İcmâli iman, tasdik derecesinden aşağı düşmez”, demeleri, imanın aslı ile muttasif olma itibariyledir.
(İmanın artacağına delâlet eden âyetler hakkında şöyle de) denilmiştir: İmanda sabit ve daim olma her an iman üzerine ziyadeliktir. Bu sözün de özeti şudur: Zamanın artmasıyle iman da artar. Çünkü iman arazdır, ancak emsalinin yenilenmesi suretiyle bakî ve dai-ttti olur. (Zira bir araz iki zamanda bakî olmaz).
Bu da tartışılabilir bir konudur. Zira bir şey yok olduktan sonra onun dengi olan diğer bir şeyin vücûda gelmesi, o şeyde bir ziyadelik ve fazlalık sayılmaz. Cismin siyahlığı örneğinde durum budur.
Şöyle de denilmiştir: İmanın artması meyvesinin, nurundaki parlaklığın ve kalb içindeki ışığın ziyadeleşmesi manâsına gelir. Şüphesiz ki (bu manâda iman) amellerle artar ve günahla eksilir.
“Amel imandandır”, kanâatında olanlara göre, imanın fazlalık ve eksiklik kabul edeceği açıktır. Bundan dolayı, imanın artması ve eksilmesi meselesi, amel ve taatm imandan bir parça olup olmadığı konusunun bir dalıdır, denilmiştir.
Muhakkiklerden biri (olan Adudiddin İcî)nin kanâatına göre, “tasdikin hakikati ve mahiyeti fazlalık ve eksiklik kabul etmez”, kaidesi kabul ve teslim edilemez. Aksine tasdik, kuvvet ve za'f yönünden değişiklik gösterir. Zira kesinlikle bilinmektedir ki, Peygamber (s.a.)in (Allah, melekleri...) tasdiki, ümmetten, birinin tasdiki gibi değildir. Bundan dolayı (Hz. İbrahim, “Rabbim, ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster”, deyince Hakk Taâlâ “yoksa iman etmiyor musun, ya İbrahim”, demiş işte o zaman) İbrahim (a.s.) “Evet iman ettim, ama kalbim tatmin olsun, diye bunu istiyorum” (Bk. Bakara, 2/260) demişti.
Lakin bu durumda diğer bir mesele daha ortada kalmaktadır. Bazı Kaderîler “İman bilgidir” (marifet), demişler buna karşı ulema yekvücûd olarak bu görüşün fâsid olduğunu ifade etmişlerdir. Ve delil olarak da şü gibi hususlardan bahsetmişlerdir: Kitap ehli olanlar Muhammed (a.s.) in peygamberliğini, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyor ve biliyorlardı. (Bk. Bakara, 2/146). Bununla beraber, kendilerinde tasdik bulunmadığı için kesinlikle kâfir sayılmakta idiler.
Kâfirlerden bazıları, hak olanı yakînen bilmekte, tanımakta, fakat sırf inad ve kibirlenme sebebiyle onu red ve inkâr etmekte idi. Hakk Taâlâ bu konuda: “Kalbleri kesin olarak kabul ettikleri halde kibir ve zalimlikleri sebebiyle Onu (Kur'an'ı) inkâr ettiler” (Nemi, 27/14), buyurmuştur.
Bu noktada, dini hükümleri tanımak ve yakînen bilmekle, onları tasdik etmek ve onlara itikad etmek arasındaki farkın izah edilmesi zarureti ortaya çıkmaktadır. Böylece birinci şıkkın değil, ikinci şıkkın iman olduğu doğru bir şekilde anlaşılmış olur.
Bazı kelâm âlimlerinin eserlerinde iman şöyle tarif edilir: “Tasdik Haberci'nin haberinden anlaşılan ve bilinen şeye, insanın kalbini rabt etmesinden ve gönül bağlamasından ibarettir”. Kalbi rabt etme işi, tasdikcinin irâdesi ve ihtiyarı ile sabit olan kesbi bir şeydir Tasdik edenin sevap almasının ve bunun ibadetlerin başı sayılmasının sebebi de bu (tasdikin iradî oluşu) dur. Halbuki marifet (tanımak ve biimek) böyîe değildir. Zira marifet ekseriya insanın irâdesi ve kazanması söz konusu olmadan vücûda gelir. Meselâ bir kimsenin gözü bir cisme raslar, hemen bunun peşinden o cismin duvar veya taş olduğu konusunda (irâde ve kesble alakalı olmaksızın) bir marifet, yani bilgi hasıl olur.
Söz konusu farkı, muhakkiklerden bazıları (meselâ et-Tavzih müellifi gibi) şu şekilde anlatmışlardır: Tasdik, irâde ve ihtiyarınla haberi getirene doğruluk nisbet etmektir. Hatta, bu nisbet etme işi, iradesiz olarak kalbte vücûda gelse -bu, marifet olsa bile- tasdik olmaz.
Bu izah tarzı müşkildir, anlaşılması zordur. Çünkü tasdik ilmin ve bilginin nevilerindendir. Bilgi ise ihtiyarî ve iradeli bir fiil değil, psikolojik bir keyfiyettir. Şöyle ki: Biz iki şey arasındaki nisbeti ve bağı tasavvur eder ve sonra o konuda müsbet veya menfi bir hüküm verme hususunda şüpheye düşer, daha sonra müsbet hüküm vermemiz gerektiği delille ispatlanırsa, bizim için hasıl olan şeye, onu iz'an ve kabul etmek (gönüllü olarak benimsemek ve ona teslim olmak) denir. Tasdik, hüküm, ispat ve ika'ın manâsı budur. (Bu, gayr-ı iradî psikolojik bir keyfiyettir).
Evet bu psikolojik keyfiyeti elde etmek, sebeplerine tevessül etmek, nazarı ve düşünceyi o yöne çevirmek, engelleri ortadan kaldırmak... vs. gibi iradî ve ihtiyari şeylerle olur. İnsan, imanla mükellef kılınırken bu gibi şeyler nazar-ı itibara alınmıştır. îman ve tasdikin kesbî ve ihtiyarî oluşundan maksat budur. Bunun için bilgi (marifet) yeterli değildir. Çünkü marifet, bazan bu gibi iradî ve kesbi şeyler olmadan da hasıl olur.
Tabii (bu duruma göre) irâde ile kazanılan kesin bilginin tasdik olması lazım gelmektedir. Fakat bunda bir sakınca yoktur. Çünkü Farsça “girevîden” (inanmak, boyun eğmek ve tapmak) kelimesi ile ifade olunan manâ, bu takdirde vücûda gelmektedir. Zaten iman ve tasdik de bundan başka bir şey değildir. İnadcı ve kibirli kâfirler için o manâda bir iman-ve tasdikin meydana gelmesi ve hasıl olması mümkün değildir. Mümkün olduğunu kabul etsek bile, dilleriyle inkâr etmeleri, inad ve gururlarında direnmeleri kâfir sayılmalarına
kâfi gelmektedir. Bu ikisi, yani dil ile inkâr, kibir ve inadda ısrar tekzib ve inkârın alâmeti bulunmaktadır [27].
“İman ile İslâm bir ve aynı şeydir”
Zira islâm, (hak dinin önünde saygı ile) eğilmek ve itaat etmektir. Bu ise, dinin hükümlerinin kabul edilmesi ve samimiyetle benimsenmesi manâsına gelir. Yukarıda da geçtiği gibi tasdikin mahiyeti ve hakikati da zaten budur. Şu âyet imanla İslâmın aynı manâya te'yid etmektedir: “Bunun üzerine suçlu kavimler arasında
bulunan müminleri çıkardık. Zaten orada müslümanlardan sadece bir tek ev halkım bulmuştuk” (Zariyat, 51/35), (Bu âyette mü'min ile müslüman aynı manâda kullanılmıştır).
Hulasa, herhangi bir kimseye, “Mümindir ama müslüman değildir” veya “Müslümandır lakin mümin değildir”, demek şer'an doğru değildir. îman ile îslâm birdir, dediğimiz zaman, bundan başka bir şey kasdetmiyoruz. (Yoksa bu iki kelime müradif, eşanlamlıdır, demek istemiyoruz). Öyle anlaşılıyor ki, kelâm âlimleri “iman ile İslâm birbirinden başka şeyler değildir”, sözü ile, “bunlardan birini diğerinden ayırmak mümkün değildir”, manâsını kasdetnıişlerdir. Yoksa mefhum ve kavram itibariyle ikisi birdir demek istememişlerdir.
Kifâye müellifi (Sabunî)nin: “İman, emir ve nehiylerden olmak üzere Allah Taâlâ'nın haber verdiği şeyleri tasdik etmektir”, “İslâm, Hakk Taâlâ'nın ulûhiyeti önünde saygı ile eğilmek ve boyun bükmek (hudu' ve inkiyad) tir”, demesi iman ile İslâm'ın mefhum itibariyle bir olmadığını gösterir. İnkıyad ve hudû' ise emir ve nehiyleri kabul etmeden gerçekleşmez. Şu halde iman hüküm yönünden İslâm'dan ayrı düşünülemez. Onun için de birbirinden başka değillerdir. Bir kimse çıkar da, “İman ile İslâm başka başka şeylerdir”, derse ona denilir ki, “O halde iman edip de İslâm olmayanın veya aksine müslüman olup da mümin omlayanm hükmü nedir?”. Bu iddiada bulunan bir kimse, ikisi arasında farkın bulunduğunu, birinde mevcut olan hükmün öbüründe bulunmadığını bize ispat ederse (ki bunu ispat etmesi imkânsızdır) sözünü kabul ederiz. Aksi takdirde iddiasının bâtıl olduğu ortaya çıkar.
İtiraz: “Bedeviler dediler ki: îman ettik. Sen de ki, iman etmediniz, fakat İslâm olduk deyiniz” (Hucurat, 49/14). Bu âyet iman olmadan îslâmın tahakkuk edeceğini açıkça ifade eder.
Cevap: Şeriatce muteber olan İslâm, iman olmadan gerçekleşmez. Âyetteki, “İslâm” kelimesi, içten bir bağlılık ve kabullenme söz konusu olmadan sadece zahiri bir itaat ve boyun eğme halini ifade etmektedir, tıpkı iman konusunda, tasdik olmadan kelime-i şahadetin söylenmesi gibi.
İtiraz: Peygamber (s.a.), İslâm, “Allah'tan başka tanrı yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür, diye şahadette bulunmak, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucun ututmak ve güç yetmesi halinde haccetmektir” buyurmuştur [28]. Bu hadis gösterir ki, îslâm ameldir, kalbin tasdiki değildir.
Cevap: Hadiste, îslâmın meyvesini, neticesini ve alâmetlerini fiile getirme maksadı gözetilmiş tir. Bu hadis, aynen şu hadislere benzer:
1. Huzuruna gelen bir heyet üyelerine Peygamber (s.a.) sorar: “Tek bir Allah'a iman etmenin ne olduğunu bilyior musunuz?”. Onlar da: “Allah ve Resulü bunu daha iyi bilir”,derler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Allah'tan başka tanrı bulunmadığına, Muhammedin Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekat vermek ve ganimet olan malların beştebirini vermektir”, buyurur [29].
2. Peygamber (s.a.): “İman yetmiş küsur şubedir. Bunun en a'lası Lâ ilahe illallah', demek, en aşağısı da insanlara eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmaktır”, buyurmuştur [30]. (Bu iki hadiste imanın mahiyeti değil, alâmeti ve semeresi dile getirilmiştir).[31]
[27] İman, kalbin tasdikidir: Bu tasdikin dil ile ifadesi dünyevî ve hukuki muamelelerin tatbiki yönünden önemli ve lüzumludur. Yani ikrar müslümanlara göre kâfir sayılmamak için şarttır. Allah indinde müslüman olmak için şart değildir.
İmanın iki türlü şartı vardır. Biri aslî ve zatî, diğeri fer'i ve zaiddir. imanda esas olan şart tasdiktir, ikrar zait bir şarttır. Onun için de cebir ve dilsizlik gibi mazeretler zamanında ikrar şartı düşer ama tasdik şartı hiç bir zaman sakıt olmaz.
İman ne bir bilgidir ne de bilgiden mücerred kuru bir beyandır, tman kavramında iki temel unsur vardır:
1. Bilgi unsuru. Önce neye, ne şekilde ve niçin inanıldığı hususunun bilinmesi şarttır. Şöyle veya böyle bir bilgi olmadan iman etmek imkânsızdır. Bu sebeple iman kavrami'nın tekevvün ve teşekkülünde “marifet” ve “İlim” denilen bilgi unsurunun birinci derecede rolü vardır. İmanın akıl, fikir, nazar ve istidlalle ilgili olan'yönü budur.
2. İrâde ve ihtiyar unsuru. Bilinen bir şeyin iman haline gelmesi için, o şeyin, teknik bir deyimle iz'anı ye kabulü şarttır. Yani bilinen husus gönüllü olarak kabul edilmeli, samimi surette benimsenmeli, içten gelen bir kararlılıkla teslimiyet gösterilmeli, onun karşısında saygı ile eğilmeli ve boyun eğmelidir. Esasen İslâm, Hakka ve hak dine teslim olmak, demektir. Her şeyi çok iyi bilen Şeytanın kâfir sayılması, imanında bu unsur bulunmadığı içindir. İmanın his, fiil ve amel yönü de budur.
İmanm birinci unsuru bazı hallerde iradeli ve kesbî olmayabilir. Fakat bir takım şartlarla birlikte iradeli ve kesbîdir. İkinci unsur ise tamamen irâdeye ve kesbe dayanmaktadır. îman iradeli bir tasdik, gönüllü olarak kabul edilen bir şeyin beyanı olduğu için mükellefiyet' ve sorumluluk konusu olmuştur. Hz. Peygamber: “Bir kimse beni her şeyinden daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz”, deyince, Hz. Ömer: “Ya Resûlallah, ben seni nefsim ve özüm hariç herkesten, daha çok seviyorum” demiş, fakat Hz. Peygamber, “olmadı” buyurmuş, bunun üzerine Hz. Ömer: “Ey Allah Resulü, ben seni kendimden de çok seviyorum”, deyince, Hz. Peygamber: “Hah işte şimdi oldu ya Ömer!”, buyurmuşlardı (Bk. Ahmed Naim, Sahih-i Buharî Tecrid tercümesi, I, 27).
Demek ki, imanın temeli, “kalbin tam bir meyli” manâsına gelen sevgidir. Allah'ı ve Resulünü sevmeyen bir kimse, ne yaparsa yapsın iman etmiş sayılmaz. Sevgi unsuru ise tamamiyle hissidir. Ve önemli ölçüde de iradî ve ihtiyarîdir. Başlangıçta fertlerin gönlündeki sevgi temeline dayanan iman hareketi, bu unsurun gelişmesi ve yayılması nisbe-tinde büyür ve âlemşümul hale gelir. Onun için din, önemli ölçüde bir bilme konusu olmaktan çok, duyma ve yaşama konusudur. Akıl ve şuur meselesi olmaktan fazla, his meselesidir. Din, bilindiği ve öğrenildiği nisbette, fakat bundan daha çok duyulduğu ve yaşandığı Ölçüde anlaşılır ve gerçeklik kazanır. Dinî akîde, temeli bilgiye ve sevgiye dayanan bir inançtır. Bu sebeple din demek, bir bakıma sevgi demektir. Kuvvetli bir tasdik ve iman behemahal dille ikrarı gerektirir. Bir adam gönülden benimsediği ve severek bağlandığı inancını açıklamaktan gurur duyar, bununla iftihar eder. Aksini düşünmek mümkün değildir. İman ve akîde çok kuvvetli olursa mutlaka amel, taat ve İbadet şeklinde kendini belli eder. înamlan, gönülden benimsenen, doğruluğu samimiyetle kabul edilen imanın gereğine göre hareket edilmesi tabiî ve hatta bir manâda zarurîdir. Önce ikrar, daha sonra amel, güçlü bir inancın kaçınılmaz sonucudur. Her iman sisteminde durum budur. İmanlı bir kimsenin amel sahibi olması veya olmaması veyahut az amel sahibi olması her zaman imanın ve kalbi tasdikin güçlü oluşu ile açıklanamaz. Zira içtimai çevrenin, ailevî sebeplerin ve alışkanlık haline gelen davranışların amel sahibi olmada payı büyüktür. Bunun için amel sahibi olmayan müminler arasında, amel sahibi olan müminlerden daha kuvvetli iman sahiplerine raslamak bazı hallerde mümkündür. Bazan insanı amele ve ibadete sevk eden amilin riya veya alışkanlık, haya ve çevreye uyma olduğunu unutmamak gerekir. Amelle imanın artıp eksileceğine kani olan kelâm âlimleri vardır. Doğrusu şudur: Amel imana tesir eder ve onu kuvvetlendirir. Ama kuvvetli iman da amele tesir ederek onu kemiyet ve keyfiyet yönünden daha iyi bir duruma getirir. Yani iman ile amel arasındaki tesir, ister müsbet yönde düşünülsün, ister menfî yönde düşünülsün karşılıklıdır. Bir insanın imanı arttıkça ameli, fazlalaştıkça da imanı artar. Aynı şekilde imanı zayıflayanın ameli, ameli zayıflayanın da imanı za'fa uğrar. Fakat bir iman ne kadar zayıf olursa olsun “kalbin gönüllü tasdiki”, şeklinde varlığını devam ettirdiği sürece insan mümindir. İrâdeye ve bilgiye dayanan kalbi tasdik ortadan kalkıp yerini iradeli inkâra veya şüpheye bırakmadığı müddetçe insan mümindir. Aslında inkâr ve şüphe de bir imandır, ama artık bu dinî manâda bir iman değildir, küfür niteliğinde ve menfî bir imandır.
[28] Buharı, îman, 37; Müslim, îman, 1. Bu hadis, “Cibril hadisi” diye meşhurdur.
[29] Buharı, İman, 40; Müslim, îman, 7.
[30] Müslim, İman, 12; Ebu Davud, Sünnet, 14; Tirmizî, îman, 6.
[31] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 280-287.