- İman ve Yakın İlminin Diğer İlimlere Üstünlüğü

Adsense kodları


İman ve Yakın İlminin Diğer İlimlere Üstünlüğü

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
armi
Thu 31 December 2009, 05:27 pm GMT +0200
İman Ve Yakin İlminin Diğer İlimlere Üstünlüğü Ve Bu İlimde Hatadan Sakınılmasına Dair Beyandır
İlimlerin neredeyse tamamı, hırs gösterdiği ve arzu edip çaba­ladığı zaman münafık, bidatçı ve müşrik demeksizin herkes tara­fından öğrenilip yayılabilir. Çünkü ilim, zihnin neticelerinden ve akim semerelerinden biridir.Ancak İman ve Yakin İlmi, bunun dışındadır. Çünkü bu ilmin müşahedesi ve hakikatları hakkında konuşulması, sadece yakin sahibi müminlere mahsus bir meziyettir. Bu, herşeyden önce ima­nın ziyadesinin, ilim ve yakinin hakitamnm ikrar edilmesini icap ettiren bir sahadır. Bu da, Allah Teala´nm ayetlerinin, O´nun kud­ret ve azametinin mükaş efe sinin söz verilmesiyle olur.

Allah Teala´nm ayetleri, fasıklar için değildir. O´nun ahdi de, za­limlere ulaşacak değildir. Azamet ve kudreti de, yoldan çıkanlar için şehadet olmayacaktır. O´nun emirlerini hiçe sayanlar için hiç­bir vecd sözkonusu olamaz. Bunun aksini düşünmek, Allah Tea­la´nm hüccet ve ayetlerini zayıflatmak, O´nun açık delillerinin ve kudretinin değerini düşürmek olur. Yine bu, Allah Teala´nm hakta kalan sayılı kullarından olan ihlas ehlinin hüccet kaynakları duru­mundaki Yakin kalesine şek ve şüphelerin müdahil olması manası­na gelir. Böyle bir hal, hak ile batılın birbirine karışmasına da se­bebiyet verebilir. Halbuki hak; O´nun sevgisine layık olan ve reh­berleri kılman Sıdk ehlinin temel göstergesidir.

Bütün bunlar dahi, Marifet ilminin diğer ilimlere olan üstünlü­ğünün en açık delilini teşkil etmektedir. Allah Teala buyurdu ki: "Onu, İsrail oğullarının alimlerinin bilmesi de onlara bir delil (ayet) değil mi?". (Şu´ara/197); "Aksine onlar kendilerine Kitab verilenlerin sinelerinde varolan apaçık ayetlerdir". (Ankebut/49); "Muhakkak ki bunda keskin anlayışlılar için ayetler (ibret ve deliller) vardır". (Hicr/75); ´Yakin sahibi bir topluluk için ayetleri açıkladık". (Baka­ra/118); "Ve onu bilen bir topluluğa açıklamamız için". (En´am/105)

Bu ayetlerde zikredilen topluluk ve kimseler, Allah Teala´yı bi­len, O´nun hakkında konuşan, O´ndan nasiplerini almış ve katında bir makam kazanmış insanlardır. Allah Teala´nm bu lütfü, ona ehil ve layık olmayan kimseler için olamaz. Çünkü bu lütfün kapsamı­na giren şeyler, Allah Teala´nm ayetleri, delilleri, şahitleri, basiret vesileleri, yolunu gösteren rehberleri ve beyanını izhar eden buy­ruklarıdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Sonra onu açıklamak da Bize düşer". (Kıyame/19); "İnsanı yarattı ve ona be­yanı öğretti". (Rahman/3); "Müminlere yardım etmek Bizim üzeri­mizde bir hakti". (Rum/47); "Zaten onlar buna layık ve ehildiler". (Fetih/26) Müminler de, Allah´ın yardımıyla O´nun dinine yardım edip O´nun hakikata erdirdiği şeylerin hakikatim gördüler ve O´nun kendileri için şahitlik ettiği şeye şahitlik ettiler. Böylelikle de müttakilerin imamı ve hidayetin rehberleri oldular.

Marifet ehlinden bir zat şöyle demiştir:
Bu ilme dair bir müşa­hedesi olmayan kişi, şirk veya nifaktan uzak kalamaz. Çünkü o, Yakin ilminden halidir. Yakin´den uzak kalan ise şüphe zerrelerin­den emin olamaz. Ariflerden bir zat da şunu söylemiştir: Kendisin­de bu ilimden bir nasip bulunmayan kimsenin kötü sona duçar ol­masından endişe ederim. Bu ilimden alınacak nasibin en küçüğü, onu tasdik edip ilmi erbabına teslim etmektir. Başka bir zat ise şöyle demiştir: Her kimde şu iki sıfattan biri olursa, bu ilmin hiç­bir kısmına muttali olamaz: Bidat ve Kibir.

Marifet ilminin ehlinden bir topluluk da şunu söylemişlerdir
: Dünyayı seven ve nevaya aşırı hırslanan kimse, bu ilimde bir şey kazanamaz. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Bu ilmi inkar edene verilecek cezaların en düşüğü, ondan tamamen mahrum edilmektir. Marifet ehli, bu ilmin, Sıddıklann İlmi olduğu, bundan bir nasibi olanın Mukarrebun´d&n olduğu ve Ashab-ı Yemin derece­sine nail olacağı hususunda müttefiktirler.

Bil ki Tevhid ilmi ve sıfatların bilinmesi, sair ilimlerden tama­men farklıdır. Diğer ilimlerdeki ihtilaf, rahmet olarak görülürken Tevhid ilmindeki ihtilaf dalalet ve bidat olarak görülür. Zahiri ilim­lerdeki hatalar bağışlanabilir, hatta ictihadi konularda bir hasene olarak görülürken Tevhid ilminde ve şehadetinde yapılan hata kü­für olarak değerlendirilir. İnsanlar, Allah Teala katında zahiri ilim­leri öğrenmekle mükellef kılınmamışken, Tevhid ilminde hakikata uygun bir şekilde iman etmekle mükellef kılınmışlardır.

Kim bir bidat ihdas ederse, bidati kendisine döndürülür ve on­dan mesul tutulur. Bidat çıkaran kimse de, Allah Teala için kulla­rına karşı bir hüccet ve o diyar için de faydalı bir rahmet olmaz. O, ancak dünya sevgisiyle ve dünyaya rağbet etmekle vasfedilir. Allah Teala´nm yolunu gösteren rehberlerden, dine davet edenlerden ve müttakilerin imamlarından olamaz. Allah Resulü de (sav) bir hadi­sinde şöyle buyurmaktadır: "Alimler, dünyaya meyletmedikçe pey­gamberlerin güvendikleri kimselerdir. Dünyaya meylettikleri za­man, dininizin selameti bakımından onlardan sakının". Meşhur bir hadiste de Allah Resulü şöyle buyurmaktadır: "Kim dinimizde, on­dan olmayan bir şeyi ihdas ederse o reddedilir".[55]

İsa Peygamberin de (as), ´Fitnenin en şerlisi hangisidir?´ diye sorulduğu zaman şöyle buyurduğu rivayet edilir: ´Alimin hatasıdır. Çünkü o, bir hata yaptığı zaman, bir alem de onunla beraber hata yapar. Bu manada bir ifade Allah Resulü´nden de (sav) rivayet edil­miştir: "Ümmetim için en korktuğum şeyler, alimin hatası ve mü­nafıklarla Kur1 an üzerinde mücadele edilmesidir"[56]

Selef-i Salih´den bir zat şöyle demiştir:
Alimin hata yapması, in­sanlarla dolu bir geminin batmasına benzer. Gemi battığı zaman, birçok insan da onunla beraber batar. O, güneşin tutulmasına da benzer. İnsanlar, ´Ey gafiller namaza!´ diye bağırırlar. Güneş tutul­ması, avam için korkulması gereken bir tabiat olayıdır. Allah Resu­lü´nden (sav) rivayet edilen garib bir hadiste de şu ifade geçmekte­dir: "Kim ümmetimi aldatırsa, Allah´ın, meleklerin ve bütün insan­ların laneti onun üzerine olsun. ´Ey Allah Resulü, ümmetin aldatıl­ması nasıl olur?´ diye sordular. Bunun üzerine şöyle buyurdu: İs­lam´da olmayan bir bidat çıkarıp insanları ona davet etmekle".

İbni Abbas da (ra) ekseriyetle şöyle derdi:
Takip edenleri yüzün­den vay haline alimlerin! Alimler yüzünden vay haline onları takip edenlerin. Çünkü bir alim hata ettiği zaman, onu insanların birço­ğu aynen takip eder ve bu hatadan doğan afetler giderek büyür.

Allah´ın dininde olmayan bir şeyi uyduran bidatçıdan, O´nun Ki­tabı ve Marifet ilmi hakkında yetkili olmadan konuşan ve Allah Re-sulü´nün (sav) sünnetini hafife alan kimselerden daha büyük gü­nahkarın kim olduğunu bilemiyorum. Halbuki O´nun sünneti, Allah Teala´nm bütün kullarına karşı hücceti, Zatı´na yakınlaştıracağı kulları için de yürümelerini istediği yoludur. Yukarıda söylediğimiz kötü fiilleri işleyen kişi, Allah´ın kullarını dalalete sevkedecektir.

Dinde bidat çıkaran, Kitab ve Şünnet´i bir kenara atarak kendi­ne başka bir yol bulan, müminlerin yolunu bırakan kimse ile, dün­ya malıyla övünenlerin saflarına katılan ve bu meyanda hevasmın teşvikiyle türlü günahlar işleyen kimseyi; insanların malları ve canları noktasında zulmeden kimse ile, kendi kendine zulmederek Rabbi´yle arasında kalacak şekilde günahlar işleyen kimseye ben­zetebiliriz. Görüldüğü üzere, kullara yapılan zulüm çok daha ağır bir günahtır. Bu günahın yazılı olduğu defter, asla unutulmayacak ve affedilmeyecektir.

Dinle ilgili olarak kendi arzusuna uygun fikir ve hüküm çıkar­mak da işte böyle bir günahtır. Çünkü o, ahirete yönelik olarak zul­metmek ve müminlerin cennete giden yollarını keserek peygam­berlerin getirdikleri şeriatı mahvetmektir. Bunun bir diğer misali de, bir günah işleyip bunu inkar ederek kendini aklamaya çalışan kimse ile, aynı günahı işledikten sonra suçunu itiraf ederek kendi kendinden özür dileyen kimsenin durumudur. İkinci durumdaki ki­şi, affedilmeye ve merhamete uğramaya daha layıktır.

Dini amelleri ifa etme noktasında kusurlu ve eksik kalan ve kendi nefsine öğütte bulunmadığı halde, ilmin hakikatini diğer in­sanlara açıklayıp Allah Teala ve Resulü (sav) adına insanlara nasi-hatta bulunan, Kitab´m hükmünü beyan edip Sünnet´i hatırlatan kimse; İhlasın güzelliğine ve hayırlı sona ulaşmaya, Allah´ın dinin­de hüküm koyup halk içinde Kitab´a ve Sünnet´e muhalif bidatlar ihdas eden kimseden daha yakındır. Çünkü bidat çıkaran kimse, dini ve şeriatı değiştirmiş gibi olur. Bu ise, onun kalbinde nifakı ye­şertir. Sonunda da, münafık olarak can verir.

Halk içinde Sünnet´e muhalif bidatlar ihdas eden kimse ile, tür­lü günahlar işleyerek kendine kötülük eden kimseyi; krala devletin ve halkın huzurunda kafa tutup onun hükümranlığını protesto eden kimse ile, kralın gıyabında onun emirlerinde kusur eden kim­selerin durumuna benzetebiliriz. Hikmet ehlinden bir zat şöyle de­miştir: Üç kimse vardır ki kralın bunları bağışlaması doğru olmaz: Tebaası arasında devletin düzenini değiştirmek isteyen kimse; Kralı zayıf düşürecek işler yapan kimse; Kralın dokunulmaz saydı­ğı şeylerden birini ifsad eden kimse.

Allah Resulü´nden de (sav) bu bahiste şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
"Yüce Allah´ın bir meleği vardır. Bu melek, her gün Al­lah Resulü´nün sünnetlerinden birine muhalefet edene seslenir ve ´Bu da O´nun şefaatine nail olamayacak´ der". Ali (kv) de şöyle de­miştir: ´Heva, körlüğün ortağıdır

Sözlerin en doğrusunu söyleyen Allah Teala da şöyle buyurmuş­tur:
"Kim, Allah´a yalan iftira ederek hiçbir ilme dayanmaksızın in­sanları dalalete düşürmek isteyenden daha zalim olabilir?" (En´am/144); "Yoksa, kendisine hiç bir şey vahyedilmediği halde ´Bana vahyedildi. Ben de Allah´ın vahyettiği gibi vahye de ceğim´ mi diyor?" (En´am/93) Görüldüğü gibi Allah Teala, kendisine yalan if­tirasında bulunan yalancı ile, Rubûbiyet sıfatlarını taşıdığını ima eden ve Rabbe benzemeye çalışan kimseleri denk tutmuştur.

Bunlardan sonra günahların ve münkerâtın en büyüğü;
hakkın, bizzat ehli tarafından inkar edilmesi ve onların bu sözlerinin tek­zip ile redde dilme sidir. Allah Teala, hakkı yalanlama ile, Yaratan´a karşı yalan iftirayı denk tutarak şöyle buyurmuştur: "Kim, Allah´a karşı yalan iftirada bulunan veya kendisine geldiği zaman hakkı yalanlayandan daha zalim olabilir?" (Ankebut/68) Benzeri bir ayet-i kerime de şudur: "Kim, Allah´a karşı yalan söyleyen ve kendisine geldiği zaman doğru haberi yalanlayandan daha zalim olabilir?". (Zümer/32) Allah Teala, aynı şekilde bunun karşısında yer alan ve doğru haber ile doğruyu bilen ve onu doğrulayan kimseleri de denk tutmuş ve şöyle buyurmuştur: "Doğruyu getiren ve onu tasdik eden kimselere gelince, işte onlar müttakilerdir". (Zümer/33)

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Alim ve ilim öğrencisi, ilimde ortaktırlar". İsa Peygamberden de (as) bu manada şu sözü nakle­dilmiştir: ´Dinleyici, konuşanın ortağıdır [57]

Allah Teala, Marifetullah´a sahip olan alimleri, şatahât ehli ve dini bilmeyip müminlerin yolundan ayrı olan bidatçılarla mücade­le etmekle görevlendirmiştir. O, bu alimlere Yakin ilmini göstermiş, Resulü de (sav) kendileri için ilim ve denklikle şahitlikte buluna­rak şöyle buyurmuştur: "Bu ilim, her haleften onlar gibi olanlara taşınır da onu, aşırıya kaçanların tahrifi, hükümleri iptal edenle­rin iddiası ve cahillerin tevilinden uzak tutarlar".

Hadiste zikredilen ´Aşırıya kaçanlar ile murad edilen, şatahât ehlidir. Çünkü onlar, ilmin sınırını aşmış, bilinen şekli yoketmiş ve hükümleri iskât etmişlerdir. ´Hükümleri iptal edenler ile murad edilenler ise, asılsız iddialara sahip olan bidatçılardır. Çünkü bun­lar, batıla dayanarak hakkı ortadan kaldırmaya çalışan kimseler­dir. Asılsız iftiralarda bulunan bu kimseler, arzu ve nevalarına uy­gun rey ve hükümler icad ederler. Cahillere gelince, onlar da; ilmin inceliklerini inkar eden ve aklın zahiri ile bildikleri hakikatlara if­tira edenlerdir. Bu meyanda Allah Resulü´nün (sav) şu hadisini zik­redebiliriz: "İlim içinde gizli olan bir kısım vardır ki onu ancak Ma-rifetullah ehli bilir. Bu insanlar da onu dile getirdikleri zaman, an­cak Allah Teala´ya karşı gurura kapılmış kimseler bunu bilmezlik­ten gelirler. Allah Teala´nm kendisine ilim verdiği bir alimi, asla hakir görmeyin. Çünkü Allah Teala, ona bu ilmi verdiğinde kendi­sini hakir görmemiştir".

Allah Resulü´nün (sav) sünnetlerini kendi reylerine ve akli ilim­lerine dayanarak tevil eden veya Selef-i Salih´in bildirmediği söz ve hükümleri telaffuz eden kimse, kendi üstüne düşenle ilgilenmeyen bir zorlamacı ve dinin hükümlerini iskât edici biridir. Allah Teala´yı hakkıyla bilen alimler; akli ilimleri yakin ilmine, reye dayalı ilim­leri Sünnet ilmine dayandırmaya çalışan ve rivayet ehlini tanıya­rak ravileri ve nakilcileri teyid eden kimselerdir. Bunu yaparken de onların naklettikleri haberleri açıklayıp rivayet ettikleri hadis­leri tefsir ederler. Çünkü ravi ve nakilcilerin bunu yapma imkanla­rı mevcut olmayabilir.

Raviler, Allah Teala´mn şahit kılması vaki olmadığı için, rivayet ettikleri lafızların hakiki manalarını kavrama imkanı bulamamış olabilirler. Onlar Allah Teala hakkında bir nakilde bulunurken, O kalplerini nuruyla aydınlatmadığı için söyledikleri şeylerin hakiki manalarından gafil olabilirler. Çünkü bu, Allah Teala´mn dilediği kullarına bahşettiği bir lütufdur. Nitekim O, bunu teyid ederek şöyle buyurmaktadır: "Onlardan da sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola sevkedecek imamlar kılmıştık. Onlar, ayetlerimize yaki-ni olarak iman ederlerdi". (Secde/24)

Ulemadan bir zat şöyle demiştir:
´Selefin konuştuğu mesele hak­kında sükut etmek kabalık, onların sükut ettikleri bir bahis üzerin­de konuşmak ise zorlamadır´. Başka bir alim ise şöyle demiştir: ´Hak ağırdır. Onu dikkate almaksızın geçen zulmetmiş, kaldırama­yan acz göstermiş, onu aynen alan ise yeteriyle kanaat etmiş olur.

Ali (kv) de, şöyle demiştir: ´Siz orta seviyede durun. Üstteki ona iner, alttaki de ona yükselir*. Selef-i Salih´in takip ettiği yol işte böyleydi. Onlar bidatçı birini asla dinlemezlerdi. Çünkü onlara gö­re her tür bidatçi, inkarcı idi. Böyle biriyle mücadele ve münazara­ya da girmezlerdi. Çünkü onların nazarında bu da bidatti. Sadece sünneti anlatır ve hadisleri delil gösterirlerdi. Böyle biri hakkında, ´O da sizin din kardeşinizdir. Onunla dost olmanız farzdır. Eğer sünneti gördüğünde geri dönmezse, o zaman bu dostluğu bozmuş ve inkar etmiş olur. Böylece bidatia tanınır ve düşmanlığı haketmiş olur denildiğinde, buna uyarak onu Allah rızası için terkederlerdi. Doğrusu böyle bir davranışa günümüzda şahit olmak hayli zordur. Ancak fazilet erbabı ve Selef yolunun takipçisi olarak bilinen pek az sayıdaki insan böyle davranmaktadır.

Allah Teala´mn lanetlediği İblisle ilgili olarak şu hadise nakle­dilir:
O, Sahabe devrinde askerlerini her tarafa göndermişti. Ama askerleri ümitsiz bir halde geri dönmüşlerdi. İblis onlara ´Ne bu ha­liniz?´ diye sorunca, ´Böyle bir toplulukla hiç karşılaşmamıştık. Hiç­birine birşey yaptıramadık. Bizi yorup perişan ettiler´ diye yakındı­lar. Bunun üzerine iblis şöyle dedi: ´Peygamberleriyle sahabilik yaptıkları ve vahyin inişine şahit oldukları için onlara güç yetire-miyorsunuz. Ama onlardan sonra gelecek topluluğa istediğinizi yaptırabilirsiniz .

Sahabe´den sonra Tabiim devri girdiğinde İblis askerlerini yeni­den her tarafa gönderdi. Ama yine kırgın ve karamsar bir halde ge­ri döndüler. İblis, ´Ne oldu size?´ diye sorunca, ´Bu topluluk kadar garibini de hiç görmemiştik. Bunlara istediğimiz günahı işletiyo­ruz. Ama günün sonu geldiğinde mağfiret dilemeye başlıyorlar ve günahları hasenata dönüşüyor dediler.

Bunun üzerine iblis şöyle dedi:
´Tevhidlerinin sıhhatinden dola­yı bunlarda da muradınıza nail olamazsınız. Ama bunlardan sonra öyle bir topluluk gelecek ki, onlarda huzur bulacak ve kendileriyle dilediğiniz gibi oynayabileceksiniz. Hevalarımn tasmalarından tut­tuğunuz zaman dilediğiniz yere götüreceksiniz. Onların istiğfarla­rı da kabul görmeyecektir, çünkü onlar ihlas ile tevbe etmeyecek­lerdir. Ve bu yüzden onların hasenatı da seyyiata dönüşecektir.

Nitekim Tabiun devrinin akabinde Hicri birinci asırdan sonra İblis, müslümanların nevalarını diriltti ve bidatları onlara güzel gösterdi. Onlar da bu bidatlarm hemen hepsini mubah gördüler ve bunları din edinerek, yaptıklarından dolayı istiğfarda ve tevbede bulunmamaya başladılar. Neticede can düşmanları olan şeytanlar, kendilerine hakim oldu ve onları diledikleri yere sürükleyip götü­rür hale geldiler.

İbni Abbas´dan (ra) şu sözü nakledilir:
´Dalaletin; dalalat ehli­nin kalplerinde bıraktığı bir tad vardır. Allah Teala bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Dinlerim oyun ve eğlence edindiler". (A´raf/51); "Yoksa kötü ameli kendisine süslenip de onu güzel gören kimse mi?". (Fatır/8); "(Yalnız dünya hayatını isteyen kimse) Rab-binin apaçık bir delili üzerinde bulunup da ardınca yine Allah´dan bir şahit olarak (Kur1 an) gelen ... kimse gibi midir?". (Hud/17)

-Allah size merhamet etsin- ilim, izleri takip olunan Selef-i Sa­lih´in ve onların yollarının sadık takipçileri olan Tabiilerin üzerinde bulundukları şeydir. Selef, öncelikle Sahabe´dir. Onlar Sekine ve Rıza ehlidirler. Onların ardından kendilerini ihsan üzere takip eden Tabiun gelir. Bunlar da Zühd ve Rüşd ehlidirler. Alim, diğer insanları kendisi gibi olmaları için kendi haline benzer bir hale gir­meye davet eden kimsedir.

İnsanlar hakiki alime baktıkları zaman, onun zühdünden ötürü dünyada zühd sahibi olmak isterler. Zünnun-i Mısri´nin (ra) bu bab-da söylediği şu söz çok manidardır: Size diliyle değil ilmiyle konuşa­nın meclisine oturun. Hasan el-Basri de (ra) şöyle demiştir: İnsanla­ra sözünle değil fiilinle vaaz et. Sehl de (ra) şöyle demişti: İlim, ame­li çağırır. Eğer icabet ederse ilim gelir. Aksi halde terkedip gider.

Bu manada Allah Resulü´nden (sav) de bir hadis rivayet edil­miştir: "O´na ´Hangi kişilerle oturmamız daha hayırlıdır?´ diye so­rulduğunda şöyle buyurdu: Size Allah Teala´ın ru´yetini hatırla­tan ve konuşmasıyla amelinizi arttırarak ahiret için amelde bulun­manızı ihsas ettiren kimselerle".

Muhataplarından dünyalık umarak onlar gibi varlıklı olmak ve görüldüğü yerde kendisine gıpta edilmesini isteyen kimse ise, aslın­da cahil muhataplarından daha kötü biridir. Çünkü o, konuştuğu zaman Rabbine değil kendi nefsine davet eder. Yine o, kendine de­ğer vermeyen kimselere karşı hırsla doludur. Peygamberlerin varis­leri olan alimler; Allah Teala´nm dininde vera´ sahibi, dünyanın fu­zuli nimetleri hakkında zahid, re´y ve heva ilmiyle değil yakin ve kudret ilmiyle konuşan, şüphe ve reyler karşısında susan alimler­dir. Bu durum, Allah Teala´yı hakkıyla bilen ve şehadet eden alim­ler nezdinde, ne bir fikir sahibinin görüşüyle, ne de cahil bir müfsi-din konuşmasıyla Kıyamet gününe kadar değişecek değildir.

Abdullah b. Ömer (ra), bu meyanda Allah Resulü´nden (sav) şu hadisi nakletmiştir:
"Bu ümmetin başı zühd ve yakin ile salah bul­muştu. Sonu da cimrilik ve ümit ile helak olur".

Yusuf b. Esbat şunu nakleder:
´Huzeyfe el-Mar´aşi´ye mektup yazarak, ´Günahkarlar dışında kendisiyle beraber Allah´ı zikrede­cek birini bulamayan kimsenin durumu nedir? Böyle biriyle zikir yapması günah olur mu?´ diye sordum. O da cevaben dedi ki: Ey Eba Muhamnıed, böylelerini tanıyor musun?´ Ben de dedim ki: Bunlar artık bize de gizli kalmıyorlar.

Deniliyor ki abdal zümresi, yeryüzünün sapa yerlerine çekilip insanların gözlerinden uzaklaşmışlardır. Çünkü onlar, bu zamanın alimlerine bakamaz, onların sözlerine tahammül edemez hale gel­mişlerdir. Zamanın alimleri, onların gözünde Allah Teala´yı hakkıy­la bilmeyen cahillerdir. Sadece kendilerine ve cahil avama göre alimdirler. Dolayısıyla onlar da cehalet ehlinden olmuşlardır. Ce­halet ehli ise, Sehl´in ifade ettiği şu sıfat üzeredirler: ´Günahların en büyüğü, bilmediğini bilmemek, avamın ağzına bakmak ve gaflet ehline kulak vermektir.

Bunlar, abdal zümresi için sayılabilecek sıfatların en hafifleridir. Şehirlerin çevreleri de bunlarsız olmamaktadır. Onlar avam ile soh­bet ettiklerinde dini konularda yoldan çıkarıcı bahislere girmemek­te, müminleri aldatmamakta ve sırf ilim öğrendikleri için ´ulema´ ol­duklarım iddia etmemektedirler. Yine onlar, cehaletlerini itiraf et­mekte oldukları için gazaptan çok rahmete yakın bulunmaktadırlar´.

Ebu Muhammed Sehl şöyle derdi:
Timin cehaletinden doğan kalp katılığı, günahlarla doğan kalp katılığından daha şiddetlidir. Çünkü ilim iddiasında bulunan cahil, iddiacı ve usulü terkedicidir. Halbuki fiiliyle günah işleyip isyana düşen kişi, ilmen ikrar etmek­te ve günah işlediğini itiraf etmektedir5. Yine o, şöyle demiştir: ´İlim, hastalıkların tedavi edildiği bir ilaçtır. O, telafi suretiyle amellerin fesadını önler. Halbuki cehalet, düzelmiş amelleri ifsad eden bir hastalıktır. O, hasenatı giderip onları günaha çevirir. Fe­sada uğrayanı ıslah edenle, salih olanı ifsad eden arasında ne ka­dar da büyük bir fark vardır!´

Allah Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Allah müfsidlerin amellerini İslah etmez". (Yunus/81); "Muhak­kak ki Biz, İslah edenlerin ecrini zayi etmeyiz". (A´raf/170) Bütün bunlar, amel bakımından kusurlu olan alimin, başarılı bir abidden daha üstün oluşunun açık delillerini teşkil etmektedir. Bil ki, bir kul insanlardan bütün halleri bakımından farklılaştığı vakit hep­sinden ayrılarak onlarla aşinalık kurmaz. Eğer onların hallerinin ekserisinde farklılık gösterirse, o vakit de insanların ekserinden ayrılarak uzlete çekilir. Şayet bazı hallerinde onlara uygun düşer, bazı hallerinde de onlardan farklılaşırsa hayır ehliyle hemhal olup şer ehlini terketmiş olur. [58]