hafız_32
Wed 10 November 2010, 11:58 am GMT +0200
5- İman ve Dinî Tutumun Yapılanması
İnsan tabiatında yer alan ve iman ya da inkâr yönünde bir tercihe zorlayan eğilimlerin yol açtıkları çatışmaların dinin lehine çözülmesiyle, iman şahsî hayatımızda gerçek bir yapı kazanmaya başlar. Bu yapılaşma, hızını ve enerjisini büyük ölçüde çocukluk dönemi tecrübelerinden almakla birlikte, asıl dini gayelere yöneliş, ergenlikle başlayan gelişmelerle çok yakından ilgilidir. Esasen iman, bütün hayatı, hayatın herbir anını içine alan bir çalışma projesi gerektirmektedir; o, bir defada olup biten ve artık ötesi olmayan statik bir tutum olmayıp, aksine sürekli yenilenen dinamik bir ilerleyiştir. Dinî imanın kişilikte yapılanarak bir tutum, az-çok sürekli bir davranış eğilimi hâline gelmesi, değişik yönlerde sürdürülen bir “bütünleşme” hareketi sonucuna bağlı bulunmaktadır. [307]
a) Geçmişi Özümleme :
İnsanın şimdiki hâldeki varolma biçimi, onun geçmiş yaşantılarına sıkı sıkıya bağlıdır. Fakat aynı ölçüde gelecekteki yönelişine, tasarı ve ideallerine de bağlıdır. İnsan, geçmişinin güçsüz esiri değildir. Büyük bölümüyle varlığının geçmiş modeli ne ölçüde gerçekse, gelecekte gerçekleştirmeyi ümid ettiği düşüncelere doğru, geçmişin sınırlarının ötesine aşabilmek de o ölçüde gerçektir. Şu kadar var ki, geleceğe doğru olumlu bir yöneliş için geçmişin kabul edilmesi, kendine maledilmesi gerekir. Derin duygusallık içinde geçmişin bıraktığı izleri hiçbirşey silemez. İnsanın cesur ve hür bir şekilde özümlemesini bilemediği geçmiş, nisbî olarak bağımsız bir davranış parçası, kompleksler ve kahpyargılaşmış tutumlar örgüsü hâline gelir.
Bu bakımdan, maruz kalınan ya da işlenen hatalar, günahlar, kötülükler, uğranılan veya sorumlusu bulunduğumuz başarısızlıklar, çekilen veya sebep olduğumuz ızdıraplar bilinmek ve özümlenmek isterler. Aksi takdirde dinî inanç ve tutuma zarar verebilir, onun gelişimini engelleyebilirler. Geçmişin tecrübesi ve şimdiki irade arasında çıkış yolu bulunamayan bir uyuşmazlık insanı, dinî bir güven tutumu içinde kendini koyvermeye kabiliyetsiz kılar. Dinin iyi anlaşılması, geçmiş hayatın içe sindirilmesinin gerçekleşmesi ölçüsünde mümkün olmaktadır. Dindar insan, geçmişte yaşadığı hayatın hakikatini tanıdığı zaman, rnüsbet bir geleceğin işaretlerini çözmesini bilir. O halde geçmişin özümlenmesi, kişinin dinî ilerleyişi için zarurî şart olarak gözükmektedir; buna yönelen mümin, dinin kendisine sağladığı güven ve hakikat prensipleri vasıtasıyla kendim din tarafından korunmuş bulur.
Burada şunu bilmek gerekir ki, bazı tip günahlara karşı duyulan eğilim, çoğu insanın hayatı boyunca onu terketmez. Hatta bu eğilimler, geçmişin karanlık kıvrımlarına ve şahsî tabiata iyice yerleşebilirler. Elbetteki mümin, bütün hayatı ve varoluşu boyunca onlara hâkim olmaya çalışmak zorundadır. Fakat bütün çabalara rağmen, belki de onlardan hiçbir zaman kurtulmanın mümkün olmayacağı gerçeğini de alçakgönüllülükle kabul etmek gerekir. İhtimaldir ki, birçok dindar insan, dinî bakımdan bazı kusurlar içerisinde bulunmaktadırlar, fakat hiçbir zaman başarıya ulaşılmasa bile, bunların üstesinden gelene kadar mücadele etmek gerekmektedir. [308]
b) Farklılaşma ve Sentezler :
Din ve dünya arasındaki uyum, çoğu bakımlardan her müminin temel sorununu oluşturmaktadır. Bu meseleyi korkusuzca karşılama, gerçek bir dinî tutumun oluşmasına imkân verir. Sağlıklı bir insanî hayatın temel meselesi, farklı varoluş biçimlerinin ahenkli bir bütünleşmesidir. Bunu elde etmek için, bütün seçimlerimizin, eğilimlerimizin, varoluş tarzlarımızın farkında olmak gerekmektedir. Çocuğun dünyası henüz geniş bir şekilde farklılaşmamış olarak kalmaktadır. Fakat ergen ve yetişkin, dinî değerlerin dünyevî değerlerden ayrıldığı ve herşeyin insanî bir merkezden ele alındığı bir dünyada yaşadığının farkındadır. Toplumun düzeni, bilim, sanat ve ahlâk dine nazaran kendi bağımsızlıkları içinde varlıklarını sürdürmektedirler. Bu durumda genç adam dini, ancak bu din-dışı dünyanın çerçevesi içinde kavramaya çalışacaktır. Bunun için de gencin, her defasında varoluşun çok çeşitli alanlarını birbirinden ayırması ve onları yeni bir tip birliğe kavuşturmaya çalışması gerekmektedir.
Böylesi bir farklılaşma için herşeyden önce kişinin, çocukluk süresince bağlanmış olduğu ana-babasının ve sosyal çevrenin temsil ettiği dinî değerlerin geleneksel çerçevesinden dışarı çıkması gerekmektedir. Din kendini, insanlararası ilişkilerin temeli olarak ortaya koyar. Oysa ki modern medeniyet, dinden bağımsız, dine başvurmaksızın bir toplum ve sosyal ilişki düzeni öngörüyor. Bu bakımdan, çağdaş toplumlarda dinin dünyevî varlığı ve etkisi belirsiz bir durumda bulunmaktadır. Bu durumda, kendi dinî kimliğinin peşinde olan bir genç, her defasında varoluşun değişik alanlarını kendisine maletmek, onların bağımsızlığını kabul etmekle birlikte, onlara karışmaksızın, onları canlandırabilen dinî bir görüş açısı ve dinî bir tutum içerisinde bu değişik alanları şahsında birleştirmek zorunda kalacaktır. Dinin, birbirinden ayrılmış ve kendi bağımsızlığı içinde tanınan değerlerin yeni bütünleşmesini gerçekleştirebilmesi için, bizzat Allah için ve Allah'a doğru yönlendirilmesi gerekir. Yalnız bu şartla din, onları yabancılaştırmaksızın, insanî ilgileri kuşatacak kadar üniversel olacaktır. [309]
Çocukluktan beri kişinin bütün varlığını kuşatan bir davranışlar sisteminden sıyrılıp, yeni bir dinî varoluş projesi seçilmesi kolay ve sıkıntısız olmaz. Ancak kişi dinî hayata bağlandığı ölçüde umutsuzluklarını yenecek, huzur, sükûnet ve hoşnutluk bulacaktır. Çevresinde yer alan kişilerle, yerine getirdiği görevlerle ve bağlı olduğu topluluğun âdetleri ile bir başka ilişki sistemi içinde, yeni bir değerler dünyası kuracaktır. Geçmiş tecrübelerin kazandırdığı alışkanlıklardan, günah ve hataların oluşturduğu çekim merkezinden öyle kolayca kurtulmanın mümkün olmadığı açıktır. Bu yüzden, ilk safhadaki çatışmalarda çoğunlukla büyük sıkıntı ve bunalımlar yaşanır. Bu sebeple, çoğu zaman dinî iman ve tutumun merkezileşerek farklı insanî alanları kendi etrafında toplaması, yani “bütünleşme” hareketi başarısızlığa uğrayabilmektedir. Esasen, kişinin kendi kusurlarını ve günahlarını kabul etmesi olgusu, hayatının gerçekte yeniden yapılanması gerektiğinin zımnî bir tasdikidir. Böylece her hata, hayat projesinin birliğine ve bütünlüğüne katkıda bulunacak tarzda bir değer kazanabilir. Bu aynı zamanda pişmanlık ve tevbekârhğı da içine alan ideal bir arayış sürecini ifade eder.
Tabiatı itibariyle insan hem güçlü hem zayıf, Allah'a olduğu kadar başka şeylere de yönelmeye, ya da kendi üzerine kapanmaya, hem faziletli hem günahkâr olmaya eğilimlidir. İnsanın herşeyden önce, kendisinin iyilik ve kötülük karışımı olduğunu, kendi eksikliğini ve zayıflığını kabul etmesi gerekir. Bu, alçakgönüllü bir tutumla mümkün olur. Esasen alçakgönüllülük tutumu (hilm ve tevazu), dini imanın hem ön şartı ve hem de onun ayrılmaz bir unsuru ve tezahürü [310] olarak anlam kazanmaktadır. [311]
c) Modelle Aynîleşme :
Hiçbir insanî tutum modellere başvurmaksızın yapı kazanmaz. Aynîleşme, kişiye bir davranış sistemini derûnî olarak üzerine alma ve kendine malettiği şemaya göre kendini yeniden organize etme imkânını verir. Bu vetire ile kişi, başkasını taklit etmekten çok, herhangi bir şekilde aynîleştiği şahıs gibi olur; onun durumuna gelir. Dinî inanç ve tutumlar da modellerle aynîleşme yoluyla biçim kazanır. Bu hususta şüphesiz en başta gelen faktör, ana-baba örnekleridir. Dinî inanç ve tutumlar genellikle aile içerisinde edinilen ilk tecrübelere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ana-babanın dinî üslûp ve yaşayışı çocuğu kuvvetle etkilemektedir. Dindarlığın olduğu kadar, bazı araştırmaların ortaya koyduğu gibi, inançsızlığın kökünün de çocukluk çağlarına kadar uzandığını ve ana-babanın dinî tutumlarının bunda büyük ölçüde etkili olduğunu [312] söylemek mümkündür. Başlangıçta aile üyeleri içinde kökleşmiş dinî inanç ve tutum, başka hangi etkilere maruz kalırsa kalsın, çocukluk süresince biçimlendirilmiş olan çizgileri korumaya devam edebilmektedir, insanların büyük çoğunluğu, kendi ana-babalarının dinî üslûbunu aynen benimserler. Elbetteki bazı köklü aykırılıklar ya da sathî değişiklikler de olabilmektedir. Esasen, çocuğun kendi ana-babası ile aynı inanca sahip olup olmaması, o inancın bizzat çocuk için ifade ettiği mânâ ve öneme bağlıdır. Yani çocuk ana-babanın inançlarını hazır bir şekilde almaz; onları seçime tabi tutar. Aynı zamanda aile, çocukların inanç ve tutumları üzerinde, diğer kültürel tesirlerin de aynı yönde işleme derecesiyle uygun olarak bir etkide bulunur [313]. Bazı durumlarda, ana-babanın yaptığı etki çocukta, onların inanç ve tutumlarına zıt bir sonuç ta doğurabilmektedir.
Kişinin inanç ve tutumları, bağlı olduğu kendi grubu ile dayanışma halindedir. Grup, oraya kararlı bir şekilde üye olunduğu ve tutum kaynağı olduğu kadar, hemen her zaman bir tutum konusudur. Bundan dolayıdır ki, grup davranış modelleri verir ve değer yargıları öğretir. Fert ve grup arasındaki bu karşılıklı ilişki aynı zamanda dinî tutumlar açısından da geçerlidir. İnanan kişi, kendi değerlerini ve davranışlarını sembolize eden dinî grubu seçer; buna karşılık, onun üye olduğu cemaat müminin şahsî tutumuna yaşama imkânı verir. Elbette ki, her üyelik dinî kişilik için aynı ölçüde yapılandıncı bir etki meydana getiremez. Genel bir kaide olarak; bir grupa mensup olma, şahsî tutumdan önce gelir. İnsan belli bir kültür içinde doğar, şahsî bir kanaat sahibi olmadan önce bir dinî cemaate katılır. Katıldığı bu dinî cemaat içerisinde dinî inanç ve tutumları gelişmeye başlar. Fert ne kadar bağımsız ve kuvvetli bir kişilik sahibi olursa olsun, mensubu bulunduğu gruplann ortak değerleri, inanç ve âdetleri onu bağlamakta, ona şekil vermektedir.
Özellikle aydın kimselerin önemli bir kesiminin dinî grup ya da cemaatlere, objektif bir iman garantisi bulmak için katıldıkları müşahede edilmektedir. [314] Yani, kendi sübjektif eğilimlerine ve izlenimlerine güvenmeyerek, kendi kendilerini merkez edinmekten uzaklaşıp, cemaate ait bir dinî yorum ve anlatımın gerçekliği yoluyla kendi imanlarını doğrulamaya çalışmaktadırlar. Bu başkalarıyla dayanışma hâlinde imanı yaşama arzu ve endişesi, ahlâkî destek ve sosyal tasvip ihtiyacı kadar, bunlardan daha fazla, hakikatin tenkitli bir muhakemesinden ileri gelmektedir. Bu anlayışa göre, iman bakımından tek gerçek insanî tutum, üniversel ve objektif şekiller altında kendini gösteren ve bu durumda kendini başkalarıyla ortak olarak tanıtan tutumdur. [315]
İnsan tabiatında yer alan ve iman ya da inkâr yönünde bir tercihe zorlayan eğilimlerin yol açtıkları çatışmaların dinin lehine çözülmesiyle, iman şahsî hayatımızda gerçek bir yapı kazanmaya başlar. Bu yapılaşma, hızını ve enerjisini büyük ölçüde çocukluk dönemi tecrübelerinden almakla birlikte, asıl dini gayelere yöneliş, ergenlikle başlayan gelişmelerle çok yakından ilgilidir. Esasen iman, bütün hayatı, hayatın herbir anını içine alan bir çalışma projesi gerektirmektedir; o, bir defada olup biten ve artık ötesi olmayan statik bir tutum olmayıp, aksine sürekli yenilenen dinamik bir ilerleyiştir. Dinî imanın kişilikte yapılanarak bir tutum, az-çok sürekli bir davranış eğilimi hâline gelmesi, değişik yönlerde sürdürülen bir “bütünleşme” hareketi sonucuna bağlı bulunmaktadır. [307]
a) Geçmişi Özümleme :
İnsanın şimdiki hâldeki varolma biçimi, onun geçmiş yaşantılarına sıkı sıkıya bağlıdır. Fakat aynı ölçüde gelecekteki yönelişine, tasarı ve ideallerine de bağlıdır. İnsan, geçmişinin güçsüz esiri değildir. Büyük bölümüyle varlığının geçmiş modeli ne ölçüde gerçekse, gelecekte gerçekleştirmeyi ümid ettiği düşüncelere doğru, geçmişin sınırlarının ötesine aşabilmek de o ölçüde gerçektir. Şu kadar var ki, geleceğe doğru olumlu bir yöneliş için geçmişin kabul edilmesi, kendine maledilmesi gerekir. Derin duygusallık içinde geçmişin bıraktığı izleri hiçbirşey silemez. İnsanın cesur ve hür bir şekilde özümlemesini bilemediği geçmiş, nisbî olarak bağımsız bir davranış parçası, kompleksler ve kahpyargılaşmış tutumlar örgüsü hâline gelir.
Bu bakımdan, maruz kalınan ya da işlenen hatalar, günahlar, kötülükler, uğranılan veya sorumlusu bulunduğumuz başarısızlıklar, çekilen veya sebep olduğumuz ızdıraplar bilinmek ve özümlenmek isterler. Aksi takdirde dinî inanç ve tutuma zarar verebilir, onun gelişimini engelleyebilirler. Geçmişin tecrübesi ve şimdiki irade arasında çıkış yolu bulunamayan bir uyuşmazlık insanı, dinî bir güven tutumu içinde kendini koyvermeye kabiliyetsiz kılar. Dinin iyi anlaşılması, geçmiş hayatın içe sindirilmesinin gerçekleşmesi ölçüsünde mümkün olmaktadır. Dindar insan, geçmişte yaşadığı hayatın hakikatini tanıdığı zaman, rnüsbet bir geleceğin işaretlerini çözmesini bilir. O halde geçmişin özümlenmesi, kişinin dinî ilerleyişi için zarurî şart olarak gözükmektedir; buna yönelen mümin, dinin kendisine sağladığı güven ve hakikat prensipleri vasıtasıyla kendim din tarafından korunmuş bulur.
Burada şunu bilmek gerekir ki, bazı tip günahlara karşı duyulan eğilim, çoğu insanın hayatı boyunca onu terketmez. Hatta bu eğilimler, geçmişin karanlık kıvrımlarına ve şahsî tabiata iyice yerleşebilirler. Elbetteki mümin, bütün hayatı ve varoluşu boyunca onlara hâkim olmaya çalışmak zorundadır. Fakat bütün çabalara rağmen, belki de onlardan hiçbir zaman kurtulmanın mümkün olmayacağı gerçeğini de alçakgönüllülükle kabul etmek gerekir. İhtimaldir ki, birçok dindar insan, dinî bakımdan bazı kusurlar içerisinde bulunmaktadırlar, fakat hiçbir zaman başarıya ulaşılmasa bile, bunların üstesinden gelene kadar mücadele etmek gerekmektedir. [308]
b) Farklılaşma ve Sentezler :
Din ve dünya arasındaki uyum, çoğu bakımlardan her müminin temel sorununu oluşturmaktadır. Bu meseleyi korkusuzca karşılama, gerçek bir dinî tutumun oluşmasına imkân verir. Sağlıklı bir insanî hayatın temel meselesi, farklı varoluş biçimlerinin ahenkli bir bütünleşmesidir. Bunu elde etmek için, bütün seçimlerimizin, eğilimlerimizin, varoluş tarzlarımızın farkında olmak gerekmektedir. Çocuğun dünyası henüz geniş bir şekilde farklılaşmamış olarak kalmaktadır. Fakat ergen ve yetişkin, dinî değerlerin dünyevî değerlerden ayrıldığı ve herşeyin insanî bir merkezden ele alındığı bir dünyada yaşadığının farkındadır. Toplumun düzeni, bilim, sanat ve ahlâk dine nazaran kendi bağımsızlıkları içinde varlıklarını sürdürmektedirler. Bu durumda genç adam dini, ancak bu din-dışı dünyanın çerçevesi içinde kavramaya çalışacaktır. Bunun için de gencin, her defasında varoluşun çok çeşitli alanlarını birbirinden ayırması ve onları yeni bir tip birliğe kavuşturmaya çalışması gerekmektedir.
Böylesi bir farklılaşma için herşeyden önce kişinin, çocukluk süresince bağlanmış olduğu ana-babasının ve sosyal çevrenin temsil ettiği dinî değerlerin geleneksel çerçevesinden dışarı çıkması gerekmektedir. Din kendini, insanlararası ilişkilerin temeli olarak ortaya koyar. Oysa ki modern medeniyet, dinden bağımsız, dine başvurmaksızın bir toplum ve sosyal ilişki düzeni öngörüyor. Bu bakımdan, çağdaş toplumlarda dinin dünyevî varlığı ve etkisi belirsiz bir durumda bulunmaktadır. Bu durumda, kendi dinî kimliğinin peşinde olan bir genç, her defasında varoluşun değişik alanlarını kendisine maletmek, onların bağımsızlığını kabul etmekle birlikte, onlara karışmaksızın, onları canlandırabilen dinî bir görüş açısı ve dinî bir tutum içerisinde bu değişik alanları şahsında birleştirmek zorunda kalacaktır. Dinin, birbirinden ayrılmış ve kendi bağımsızlığı içinde tanınan değerlerin yeni bütünleşmesini gerçekleştirebilmesi için, bizzat Allah için ve Allah'a doğru yönlendirilmesi gerekir. Yalnız bu şartla din, onları yabancılaştırmaksızın, insanî ilgileri kuşatacak kadar üniversel olacaktır. [309]
Çocukluktan beri kişinin bütün varlığını kuşatan bir davranışlar sisteminden sıyrılıp, yeni bir dinî varoluş projesi seçilmesi kolay ve sıkıntısız olmaz. Ancak kişi dinî hayata bağlandığı ölçüde umutsuzluklarını yenecek, huzur, sükûnet ve hoşnutluk bulacaktır. Çevresinde yer alan kişilerle, yerine getirdiği görevlerle ve bağlı olduğu topluluğun âdetleri ile bir başka ilişki sistemi içinde, yeni bir değerler dünyası kuracaktır. Geçmiş tecrübelerin kazandırdığı alışkanlıklardan, günah ve hataların oluşturduğu çekim merkezinden öyle kolayca kurtulmanın mümkün olmadığı açıktır. Bu yüzden, ilk safhadaki çatışmalarda çoğunlukla büyük sıkıntı ve bunalımlar yaşanır. Bu sebeple, çoğu zaman dinî iman ve tutumun merkezileşerek farklı insanî alanları kendi etrafında toplaması, yani “bütünleşme” hareketi başarısızlığa uğrayabilmektedir. Esasen, kişinin kendi kusurlarını ve günahlarını kabul etmesi olgusu, hayatının gerçekte yeniden yapılanması gerektiğinin zımnî bir tasdikidir. Böylece her hata, hayat projesinin birliğine ve bütünlüğüne katkıda bulunacak tarzda bir değer kazanabilir. Bu aynı zamanda pişmanlık ve tevbekârhğı da içine alan ideal bir arayış sürecini ifade eder.
Tabiatı itibariyle insan hem güçlü hem zayıf, Allah'a olduğu kadar başka şeylere de yönelmeye, ya da kendi üzerine kapanmaya, hem faziletli hem günahkâr olmaya eğilimlidir. İnsanın herşeyden önce, kendisinin iyilik ve kötülük karışımı olduğunu, kendi eksikliğini ve zayıflığını kabul etmesi gerekir. Bu, alçakgönüllü bir tutumla mümkün olur. Esasen alçakgönüllülük tutumu (hilm ve tevazu), dini imanın hem ön şartı ve hem de onun ayrılmaz bir unsuru ve tezahürü [310] olarak anlam kazanmaktadır. [311]
c) Modelle Aynîleşme :
Hiçbir insanî tutum modellere başvurmaksızın yapı kazanmaz. Aynîleşme, kişiye bir davranış sistemini derûnî olarak üzerine alma ve kendine malettiği şemaya göre kendini yeniden organize etme imkânını verir. Bu vetire ile kişi, başkasını taklit etmekten çok, herhangi bir şekilde aynîleştiği şahıs gibi olur; onun durumuna gelir. Dinî inanç ve tutumlar da modellerle aynîleşme yoluyla biçim kazanır. Bu hususta şüphesiz en başta gelen faktör, ana-baba örnekleridir. Dinî inanç ve tutumlar genellikle aile içerisinde edinilen ilk tecrübelere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ana-babanın dinî üslûp ve yaşayışı çocuğu kuvvetle etkilemektedir. Dindarlığın olduğu kadar, bazı araştırmaların ortaya koyduğu gibi, inançsızlığın kökünün de çocukluk çağlarına kadar uzandığını ve ana-babanın dinî tutumlarının bunda büyük ölçüde etkili olduğunu [312] söylemek mümkündür. Başlangıçta aile üyeleri içinde kökleşmiş dinî inanç ve tutum, başka hangi etkilere maruz kalırsa kalsın, çocukluk süresince biçimlendirilmiş olan çizgileri korumaya devam edebilmektedir, insanların büyük çoğunluğu, kendi ana-babalarının dinî üslûbunu aynen benimserler. Elbetteki bazı köklü aykırılıklar ya da sathî değişiklikler de olabilmektedir. Esasen, çocuğun kendi ana-babası ile aynı inanca sahip olup olmaması, o inancın bizzat çocuk için ifade ettiği mânâ ve öneme bağlıdır. Yani çocuk ana-babanın inançlarını hazır bir şekilde almaz; onları seçime tabi tutar. Aynı zamanda aile, çocukların inanç ve tutumları üzerinde, diğer kültürel tesirlerin de aynı yönde işleme derecesiyle uygun olarak bir etkide bulunur [313]. Bazı durumlarda, ana-babanın yaptığı etki çocukta, onların inanç ve tutumlarına zıt bir sonuç ta doğurabilmektedir.
Kişinin inanç ve tutumları, bağlı olduğu kendi grubu ile dayanışma halindedir. Grup, oraya kararlı bir şekilde üye olunduğu ve tutum kaynağı olduğu kadar, hemen her zaman bir tutum konusudur. Bundan dolayıdır ki, grup davranış modelleri verir ve değer yargıları öğretir. Fert ve grup arasındaki bu karşılıklı ilişki aynı zamanda dinî tutumlar açısından da geçerlidir. İnanan kişi, kendi değerlerini ve davranışlarını sembolize eden dinî grubu seçer; buna karşılık, onun üye olduğu cemaat müminin şahsî tutumuna yaşama imkânı verir. Elbette ki, her üyelik dinî kişilik için aynı ölçüde yapılandıncı bir etki meydana getiremez. Genel bir kaide olarak; bir grupa mensup olma, şahsî tutumdan önce gelir. İnsan belli bir kültür içinde doğar, şahsî bir kanaat sahibi olmadan önce bir dinî cemaate katılır. Katıldığı bu dinî cemaat içerisinde dinî inanç ve tutumları gelişmeye başlar. Fert ne kadar bağımsız ve kuvvetli bir kişilik sahibi olursa olsun, mensubu bulunduğu gruplann ortak değerleri, inanç ve âdetleri onu bağlamakta, ona şekil vermektedir.
Özellikle aydın kimselerin önemli bir kesiminin dinî grup ya da cemaatlere, objektif bir iman garantisi bulmak için katıldıkları müşahede edilmektedir. [314] Yani, kendi sübjektif eğilimlerine ve izlenimlerine güvenmeyerek, kendi kendilerini merkez edinmekten uzaklaşıp, cemaate ait bir dinî yorum ve anlatımın gerçekliği yoluyla kendi imanlarını doğrulamaya çalışmaktadırlar. Bu başkalarıyla dayanışma hâlinde imanı yaşama arzu ve endişesi, ahlâkî destek ve sosyal tasvip ihtiyacı kadar, bunlardan daha fazla, hakikatin tenkitli bir muhakemesinden ileri gelmektedir. Bu anlayışa göre, iman bakımından tek gerçek insanî tutum, üniversel ve objektif şekiller altında kendini gösteren ve bu durumda kendini başkalarıyla ortak olarak tanıtan tutumdur. [315]