neslinur
Fri 22 January 2010, 10:18 pm GMT +0200
İmam Zeyd ve Mezhebi
İmam Zeyd (80 ? 122 H.)
Îmam Zeyd´în Doğumu Ve Gençliği
İmam Zeyd Mücadele Alanlarında.
Hîşam B. Abdîlmelîk´e Karşı İsyanı
İmam Zeyd´in Savaşa Girişi Ve Şehîd Oluşu.
Savaştan Sonra.
İmam Zeyd´in Şahsiyet Ve Karakteri
İmam Zeyd´in Görüşleri
1- Siyasete Dair Görüşleri
2- Usûlu´d-Dln (Akaîd)´e Dalr Görüşleri
İmam Zeyd´in Fıkhı
El-Mecmu´ Adli Eserî
El-Mecmu´ Nasıl Yazıldı ?.
İmam Zeyd´in Fıkıh Ve Hadîsinin Genel Görünüşü.
İmam Zeyd´e Göre Aklın Görevi
İmam Zeyd´den Sonra Zeydiye Fıkıhının Durumu.
İMAM ZEYD ve MEZHEBİ[1]
İmam Zeyd (80 ? 122 H.)
Hicrî birinci yüzyılın ikinci yarısının sonuna doğru Peygamber Şehrinde; kalbi İmanla dolu, nuru yüzünü heybet Ve celâl ile aydınlatan biri yaşıyordu. Bütün Medine onu seviyor, gelip geçenler onun adını ve üstünlüğünü anıyordu. O, mütevazı olduğu için yükseliyor, insanlara kıymet verdiği için onlar da kendisini yüceltiyor, zayıfları sevdiği için de bütün insanlar onu seviyordu. Fakirlerin derdine ortak olur, yetimlere babalık şefkati gösterirdi. İşte bu zat; Hz. Hüseyin´in kılıçların ağzından kurtulan biricik oğlu Ali Zeynelâbidin idi. O şehidler babası ve Kerbelâ´daki korkunç zulmün yere serdiği Hz. Hüseyin´in nesli, işte bu zat ile devam etmiştir.
O, bu acıklı sahne üzerine durmadan ağlar ve üzüntüsünü bir türlü gideremezdi. Çünkü, Ehm Beytin bütün sevgili evlâtları öldürülmüş, böylece o, yalnız başına yaşamak zorunda kalmıştı. Bu konuda kendisi bir kere şöyle söylemiştir:
Yakub (A.S.), Yusuf için gözleri kalana kadar ağlamıştır. Halbuki o, Yusuf´un ölüp ölmediğini bilmiyordu. Ben ise, Ehl-i Beytimden 10´dan fazla insanın bir kuşluk vakti gözlerimin önünde boğazlandığını gördüm. Siz, onların acısının gönlümden gideceğini mi sanıyorsunuz?
Ali Zeynelâbidin, ruhî elem ve üzüntüleri içerisinde bir merhamet kaynağı olmuş ve gönlü onunla dolup taşmıştır. O, cömert idi, borçluların borcunu öder, muhtaçların yardımına koşardı. Affetmek, iyilikte bulunmak onun en büyük vasfıydı. Ondan şöyle bir olay rivayet edilir: Bir gün bir câriye ibriği eline almış, abdest alması için ona su döküyordu. Câriye, ibriği Ali Zeynelâbidin´in üzerine düşürdü ve yüzünü yaraladı. Ali Zeynelabidin, kmayıcı bir edâ ile başını cariyeye doğru kaldırdı. Bunun üzerine câriye şöyle söyledi: Allah, Kur´an´da, «Öfkelerini yenenler» buyuruyor. O, öfkemi yendim dedi. Câriye, «İnsanları affederler» buyuruyor, dedi. O, seni affettim dedi. Câriye, «Allah, ihsan sahiplerini sever»[2] dedi. O da, sen, Allah yolunda hürsün, cevabını verdi.
İşte Ali Zeynelâbidm Hicaz ülkesinde, özellikle Mekke ve Medine´de böyle asalet, büyüklük, merhamet ve iyilikseverlikle tanınmıştır. O, halife çocuklarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmiştir. Saltanatı olmadığı halde herkes ona saygı gösterirdi. Çeşitli yollardan rivayet edildiğine göre Hişam b. Abdilmelik, halife olmadan önce hacca gelmiş, Kabe´yi tavaf ediyordu. Haceru´I-Esved´i eliyle selâmlamak için ne kadar çabaladiysa da kalabalıktan buna muvaffak olamadı. Nihayet kendisi için bir minber yapıldı ve onun üzerine oturdu. Etrafını Şamlılar çevirmişti. Tam bu sırada Ali Zeynelâbidin belirip Haceru´I-Esved´i selâmlamak için yaklaşınca, halk, onun yolunu tam bir saygı ile açtı. O güzel bir kıyafet içerisinde vakarlı bir haldeydi. Hişam, küçümsiyerek, bu da kim?» diye sordu. Orada bulunan şâir Ferezdak ileri atıldı ve şu kasidesiyle onu tanıttı:
İşte bu; ayak sesini bütün Hicaz´ın tanıdığı,
Beytullahm, Haramı Şerif ve çevresinin bildiği,
Allah´ın kullarının en hayırlısının oğludur.
İşte bu; takva sahibi ve tertemiz olan sancak,
Gördüğü zaman kendisine Kureyş´in
Cömertlikle fazilet kaynağı dediği kişidir,
Ki senin «Bu da kim?» sözün eksiltmez onun kadrini,
Tanımazlıktan geldiğini senin Arab da iyi tanır, Acem de...[3]
Ali Zeynelâbidin, kendisini fıkıh ilmine ve hadîs rivayetine vermiştir. O, tabiîlerden de hadîs rivayet etmiştir. Ehl-i Beytin fikir mirasını da muhafaza etmiştir. Ondan îbni Şihab ez-Zühri, hadis, rivayet eder ve onu takdirle anardı. O, siyasetten uzak durdu ve tamamen kendisini İslâm ilmine verdi.
Onun çağında şiîlerin sapıkları (Gulât-i Şia) mevcut idi. Onlarla karşılaştığı zaman tutumlarını tenkid eder ve onlan hakikat yoluna çağırırdı. Rivayet edildiğine göre Irak´dan gelen bir topluluk onun etrafına oturmuş, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´i kötü sözlerle anmışlardı. O, bunlara şöyle haykırdı: «Söyleyiniz, siz kimsiniz? Yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan, Allah´ın fazlım ve yüksek rızâsını istiyen, Allah ve Resulünün yolunda koşan ilk muhacirlerden inisiniz?» Onlar, hayır dediler. O, «Siz yurdu ve îmanı daha önce tutmuş olan, kendilerine gelen muhacirleri sevenlerden misiniz?» dedi. Hayır, dediler. O, bunun üzerine onlara şu cevabı verdi: Kendiniz itiraf ettiğinize göre siz ne onlardan, ne de bunlardansınız. Ben tanıklık e´derim ki siz Allah´ın şu âyetindeki üçüncü zümreden de değilsiniz: «Onlardan sonra gelenler; Rabbimiz, bizi ve İmanda bizi geçen kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin bırakma, derler.»[4] Bundan sonra onlara, benden uzaklasınız; Allah lâyıkınızı versin, derneğinizi dağıtsın, siz İslâm ile alay ediyorsunuz ve îslâm ehli değilsiniz, dedi.[5]
Îmam Zeyd´în Doğumu Ve Gençliği
İşte îmam Zeyd, bu büyük ve cömert babanın gölgesinde doğdu ve büyüdü. Bu acıklı ve üzüntülü muhitte yaşadı. Allah, ondan da, şerefli atalarından da razı olsun. Bu tertemiz soydan gelen İmam Zeyd´in babası Ali Zeynelâbidin, dedesi şehidler şehidi Hz. Hüseyin; büyük dedesi İslâm kahramanı, İlim şehrinin kapısı, sahabîlerin en büyük kadısı, Medine´ye yapılan göçte Peygamber CS.A.V.)´in kendisi ile kardeşlik akdettiği Hz. Ali´dir.
Zeyd´in doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Fakat Hicri 80 yılında doğduğu anlaşılmaktadır. H. 122 yılında da şehid olarak öldüğü en kuvvetli rivayetlerle ifade edilmektedir. Öldüğü zaman 42 yaşını geçmediğinde rivayetler birleşmektedir.
Onun iyi bir şekilde yetişmesi için gerekli muhit mevcut idi. Bu muhit, ona yükseklik ve büyüklük duygusu yermiştir. O, soyundan gelen yüksek şeref sayesinde ruhi bir ululuk duyardı. Çünkü bir taraftan Hz. Peygamber (S.A.V.)´in, diğer taraftan Hz. Ali´nin torunu idi. O. sıkıntı ve mihnetler içerisinde yaşadı. Fakat bu sıkıntı ve mihnetler, ona ruhî bir olgunluk kazandırdı. Kendi ailesinde bulduğu İlim pınarlarından bol bol içti. Bütün bunların üstünde Irak ve diğer îslâm ülkelerinde şiddetli fitneler meydana geldiği zaman o. bir çok sahâbî ve tabiîlerin sığındığı Peygamber ve Nur Şehri Medine´de idi. Bu şehir, Sünnetin beşiği, Peygamber ilminin ışığı idi. Nitekim daha sonra Ömer b. Abdilaziz Medine´ye haber göndermiş, orada oturmakta olan tabiilerden Peygamber´in sünnetlerini toplamalarını ve diğer İslâm ülkelerine yaymalarını emretmişti.
İmam Zeyd, böyle bir İlim çağında yetişmiş, böylesine yüksek bir aile içinde doğup büyümüş ve mükemmel bir insan olarak yaşamıştır. O, babasından Ehl-i Beytin ilmini rivayet etmiştir. İmam Zeyd´in bütün rivayetlerini içine alan «el-Mecmu» adlı kitabında Hz. Ali´ye dayanan pek çok hadis mevcuttur.Ayrıca o, babasından Ehl-i Beytin ilmini rivayet ettiği gibi Hz. Ali ve Hüseyin´den başka râvilerden de bir çok hadisler rivayet etmiştir. Nitekim babası Ali Zeynelâbidin de bir çok tabiîlerden rivayetlerde bulunmuştur. Çünkü onlar, tabiîlerden rivayet etmekle halk arasında şeref ve itibarlarının sarsılacağı vehmine asla kapılmamışlardır.
Babası H. 94 yılında öldüğü zaman İmam Zeyd 14 yaşında idi. O, kendisine babalık yapacak bir yaşta olan ağabeyi Mühammed Bâkır´dan da rivayet etmiştir. Mühammed Bâkır´m oğlu İmam Cafer-i Sadık, İmam Zeydle yaşıt idi.
İmam Zeyd´in 14 yaşında iken babasından Ehl-i Beytin bütün ilmini öğrenmiş olması düşünülemez. O, ilminin büyük bir kısmını, babasının bütün ilmini öğrenen ağabeyinden almıştır. Mühammed Bakır, İlim ve fazilette İmam idi. Bir çok bilginler ve Irak âlimlerinin başı Ebu Hanîfe de ondan İlim öğrenmiştir. Mühammed Baku, İlimde gerçekten İmamlık mertebesine yükselmişti. Hattâ âlimlerin sözlerini inceler, bunların doğru ve yanlışını ortaya kordu.
Ehl-i Beyt arasında îmam Zeyd´in çağdaşı âlim, fâzıl, bilginlerin ilmine başvurup şahsiyetine saygı gösterdiği, halkın ve idarecilerin saygı duyduğu biri vardı. îşte o, Zeynelâbidin´in amcası Hz. Hasan´m torunu Abdullah b. Hasan idi. Bu zat, çok doğru ve pek güvenilir bir kimse olup Ebu Hanîfe kendisinden ders almıştır. İmam Mâlik ve Süfyan es-Sevrî gibi birçok muhaddisler ondan rivayet etmişlerdir. O, Halife Ömer b. Abdilaziz´e uğramış ve ondan büyük ikram görmüştür, İlk Abbasi halifesi Abdullah Seffah´a uğramış, ondan da tazim görmüştür. Halifeliğinin ilk günlerinde Ebu Cafer el-Mansur da ona saygı göstermişti. Fakat, Abdullah b. Hasan´ın oğulları, Ebu Cafer aleyhine harekete geçince onu hapsettirmiş, ölümüne kadar da hapishaneden çıkarmamıştır ki öldüğü zaman O, 75 yaşındaydı.
Zeyd, Abdullah b. Hasan´dan da İlim tahsil etmekle Ehl-i Beyte mensup diğer seçkin bilginlerin İlimlerini de öğrenmiş oldu. Ayrıca O, Peygamber´in mescidinde İlim meclisleri akdeden tabiilerden de İlim öğrenmiş, onların rivayetlerini, çıkardıkları hükümleri ve verdikleri fetvaları tesbit etmiştir. Böylece O, Peygamber evinde tahsilini tamamlamış, ilmin beşiği olan Medine´de kendisini tanıtmıştır. Nihayet kendisini güçlü bulduğu zaman Medine´den dışarı çıkmış, böylece babasının ve ağabeyinin usûlünden ayrılmıştır. Çünkü onlar, Medine´den dışarı ancak hac maksadıyla çıkarlardı. Yani, Hz. Hüseyin´in çok feci bir şekilde öldürülmesinden sonra Ehl-i Beyt men-subları, Medine´den dışarı çıkmıyorlardi; ancak hac maksadıyla çıkabiliyorlardı. İnsanları ve siyaseti terketmişler, kendilerini sadece ilme vermişlerdi. Kendilerine İlim için gelenlere ilgi gösteriyorlar, fıkıh ve dahîsi yayıyorlardı. Bu yüzden Hâşimî ailesinin diğer ileri gelenlerini onlar fikir, fıkıh ve din bakımından geçmiş bulunuyorlardı.
Zeyd, İlim uğruna Medine´den çıktıktan sonra çeşitli memleketlere giderek ilmi her bulduğu yerde almıştır. Basra´da Vâsıl b. Ata´ ile karşılaşmış; onunla mu´tezilî görüşleri incelemiştir. Bu sebeple, ilerde de anlatacağımız gibi, onun görüşleri ile mu´tezili görüşler arasında bir yakınlık meydana gelmiştir. Onu, bilhassa Hâşimî ailesinde tahsil ettiği İlim yükseltmiştir. Zira, onun mensup olduğu bu aile içinde akâid, fıkıh ve hadis âlimleri bulunuyordu. Meselâ, Hz. Ali´nin Fatıma´dan sonra aldığı hanımından doğan Muhammed b. Hanefiyye bunlardandır. Şehristâni, Muhammed b. Hanefiyye hakkında şöyle söyler: Muhammed b. Hanefiyye derin bir bilgi, keskin ve isabetli bir görüş sahibi idi. Ona babası Hz. Ali savaş vaziyetlerini anlatmış ve onu ilmin yüksek derecelerine vukuf , sahibi yapmıştır. O da uzleti seçmiş ve şöhrete karşı ilgisizliği tercih etmiştir.[6]
Zeyd, muhtelif yerlerde İlim tahsil ettikten sonra Irak ve Hicaz ülkelerinde dolaşmış, âlimlerle müzakerelerde´ bulunmuş, sonra ömrünün çoğunu Medine´de geçirmiştir. Ona her taraftan bir çok talebe gelmiş ve İlim öğrenmiştir. O, Medine´de bulunduğu zamanlar kendisini Kur´an okumaya ve ibadete vermiş olup kıraat hususunda da insanların en bilgini idi. İlimde zirveye ulaşmıştı. îmam ´zam Ebu Hanife onun hakkında şöyle söylemiştir: «Zeyd b. Ali´yi gördüm; çağında ondan bilgin, ondan daha çabuk cevap veren, ondan daha açık söz söyliyen birini görmedim. O, eşsiz bir insandı.»
Abdullah b. Hasan da Zeyd´in oğlu Hüseyin´e şöyle söylemiştir . Atalarının sana en yakını Zeyd b. Ali´dir. Ben aramızda ve bizden başkaları arasında onun benzerini görmedim.»[7]
İmam Zeyd Mücadele Alanlarında
Ehl-i Beyt, hem söz ile hem de fiilen siyasetten uzaklaşmıştı. Hattâ onlar, hükümdarlara, baskılarından kurtulmak için, «Emîr´ul-Mu´-minîn» diye hitabediyorlardı. Onların çoğu, Medine´de ancak siyasî çevrelerle temas etmemek için kalıyorlardı. Onlardan Irak ve Şam ülkelerinde en çok dolaşan İmam Zeyd´dir.
Fakat, Haşimî ailesinin halktan ayrı olarak yaşamasına rağmen, memleketin her tarafında şiîlik propagandası alabildiğine yayılıyordu. Ehl-i Beyt´in şiilerden uzak yaşayışı, bu şiîlerin çoğunun gerçek İslâm yolundan sapmasına sebeb oldu. Bunlarla karşılaşan Ehl-i Beyt mensubları, onları dâima sert bir şekilde azarlamışiardır. îmam Zeyd, seyahatları sırasında bu şiîler arasında hakikati yaymaya ve onları sapıklıktan uzaklaştırmaya çalışmıştır.
Emevl Devletinin başına, Hicrî 105-125 yıllarında hüküm süren Hişam b. Abdilmelik geçmiştir. Bu Emevi Halifesi, Zeyd´i ve onun hareketlerini, adamları vasıtasıyla daima takib ediyordu. Çünkü Abbasîlerin propagandası, şiî bir kılığa bürünmüş, Horasan ve Mâverâunnehr ülkelerinde gizli gizli yayılıyordu. Zeyd üzerinde şüpheler artmış ve bütün hareketlerinden dolayı ittiham edilmeye başlanmıştı. Fakat, suçlu olduğunu gösterecek bir delil bulunamamıştı. Zeyd, devlete karşı ayaklanmak için her hangi bir teşebbüste bulunmamıştır. Ancak, İlim ve irşat vazifesiyle uğraşmıştır. Zeyd´i ittiham etmek için elde bir delil bulunmadığı halde, Hişam şüpheden kurtulamamıştır; çünkü o, Ehl-i Beytin halk nazarmdaki mevkiini biliyordu. Ayrıca Beytü´l-Haram´da Ali Zeynelâbidin?e gösterilen saygıyı gözleriyle görmüştü.
Hişam, İmam Zeyd´in durumunu gözetlemekle yetinmedi, tersine, Ehl-i Beyt´in mevkiini sarsmaya teşebbüs etti. Bu maksatla O, Medine Valisini Ehl-i Beyt mensupları arasında fitne çıkarmaya şevketti. Esasen Zeyd ile amcası Hz. Hasan´m evlâtları arasında Hz. Ali´nin bir vakfı üzerinde münakaşa mevcuttu, Onlar bu vakfın mütevelliği meselesinde anlaşamıyorlardı. Vali, bu dâvanın kendi huzurunda halledilmesinde ve husûmetin uzamasında İsrar ediyordu. Bu maksatla, Vali, bütün Medine´lileri, bu muhakemenin cereyanma şahit kılmak için, bir araya topladı ve Hz, Hüseyin evlâtları arasındaki uygunsuz tartışmayı halka duyurmak istedi. Valinin kötü maksadım kavrayan Zeyd, Medine´de bu dâva ile ilgili dedikodulara son vermek için kendi hakkından vazgeçti.
Bu dâvanın duruşmasıyla ilgili bazı hususları İbnu´I-Esir´den dinliyelim: «Medine bulgur kazanı gibi kaynıyordu. Herkes birbirine Zeyd böyle dedi, Abdullah şöyle dedi gibi lâflar söylüyordu. Ertesi gün olunca Vali Halid, Mescid´de yerine oturdu. Halk da toplanmıştı. Bazısı mahcup, bazısı da üzüntülü idi. Halkı, buraya, Ehl-i Beyte mensup insanların biribirine kötü sözler sarf etmesinden hoşlanan Halid bilhassa çağırmıştı. Abdullah konuşmaya başladı. Bunun üzerine Zeyd söze karışıp: «Acele etme, ey Ebu Muhammed. Eğer Zeyd, seninle Halid´in huzurunda muhakeme olacaksa, sahip olduğu bütün köleleri ebediyen azat edecektir,» dedi. Sonra Vali Halid´e dönerek: «Allah´ın Elçisinin zürriyetini böyle bir mesele için mi topladm? Halbuki Ebu Bekr ve Ömer onları böyle bir iş için asla topIamamıştı»[8] demiştir.
îşte İmam Zeyd´in bu davranışıyla tartışma sona ermiştir. Fakat Vali, duruşmada hazır bulunan bazı serserileri kışkırtarak Zeyd´e küfrettirmiştir. îmam Zeyd ise, bunlardan yüz çevirerek, «Biz, sizin gibilere cevap vermeyiz» demekle yetinmiştir.
Medine´den her çıkışında îmam Zeyd´e gösterilen güçlükler şîd-detlenirdi. O, bir kere Irak´a gitmişti. Buranın valisi Halid b. Abdil-lâh el-Kasrî de ona çok ikramda bulunmuştu. Fakat bu vali yerinden azledilmiş, ondan sonraki vali hem Zeyd´i ittiham etmiş, hem de Halid b. Abdillah el-Kasri´yi, Ehl-i Beyt´e malî yardımda bulunmakla suçlamıştı. Medine´ye gitmiş olan îmam Zeyd, bu hususta sorguya çekilmek üzere Irak´a çağrılmıştır.
îşte bu türlü güçlük, ihanet ve eziyetler, hem Medine Valisi hem de başkaları tarafından durmadan Zeyd´e yöneltiliyordu. Nihayet o, Hişam´a gidip Medine Valisini şikâyet etmek zorunda kaldı. Fakat Hişam´a gidince, Halîfe, onu küçük düşürmek istemiş ve huzuruna kabul etmemiştir. Huzuruna çıkmak için İmam Zeyd´in gönderdiği kâğıdın altına Hişam şunu yazmıştır: «Medine´deki evine dön!» Zeyd´in İsrarı üzerine Hişam sonunda onu kabul etmiş; fakat içeri girince ona oturacak yer göstermemiştir. Zeyd de boş bulduğu bir yere oturmuş ve şöyle demiştir: «Ey Emîr´ül-Mü´minîn, hiç bir kimse Allah´a tavkâ hususunda büyüklük taslıyamaz. Keza, hiçbir kimse Allah´a takvadan başka bir hususta kendisini küçültemez.» Hi-şam şöyle cevap vermiştir: «Sus, anasız olası. Sen hilâfet iddiasında bulunuyorsun. Halbuki sen bir cariyenin oğlusun.» Zeyd, buna şu sözleriyle son derecede metanetli bir cevap vermiştir: «Allah katında hiçbir kimsenin derecesi Peygamber´den daha yüksek ve kadri ondan daha yüce değildir. İsmail Aleyhisselâm da bir cariyenin oğlu ve kardeşi de Surayha´ın oğludur. Bütün insanların hayırlısı Hz. Peygamber, İsmail soyundan gelmiştir. Birisinin dedesi Allah´m Elçisi ve babası Ebu Talib´in oğlu Hz. Ali olursa, kimsenin ona diyeceği birşey yoktur.» Bunun üzerine Hişam, «Dişan çıkınız- dedi. Zeyd de, «Çıkıyorum; fakat bundan sonra, senin istemediğin yer ne re ise orada bulunacağım» cevabını verdi.[9]
Hîşam B. Abdîlmelîk´e Karşı İsyanı
İmam Zeyd Medine ve Irak´ta türlü işkencelere uğradı.´ Durumunu Hişama şikâyet etmek istediği zaman yine eziyet gördü. Hz. Ali´nin torunu olduğu halde huzurundan kovuldu. O biliyordu ki şerefli insan, zulme karşı koyar ve ağzını doldurarak «Hayır!» der. Bunun için bu, Hâşinıî genci de ağzını doldurarak «Hayır!» dedi. Zillete mukabil ölüme razı oldu. îsyan bayrağını açmak üzere iken onun şu mısraları söylediği rivayet edilir: «Erken kalktım ölüm beni korkutuyor, sanki Ben hayat sahnesinden ayrılmışım. Ona cevap verdim s Ey ölüm sen bir pınarsın, Elbet ben de senden bir bardak içeceğim.»
Yiğit delikanlı, her türlü korkudan uzak, ya hak, ya ölüm diyerek meydana atılmıştı. Bunlardan hangisine kavuşursa kavuşsun, içinde bulunduğu durumdan daha iyi olacaktı. Savaş hazırlığını yaptıktan sonra gizlice Kûfe´ye gitmişti. Fakat bu bilinen bir gizlilikti. Çünkü onun işi kimseye meçhul değildi. Irak´lı şiîler hemen etrafını sarıp bîata başlamışlardı. Onun biat ve davetinin şekli îb-nü´1-Esir´in el-Kâmü´inde şöyle anlatılır:
«Biz, sizi Allah´ın Kitabına ve O´nun Elçisinin Sünnetine, zâlimlerle savaşa, zayıfları müdafaaya, yoksullara yardıma çağırıyoruz ve bu mücadelenin kazandıracağı ganimet, bunu hak edenler arasında eşit olarak paylaştırılacaktır. Zulüm defedilecek, hak sahibine yardım edilecektir. Buna göre bana biat ediyor musunuz ? Onlardan «evet» cevabını alınca, elini tek tek onların ellerinin üzerine koydu ve şöyle dedi: Allah´ın ahdi ve mîsakı, O´nun ve Elçisinin zimmeti üzerinize olsun. Bana yaptığınız bîata vefa göstereceksiniz, düşmanlarımla savaşacaksınız, benim için gizli ve açık her yerde nasihat edeceksiniz, değil mi? Biat edenlerin «evet» demesi üzerine onların ellerinin üstünü ayrı ayrı mesnetti ve, Allah´ım sen şahit ol, dedi.»[10]
İmam Zeyd´e Kûfe´lüerden bu şekilde 15 bin kişi biat etmiştir.Vâsıt gibi civar şehirlerden katılan şiîlerle bunların sayısı 40 bine çıkmıştır. Ehli Beyt´in ileri gelenlerinden bir çoğu Zeyd´i uyarmış ve Küfe´lilere güvenilemiyeceğmi söylemiştir. Fakat Hz. Ali´nin torunu kararından vazgeçmemiş, ya şeref ya ölüm, diye yoluna devam etmiştir. Artık geri dönmesi imkânsız hale gelmiş, savaş alanına O, her gün biraz daha yaklaşmıştır. Kuvvetlerini toplamış ve liderlerle 122 H. yılı Safer ayının başında hücuma geçmeyi kararlaştırmıştır.
Zeyd´in ve ona biat edenlerin haberi Irak Valisine ve Hişam b. Abdilmelik´e ulaşmış, bunun üzerine Hişam, Valiye gönderdiği mektupta şöyle söylemiştir: «Sen uyuyorsun, Zeyd b. Ali´nin Kûfe´deki suçu çok artmıştır. Ona bîat ediliyormuş. Onu İsrarla yanına çağır ve kendisine «eman» ver; kabul etmezse öldür.»
İmam Zeyd´in Savaşa Girişi Ve Şehîd Oluşu
Durum iyice fenaîaşmıştı. Irak Valisi, İmam Zeyd´i yanma çağırmak cihetine gitmiş, İmam ise vaziyetini açıkça belirtmek mecburiyetinde kalmıştır. Bunun için kendisine bîat eden Iraklıları çağırmış, fakat onlar bu kesin karar verme ânını görünce birbiriyle münakaşa ve mücadeleye başlamışlar ve çeşitli fikirler ileri sürerek ortalığı karıştırmışlardır. Onlar biliyorlardı ki, Ehl-i Beyt, kendileri gibi düşünmüyordu. Bunlar arasında cereyan eden münakaşayı tarih kitaplarından olduğu gibi naklediyoruz:
Ebu Bekr ve Ömer hakkında ne.düşünüyorsunuz ? Diye Zeyd´e
sordular. O da:
__ Allah onlara mağfiret etsin. Ehl-i Beytimde hiçbir kimsenin onlardan teberri ettiğini işitmedim. Onlar «in hayırdan bir şey söyleyemem.
Dedi.
__ O halde Ehl-i Beyfin haktan niçin istiyorsun? Dediler.
Biraz önce isimlerini andığınız kimseler hakkında söyliyeceğim en ağır söz, bizim hilâfete daha lâyık oluşumuzdur. Fakat millet, onları bize tercih etmiş ve bizi işbaşına getirmemiştir. Onlar da, üzerlerine aldıkları hilâfeti adaletle yürütmüşler, Kitab ve Sünnetle amel etmişlerdir. Dolayısiyle, küfre girecek bir şey yapmamışlardır.
Diye cevap verdi.
O halde niçin savaşıyorsun? Dediler.
Çünkü bunlar, onlar gibi değildirler. Bunlar, yani Emeviler, hem halka hem de kendilerine zulmetmektedirler. Ben, sizi Allah´ın Kitabına ve O´nun Resulünün sünnetine, sünnetleri ihya etmeye, bid´-atları yoketmeye çağırıyorum. Beni dinlerseniz sizin için de benim için de iyi olur. Dinlemezseniz ben sizden sorumlu değİlim.
Dedi.
Bunun üzerine onlar, İmam Zeyd´i yapayalnız bırakıp dağılarak, bîatlannda durmadılar ve İmanım Cafer-i Sadık olduğunu ilân ettiler.[11]
Bu tartışmalar yapılırken Emevî ordusu hazırlıklarını tamamlamış, İmam Zeyd ve ona bağlı olanların üzerine hücuma geçmişti. Bunun üzerine îmam Zeyd, savaşa, karar verdiği zamandan bir ay önce girmek zorunda kalıyordu. Adamlarını parolası olan «Ya Mansur, Ya Mansur» sözü ile çağırmaya başladı. Kendisine ancak 400´e yakın insan cevap verdi. Halbuki yalnız Kûfe´de ona biat edenlerin sayısı 15 bin kişi idi. Bunlara katılanlar ise bu sayıdan kat kat fazla idi. Hepsi de sözlerinden dönmüşlerdi. îmam Zeyd, onlara şöyle haykırıyordu: «Çıkınız, zilletten izzete; çıkınız, din ve dünyaya; çünkü siz ne dinde, ne de dünyadasınız.» Fakat, Hz. Ali´nin torunu İmam Zeyd, yenilginin belirtilerini gördüğü halde, sarsılmıyor ve şöyle bağırıyordu: «Korkuyorum, siz Hz. Hüseyin´e yaptığınızı bana da yapacaksınız. Allah´a and olsun ki ölünceye kadar, tek başıma da olsam, savaşacağım.»
Peygamber (S.A.V.)´in torunu, Bedir savaşma katılan mücahidler kadar askeriyle karşısındaki koskoca ve her an takviye gören bir orduya karşı ilerliyordu. Sayıca az, fakat îman bakımından çok güçlü olan ordusuyla savaşa girdi. Emevî ordusunun bir kanadını yenilgiye uğrattı. Onlardan 70 kadarını öldürdü, Çokluğuna rağmen Emevî ordusu, bu bir avuç yiğit mücahidlerle kılıç kılıca çarpışmaktan âciz kalmış ve oklardan medet ummaya başlamıştı. İmanı Zeyd´in adamlarını ok yağmuruna tutmuşlar, bu arada İmam da alnından aldığı bir ok darbesiyle yere yuvarlanmıştı. Bu okun alnından çıkarılışı, onun ölümü ile sonuçlanmıştı. Böylece onlar, .Zeyd´i, dedesi Hü-seyn´e karşı uyguladıkları metodla yolundan alıkoymuş oluyorlardı. Çünkü Hz. Ali´nin evlâtları, savaş meydanında mertçe karşılarına çıkan herkesi yere sermekte güçlük [12]çekmiyordu.[13]
Savaştan Sonra
Hişam ve kumandanı, bu genç İmamın şehid oluşundan sonra ona, Yezid ve İbni Ziyad´m Hz. Hüseyn´e ölümünden sonra yaptığının aynısını yaptılar. Zeyd´in kabrini açtırıp temiz cesedini çıkarttılar. Onun cesedini, Kûfe´nin bir meydanında Hişam b. Abdilmelik b. Mervan´m emri ile astılar. Emevî taraftarı bir şair, bu durumu anlatan bir şiir yazmış ve şu çirkin sözleri burada sarf etmiştir:
Sizin Zeyd´i bir hurma kütüğüne astık.. Hiç gördünüz mü? Hak yolunda olanın hurma kütüğüne asıldığını.
Onun temiz cesedi, bir müddet asılı kaldıktan sonra yine Hişam´m emri ile yakılmış ve külleri yele verilmiştir. Fakat, îmam Zeyd´in bu şekilde öldürülüşü, Abbasî davetini daha çok yaymış ve halkın bu davet etrafında toplanmasını sağlamıştır. Nasıl ki Hz. Hüseyin´in öldürülüşü, Şüfyanî-Emevî devletini devirmiş ve Süfyan oğulları yerine Mervan oğullarını getirmişse, Zeyd´in öldürülüşü de Emevî devletini kökünden yıkmıştır. Çünkü, o nur yüzlü genç İmamın şehit edilişinden tam on sene sonra Emevî devletinin yerinde yeller esmiştir. Allah´ın hikmetinden sorulmaz. Emevî hükümdarlarının kabirleri de açılıp cesetlerinin kalıntıları çıkarılmış, Zeyd´in cesedi gibi yakılarak külleri yele verilmiştir. Mes´udî, bu durumu şöyle anlatır:
«El-Heysemî b. Adiy et-Taî, Ömer b. Hâni´den şöyle rivayet etmiştir: Abdullah b. Ali ile Eb´ul-Abbas es-Seffah zamanında Emevî hükümdarlarının kabirlerini açmak için çıktık. Sıra Hişam´m kabrine gelmişti. Onun cesedini kabrinden tam olarak çıkarttık, sadece burnunun bir kısmı çürümüştü. Abdullah b. Ali, ona 80 sopa vurdu, sonra yaktırdı. Süleyman´ın kabri Dâbık´ta idi. Gidip onu da çıkardık. Fakat, bel kemikleri ile bazı kaburga kemikleri ve başından başka bir şeyi kalmamıştı. Bunları toplayıp yaktık. Aynı muameleyi öteki Emevî hükümdarlarına da yaptık.» Mes´udî, bu olayları uzun uzun anlattıktan sonra şöyle söylemektedir: «Biz, bu haberleri burada Hişam´m, Zeyd b. Ali´yi öldürttükten sonra, ona, cesedini yaktırmak suretiyle reva gördüğü akıbetin aynen kendisinin de başına gelişini bir ibret olsun diye yazdık.»[14]
Biz de burada belirtmeliyiz ki, bu naklettiğimiz sözlerle Abbasilerin, Emevîlerin kabir ve cesetlerine reva gördükleri davranışların iyi bir hareket olduğunu söylemek istemiyoruz. Buna İslâm dini asla müsaade etmez. Ancak, Allah´ın hikmetini, ibret alınsın dîye beyan etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Allah, zâlimleri birbirine musallat etmektedir. Emevî zâlimleri hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar ve Peygamberin Ehl-i Beyt´ine olmadık şeyleri yapmışlardır. İktidarı ele geçiren öteki zâlimler de, onlara aynı şeyleri tatbik etmişlerdir. Böylece Allah´ın, «İşte biz, zâlimlerin bir kısmını kazandıkları şey sebebiyle diğer bir kısmına böyle musallat ederiz.»[15] âyeti bir kere daha gerçekleşmiştir.
idrâk sahiplerine bunlar birer ibret olmalıdır ![16]
İmam Zeyd´in Şahsiyet Ve Karakteri
İmam Zeyd´in gençliğini, mücâdelesini ve hayatının sona erişini anlattık. Burada, onun şahsiyet ve karakterini de genel hatlarıyla ortaya koymak istiyoruz. O, Ehl-i Beyt´e mensup olan diğer şahsiyetler gibi yüksek meziyet ve vasıflara sahip idi. Onun en üstün meziyetlerinden biri, hak ve hakikat uğrunda mücadele ederken sahip olduğu ihlâstır. Kişi, hak ve hakikati ararken ihlâs sahibi olursa, kalbinde hikmet nuru parlar ve onun yolunu aydınlatır. Hiçbir şey, aklı ihlâs kadar aydınlığa kavuşturmaz. Keza, hiçbir şey, fikir nurunu, nefsi arzu kadar söndürmez.
Zeyd, İlim uğrunda koşarken büyük bir ihlâs sahibi idi. Birçok İlimleri bu sayede öğrendi. Medine´de fıkıh İlimlerini, Ehl-i Beytin ilmini, Usûl´ud Dîn ilmini tahsil etti. İslâmî fırkaların beşiği olan Basra´ya gidip çağının bütün İlimlerini öğrendi. Bu İlimlerin hepsinde o, gerçekten İmamlık derecesine yükseldi. Ihlasın en büyük meyvesi takvadır. Takva nuru, Zeyd´in yüzünde, lisanında ve hareketlerinde parlamakta idi. Bir çağdaşı onun hakkında şöyle söylemişti : «Zeyd b. Ali´yi her gördüğüm zaman daima yüzünde nur parıltıları bulunurdu,» O, daima ya Kur´an okur, ya da ilmî müzakerelerde bulunurdu. Onunla görüşmek istiyen biri şöyle söylemiştir: «Medine´ye geldim ve Zeyd b. Ali´yi ziyaret için her soruşumda bana onun Kur´an okuduğunu söylediler.» O, kendisini şu sözüyle tanıtır: «Zeyd b. Ali sağ ve solunu tanıdıktan sonra Allah´ın haram kıldığı hiçbir şeye yaklaşmamıştır.»
Bu takva sahibi İmam, basiret gözüyle görüyordu ki Allah´dan korkan kimseyi halk sever ve sayar. O, şöyle söylerdi: «Kim Allah´a itaat ederse Allah da insanları ona itaat ettirir.» Onun ihlâsı, Mu-hammed ümmeti arasında birinci mertebede yer alır. Bunun içindir ki o, müslümanlan birleştirmek ve aralarındaki dargınlığı gidermek için uğraşmıştır. Bir kere, o, bir arkadaşına şöyle söylemiştir: «Bu Ülker yıldızını görüyor musun, bir kimse ona ulaşabilir mi?» Arkadaşı, hayır, dedi. O da şu cevabı verdi: «Allah´a yemin ederim ki ellerimle bu ülkere asılıp oradan yere düşerek parça parça olsam, ben yine de Allah´ın Muhammed ümmetini birleştirmesini isterim.»[17]
Zeyd, tefrikanın açtığı gediği kapatmak için mücadele etmiş, müslümanları birleştirmek için Kitab ve Sünnet´ten başktı yol olmadığını görmüştür. Çalışmalarını bu yolda ilerletmiş ve temiz ruhunu da bu uğurda feda etmiştir. İhlâsmın diğer bir meyvesi de, müsamaha ve affedici oluşu idi. Onun bu duygusu, bütün hakkını amcasının oğlu Abdullah b. Hasan´a terketmesine sebep oldu. Müsamaha duygusu onun ahlâkını gülleri açılmış bir bahçeye çevirdi. İhlâsı ona daima hakkı söyletiyordu. Allah ona yiğitlik ve medenî cesaret bakımından büyük bir nasip vermişti. Savaştaki ve başkasına yardım hususundaki cesareti de aynı nisbette idi. Medeni cesareti sayesinde o, hiçbirşeyden korkmadan hakikati söylüyor, en güç durumlarda bile susmuyordu. Savaşa gireceği sırada etrafmdakilerin bir kısmı, »nun Ebu Bekr ve Ömer´e dil uzatmasını istediler. Fakat O, buna asla razı olmadı. Çünkü hakikat uğruna mücadele eden insan, bâtıl bir şeyi kendisine vasıta yapamaz. Medenî cesareti, onu, Şiîliğin «Takıyye = Gizlilik» prensibini tanımamaya şevketti. O, bütün görüşlerini apaçık ilân ediyor ve eziyetten korkarak onları gizlemiyordu. Bu tutumu, onun kendi görüşleri yüzünden işkence ve hakarete, maruz kalmasına, bazı insanların kendisini terk etmesine ve baz.ı yakınlarının muhalefetine sebep olmakta idi.
Onun savaş cesareti, kendisini 15 bin kişiden fazla büyük bir ordu ile savaşmaya şevketti. Halbuki yanında Bedir gazilerinden fazla bir askeri yoktu. Buna rağmen ilk hamlede o, zaferi elde etmek üzere idi. Fakat, uğradığı ok yağmuru durumu aleyhine çevirdi.
Yiğitlik ve zulme karşı durma, birbirinden ayrılmaz iki vasıftır İmanı Zeyd´in zulme karşı durma duygusu, onda zâlimlere karşı çok şiddetli bir hassasiyet doğurdu. O, yalnız Ehl-i Beyt´e reva görülen zulümlere karşı durmamış, başkalarına yapılan zulümler için de aynı tepkiyi göstermiştir. Zaman zaman kendilerine gösterilen iyilik ve saygı, onun zulme karşı direnme azmini hafifletmemiştir. O, herhangi bir kimseye yapılan bir zulmü kendisine yapılmış gibi hissederdi, içinden zulme karşı duyduğu isyan, nihayet onu bu zulmü fiilen kaldırmaya şevketti. Bir yakınından şöyle rivayet edilmiştir: «Hacca gitmek istedim ve Medine´ye uğradım. Zeyd b. Ali´yi ziyaret etmek için yanma varıp selâm verdim. O, şairin şu (anlamdaki) mısralarını terennüm ediyordu: «Kimler oklarla perdelenmiş bir ululuk isterse, Fayda verdiği müddetçe yaşar onlar.
Ne zaman ateşli bir kalp, keskin bir kılıç ve
Şerefli bir başı birleştirsen uzaklaşır zulüm senden.
Benimle savaş edenlerle savaş edersem ben,
Ey Âli Hemdân, bu durumda zâlim mi olurum ben?
Bu rivayet, onun »ruhunda zulme karşı duyduğu isyanı göstermektedir. O, ancak kendisine hamle ruhu veren şiirleri okurdu. Zamanı gelince ileri atıldı, canını esirgemedi, Tanrı´sını hoşnut etti ve zâlimlerin azgınlığını ortaya çıkardı.
Yiğitlik ve atılganlıkla beraber Zeyd, sabırlı ve son derecede metanetli idi. Sabır mücahidlerin silâhı ve yiğitliğin kardeşidir. Sabırsız yiğitlik, öfkeden ileri geçemez. Aslında yiğitlik başka, öfke başkadır.
Hakîkatta sabır nefse hâkim olmak, nefsî arzuları yenmek, lüzumsuz şeylere atılmamak ve güçlüklere göğüs germektir. Bu meziyetlerin hepsi İmam Zeyd´de en has mânasiyle tecelli etmiştir. O, öfkelenmezdi. Meseleleri sükûnetle çözmeye çalışırdı. Neticede ileri atılmak gerektiği anlaşılırsa gözünü daldan budaktan esirgemeden atılırdı. Sabrı kendine şiar edinmişti. Hattâ, «Sabret, mükâfatını görürsün.» ve «Sakın ki başkası da senden sakınsın» sözleri onun dilinden düşmezdi.
Yukarıda anlattığımız bir muhakeme dolayısiyle onun nefsine nasıl hâkim olduğunu, hattâ bu uğurda hakkından dahi nasıl feragat ettiğini, kendisine küfreden kimselere karşılık olarak söylediği en ağır sözün, «Biz, sizin gibilere cevap veremeyiz», demekten ibaret olduğunu gördük.
Onun bu ahlâkî faziletlerinin üstünde eşsiz bir fikir ve zekâ sahibi olduğu muhakkaktır. Ona Sind´li annesinden keskin bir zekâ, derin bir tefekkür, Hind´lilere mahsus bir düşünme gücü miras kalmıştır. Mensup olduğu Ehl-i Beyt´ten de yine keskin bir zekâ, düşünen ve ilham alabilen bir akıl, fikirden hareket alanına atılan bir ruh ve derin bir tefekkür miras kalmıştır. Keskin zekâsı onu ilme sevketmiş, kuvvetli hafızası okuduğu ve işittiği her şeyi muhafaza etmiştir. O, Ehl-i Beytin Hz. Ali´den rivayet ettiği hadisleri öğrenmiş ve bütün tslânıi İlimleri tam bir ihata ile tahsil etmiştir, ihtiyaç duyduğu zaman bu İlim hazînesi daima kendisine yardımcı olmuş,´konuşmalarında sorulan suallere derhal ve isabetli cevaplar vermek onda bir meleke haline gelmiştir..
Onun fikrî dehâsı, bilhassa meselelerin sebeplçrini araştırırken ve olaylar arasındaki bağlan incelerken meydana çıkar. İlimle uğraşan aklın en büyük meziyeti işte budur.
Diğer Hâşimî âlimleri gibi o da tesirli konuşma ve belagat bakımından büyük bir güce sahipti. O, lisanın ve güzel ifadenin merkezinde, Hz. Peygamber (S.A.V)´in Ehl-i Beyti içerisinde, Hz. Ali´nin evlâtları arasında doğup büyümüştür. Büyük dedesi Hz. Muhammed (S.A.V.), keskin bir ifade ve eşsiz bir hitabet gücüne sahipti. Keza, büyük babası Hz. Ali Peygamber (S.A.VJ ´den sonra gelen en büyük hatipti. Hz. Ali´nin hutbelerini, Ehl-i Beyt âlimleri birbirinden miras olarak alırlar ve ezber ederlerdi. Bunların bir kısmını Şerif Radî, «Nehe´ul-Belâga» admı verdiği kitapta toplamıştır.
Bu açıklamalara göre fesahat ve güzel ifade, Ehl-i Beyt, özellikle bunlardan Medine´de oturanlar tarafından tabiî olarak muhafaza ediliyor, Emevî devrindeki dil bozuklukları bunlara sirayet etmiyordu. Dolayısiyle İmam Zeyd, en güzel konuşan insanlardan biri olup güzel konuşmayı susmaya tercih ederdi. Kendisine bir gün susmak mı, yoksa güzel bir şekilde konuşmak mı daha iyidir? diye sordular. O şöyle cevap verdi: «Allah miskinliği kahretsin. Zira, miskinlik güzel konuşmayı bozdu. Tutukluk ve kekemel.ik getirdi.» Bundan anlaşılıyor ki Zeyd aklını İlimle, dilini de güzel konuşmalarla geliştiriyor ve ifade yeteneğini öldürecek kadar susmaktan kaçınıyordu.
Husrî´nin «Zehru´1-Âdâb» adlı eserinde şöyle bir fıkra vardır: «Cafer b. Hasan b. Ali ile Zeyd arasında vasiyet konusuyla ilgili bir tartışma cereyan etmiştir. Halk, bunların tartışmakta olduğunu öğrenince konuşmalarını dinlemek için yanlarına koşmuştur. Bazıları Cafer´in sözlerini, bazıları da Zeyd´in sözlerini ezberlemişler; tartışmacılar ayrıldıktan sonra halk da dağılmıştır. Onların sözlerini ezberliyenler bir araya gelmişler; biri Cafer bu konuda şunları söyledi, diğeri de Zeyd şunları söyledi diye naklederek her ikisinin sözlerini de yazmışlardır. Onların sözlerini halk dikkatle öğreniyor, sölyedikleri şiir ve atasözlerini ezberliyordu. Bu ikisi, çağının çok enteresan insanları idi.»[18]
Bu fıkradan anlaşılıyor ki îmam Zeyd, büyük bir fesahat ve belagat sahibi olup fikri tartışmalarda daima ifade bakımından üstün bir yer işgal ediyordu.
Hişam b. Abdilmelik, en çok Zeyd´in kuvvetli ifadesiyle tesirli hitabetinden korkuyordu. Zeyd´in Irak´a geldiğini öğrenince oranın valisine şöyle yazmıştır: «Küfe halkının, Zeyd´in meclisine gelmesine engel ol. Çünkü onun kılıçtan daha keskin, oktan daha sivri, büyü ve sihirden daha tesirli bir dili vardır.»[19]
Fikrî, siyasî ve içtimaî sahalarda liderlik yapmak istiyen kimselerin, olayları tam olarak kavnyacak kuvvetli bir anlayış ve firaset sahibi olması gerekir. Mukadderat, bazan onların ölçülerine aykırı bir şekilde tecellî edebilir. Fakat, bu, gerçek liderlerin idrak bakımından kuvvetli ve uyanık oluşlarına bir halel getirmez. Tarihin bize naklettiği haberlere göre İmam Zeyd, gerçekten kuvvetli bir fi-raset sahibi idi. Bu sayede, o, aklî yönden de hissî yönden de İmam olmaya lâyıktı. O, derin bir tefekküre sahip olduğu gibi, çok kuvvetli bir duyguya da sahipti. Savaş alanında bile firasetini kaybetmemiş, Kûfe´lilerin Hz. Hüseyn´e karşı yaptıkları hareketi kendisine karşı da yapacaklarını sezmiş. Hişam´m ordusuyla çarpıştığı gün bu sezginin yanlış olmadığını görmüştü. O, kendisini öldürenlerin de yapayalnız bırakanların da alçak kimseler olduklarını biliyordu.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Kuvvetli firaset sahibi kimse, bazı Ehl-i Beyt tarafından ikaz edildiği ve tarihî olayları bildiği halde, Irak´lılara güvenerek, nasıl olur da harekete geçer? Buna şöyle cevap verebiliriz: îmam Zeyd, firasetiyle bu durumu sezmiş; onların kendisine hıyanet etmemeleri için tedbir almış ve onlarla mescid´de bîatlaşmıştır. Bununla beraber, o biliyordu ki onların bîatları dahi iş ciddiye binince kendisini terketmelerine engel olmayacaktı. Fakat; yine biliyordu ki zilletle yaşamak, savaş alanında şerefle ölmekten daha kötüdür. Bütün bunlara rağmen savaş, İmam Zeyd´in lehine neticeleniyordu. Çünkü Şamlılar, çok olmalarına rağmen, zaferden emin değillerdi. Nitekim ilk karşılaşma bu kanaati desteklemşitir. Fakat, beklenmiyen okçu taarruzu ile Allah´ın takdiri yerini buldu.
İmam Zeyd´in şahsiyeti heybetli idi. Allah, ona İlimde, akılda, yerine göre davranışta ve haya duygusunda verdiği üstünlük nisbetinde bedenî üstünlük de vermişti. Onun heybetini gösteren en büyük delil, Hişam b. Abdilmelik´in çnunla görüşmekten kaçınışıdır. Hişam, basit insanların ağzı ile onun annesini,küçümsemek istediği zaman, ondan taş gibi bir cevap almış ve işi zâlim sultanların metodu ile halletmeye yeltenmiştir. Fakat bu davranışı onu, kuvvetli ve heybetli bir şahsiyetin karşısında duracak bir güç sahibi yapmamıştır. Zira, İmam Zeyd´in heybeti bir ordunun yapacağı işi görüyordu. O, meydana atıldığı zaman büyük dedesi Hz. Ali´yi andırıyordu. Şam ordusu, Hz. Ali´nin önünde nasıl kaçtıysa, onun önünde de aynı şekilde kaçıyordu. Ancak ona, uzaktan okla mukavemet edebiliyordu.
Özetlemek gerekirse bu genç İmam; her bakımdan üstün, âlicenap ve en güzel huylarla vasıflandırmaya lâyıktır.[20]
İmam Zeyd (80 ? 122 H.)
Îmam Zeyd´în Doğumu Ve Gençliği
İmam Zeyd Mücadele Alanlarında.
Hîşam B. Abdîlmelîk´e Karşı İsyanı
İmam Zeyd´in Savaşa Girişi Ve Şehîd Oluşu.
Savaştan Sonra.
İmam Zeyd´in Şahsiyet Ve Karakteri
İmam Zeyd´in Görüşleri
1- Siyasete Dair Görüşleri
2- Usûlu´d-Dln (Akaîd)´e Dalr Görüşleri
İmam Zeyd´in Fıkhı
El-Mecmu´ Adli Eserî
El-Mecmu´ Nasıl Yazıldı ?.
İmam Zeyd´in Fıkıh Ve Hadîsinin Genel Görünüşü.
İmam Zeyd´e Göre Aklın Görevi
İmam Zeyd´den Sonra Zeydiye Fıkıhının Durumu.
İMAM ZEYD ve MEZHEBİ[1]
İmam Zeyd (80 ? 122 H.)
Hicrî birinci yüzyılın ikinci yarısının sonuna doğru Peygamber Şehrinde; kalbi İmanla dolu, nuru yüzünü heybet Ve celâl ile aydınlatan biri yaşıyordu. Bütün Medine onu seviyor, gelip geçenler onun adını ve üstünlüğünü anıyordu. O, mütevazı olduğu için yükseliyor, insanlara kıymet verdiği için onlar da kendisini yüceltiyor, zayıfları sevdiği için de bütün insanlar onu seviyordu. Fakirlerin derdine ortak olur, yetimlere babalık şefkati gösterirdi. İşte bu zat; Hz. Hüseyin´in kılıçların ağzından kurtulan biricik oğlu Ali Zeynelâbidin idi. O şehidler babası ve Kerbelâ´daki korkunç zulmün yere serdiği Hz. Hüseyin´in nesli, işte bu zat ile devam etmiştir.
O, bu acıklı sahne üzerine durmadan ağlar ve üzüntüsünü bir türlü gideremezdi. Çünkü, Ehm Beytin bütün sevgili evlâtları öldürülmüş, böylece o, yalnız başına yaşamak zorunda kalmıştı. Bu konuda kendisi bir kere şöyle söylemiştir:
Yakub (A.S.), Yusuf için gözleri kalana kadar ağlamıştır. Halbuki o, Yusuf´un ölüp ölmediğini bilmiyordu. Ben ise, Ehl-i Beytimden 10´dan fazla insanın bir kuşluk vakti gözlerimin önünde boğazlandığını gördüm. Siz, onların acısının gönlümden gideceğini mi sanıyorsunuz?
Ali Zeynelâbidin, ruhî elem ve üzüntüleri içerisinde bir merhamet kaynağı olmuş ve gönlü onunla dolup taşmıştır. O, cömert idi, borçluların borcunu öder, muhtaçların yardımına koşardı. Affetmek, iyilikte bulunmak onun en büyük vasfıydı. Ondan şöyle bir olay rivayet edilir: Bir gün bir câriye ibriği eline almış, abdest alması için ona su döküyordu. Câriye, ibriği Ali Zeynelâbidin´in üzerine düşürdü ve yüzünü yaraladı. Ali Zeynelabidin, kmayıcı bir edâ ile başını cariyeye doğru kaldırdı. Bunun üzerine câriye şöyle söyledi: Allah, Kur´an´da, «Öfkelerini yenenler» buyuruyor. O, öfkemi yendim dedi. Câriye, «İnsanları affederler» buyuruyor, dedi. O, seni affettim dedi. Câriye, «Allah, ihsan sahiplerini sever»[2] dedi. O da, sen, Allah yolunda hürsün, cevabını verdi.
İşte Ali Zeynelâbidm Hicaz ülkesinde, özellikle Mekke ve Medine´de böyle asalet, büyüklük, merhamet ve iyilikseverlikle tanınmıştır. O, halife çocuklarının ulaşamadığı bir dereceye yükselmiştir. Saltanatı olmadığı halde herkes ona saygı gösterirdi. Çeşitli yollardan rivayet edildiğine göre Hişam b. Abdilmelik, halife olmadan önce hacca gelmiş, Kabe´yi tavaf ediyordu. Haceru´I-Esved´i eliyle selâmlamak için ne kadar çabaladiysa da kalabalıktan buna muvaffak olamadı. Nihayet kendisi için bir minber yapıldı ve onun üzerine oturdu. Etrafını Şamlılar çevirmişti. Tam bu sırada Ali Zeynelâbidin belirip Haceru´I-Esved´i selâmlamak için yaklaşınca, halk, onun yolunu tam bir saygı ile açtı. O güzel bir kıyafet içerisinde vakarlı bir haldeydi. Hişam, küçümsiyerek, bu da kim?» diye sordu. Orada bulunan şâir Ferezdak ileri atıldı ve şu kasidesiyle onu tanıttı:
İşte bu; ayak sesini bütün Hicaz´ın tanıdığı,
Beytullahm, Haramı Şerif ve çevresinin bildiği,
Allah´ın kullarının en hayırlısının oğludur.
İşte bu; takva sahibi ve tertemiz olan sancak,
Gördüğü zaman kendisine Kureyş´in
Cömertlikle fazilet kaynağı dediği kişidir,
Ki senin «Bu da kim?» sözün eksiltmez onun kadrini,
Tanımazlıktan geldiğini senin Arab da iyi tanır, Acem de...[3]
Ali Zeynelâbidin, kendisini fıkıh ilmine ve hadîs rivayetine vermiştir. O, tabiîlerden de hadîs rivayet etmiştir. Ehl-i Beytin fikir mirasını da muhafaza etmiştir. Ondan îbni Şihab ez-Zühri, hadis, rivayet eder ve onu takdirle anardı. O, siyasetten uzak durdu ve tamamen kendisini İslâm ilmine verdi.
Onun çağında şiîlerin sapıkları (Gulât-i Şia) mevcut idi. Onlarla karşılaştığı zaman tutumlarını tenkid eder ve onlan hakikat yoluna çağırırdı. Rivayet edildiğine göre Irak´dan gelen bir topluluk onun etrafına oturmuş, Ebu Bekr ve Ömer (R.A.)´i kötü sözlerle anmışlardı. O, bunlara şöyle haykırdı: «Söyleyiniz, siz kimsiniz? Yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan, Allah´ın fazlım ve yüksek rızâsını istiyen, Allah ve Resulünün yolunda koşan ilk muhacirlerden inisiniz?» Onlar, hayır dediler. O, «Siz yurdu ve îmanı daha önce tutmuş olan, kendilerine gelen muhacirleri sevenlerden misiniz?» dedi. Hayır, dediler. O, bunun üzerine onlara şu cevabı verdi: Kendiniz itiraf ettiğinize göre siz ne onlardan, ne de bunlardansınız. Ben tanıklık e´derim ki siz Allah´ın şu âyetindeki üçüncü zümreden de değilsiniz: «Onlardan sonra gelenler; Rabbimiz, bizi ve İmanda bizi geçen kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin bırakma, derler.»[4] Bundan sonra onlara, benden uzaklasınız; Allah lâyıkınızı versin, derneğinizi dağıtsın, siz İslâm ile alay ediyorsunuz ve îslâm ehli değilsiniz, dedi.[5]
Îmam Zeyd´în Doğumu Ve Gençliği
İşte îmam Zeyd, bu büyük ve cömert babanın gölgesinde doğdu ve büyüdü. Bu acıklı ve üzüntülü muhitte yaşadı. Allah, ondan da, şerefli atalarından da razı olsun. Bu tertemiz soydan gelen İmam Zeyd´in babası Ali Zeynelâbidin, dedesi şehidler şehidi Hz. Hüseyin; büyük dedesi İslâm kahramanı, İlim şehrinin kapısı, sahabîlerin en büyük kadısı, Medine´ye yapılan göçte Peygamber CS.A.V.)´in kendisi ile kardeşlik akdettiği Hz. Ali´dir.
Zeyd´in doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Fakat Hicri 80 yılında doğduğu anlaşılmaktadır. H. 122 yılında da şehid olarak öldüğü en kuvvetli rivayetlerle ifade edilmektedir. Öldüğü zaman 42 yaşını geçmediğinde rivayetler birleşmektedir.
Onun iyi bir şekilde yetişmesi için gerekli muhit mevcut idi. Bu muhit, ona yükseklik ve büyüklük duygusu yermiştir. O, soyundan gelen yüksek şeref sayesinde ruhi bir ululuk duyardı. Çünkü bir taraftan Hz. Peygamber (S.A.V.)´in, diğer taraftan Hz. Ali´nin torunu idi. O. sıkıntı ve mihnetler içerisinde yaşadı. Fakat bu sıkıntı ve mihnetler, ona ruhî bir olgunluk kazandırdı. Kendi ailesinde bulduğu İlim pınarlarından bol bol içti. Bütün bunların üstünde Irak ve diğer îslâm ülkelerinde şiddetli fitneler meydana geldiği zaman o. bir çok sahâbî ve tabiîlerin sığındığı Peygamber ve Nur Şehri Medine´de idi. Bu şehir, Sünnetin beşiği, Peygamber ilminin ışığı idi. Nitekim daha sonra Ömer b. Abdilaziz Medine´ye haber göndermiş, orada oturmakta olan tabiilerden Peygamber´in sünnetlerini toplamalarını ve diğer İslâm ülkelerine yaymalarını emretmişti.
İmam Zeyd, böyle bir İlim çağında yetişmiş, böylesine yüksek bir aile içinde doğup büyümüş ve mükemmel bir insan olarak yaşamıştır. O, babasından Ehl-i Beytin ilmini rivayet etmiştir. İmam Zeyd´in bütün rivayetlerini içine alan «el-Mecmu» adlı kitabında Hz. Ali´ye dayanan pek çok hadis mevcuttur.Ayrıca o, babasından Ehl-i Beytin ilmini rivayet ettiği gibi Hz. Ali ve Hüseyin´den başka râvilerden de bir çok hadisler rivayet etmiştir. Nitekim babası Ali Zeynelâbidin de bir çok tabiîlerden rivayetlerde bulunmuştur. Çünkü onlar, tabiîlerden rivayet etmekle halk arasında şeref ve itibarlarının sarsılacağı vehmine asla kapılmamışlardır.
Babası H. 94 yılında öldüğü zaman İmam Zeyd 14 yaşında idi. O, kendisine babalık yapacak bir yaşta olan ağabeyi Mühammed Bâkır´dan da rivayet etmiştir. Mühammed Bâkır´m oğlu İmam Cafer-i Sadık, İmam Zeydle yaşıt idi.
İmam Zeyd´in 14 yaşında iken babasından Ehl-i Beytin bütün ilmini öğrenmiş olması düşünülemez. O, ilminin büyük bir kısmını, babasının bütün ilmini öğrenen ağabeyinden almıştır. Mühammed Bakır, İlim ve fazilette İmam idi. Bir çok bilginler ve Irak âlimlerinin başı Ebu Hanîfe de ondan İlim öğrenmiştir. Mühammed Baku, İlimde gerçekten İmamlık mertebesine yükselmişti. Hattâ âlimlerin sözlerini inceler, bunların doğru ve yanlışını ortaya kordu.
Ehl-i Beyt arasında îmam Zeyd´in çağdaşı âlim, fâzıl, bilginlerin ilmine başvurup şahsiyetine saygı gösterdiği, halkın ve idarecilerin saygı duyduğu biri vardı. îşte o, Zeynelâbidin´in amcası Hz. Hasan´m torunu Abdullah b. Hasan idi. Bu zat, çok doğru ve pek güvenilir bir kimse olup Ebu Hanîfe kendisinden ders almıştır. İmam Mâlik ve Süfyan es-Sevrî gibi birçok muhaddisler ondan rivayet etmişlerdir. O, Halife Ömer b. Abdilaziz´e uğramış ve ondan büyük ikram görmüştür, İlk Abbasi halifesi Abdullah Seffah´a uğramış, ondan da tazim görmüştür. Halifeliğinin ilk günlerinde Ebu Cafer el-Mansur da ona saygı göstermişti. Fakat, Abdullah b. Hasan´ın oğulları, Ebu Cafer aleyhine harekete geçince onu hapsettirmiş, ölümüne kadar da hapishaneden çıkarmamıştır ki öldüğü zaman O, 75 yaşındaydı.
Zeyd, Abdullah b. Hasan´dan da İlim tahsil etmekle Ehl-i Beyte mensup diğer seçkin bilginlerin İlimlerini de öğrenmiş oldu. Ayrıca O, Peygamber´in mescidinde İlim meclisleri akdeden tabiilerden de İlim öğrenmiş, onların rivayetlerini, çıkardıkları hükümleri ve verdikleri fetvaları tesbit etmiştir. Böylece O, Peygamber evinde tahsilini tamamlamış, ilmin beşiği olan Medine´de kendisini tanıtmıştır. Nihayet kendisini güçlü bulduğu zaman Medine´den dışarı çıkmış, böylece babasının ve ağabeyinin usûlünden ayrılmıştır. Çünkü onlar, Medine´den dışarı ancak hac maksadıyla çıkarlardı. Yani, Hz. Hüseyin´in çok feci bir şekilde öldürülmesinden sonra Ehl-i Beyt men-subları, Medine´den dışarı çıkmıyorlardi; ancak hac maksadıyla çıkabiliyorlardı. İnsanları ve siyaseti terketmişler, kendilerini sadece ilme vermişlerdi. Kendilerine İlim için gelenlere ilgi gösteriyorlar, fıkıh ve dahîsi yayıyorlardı. Bu yüzden Hâşimî ailesinin diğer ileri gelenlerini onlar fikir, fıkıh ve din bakımından geçmiş bulunuyorlardı.
Zeyd, İlim uğruna Medine´den çıktıktan sonra çeşitli memleketlere giderek ilmi her bulduğu yerde almıştır. Basra´da Vâsıl b. Ata´ ile karşılaşmış; onunla mu´tezilî görüşleri incelemiştir. Bu sebeple, ilerde de anlatacağımız gibi, onun görüşleri ile mu´tezili görüşler arasında bir yakınlık meydana gelmiştir. Onu, bilhassa Hâşimî ailesinde tahsil ettiği İlim yükseltmiştir. Zira, onun mensup olduğu bu aile içinde akâid, fıkıh ve hadis âlimleri bulunuyordu. Meselâ, Hz. Ali´nin Fatıma´dan sonra aldığı hanımından doğan Muhammed b. Hanefiyye bunlardandır. Şehristâni, Muhammed b. Hanefiyye hakkında şöyle söyler: Muhammed b. Hanefiyye derin bir bilgi, keskin ve isabetli bir görüş sahibi idi. Ona babası Hz. Ali savaş vaziyetlerini anlatmış ve onu ilmin yüksek derecelerine vukuf , sahibi yapmıştır. O da uzleti seçmiş ve şöhrete karşı ilgisizliği tercih etmiştir.[6]
Zeyd, muhtelif yerlerde İlim tahsil ettikten sonra Irak ve Hicaz ülkelerinde dolaşmış, âlimlerle müzakerelerde´ bulunmuş, sonra ömrünün çoğunu Medine´de geçirmiştir. Ona her taraftan bir çok talebe gelmiş ve İlim öğrenmiştir. O, Medine´de bulunduğu zamanlar kendisini Kur´an okumaya ve ibadete vermiş olup kıraat hususunda da insanların en bilgini idi. İlimde zirveye ulaşmıştı. îmam ´zam Ebu Hanife onun hakkında şöyle söylemiştir: «Zeyd b. Ali´yi gördüm; çağında ondan bilgin, ondan daha çabuk cevap veren, ondan daha açık söz söyliyen birini görmedim. O, eşsiz bir insandı.»
Abdullah b. Hasan da Zeyd´in oğlu Hüseyin´e şöyle söylemiştir . Atalarının sana en yakını Zeyd b. Ali´dir. Ben aramızda ve bizden başkaları arasında onun benzerini görmedim.»[7]
İmam Zeyd Mücadele Alanlarında
Ehl-i Beyt, hem söz ile hem de fiilen siyasetten uzaklaşmıştı. Hattâ onlar, hükümdarlara, baskılarından kurtulmak için, «Emîr´ul-Mu´-minîn» diye hitabediyorlardı. Onların çoğu, Medine´de ancak siyasî çevrelerle temas etmemek için kalıyorlardı. Onlardan Irak ve Şam ülkelerinde en çok dolaşan İmam Zeyd´dir.
Fakat, Haşimî ailesinin halktan ayrı olarak yaşamasına rağmen, memleketin her tarafında şiîlik propagandası alabildiğine yayılıyordu. Ehl-i Beyt´in şiilerden uzak yaşayışı, bu şiîlerin çoğunun gerçek İslâm yolundan sapmasına sebeb oldu. Bunlarla karşılaşan Ehl-i Beyt mensubları, onları dâima sert bir şekilde azarlamışiardır. îmam Zeyd, seyahatları sırasında bu şiîler arasında hakikati yaymaya ve onları sapıklıktan uzaklaştırmaya çalışmıştır.
Emevl Devletinin başına, Hicrî 105-125 yıllarında hüküm süren Hişam b. Abdilmelik geçmiştir. Bu Emevi Halifesi, Zeyd´i ve onun hareketlerini, adamları vasıtasıyla daima takib ediyordu. Çünkü Abbasîlerin propagandası, şiî bir kılığa bürünmüş, Horasan ve Mâverâunnehr ülkelerinde gizli gizli yayılıyordu. Zeyd üzerinde şüpheler artmış ve bütün hareketlerinden dolayı ittiham edilmeye başlanmıştı. Fakat, suçlu olduğunu gösterecek bir delil bulunamamıştı. Zeyd, devlete karşı ayaklanmak için her hangi bir teşebbüste bulunmamıştır. Ancak, İlim ve irşat vazifesiyle uğraşmıştır. Zeyd´i ittiham etmek için elde bir delil bulunmadığı halde, Hişam şüpheden kurtulamamıştır; çünkü o, Ehl-i Beytin halk nazarmdaki mevkiini biliyordu. Ayrıca Beytü´l-Haram´da Ali Zeynelâbidin?e gösterilen saygıyı gözleriyle görmüştü.
Hişam, İmam Zeyd´in durumunu gözetlemekle yetinmedi, tersine, Ehl-i Beyt´in mevkiini sarsmaya teşebbüs etti. Bu maksatla O, Medine Valisini Ehl-i Beyt mensupları arasında fitne çıkarmaya şevketti. Esasen Zeyd ile amcası Hz. Hasan´m evlâtları arasında Hz. Ali´nin bir vakfı üzerinde münakaşa mevcuttu, Onlar bu vakfın mütevelliği meselesinde anlaşamıyorlardı. Vali, bu dâvanın kendi huzurunda halledilmesinde ve husûmetin uzamasında İsrar ediyordu. Bu maksatla, Vali, bütün Medine´lileri, bu muhakemenin cereyanma şahit kılmak için, bir araya topladı ve Hz, Hüseyin evlâtları arasındaki uygunsuz tartışmayı halka duyurmak istedi. Valinin kötü maksadım kavrayan Zeyd, Medine´de bu dâva ile ilgili dedikodulara son vermek için kendi hakkından vazgeçti.
Bu dâvanın duruşmasıyla ilgili bazı hususları İbnu´I-Esir´den dinliyelim: «Medine bulgur kazanı gibi kaynıyordu. Herkes birbirine Zeyd böyle dedi, Abdullah şöyle dedi gibi lâflar söylüyordu. Ertesi gün olunca Vali Halid, Mescid´de yerine oturdu. Halk da toplanmıştı. Bazısı mahcup, bazısı da üzüntülü idi. Halkı, buraya, Ehl-i Beyte mensup insanların biribirine kötü sözler sarf etmesinden hoşlanan Halid bilhassa çağırmıştı. Abdullah konuşmaya başladı. Bunun üzerine Zeyd söze karışıp: «Acele etme, ey Ebu Muhammed. Eğer Zeyd, seninle Halid´in huzurunda muhakeme olacaksa, sahip olduğu bütün köleleri ebediyen azat edecektir,» dedi. Sonra Vali Halid´e dönerek: «Allah´ın Elçisinin zürriyetini böyle bir mesele için mi topladm? Halbuki Ebu Bekr ve Ömer onları böyle bir iş için asla topIamamıştı»[8] demiştir.
îşte İmam Zeyd´in bu davranışıyla tartışma sona ermiştir. Fakat Vali, duruşmada hazır bulunan bazı serserileri kışkırtarak Zeyd´e küfrettirmiştir. îmam Zeyd ise, bunlardan yüz çevirerek, «Biz, sizin gibilere cevap vermeyiz» demekle yetinmiştir.
Medine´den her çıkışında îmam Zeyd´e gösterilen güçlükler şîd-detlenirdi. O, bir kere Irak´a gitmişti. Buranın valisi Halid b. Abdil-lâh el-Kasrî de ona çok ikramda bulunmuştu. Fakat bu vali yerinden azledilmiş, ondan sonraki vali hem Zeyd´i ittiham etmiş, hem de Halid b. Abdillah el-Kasri´yi, Ehl-i Beyt´e malî yardımda bulunmakla suçlamıştı. Medine´ye gitmiş olan îmam Zeyd, bu hususta sorguya çekilmek üzere Irak´a çağrılmıştır.
îşte bu türlü güçlük, ihanet ve eziyetler, hem Medine Valisi hem de başkaları tarafından durmadan Zeyd´e yöneltiliyordu. Nihayet o, Hişam´a gidip Medine Valisini şikâyet etmek zorunda kaldı. Fakat Hişam´a gidince, Halîfe, onu küçük düşürmek istemiş ve huzuruna kabul etmemiştir. Huzuruna çıkmak için İmam Zeyd´in gönderdiği kâğıdın altına Hişam şunu yazmıştır: «Medine´deki evine dön!» Zeyd´in İsrarı üzerine Hişam sonunda onu kabul etmiş; fakat içeri girince ona oturacak yer göstermemiştir. Zeyd de boş bulduğu bir yere oturmuş ve şöyle demiştir: «Ey Emîr´ül-Mü´minîn, hiç bir kimse Allah´a tavkâ hususunda büyüklük taslıyamaz. Keza, hiçbir kimse Allah´a takvadan başka bir hususta kendisini küçültemez.» Hi-şam şöyle cevap vermiştir: «Sus, anasız olası. Sen hilâfet iddiasında bulunuyorsun. Halbuki sen bir cariyenin oğlusun.» Zeyd, buna şu sözleriyle son derecede metanetli bir cevap vermiştir: «Allah katında hiçbir kimsenin derecesi Peygamber´den daha yüksek ve kadri ondan daha yüce değildir. İsmail Aleyhisselâm da bir cariyenin oğlu ve kardeşi de Surayha´ın oğludur. Bütün insanların hayırlısı Hz. Peygamber, İsmail soyundan gelmiştir. Birisinin dedesi Allah´m Elçisi ve babası Ebu Talib´in oğlu Hz. Ali olursa, kimsenin ona diyeceği birşey yoktur.» Bunun üzerine Hişam, «Dişan çıkınız- dedi. Zeyd de, «Çıkıyorum; fakat bundan sonra, senin istemediğin yer ne re ise orada bulunacağım» cevabını verdi.[9]
Hîşam B. Abdîlmelîk´e Karşı İsyanı
İmam Zeyd Medine ve Irak´ta türlü işkencelere uğradı.´ Durumunu Hişama şikâyet etmek istediği zaman yine eziyet gördü. Hz. Ali´nin torunu olduğu halde huzurundan kovuldu. O biliyordu ki şerefli insan, zulme karşı koyar ve ağzını doldurarak «Hayır!» der. Bunun için bu, Hâşinıî genci de ağzını doldurarak «Hayır!» dedi. Zillete mukabil ölüme razı oldu. îsyan bayrağını açmak üzere iken onun şu mısraları söylediği rivayet edilir: «Erken kalktım ölüm beni korkutuyor, sanki Ben hayat sahnesinden ayrılmışım. Ona cevap verdim s Ey ölüm sen bir pınarsın, Elbet ben de senden bir bardak içeceğim.»
Yiğit delikanlı, her türlü korkudan uzak, ya hak, ya ölüm diyerek meydana atılmıştı. Bunlardan hangisine kavuşursa kavuşsun, içinde bulunduğu durumdan daha iyi olacaktı. Savaş hazırlığını yaptıktan sonra gizlice Kûfe´ye gitmişti. Fakat bu bilinen bir gizlilikti. Çünkü onun işi kimseye meçhul değildi. Irak´lı şiîler hemen etrafını sarıp bîata başlamışlardı. Onun biat ve davetinin şekli îb-nü´1-Esir´in el-Kâmü´inde şöyle anlatılır:
«Biz, sizi Allah´ın Kitabına ve O´nun Elçisinin Sünnetine, zâlimlerle savaşa, zayıfları müdafaaya, yoksullara yardıma çağırıyoruz ve bu mücadelenin kazandıracağı ganimet, bunu hak edenler arasında eşit olarak paylaştırılacaktır. Zulüm defedilecek, hak sahibine yardım edilecektir. Buna göre bana biat ediyor musunuz ? Onlardan «evet» cevabını alınca, elini tek tek onların ellerinin üzerine koydu ve şöyle dedi: Allah´ın ahdi ve mîsakı, O´nun ve Elçisinin zimmeti üzerinize olsun. Bana yaptığınız bîata vefa göstereceksiniz, düşmanlarımla savaşacaksınız, benim için gizli ve açık her yerde nasihat edeceksiniz, değil mi? Biat edenlerin «evet» demesi üzerine onların ellerinin üstünü ayrı ayrı mesnetti ve, Allah´ım sen şahit ol, dedi.»[10]
İmam Zeyd´e Kûfe´lüerden bu şekilde 15 bin kişi biat etmiştir.Vâsıt gibi civar şehirlerden katılan şiîlerle bunların sayısı 40 bine çıkmıştır. Ehli Beyt´in ileri gelenlerinden bir çoğu Zeyd´i uyarmış ve Küfe´lilere güvenilemiyeceğmi söylemiştir. Fakat Hz. Ali´nin torunu kararından vazgeçmemiş, ya şeref ya ölüm, diye yoluna devam etmiştir. Artık geri dönmesi imkânsız hale gelmiş, savaş alanına O, her gün biraz daha yaklaşmıştır. Kuvvetlerini toplamış ve liderlerle 122 H. yılı Safer ayının başında hücuma geçmeyi kararlaştırmıştır.
Zeyd´in ve ona biat edenlerin haberi Irak Valisine ve Hişam b. Abdilmelik´e ulaşmış, bunun üzerine Hişam, Valiye gönderdiği mektupta şöyle söylemiştir: «Sen uyuyorsun, Zeyd b. Ali´nin Kûfe´deki suçu çok artmıştır. Ona bîat ediliyormuş. Onu İsrarla yanına çağır ve kendisine «eman» ver; kabul etmezse öldür.»
İmam Zeyd´in Savaşa Girişi Ve Şehîd Oluşu
Durum iyice fenaîaşmıştı. Irak Valisi, İmam Zeyd´i yanma çağırmak cihetine gitmiş, İmam ise vaziyetini açıkça belirtmek mecburiyetinde kalmıştır. Bunun için kendisine bîat eden Iraklıları çağırmış, fakat onlar bu kesin karar verme ânını görünce birbiriyle münakaşa ve mücadeleye başlamışlar ve çeşitli fikirler ileri sürerek ortalığı karıştırmışlardır. Onlar biliyorlardı ki, Ehl-i Beyt, kendileri gibi düşünmüyordu. Bunlar arasında cereyan eden münakaşayı tarih kitaplarından olduğu gibi naklediyoruz:
Ebu Bekr ve Ömer hakkında ne.düşünüyorsunuz ? Diye Zeyd´e
sordular. O da:
__ Allah onlara mağfiret etsin. Ehl-i Beytimde hiçbir kimsenin onlardan teberri ettiğini işitmedim. Onlar «in hayırdan bir şey söyleyemem.
Dedi.
__ O halde Ehl-i Beyfin haktan niçin istiyorsun? Dediler.
Biraz önce isimlerini andığınız kimseler hakkında söyliyeceğim en ağır söz, bizim hilâfete daha lâyık oluşumuzdur. Fakat millet, onları bize tercih etmiş ve bizi işbaşına getirmemiştir. Onlar da, üzerlerine aldıkları hilâfeti adaletle yürütmüşler, Kitab ve Sünnetle amel etmişlerdir. Dolayısiyle, küfre girecek bir şey yapmamışlardır.
Diye cevap verdi.
O halde niçin savaşıyorsun? Dediler.
Çünkü bunlar, onlar gibi değildirler. Bunlar, yani Emeviler, hem halka hem de kendilerine zulmetmektedirler. Ben, sizi Allah´ın Kitabına ve O´nun Resulünün sünnetine, sünnetleri ihya etmeye, bid´-atları yoketmeye çağırıyorum. Beni dinlerseniz sizin için de benim için de iyi olur. Dinlemezseniz ben sizden sorumlu değİlim.
Dedi.
Bunun üzerine onlar, İmam Zeyd´i yapayalnız bırakıp dağılarak, bîatlannda durmadılar ve İmanım Cafer-i Sadık olduğunu ilân ettiler.[11]
Bu tartışmalar yapılırken Emevî ordusu hazırlıklarını tamamlamış, İmam Zeyd ve ona bağlı olanların üzerine hücuma geçmişti. Bunun üzerine îmam Zeyd, savaşa, karar verdiği zamandan bir ay önce girmek zorunda kalıyordu. Adamlarını parolası olan «Ya Mansur, Ya Mansur» sözü ile çağırmaya başladı. Kendisine ancak 400´e yakın insan cevap verdi. Halbuki yalnız Kûfe´de ona biat edenlerin sayısı 15 bin kişi idi. Bunlara katılanlar ise bu sayıdan kat kat fazla idi. Hepsi de sözlerinden dönmüşlerdi. îmam Zeyd, onlara şöyle haykırıyordu: «Çıkınız, zilletten izzete; çıkınız, din ve dünyaya; çünkü siz ne dinde, ne de dünyadasınız.» Fakat, Hz. Ali´nin torunu İmam Zeyd, yenilginin belirtilerini gördüğü halde, sarsılmıyor ve şöyle bağırıyordu: «Korkuyorum, siz Hz. Hüseyin´e yaptığınızı bana da yapacaksınız. Allah´a and olsun ki ölünceye kadar, tek başıma da olsam, savaşacağım.»
Peygamber (S.A.V.)´in torunu, Bedir savaşma katılan mücahidler kadar askeriyle karşısındaki koskoca ve her an takviye gören bir orduya karşı ilerliyordu. Sayıca az, fakat îman bakımından çok güçlü olan ordusuyla savaşa girdi. Emevî ordusunun bir kanadını yenilgiye uğrattı. Onlardan 70 kadarını öldürdü, Çokluğuna rağmen Emevî ordusu, bu bir avuç yiğit mücahidlerle kılıç kılıca çarpışmaktan âciz kalmış ve oklardan medet ummaya başlamıştı. İmanı Zeyd´in adamlarını ok yağmuruna tutmuşlar, bu arada İmam da alnından aldığı bir ok darbesiyle yere yuvarlanmıştı. Bu okun alnından çıkarılışı, onun ölümü ile sonuçlanmıştı. Böylece onlar, .Zeyd´i, dedesi Hü-seyn´e karşı uyguladıkları metodla yolundan alıkoymuş oluyorlardı. Çünkü Hz. Ali´nin evlâtları, savaş meydanında mertçe karşılarına çıkan herkesi yere sermekte güçlük [12]çekmiyordu.[13]
Savaştan Sonra
Hişam ve kumandanı, bu genç İmamın şehid oluşundan sonra ona, Yezid ve İbni Ziyad´m Hz. Hüseyn´e ölümünden sonra yaptığının aynısını yaptılar. Zeyd´in kabrini açtırıp temiz cesedini çıkarttılar. Onun cesedini, Kûfe´nin bir meydanında Hişam b. Abdilmelik b. Mervan´m emri ile astılar. Emevî taraftarı bir şair, bu durumu anlatan bir şiir yazmış ve şu çirkin sözleri burada sarf etmiştir:
Sizin Zeyd´i bir hurma kütüğüne astık.. Hiç gördünüz mü? Hak yolunda olanın hurma kütüğüne asıldığını.
Onun temiz cesedi, bir müddet asılı kaldıktan sonra yine Hişam´m emri ile yakılmış ve külleri yele verilmiştir. Fakat, îmam Zeyd´in bu şekilde öldürülüşü, Abbasî davetini daha çok yaymış ve halkın bu davet etrafında toplanmasını sağlamıştır. Nasıl ki Hz. Hüseyin´in öldürülüşü, Şüfyanî-Emevî devletini devirmiş ve Süfyan oğulları yerine Mervan oğullarını getirmişse, Zeyd´in öldürülüşü de Emevî devletini kökünden yıkmıştır. Çünkü, o nur yüzlü genç İmamın şehit edilişinden tam on sene sonra Emevî devletinin yerinde yeller esmiştir. Allah´ın hikmetinden sorulmaz. Emevî hükümdarlarının kabirleri de açılıp cesetlerinin kalıntıları çıkarılmış, Zeyd´in cesedi gibi yakılarak külleri yele verilmiştir. Mes´udî, bu durumu şöyle anlatır:
«El-Heysemî b. Adiy et-Taî, Ömer b. Hâni´den şöyle rivayet etmiştir: Abdullah b. Ali ile Eb´ul-Abbas es-Seffah zamanında Emevî hükümdarlarının kabirlerini açmak için çıktık. Sıra Hişam´m kabrine gelmişti. Onun cesedini kabrinden tam olarak çıkarttık, sadece burnunun bir kısmı çürümüştü. Abdullah b. Ali, ona 80 sopa vurdu, sonra yaktırdı. Süleyman´ın kabri Dâbık´ta idi. Gidip onu da çıkardık. Fakat, bel kemikleri ile bazı kaburga kemikleri ve başından başka bir şeyi kalmamıştı. Bunları toplayıp yaktık. Aynı muameleyi öteki Emevî hükümdarlarına da yaptık.» Mes´udî, bu olayları uzun uzun anlattıktan sonra şöyle söylemektedir: «Biz, bu haberleri burada Hişam´m, Zeyd b. Ali´yi öldürttükten sonra, ona, cesedini yaktırmak suretiyle reva gördüğü akıbetin aynen kendisinin de başına gelişini bir ibret olsun diye yazdık.»[14]
Biz de burada belirtmeliyiz ki, bu naklettiğimiz sözlerle Abbasilerin, Emevîlerin kabir ve cesetlerine reva gördükleri davranışların iyi bir hareket olduğunu söylemek istemiyoruz. Buna İslâm dini asla müsaade etmez. Ancak, Allah´ın hikmetini, ibret alınsın dîye beyan etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü Allah, zâlimleri birbirine musallat etmektedir. Emevî zâlimleri hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar ve Peygamberin Ehl-i Beyt´ine olmadık şeyleri yapmışlardır. İktidarı ele geçiren öteki zâlimler de, onlara aynı şeyleri tatbik etmişlerdir. Böylece Allah´ın, «İşte biz, zâlimlerin bir kısmını kazandıkları şey sebebiyle diğer bir kısmına böyle musallat ederiz.»[15] âyeti bir kere daha gerçekleşmiştir.
idrâk sahiplerine bunlar birer ibret olmalıdır ![16]
İmam Zeyd´in Şahsiyet Ve Karakteri
İmam Zeyd´in gençliğini, mücâdelesini ve hayatının sona erişini anlattık. Burada, onun şahsiyet ve karakterini de genel hatlarıyla ortaya koymak istiyoruz. O, Ehl-i Beyt´e mensup olan diğer şahsiyetler gibi yüksek meziyet ve vasıflara sahip idi. Onun en üstün meziyetlerinden biri, hak ve hakikat uğrunda mücadele ederken sahip olduğu ihlâstır. Kişi, hak ve hakikati ararken ihlâs sahibi olursa, kalbinde hikmet nuru parlar ve onun yolunu aydınlatır. Hiçbir şey, aklı ihlâs kadar aydınlığa kavuşturmaz. Keza, hiçbir şey, fikir nurunu, nefsi arzu kadar söndürmez.
Zeyd, İlim uğrunda koşarken büyük bir ihlâs sahibi idi. Birçok İlimleri bu sayede öğrendi. Medine´de fıkıh İlimlerini, Ehl-i Beytin ilmini, Usûl´ud Dîn ilmini tahsil etti. İslâmî fırkaların beşiği olan Basra´ya gidip çağının bütün İlimlerini öğrendi. Bu İlimlerin hepsinde o, gerçekten İmamlık derecesine yükseldi. Ihlasın en büyük meyvesi takvadır. Takva nuru, Zeyd´in yüzünde, lisanında ve hareketlerinde parlamakta idi. Bir çağdaşı onun hakkında şöyle söylemişti : «Zeyd b. Ali´yi her gördüğüm zaman daima yüzünde nur parıltıları bulunurdu,» O, daima ya Kur´an okur, ya da ilmî müzakerelerde bulunurdu. Onunla görüşmek istiyen biri şöyle söylemiştir: «Medine´ye geldim ve Zeyd b. Ali´yi ziyaret için her soruşumda bana onun Kur´an okuduğunu söylediler.» O, kendisini şu sözüyle tanıtır: «Zeyd b. Ali sağ ve solunu tanıdıktan sonra Allah´ın haram kıldığı hiçbir şeye yaklaşmamıştır.»
Bu takva sahibi İmam, basiret gözüyle görüyordu ki Allah´dan korkan kimseyi halk sever ve sayar. O, şöyle söylerdi: «Kim Allah´a itaat ederse Allah da insanları ona itaat ettirir.» Onun ihlâsı, Mu-hammed ümmeti arasında birinci mertebede yer alır. Bunun içindir ki o, müslümanlan birleştirmek ve aralarındaki dargınlığı gidermek için uğraşmıştır. Bir kere, o, bir arkadaşına şöyle söylemiştir: «Bu Ülker yıldızını görüyor musun, bir kimse ona ulaşabilir mi?» Arkadaşı, hayır, dedi. O da şu cevabı verdi: «Allah´a yemin ederim ki ellerimle bu ülkere asılıp oradan yere düşerek parça parça olsam, ben yine de Allah´ın Muhammed ümmetini birleştirmesini isterim.»[17]
Zeyd, tefrikanın açtığı gediği kapatmak için mücadele etmiş, müslümanları birleştirmek için Kitab ve Sünnet´ten başktı yol olmadığını görmüştür. Çalışmalarını bu yolda ilerletmiş ve temiz ruhunu da bu uğurda feda etmiştir. İhlâsmın diğer bir meyvesi de, müsamaha ve affedici oluşu idi. Onun bu duygusu, bütün hakkını amcasının oğlu Abdullah b. Hasan´a terketmesine sebep oldu. Müsamaha duygusu onun ahlâkını gülleri açılmış bir bahçeye çevirdi. İhlâsı ona daima hakkı söyletiyordu. Allah ona yiğitlik ve medenî cesaret bakımından büyük bir nasip vermişti. Savaştaki ve başkasına yardım hususundaki cesareti de aynı nisbette idi. Medeni cesareti sayesinde o, hiçbirşeyden korkmadan hakikati söylüyor, en güç durumlarda bile susmuyordu. Savaşa gireceği sırada etrafmdakilerin bir kısmı, »nun Ebu Bekr ve Ömer´e dil uzatmasını istediler. Fakat O, buna asla razı olmadı. Çünkü hakikat uğruna mücadele eden insan, bâtıl bir şeyi kendisine vasıta yapamaz. Medenî cesareti, onu, Şiîliğin «Takıyye = Gizlilik» prensibini tanımamaya şevketti. O, bütün görüşlerini apaçık ilân ediyor ve eziyetten korkarak onları gizlemiyordu. Bu tutumu, onun kendi görüşleri yüzünden işkence ve hakarete, maruz kalmasına, bazı insanların kendisini terk etmesine ve baz.ı yakınlarının muhalefetine sebep olmakta idi.
Onun savaş cesareti, kendisini 15 bin kişiden fazla büyük bir ordu ile savaşmaya şevketti. Halbuki yanında Bedir gazilerinden fazla bir askeri yoktu. Buna rağmen ilk hamlede o, zaferi elde etmek üzere idi. Fakat, uğradığı ok yağmuru durumu aleyhine çevirdi.
Yiğitlik ve zulme karşı durma, birbirinden ayrılmaz iki vasıftır İmanı Zeyd´in zulme karşı durma duygusu, onda zâlimlere karşı çok şiddetli bir hassasiyet doğurdu. O, yalnız Ehl-i Beyt´e reva görülen zulümlere karşı durmamış, başkalarına yapılan zulümler için de aynı tepkiyi göstermiştir. Zaman zaman kendilerine gösterilen iyilik ve saygı, onun zulme karşı direnme azmini hafifletmemiştir. O, herhangi bir kimseye yapılan bir zulmü kendisine yapılmış gibi hissederdi, içinden zulme karşı duyduğu isyan, nihayet onu bu zulmü fiilen kaldırmaya şevketti. Bir yakınından şöyle rivayet edilmiştir: «Hacca gitmek istedim ve Medine´ye uğradım. Zeyd b. Ali´yi ziyaret etmek için yanma varıp selâm verdim. O, şairin şu (anlamdaki) mısralarını terennüm ediyordu: «Kimler oklarla perdelenmiş bir ululuk isterse, Fayda verdiği müddetçe yaşar onlar.
Ne zaman ateşli bir kalp, keskin bir kılıç ve
Şerefli bir başı birleştirsen uzaklaşır zulüm senden.
Benimle savaş edenlerle savaş edersem ben,
Ey Âli Hemdân, bu durumda zâlim mi olurum ben?
Bu rivayet, onun »ruhunda zulme karşı duyduğu isyanı göstermektedir. O, ancak kendisine hamle ruhu veren şiirleri okurdu. Zamanı gelince ileri atıldı, canını esirgemedi, Tanrı´sını hoşnut etti ve zâlimlerin azgınlığını ortaya çıkardı.
Yiğitlik ve atılganlıkla beraber Zeyd, sabırlı ve son derecede metanetli idi. Sabır mücahidlerin silâhı ve yiğitliğin kardeşidir. Sabırsız yiğitlik, öfkeden ileri geçemez. Aslında yiğitlik başka, öfke başkadır.
Hakîkatta sabır nefse hâkim olmak, nefsî arzuları yenmek, lüzumsuz şeylere atılmamak ve güçlüklere göğüs germektir. Bu meziyetlerin hepsi İmam Zeyd´de en has mânasiyle tecelli etmiştir. O, öfkelenmezdi. Meseleleri sükûnetle çözmeye çalışırdı. Neticede ileri atılmak gerektiği anlaşılırsa gözünü daldan budaktan esirgemeden atılırdı. Sabrı kendine şiar edinmişti. Hattâ, «Sabret, mükâfatını görürsün.» ve «Sakın ki başkası da senden sakınsın» sözleri onun dilinden düşmezdi.
Yukarıda anlattığımız bir muhakeme dolayısiyle onun nefsine nasıl hâkim olduğunu, hattâ bu uğurda hakkından dahi nasıl feragat ettiğini, kendisine küfreden kimselere karşılık olarak söylediği en ağır sözün, «Biz, sizin gibilere cevap veremeyiz», demekten ibaret olduğunu gördük.
Onun bu ahlâkî faziletlerinin üstünde eşsiz bir fikir ve zekâ sahibi olduğu muhakkaktır. Ona Sind´li annesinden keskin bir zekâ, derin bir tefekkür, Hind´lilere mahsus bir düşünme gücü miras kalmıştır. Mensup olduğu Ehl-i Beyt´ten de yine keskin bir zekâ, düşünen ve ilham alabilen bir akıl, fikirden hareket alanına atılan bir ruh ve derin bir tefekkür miras kalmıştır. Keskin zekâsı onu ilme sevketmiş, kuvvetli hafızası okuduğu ve işittiği her şeyi muhafaza etmiştir. O, Ehl-i Beytin Hz. Ali´den rivayet ettiği hadisleri öğrenmiş ve bütün tslânıi İlimleri tam bir ihata ile tahsil etmiştir, ihtiyaç duyduğu zaman bu İlim hazînesi daima kendisine yardımcı olmuş,´konuşmalarında sorulan suallere derhal ve isabetli cevaplar vermek onda bir meleke haline gelmiştir..
Onun fikrî dehâsı, bilhassa meselelerin sebeplçrini araştırırken ve olaylar arasındaki bağlan incelerken meydana çıkar. İlimle uğraşan aklın en büyük meziyeti işte budur.
Diğer Hâşimî âlimleri gibi o da tesirli konuşma ve belagat bakımından büyük bir güce sahipti. O, lisanın ve güzel ifadenin merkezinde, Hz. Peygamber (S.A.V)´in Ehl-i Beyti içerisinde, Hz. Ali´nin evlâtları arasında doğup büyümüştür. Büyük dedesi Hz. Muhammed (S.A.V.), keskin bir ifade ve eşsiz bir hitabet gücüne sahipti. Keza, büyük babası Hz. Ali Peygamber (S.A.VJ ´den sonra gelen en büyük hatipti. Hz. Ali´nin hutbelerini, Ehl-i Beyt âlimleri birbirinden miras olarak alırlar ve ezber ederlerdi. Bunların bir kısmını Şerif Radî, «Nehe´ul-Belâga» admı verdiği kitapta toplamıştır.
Bu açıklamalara göre fesahat ve güzel ifade, Ehl-i Beyt, özellikle bunlardan Medine´de oturanlar tarafından tabiî olarak muhafaza ediliyor, Emevî devrindeki dil bozuklukları bunlara sirayet etmiyordu. Dolayısiyle İmam Zeyd, en güzel konuşan insanlardan biri olup güzel konuşmayı susmaya tercih ederdi. Kendisine bir gün susmak mı, yoksa güzel bir şekilde konuşmak mı daha iyidir? diye sordular. O şöyle cevap verdi: «Allah miskinliği kahretsin. Zira, miskinlik güzel konuşmayı bozdu. Tutukluk ve kekemel.ik getirdi.» Bundan anlaşılıyor ki Zeyd aklını İlimle, dilini de güzel konuşmalarla geliştiriyor ve ifade yeteneğini öldürecek kadar susmaktan kaçınıyordu.
Husrî´nin «Zehru´1-Âdâb» adlı eserinde şöyle bir fıkra vardır: «Cafer b. Hasan b. Ali ile Zeyd arasında vasiyet konusuyla ilgili bir tartışma cereyan etmiştir. Halk, bunların tartışmakta olduğunu öğrenince konuşmalarını dinlemek için yanlarına koşmuştur. Bazıları Cafer´in sözlerini, bazıları da Zeyd´in sözlerini ezberlemişler; tartışmacılar ayrıldıktan sonra halk da dağılmıştır. Onların sözlerini ezberliyenler bir araya gelmişler; biri Cafer bu konuda şunları söyledi, diğeri de Zeyd şunları söyledi diye naklederek her ikisinin sözlerini de yazmışlardır. Onların sözlerini halk dikkatle öğreniyor, sölyedikleri şiir ve atasözlerini ezberliyordu. Bu ikisi, çağının çok enteresan insanları idi.»[18]
Bu fıkradan anlaşılıyor ki îmam Zeyd, büyük bir fesahat ve belagat sahibi olup fikri tartışmalarda daima ifade bakımından üstün bir yer işgal ediyordu.
Hişam b. Abdilmelik, en çok Zeyd´in kuvvetli ifadesiyle tesirli hitabetinden korkuyordu. Zeyd´in Irak´a geldiğini öğrenince oranın valisine şöyle yazmıştır: «Küfe halkının, Zeyd´in meclisine gelmesine engel ol. Çünkü onun kılıçtan daha keskin, oktan daha sivri, büyü ve sihirden daha tesirli bir dili vardır.»[19]
Fikrî, siyasî ve içtimaî sahalarda liderlik yapmak istiyen kimselerin, olayları tam olarak kavnyacak kuvvetli bir anlayış ve firaset sahibi olması gerekir. Mukadderat, bazan onların ölçülerine aykırı bir şekilde tecellî edebilir. Fakat, bu, gerçek liderlerin idrak bakımından kuvvetli ve uyanık oluşlarına bir halel getirmez. Tarihin bize naklettiği haberlere göre İmam Zeyd, gerçekten kuvvetli bir fi-raset sahibi idi. Bu sayede, o, aklî yönden de hissî yönden de İmam olmaya lâyıktı. O, derin bir tefekküre sahip olduğu gibi, çok kuvvetli bir duyguya da sahipti. Savaş alanında bile firasetini kaybetmemiş, Kûfe´lilerin Hz. Hüseyn´e karşı yaptıkları hareketi kendisine karşı da yapacaklarını sezmiş. Hişam´m ordusuyla çarpıştığı gün bu sezginin yanlış olmadığını görmüştü. O, kendisini öldürenlerin de yapayalnız bırakanların da alçak kimseler olduklarını biliyordu.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Kuvvetli firaset sahibi kimse, bazı Ehl-i Beyt tarafından ikaz edildiği ve tarihî olayları bildiği halde, Irak´lılara güvenerek, nasıl olur da harekete geçer? Buna şöyle cevap verebiliriz: îmam Zeyd, firasetiyle bu durumu sezmiş; onların kendisine hıyanet etmemeleri için tedbir almış ve onlarla mescid´de bîatlaşmıştır. Bununla beraber, o biliyordu ki onların bîatları dahi iş ciddiye binince kendisini terketmelerine engel olmayacaktı. Fakat; yine biliyordu ki zilletle yaşamak, savaş alanında şerefle ölmekten daha kötüdür. Bütün bunlara rağmen savaş, İmam Zeyd´in lehine neticeleniyordu. Çünkü Şamlılar, çok olmalarına rağmen, zaferden emin değillerdi. Nitekim ilk karşılaşma bu kanaati desteklemşitir. Fakat, beklenmiyen okçu taarruzu ile Allah´ın takdiri yerini buldu.
İmam Zeyd´in şahsiyeti heybetli idi. Allah, ona İlimde, akılda, yerine göre davranışta ve haya duygusunda verdiği üstünlük nisbetinde bedenî üstünlük de vermişti. Onun heybetini gösteren en büyük delil, Hişam b. Abdilmelik´in çnunla görüşmekten kaçınışıdır. Hişam, basit insanların ağzı ile onun annesini,küçümsemek istediği zaman, ondan taş gibi bir cevap almış ve işi zâlim sultanların metodu ile halletmeye yeltenmiştir. Fakat bu davranışı onu, kuvvetli ve heybetli bir şahsiyetin karşısında duracak bir güç sahibi yapmamıştır. Zira, İmam Zeyd´in heybeti bir ordunun yapacağı işi görüyordu. O, meydana atıldığı zaman büyük dedesi Hz. Ali´yi andırıyordu. Şam ordusu, Hz. Ali´nin önünde nasıl kaçtıysa, onun önünde de aynı şekilde kaçıyordu. Ancak ona, uzaktan okla mukavemet edebiliyordu.
Özetlemek gerekirse bu genç İmam; her bakımdan üstün, âlicenap ve en güzel huylarla vasıflandırmaya lâyıktır.[20]