- İmam Zeyd in fıkıh anlayışı 5

Adsense kodları


İmam Zeyd in fıkıh anlayışı 5

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Wed 15 September 2010, 05:27 pm GMT +0200
İmam Zeyd in fıkıh anlayışı 5

4- Müzaraa (Ziraatte Ortaklık)


261- Her ne kadar hanefiler kıyas´a muhalif olarak ortaya çıkan istihsani bir akid ol­duğunu söylemişlerse de, İslam âlimleri müzaraanm caiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü ona icâre denmesi uygun olmaz. Zira o müzaraada ücret belli değildir. Şirket denmeside doğru olmaz. Çünkü ortaklığı sağlayan şey henüz ortada yoktur. Bu Hanefilere göre bir kıyas hükmüdür. Lâkin hanefiler, müzâraa´yı istihsan´ın geçerli saydığını söylemişlerdir. Çünkü o başlangıcı itibariyle icâre, sonucu itibariyle de şirket durumun­dadır.

Zahirîler tarıma dayalı araziden, belirli bir ücretle kiraya verilmesi yoluyla yararla­nılmasının caiz oluşunu reddetmişlerdir. Zira onlar, Nebi (s.a.v)´in ashabının yaptıkları ile Nebi (s.a.v)´in işaret buyurduklarına sımsıkı tutunmuşlardır.

Biz el-Mecmû´un, tarıma dayalı arazilerden, belirli oranlarda faydalanılabileceğini bize açıkladığını görüyoruz. el-Mecmû´da, bu arazilerden belirli oranlarda faydalanmayı oösteren haberlerin metni şu şekildedir:

"Bana Zeyd b. Ali, o da babasından, o da dedesinden , o da Ali (a.s)´dan naklen, Ra-sulullah (s.a.v)´in araziyi üçte bir veya dörtte bir oranında kabala vermeyi nehyettiğini anlatü. Ve Nebi (s.a.v) şöyle buyurdu: "Sizden birinizin herhangi bir toprağı bulundu­ğunda onu eksin veya kardeşine karşılıksız iğreti olarak versin" Birçok araziler karşılık­sız yüzüstü kalınca Rasulullah (s.a.v)´den kendilerine bu konuda ruhsat vermesini istedi­ler ve istedikleri ruhsatı tanıdı ve Hayber´i oradaki halka hurmalarını sulamaları, aşıla­maları ve muhafaza etmeleri karşılığında yanya verdi: Hurmalar olgunlaşıp devşirme zamanı geldiğinde Abdullah b. Revaha (r.a)´ı gönderdi ve onların huzurunda göz kara­rıyla takdirde bulundu; Yarı hisselerini kendilerine geri verdi."[53]

Bu rivayet, Ali (k.v)´nin Nebi (s.a.v)´den yaptığı rivayettir. Bu rivayet, ziraatte or­taklığın önce menedilip, sonra da mubah sayıldığını gösterir. Bu tarz ortaklığın menedil-diğine dair birçok nakli şahidler mevcuttur. Nitekim (Buhari, Müslim) ve Beyhaki Cabir (r.a)´den Rasulullah (s.a.v) döneminde boş gezen kişilerin arazileri bulunduğunu ve bu arazileri üçte bir, dörtte bir ve yarıcılık esasına göre kiraya verdiklerini, Rasulullah (s.a.v)´in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Her kimin elinde fazla arazi varsa onu ek­sin veya karşılıksız iğreti (sürekli) olarak kardeşine versin. Eğer bu uygulamadan çeki-nirse o zaman toprağına sımsıkı sarılsın." Müslim, Râfi îbn-i Hudeyc dediki, Rasulullah (s.a.v) bizim için faydalı olan bir işi nehyetti. Baş-göz üstüne... Allah ve Rasulü bizim için en faydalı olandır. Oradaki topluluk:

-Nedir o ?

- Rasulullah (s.a.v): " Her kimin bir arazisi varsa onu eksin veya kardeşine ektirsin. Yoksa onu üçte bir veya dörtte birle veya da belirlenmiş bir yiyecek maddesiyle kiraya veremez."

Şüphesiz bütün bunlar, Ali (k.v)´den rivayet edilen nassm, üçte bir veya dörtte bir

asıyla yapılan ziraat ortaklığını menetmekten ibaret olan birinci bölümün şahidleridir.

Böyle bir menedişten sonra mubah kılınışından ibaret olan ikinci bölümün de, Müslim ve Buhari´nin rivayetlerinden oluşan şahidleri vardır. Nitekim Buhari Sahih´inde Abdullah b- Ömer´den naklen şu haberi almıştır: "Abdullah b. Ömer şöyle dedi: Nebi (s.a.v)

Hayber´i, Hayber Yahudilerine, bakmalan ve ekmeleri karşılığında verdi. Üretimin ya­nsı onlara aitti." Sahihi Müslim´de de. Nebi (s.a.v)´in, Hayber yahudilerine kendi malla­rı olan Hayber hurmalıklarını geri verdiği, yalnız ürünün yarısının Rasulullah (s.a.v)´e ait olduğu geçmektedir. Bir ifadade ise şöyle geçer: Rasulullah (s.a.v) galip gelince Ya­hudileri Hayber´den çıkarmak istedi. Resülullah´tan, kendi adına hurmalıkların bakım iş­lerini üstlenmek ve ürünün yansıda kendilerinin olması şartıyla Hayber´de birakılmalan-nı istediler. Rasulullah (s.a.v) onlara buyurdu ki: "Aynı şartlarda dilediğimiz sürece sizi orada bırakıyoruz" Hz. Ömer kendilerini çıkarıncaya kadar orada kaldılar.

İşte bu şekilde el-Mecmuda olduğu gibi Ali (k.v)´nin hadisindeki ikinci bölüme ait birçok şahidler bulmaktayız.

262-Şimdi de birbirlerine destek sağlayan bu hadislerin delâlet ettiği şeylere bir göz atalım. Buna göre Nebi (s.a.v) üçte bir veya dörtte bir ya da herhangi bir yiyecek çeşidi­nin herhangi bir miktarına ziraatte ortak olmayı menetmişti. Mal sahibine de bizzat kendisinin ekmesi veya mâli hiçbir karşılık almadan ekmesine kardeşine bırakması dı­şında hiçbir şeyi mubah saymıyordu. Sonra Nebi (s.a.v) bu uygulamayı, Hayber Yahu­dileri için ortaya koyduğu işlemle mubah saymıştır.

Bu noktada, Hayber arasizi etrafında bir tartışma konusu geliştiriliyor. Buna göre, Raulullah (s.a.v)´in yaptığı işlem, müslümanlann işlerini yöneten kişi olması hasebiyle idi. O bölge de beytülmal topraklarına dahildi. Yönetimin lideri de gelenek olarak, bey-tülmal hesabına ziraatçılık yapmaz. Öte yandan Nebi (s.a.v)´in aldığı mahsûl haraç hük-mündeydi. Rasulullah´ın Hayber arasizi ile ilgili olarak yaptığı bu işlem, yukanda anlatı­lan şekilde ve sözkonusu yetki çerçevesinde olduğuna göre, acaba Rasulluah (s.a.v)´in yaptığı bu işlem tarımsal toprağa sahip olan herkes için genel anlamda bir izin sayılır mı? Nitekim Ali (r.a)´m görüşü, bu noktaya olumlu işarette bulunmaktadır. Zira o, mu­bah oluşun illetini, arazilerin yüzüstü bırakıldığından şikayet ettikleri anda genel anlam­da ruhsat verilmesi tarzında açıkladı. Hz. Ali (r.a)´nin açıklamasının dayandığı nass şöy­ledir: "Arazilerin birçoğu yüzüstü bırakıldı. Resülullah(s.a.v)´den, kendilerine bu konu­da ruhsat verilmesini istediler ve istedikleri ruhsatı tanıdı." Bu nass gayet açıktır. Fuka-ha´nın cumhuru da bu görüşe sahiptir. Cafer Sadık´ın da şöyle dediği rivayet olunur: "Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali te´vil getirerek arazilerini üçte bir veya dörtte bir esasıyla başkalarına veriyorlardı. Sahabenin çoğunluğu da aynı işlemi uyguluyorlardı. Ebû Hanife (r.a)´den yapılan bazı rivayatlar dışında dört mezhebin fakih imamları da bu konuda icma etmişlerdir.

Nitekim fakihler, toprakların icara verilmesini, verilen bu ruhsata dayanarak caiz gördüler. Çünkü yarıcılıkta olduğu gibi başkalarının emek gücünden yararlanmaya ruh­sat verilmesi, bir miktar mal karşılığında da olabilir. Hatta bu husus, ruhsat verilmeye daha layıktır. Çünkü icar, talep edilmesi tartışmaya yol açmayacak olan önceden belirlenmiş bir mal miktarıdır. Zira taraftarlarca malum olmayan bir durum sözkonusu de­ğildir. Ayrıca kiraya vermede işi yokuşa sürme meydana gelmez. Oysa ki ziraat ortak­çılığında müsamahakarlık olmazsa zorluk çıkarma işi cereyan edebilir.

Zâhiriyye´nin bu konudaki anlayışı, ruhsat vermenin nassda belirtilen ekin veya meyvelerdeki yarıcılıkla sınırlı olduğu şeklindedir. Kiraya vermek ise apayrı bir şeydir, onun kapsamına girmez. Zira zahiriler, kıyası benimsememektedirler. Onlara göre ki­raya vermek, ziraatleki ortaklığa kıyaslanamaz. Bu görüşlerini, birçok tabiinin, tarım arazilerini altın ve gümüş karşılığında kiraya vermeyi benimsemedikleri teziyle temize çıkarmaktadırlar. Nitekim Hasan el-Basri´den, toprağın kiraya verilmesini hoş karşıla­madığı rivayet olunur. Tabiinden Muhammed b. Sirin´de toprağın altın ve gümüş karşılı­ğında kiraya verilmesini çirkin karşılıyordu.

263- Gerçek şu ki, tarımsal arazinin para karşılığında icara verilmesi sahabe arasın­da tartışma konusu değildi. Bilakis olay icma konusuydu ve elde edilecek menfaati satmak anlamı taşıdığı için ruhsat verilmeye de gerek duymamaktaydı. Elde edilecek menfaati satmak ise birşeyin bizzat kendisini satmak gibi caizdir. Nitekim Râfi b. Hu-deye´den toprağın kiraya verilmesi sorulduğunda, şöyle dedi: "Nebi (s.a.v) bir toprağın kendisinden elde edilen ürünleri karşılığında kiraya verilmesini nehyetti. Soruyu soran kişi devamla diyor ki, ona bir toprağın altın veya banknot karşılığında kiraya verilmesi konusunu sorduğumuda şöyle söyledi: "Altın veya banknot karşılığında kiraya veril­mesinde hiçbir sakınca yoktur.

Böylece elde edilen ürünün bir bölümü karşılığında kiraya verilmesi sırasında ne kadar ürün elde edileceği hususunun bilinmemesi tartışmalara yol açacağından, ruhsatın sözkonusu edildiği anlaşılmaktadır. Altın ve banknot karşılığında kiraya verme konu­suna gelince, bu noktada herhangi bir kapalılık bulunmamakta ve tartışmaya gerek kal­mamaktadır. Nitekim Ravd en-Nadir´de şöyle geçmektedir: Kânun koyucunun maksa­dı, içinde hiçbir aldatmanın bulunmadığı ve karşilklı sürtüşmelere neden olmayan her­hangi bir şey karşılığında kiraya verilmesini caiz görmektir. Velhasıl, hakikati anlaşıl­mak istenen nehiy, Hayber ehline uygulama yapılırken men ve ibâhadan ibaret iki du­rumun birisi olan ibâhanın uygulanmasıyla neshedilmişir. Ayrıca belirli bir sebebe da­yanan, haberin siyakından da öyle olduğu anlaşılan husus, fâsid bir şart taşımasından dolayıo nehyedildiği şeklindedir."[54]

Bu açıklama, üretilen ekin veya meyvelerin bir kısmı karşılığında ziraatte veyahut-ta bahçelerde ortaklıktan nehyedişin mutlak manada bir menediş amacıyla değil,sadece birtakım fasid şartlar içerdiği için yapıldığını ifade etmektedir. Yahut da hicretin ilk yıl-lannda kardeşlik bağlarını güçlendirme konusunda olduğu gibi yardımlaşmaya ve ikti-

eşitliği sağlamaya son derece ihtiyaç duyulduğu için müzaraa nehyedilmişti. Ancak ne zaman ki işler yerliyerine oturup halk her bakımdan doyuma ulaşınca, kamu düzeni müzaraayı mubah sayar duruma geldi.

Müzaraayı mubah sayan hadisin ravisi İbn Hudeyc adı geçen nehyedilişin illetini kendi tarikinden gelen başka bir hadisin kapsamı içinde açıklamıştır. Nitekim Hanzala b. Kays el-En sâri´den, Râfi b. Hudeyc kendisine, altın veya banknot karşılığında toprağı kiraya vermenin durumunu sorduğu, hiçbir sakıncasının bulunmadığını, zira Rasulullah (s.a.v) döneminde birkısım tarım ürünü karşılığında toprağı biribirine kiraya verdikleri­ni, berikinin sermayesi helak olurken ötekinin kendisini kurtardığını, halk arasındaki ki­ra olayının sadece bu şekilde olduğunu, işte bundan dolayı o tür müzaraadan menolun-duğunu fakat, belirlenmiş ve güvence altına alınmış şey konusunda ise hiçbir sakınca bulunmadığını söylediği rivayet olunur.

Böylece, sözleşmedeki şartlar sürtüşmeye yahut taraflardan birisini herkes tara­fından anlaşılan bir zulme götürecek açık kapı bırakmadığı sürece, bir miktar mahsûl ve meyve karşılığı tarımda, bahçeleri sulamada (müsâkât) ortaklığın mubah olduğu ortaya çıkıyor. Zira akidler, taraflar arasında dengeli bir eşitlik esası üzerine kurulur.

Tarımsal arazideki kiralama konusuna gelince, zâten onun mübahlığında hiçbir sa­kınca yoktur. Çünkü burada ücret bilinmektedir ve sürtüşmede ortadan kalkmıştır.

264- el- Mecmû´öa, metni aşağıda bulunan şu haber geçmektedir: "Zeyd b. Ali şöyle dedi: Çalışmak çiftçiden, tohum ise toprak sahibinden veya çiftçiden olmak üzere bir yıl veya daha fazla süre için toprağın kiraya verilmesi durumunda üçte bir veya dörtte bir oranında müzâraada bulunmak caizdir. Böyle bir sözleşme komple caizdir. Ancak top­rak sahibi çalışmanın bir bülümüne şart koşarsa bu uygulama fasid ve batıl sayılır."

Bu açıklama, İmam Zeyd´in görüşüdür. Yine bu görüş, Nebi (s.a.v)´in İmam AH b. Ebi Talib (r.a)´nin rivayet ettiği haberde verdiği ruhsatın içeriğini uygulama alanına koy­maktır. Dolayısıyla İmam Zeyd, müzâraanın üçte bir veya dörtte bir oranında caiz oldu­ğu gibi, bunun peşinden de yarım veya daha aşağı oranlarda caiz olacağını söylemiştir. Çünkü esası serbestliğe ve karşılıklı gönül rızasına dayalı her ittifak, her iki müttefiki de bağımlı kılan ittifaktır. Böylece İmam Zeyd, tohumların toprak sahibindan veya emek sahibinden olmasında ayrım gözetmedi. Bu duruma göre tohum toprak sahibine ait olursa ittifak tutarlı, ziraat de doğru olur. Eğer tohumun emek sahibine ait olması şeklin­de ittifak edilirse o durumda da müzâraa sahihtir. Bu açıklamanın gidişatından, emeğin gereği olan hususların toprak sahibine ait olamayacağı ortaya çıkmaktadır. Çünkü müzâraanın esası, birisinin toprakla, diğerinin de emekle önplana geçmesidir. Bu du­rumda emeğin toprak saahibine ait olması düşünülemez. Çünkü bu anlayışın varacağı yer, her iki bedeli de tek tarafın karşılaması şeklindedir. Bu durum haddizatında makul olmadığı gibi, aynı zamanda mübadelelerde İslam´a dayalı anlaşmaların esasının, karşı­lıklı hak ve ödevlerde dengeyi sağlama tarzındaki genel İslami ilkelerle de uyuşmamaktadır. Şüphesiz bu anlayış, müzâraanın mübahlığı ile ilgili olarak gelen haberlerin açık ifadesidir. Nitekim Nebi (s.a.v) toprağı, çalıştırmaları için kiraya vermiştir. Ravd en-Nadir sahibi bu konuda şunları söylüyor: " Zeyd b. Ali´nin "emek çiftçiden olduğu tak­dirde" ifadesi, işçi anlamındadır. Bu husus, müzâraanın cevazı konusundaki hadisin : "Hurmalıklarına bakmaları şartıyla Hayber´i hayberlilere verdim" ifadesinden çıkarılan diğer bir şarttır. Buna göre hadiste, mal sahibinin, emekle igili hiçbir şeyle bağımlı ol­madığı anlamı bulunduğu gibi, ayrıca hadis, emeğin gereği olan bütün araçların, emeği üstlenene ait olduğunu da belirtiyor. Çünkü emek ancak bunlarla tamamlanır. Bu görüş Müslim´in, daha önce geçen Hayberlilerin kendi mallarında çalışmaları tarzındaki riva­yetinin açık şeklidir.[55]

Buna göre, zeydiler´in nazarında nıuzâraa´nın dört şekli vardır. Bunların ikisi geçer­li, ikisi de geçersizdir.

a) Emeğin, çift süren hayvanın ve tohumun bir tarafa, toprağın da diğer tarafa ait ol­ması. Bu şekil, geçerli olanıdır.

b) Emeğin ve çift süren hayvanın bir tarafa, tohum ve toprağın da öteki tarafa ait ol­ması. Bu da geçerli olan diğer bir şekildir.

c) Emeğin bir tarafa, çift hayvanı ve tohumun da toprak sahibine ait olmasıdır. Bu şekil müzâraa geçersizdir. Çünkü çift hayvanı emeğin beraberindeki araçtır ve ona tabi­dir. Emeğin veya emeğin beraberindeki aracın toprak sahibine ait olması mümkün de­ğildir.

d) Tohumun çiftçiye, toprağı işlemenin de diğer tarafa ait olmasıdır ki, bunun geçer­sizliği zaten ortadadır.

265- İmam Zeyd (r.a), Nebi (s.a.v)´in ruhsat verişinde olduğu gibi müzâraanın ge­reklerinden olmayan her şartın geçersiz bir şart olduğuna açıklık getirmiştir. Buna gö­re çiftçi işleyeceği toprağın bir bölümünün kendisine ait olması şartını getirecek olsa bu şart geçersiz sayılır ve beraberinde müzâraa sözleşmesi de ortadan kalkar. Aynı şekilde Çiftçi belirli bir fazlalıkla kendisine imtiyaz tanınması şartını getirirse bu gibi şartların sürtüşmeye götüren şartlar olması nedeniyle geçersiz sayılır. İfadenin dış görünüşü, bu gibi şartların getirilmesiyle anlaşmanın temelinden geçersiz olacağı tarzındadır. Bunun nedeni, bu tür şartların sürtüşmeye götürmesi, ayrıca Nebi (s.a.v)´in ruhsat verdiği ala­nın dışına taşmasıdır. Nebi (s.a.v)´in emrinin hilafına cereyan eden her husus, onu ya­pana karşı bir cevaptır ve Sari böyle bir uygulamayı onaylamaz. [56]



5- Hibe Konusundaki Meseleler

a) Hibenin Miktarı



266- el- Mecmû´da hibeye özgü olarak gelen haberlerin bir bölümünü nakletmeden önce, gönlü mutmain kılmak için Zeydiyye fıkhından bir bölüm zikredelim. Çünkü İmam Mâlikten gelen, zevcenin hibe yapması konusundaki haber müstesna, dört mez­hep fakihleri bu hususta Zeydiyye fıkhı karşısında değişik bir durum sergilememişlerdir. Şu husus hibe meselesinin ana çıkış kaynağını teşkil eder:

Acaba malın tamamı hibe edilebilir mi, yoksa vasiyet konusunda olduğu gibi sadece üçte biri mi hibe edilebilir? Zira vasiyet, fukahanm icmaıyla malın sadece üçte biri da­hilinde caiz olabilir. Vasiyetin, bu üçte bir bölümü (aşan kısmı İse fakihlerin çoğunlu­ğuna göre varislerin uygun bulmalarına dayanır. Bazı alimler ise bu taşma durumunda vasiyetin geçersiz sayılacağını söylemişlerdir.

Bu konu üzerinde Zeydiyye fakihleri ve Al-i Beyt fakihleri ayrılığa düşmüşlerdir. Bir kısmı, hibeyi yapan kişinin aklı yerinde olup, ölüm komasına düşmek gibi bir hasta­lığı bulunmadığı sürece hibeye bir sınırlama geürilemiyeceğini söylemişlerdir. Bu gö­rüş, İmam Zeyd´den rivayet edilmiştir. Ayrıca İmam Malik´ten "kadının üçte birden da­ha fazlasıyla hibe yapması" konusunda rivayet edilen haberin dışında dört mezhep ima­mı da bu görüştedir. İmam Malik´ten yapılan rivayete göre böyle bir durum ancak ko­canın izni ile caiz olabilir. İmam Hadi ile´l-Hakk´in da içinde bulunduğu Zeydiyye´den başka bir gurup ise hibe yapanın ve hibe edilen malın durumu ne olursa olsun, hibe­nin sadece üçte bir dahilinde olabileceğini söylemişlerdir.

267-Birinci görüşle ilgili olarak birçok deliller ileri sürüldü:

a) Malda esas olan, malikinin rızası ve gönlünün hoşnutluğudur. Mal sahibi malın­da serbesttir; dilediği şekilde tasarrufta bulunabilir. Mülkiyetin semerelerinden birisi budur. Nitekim Nebi (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

" Müslüman bir kişinin malı, başkasına ancak gönlünün hoşnutluğuyla helal olur." Böylece Nebi (s.a.v), başkasına bağışta bulunmada gönlün hoşnutluğu ve gönlün hoşlandığı yere verilmesi esasım getirmiştir. Şüphesiz mülkiyet kesinlik kazanmıştır. Hibe edenin gönlüde malının tamamını hibe etmekle hoşnutluk duyuyorsa hibe uygula­ma alanına konabilir. Zira getirilen esas yerini bulmuş ve ana ilke gerçekleşmiştir.

b) Nebi (s.a.v) malın tamamının cihad yolunda sadaka olarak verilmesini caiz gör­müştür. Sadaka ise hibenin bir bölümüdür. Nitekim Ömer b. Hattab´dan şöye dediği ri­vayet edilmiştir:" Rasulullah (s.a.v) bize sadaka vermekle emretti. Bu emir, yanımdaki mala denk geldi. Dedim ki, eğer Ebubekir´i geçeceksem, bu gün geçerim. Hemen malı­mın yarısını getirdim. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

-Ailenin geçimi için ne bıraktın ? Dedim ki:

- Bir o kadarım. Hz. Ebubekir, yanında bulunan malın tamamını getirdi. Rasulul­lah (s.a.v):

Ailenin geçimi için ne bıraktın ? Ebu Bekir şöyle dedi:

Onlara Allah ve Raşulünü bıraktım."

Şühbesiz bu hadis, hibenin üçte bir ile sınırlanmadan caiz olduğu konusunda sa­rihtir.

c) Mal sahibi konusunda aslolan, mülk sahibinin tasarruftan menedildiği kesinlik kazanan bölümün dışında serbestçe tasarrufta bulunabilmesidir. Malın tamamının veya yansının veya daha çoğunun veya azının hibeden menedildiği durumu kesinlik ka­zanmamıştır.

Ayrıca hibeyi vasiyet gibi kabul etmek de doğru olmaz. Zira malın üçte birinden fazlasıyla vasiyette bulunmak, ölüm sonrası hayata eklenmiş bir tasarruftur. Vasiyet esnasında üçte bir oranına tecavüz etme durumu varislerin hakkının üzerine çıkar. Ayn-ca bu noktada miras ayetleri ile çelişki meydene gelir. Dolayısiyle bu durumda varisle­rin iznini almak zorunluluğu vardır. Bu deliller, fukahanın cumhuru ile, aynı görüşü paylaşan bir kısım Zeydilerin hüccetleridir. Hâdî´nin el-Ahkâm adlı kitabında belirttiği gibi Zeyd´in de aynı görüşte olduğu rivayet edilir.

268- el-Hadi´nin önderliğini yaptığı ikinci görüşün hücceti ise, el-Münîehab adlı eserinde belirttiği gibi şu esaslara dayanır:

a) Ölçüsüz dağıtmaktan sakındırmak. Bu ilke, gerek Kur´an-ı Kerim, gerekse Nebe­vi Sünnette kesinlik kazanan temel bir ilkedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkım ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira, böylesine saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karsı çok nankördür. Eğer, Rabbinden umduğun bir rızkı beklemek durumunda olduğun İçin on­lara bakamıyorsun, hiç olmazsa, kendlerine gönül alıcı bir söz söyle, eli sıkı olma; büs­bütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker kalırsın." (İsrâ 26-29)

Bu yüce nassın, hem miskine ve hem de yolda kalmışlara yapılacak yardımı sınır­landırılmış bir ölçüyle tahdid ettiğini görüyouz. O sınırlama da, hesapsız harcama yap­mam aktır.

Nitekim Ebu Hureyre, Nebi (s.a.v)´in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Önce kendi nefsinden başla ve ona harcamada bulun. Eğer bir şey artarsa ailene, ailenden de birşey artarsa yakın akrabana tasadduk et. Bu şekilde..." Yani malını dilediğin kişilere tasad-duk etme hakkın vardır.

Cabir b. Abdullah şöyle demiştir: " Biz Rasulullah (s.a.v)´in yanında bulunuyorduk. Bir adam yumurta büyüklüğünde bir altın getirdi. Dedi ki ya Rasulullah, yerin altından bunu buldum. Bunu sadaka olarak al. Bundan başka mâlik olduğum bir şey yok. Adam bu sözü defalarca tekrar ettiği halde Nebi (s.a.v) ona ilgi göstermedi. Sonra Aleyhisselâm, onu aldı ve adama doğru fırlattı. Eğer altın adama değseydi onu haklardı ve Aleyhisselâm şöyle buyurdu:" Sizden biriniz elindeki malını getiriyor ve bu sadaka­dır, diyor. Sonra da oturuyor insanlara el-avuç açıyor. Sadakanın en hayırlısı, zenginin sırtından gelendir."

Şüphesiz bu nasslar ana çizgileri ile, hiçbir insanın, malının tamamanı hibe etmesi veya sadaka olarak vermesinin helal olmadığını gösteriyor. Fakat vereceği sadakanın en üst limiti nedir ? Nebi (s.a.v)´in, hiçbir işi açıklamasız birakmadığmı söylerler. Nitekim Ebû Dâvud, Ka"b b. Mâiik´in şöyle söylediğini rivayet eder: Rasulullah´a:

-Ya Rasulullah, benim Allah´a tevbe edişim, malımın tamamını Aliah ve Rasulünün rızası için sadaka olarak dağıtmama imkan verir mi ?

-Hayır.

-Yansını ?

-Üçte birini ?

-Evet, buyurdu.

Bu hadis, sahibi bulunduğu malın üçte birinden fazlasını hibe etmenin caiz olmadı­ğının nassmı teşkil etmektedir.

b) Şer´î tasarruflarda aslolan, kânun koyucu´nun emrinden mesaj beklemesidir. İnsan ne zaman bir mala sahip olursa, harcamalarında Şâri´İn emirleriyle sınırlı duruma girer. Nitekim Nebi (s.a.v), malın üçte birinden fazlasiya tasadduk etmekten sakmdırmıştır. Çünkü böyle bir tasarruf yasaklandığı için, daha fazlasıyla tasaddukta bulunmak geçer­siz olur. Böyle bir yasaklama da, usûl alimlerinin çoğunluğuna göre geçersiz sayılmayı gerektirir.

c) İcma, üçte birden daha fazlasıyla vasiyyetin, ancak varislerin uygun görmeleri durumunda uygulamaya konulacağım kararlaştırmıştır. Çünkü Nebi (s.a.v)´İn, üçte bir­den daha fazlasıyla vasiyet edilmesini normal bulmadığını belirten Sa´d b. Ebî Vakkâs´ hadisi vardır. Bu hadiste şöyle buyuruyor: "Üçte bir de çoktur."

d) Adaklara kıyas edilmesi. Zeydiyye´ye göre malın üçte birden fazlasında adak caiz değildir.

269- Birinci görüşün taraftarları getirilen bu delilleri, hesapsız harcama yapmanın veya cimriliğin ölçüsünün sadece miktar olmayıp, aynı zamanda harcamanın yapıldığı yerin de sözkonusu olacağını belirterek reddetmişlerdir. Bu anîamda, İbn Abbas´ın şöyle dediği rivayet edilir:

"İyilik yolunda harcanan bin dirhemde hiçbir israf bulunmaz; fakat iyilik ölçüleri dı­şında harcanan bir dirhem israftır." Öyleyse harcama yapılan yerin iyilik değerlerini taşıması durumunda, böyle bir infak, yasaklanmış olan israfın kapsamı içerisine girmez.

Allah Teala´nm : " Ölçüsüzce harcama yapanlar, şüphesiz şeytanların dostlarıdırlar." (İsra 27) ayetinde kötülenmiş olan, o harcamaların iyilik değerlerini taşımaması duru­mundadır. Şüphesiz onların şeytana kardeş olmaları, harcamalarının iyilik değerleri de­ğil, kötülük değerleri uğrunda olmasıdır. O halde bütün varlığını Allah yolunda tasad­duk eden kişi nasıl şeytana dost olabilir? O zaman tasarrufu, amaçladığının hilafına ger­çekleşmiş olur. Lakin böyle bir kimsenin şeytana dost olması mümkün değildir. Kışku-suz sözkonusu nassın içeriğinde harcamanın yoksullara ne ölçüde yapılacağının belir­lenmesi bulunmaktadır ve nass sadece iyilik değeri ile ölçüsüz davranma arasında bir karşılaştırma yapmak için gelmiştir.

Üçte bir ile sınırlama konusunda yasaklama getiren hadisler ölüm hastalığı anında tasarrufta bulunmakla ilgili olarak gelmişlerdir. Nitekim "zenginin sırtından gelen sada­ka" hadisi üçte bir ile sınırlama anlamı ifade etmemekte, aksine kişinin gerek kendisine ve gerekse ailesine yetecek şeyleri normal ölçüler içerisinde geri bırakmasının zorun­luluğu anlamını taşımaktadır. Şüphesiz halk gaflet içerisinde olmadığı sürece, uğrunda dinleri için herşeylerini feda ettikleri cihad halinde olmaları hariç, aynı şekilde davranır. Nitekim Ebubekir Sıddık´m yaptığı gibi. Ancak onun, bu cihad hali dışında bütün malı­nı ortaya serdiği kendisinden rivayet edilmemiştir. Bu olay ise Muhammed b. Abdul­lah´ın (Salatın ve selamın en mükemmeli onun üzerine olsun) takdirle karşıladığı Ömek bir davranıştır.

Anında uygulamaya konulan tasadduk yahut gene anında icra edilen hibe, vasiyete veya şarta bağlı adağa kryaslanamaz. Çünkü anında uygulamaya koyma işi, şarta bağla­maya ve başka bir hususa izafe etmeye aykırıdır. Şarta bağlama olayında kişi işinin so­nucundan hiçbir şey bilemez. Ayrıca vasiyette de mirası girift duruma sokan bir yön vardır. Sadaka ve hibe olayında sınır getirilmesi, Rasulullah (s.a.v)´in muharebesini en­gelleme amacına yönelik olurdu.[57]



b) Hibede Malı Elinde Bulundurma


270- Hibenin miktarı konusunda zikrettiklerimiz, İslam fıkhı içerisinde hibeyi üçte bir ile sınırlandırmaktan ibaret olan çok nazik bir görüşü kapsamaktadır. Sadaka da aynı şekildedir. Biz bu görüşün ele alınışını, üzerine oturduğu esas temayı ve aynca etrafında cereyan eden münakaşaları açıkladık. Şimdi de, genel yapısı içerisinde İmam Zeyd´in dört mezhebin değişmez temel kurallarıyla uyum sağladığı konuya geçiyoruz. Bu konu, Ah´ (k.v)´nin hadisine dayanmaktadır.

el-Mecmü´ûa şöyle geçmektedir: "Bana Zeyd b. Ali, ona babası, ona da dedesi, ona da Ali Aleyhisselâm anlattı ve dedi ki: Hibe ve sadaka ancak sözkonusu malın taksim edilmiş ve ele geçmiş olması durumunda caiz olabilir. Ancak kişinin kendisine zorunlu saydığı sadaka bu kapsamın dışındadır. Nasıl ki kişi kendi nefsi için zorunlu olarak ayırmışsa, aynı sadakayı Allah için halis bir niyetle vermesi icabeder."

Zeydiyye, bu nassın içerisindeki "taksim edilmiş" ifadesine nisbette bulunarak tar­tışma açmıştır. Nitekim başka bir tarikte "maksümeten" ifadesi yerine "ma´lümeten"deyimi kullanılarak rivayet edilmiştir. Şüphesiz bu rivayet, Hz. Ali´den, hükme nisbet edilerek yapılan rivayetle uyum sağlayan bir rivayettir. Hz. Ail´den hükme nis-bet edilerek yapılan rivayet de, taksim edilmiş olmanın şart teşkil etmediği tarzındadır. Dolayısiyle böyle bir değişikliğin, kitabı kaleme alanlar tarafından yanlış yazıldığı için meydana geldiği söylenir.

Fakat ben, taksim edilmeyi şart koşmanın, mah elde bulundurmayı şart koşmakla açıkça uyum sağladığı görüşündeyim. Ayrıca bu olay İmam Zeyd (r.a)´ın görüşüyle de uyum sağlıyor. Buna göre İmam Zeyd taksimi yapılmamış ortak malın ele geçirilmesi­nin şart olduğu , aynı zamanda böyle bir malın hibe edilebilmesi için taksim edilmesi­nin şart olduğu görüşündedir. Bu duruma göre taksimi yapılmamış müşterek malın hibe edilmesi, ancak ele geçirilmesi (kabz) ile tamamlanmış sayılabilir. Bu durum, müşterek malın taksim edilebilir cinsten olması halindedir. Ancak taksim edilemeyen türden bir malın hibesi, İmam Zeyd´e göre sahih olmaz.

Ebû Hanife, taksim edilemeyen taşınmaz malın hibesinin, ancak oraya yerleşmek suretiyle de tamamlanacağını söylemiştir. Zira bu durum, kendisine nisbetle malı ele geçirmenin en uç noktasını teşkil eder. Ancak hibe edilen malın taksim edilebilir tür­den olması durumunda hibe ancak malın bölünmesiyle de tamamlanır. Zira yerleşilebi-lir olduğu sürece, istenilen mükemmel şekilde elde etme olayı meydana gelmiştir. Bö­lünebilir türden olup da bölünmesi mümkün olursa, böylece mükemmel şekilde elde etme olayı (kabz-* kâmil) meydana gelmiş olur. Bir kısım Zeydüerle İmam Şafii ve İmam Malik hibenin tamamlanabilmesi için, alış-verişteki gibi kabzın şart olmadığını söylemişlerdir. Buna göre mal ister taksimi yapılmasa bile yine de muşâ´ın (taksimi mümkün olmayan malm) hibesi caizdir.

271- Buna göre, fakihler arasındaki farklı düşünceler öncelikle kabz ilkesine dayan­maktadır. Taksim olayındaki düşünce farklılıkları ise kabz ilkesindeki ihtilafa tabidir.

Böylece İmam Zeyd, İmam Bakır, İmam Sadık ve Nebi sülalesinden büyük bir gurup, bu kabz (malı elde bulundurma) gerçeğinin hibenin tamamlanmasında şart oldu­ğu görüşündedirler. Hatta hibeyi yapan veya kendisine hibe yapılan kişi maîı bizzat ele geçirme olayı (kabz ) gerçekleşmeden ölürse, hibe geçersiz olur ve hiç yapılmamış kabul edilir. Bu görüş, Ebû Hanife ve ashabının, ayrıca Ebubekir ve Ömer (r.a)´m da aralarında bulunduğu ileri gelen sahabilerin oluşturduğu büyük bir gurubun görüşüdür. Nitekim Ömer b. Hattab (r.a) bu konuda : "Şu adamlara ne oluyor ki, çocuklarına bağışta bulunuyorlar da, sonra o malı sımsıkı tutuyorlar. Onlardan birisinin çocuğu ölse der ki, "malım benim tasarrufumdadır; onu kimseye vermedim."

Adam kendisi öleceği zaman da der ki:

"O malı ben o oğluma vermiştim." Her kim bir mal bağışlar da bağışladığı mal, ba­ğışlanan kişinin elinde olacağı şekilde teslim etmez de ölürse hibe sözü geçersiz sayılır ve mal varisine kalır. Yine Hz. Ömer şöyle dedi: "Bağış yapmak, yapılanın eline geçme­diği sürece mirastır."

Şüphesiz bu görüş, sadaka anlamında olan hibeyi umûmileştirmektedir. Hibe, iyilik­te bulunmak veya ödüllendirmek içindir. Lâkin bu görüş, Hz. Ali (r.a)´den rivayet olu­nan habere ters düşer. Zira Hz. Ali sadakayı bu kapsamın dışına çıkarmıştır. Zira sada­ka, taksim veya kabz olayı gerçekleşmeden, de tamamlanmış olur. Sadakanın bu şekilde tahric edilmesi gayet açıktır. Çünkü sadaka adak demektir. Adağı yerine getirmek zo­runludur. Zira sadaka ile kendini yükümlü tutmanın, hemen yerine getirilmesi, Nebi (s.a.v´in şu buyruğu gereğince vacibdir: "Her kim ki Allah´a itaat anlamı taşıyan bir şeyi yerine getirmeyi adak yaparsa, o itaati hemen yerine getirsin. Ama kim de Allah´a isyan anlamı taşıyan bir şeyi adak yaparsa, o günahı işlemesin."

İkinci görüş ise, hibenin herhangi bir kabz olayına muhtaç olmadığı şeklindedir. Bu görüşü bir kısım zeydiler, İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed paylaşmaktadırlar. Ayrıca bu görüş Ali (r.a)´den naklen verilmiş rivayettir ve İbn Mes´ud ´un da görüşüdür. Nitekim Cem´uî- Cevami´ adlı eserde, Hz. Ali ve İbn Mes´ud´un, kabz olayı gerçekleş-mese dahi sadakanın sadaka sayılacağını caiz gördükleri haberi geçmektedir. Şüphesiz bu haber, Hz. Ali´nin bütün hibe türlerindeki görüşünün aynı şekilde olduğunu göster­mez. Zira el-Mecmû´un ifadesi, sadakanın bu kapsamın dışında bırakıldığını ifade et­mektedir. Bunun akla yatkın yönü bulunduğunu biz de belirtmiştik. Çünkü sadaka Allah Teala içindir. Oysa Allah Teala mah bizzat kabzetmez. Bilakis herşey onun egemenliği altındadır. Ayrıca Allah Teala´nm seçilmiş bir vekili düşünülemez ki kabz işini o üstlen­sin.

Bu bağlamda, Hz. Ali (r.a)´ye nisbet edilerek onun görüşlerinin tamamının el-Mecmûûz yansıtılmadığı tarzındaki bizce de uygun karşılanan husus, Hz. Ali´nin dü­şünce sistemiyle paralellik arzetmektedir. Ayrıca diğer rivayetlerle el-Mecmu daki riva­yetlerin arasını birleştirmeye imkan tanımayacak derecede büyük bir çelişki de bulun1 mamaktadır. Bilakis diğer rivayetler, el-Mecmû´da rivayet edilenlerle uyuşmaktadır. [58]



c) Yapılan Hibeden Geri Dönmek


272- el -Mecmû´ûa şöyle geçmektedir: "Bana Zeyd b. Ali, ona babası önada dedesi ona da Ali (r.a) anlattı ve dedi ki: "Her kim bir hibede bulunursa, hibenin gereğince mü-küfaatlandırma olmadığı sürece geri dönme hakkı vardır. Allah rızası için yapılan her hibe yahut sadakadan, hibe sahibinin geri dönme hakkı yoktur."[59]

Nitekim Ali (r.a)´dan, yukarıdaki rivayete yakınlık arzeden diğer bir nass rivayet edilmiştir. Ancak bu rivayette ilaveler vardır. Buna göre, Ali (r.a)´nin şöyle söylediği ri­vayet edilir: "Her kim bir hibe yapar da, bu hibesi ite Allah´ın rızası ile ahiret yurdunu veya sıla-i rahmi murad ederse böyle bir hibeden geri dönüş yoktur. Fakat her kim de bir hibe yapar da o hibesiyle dünyevi bir karşılık dilerse onun için sadece bu karşılık vardır."

Bu son paragraf, Ebu Hureyre´nin Nebi (s.a.v)´den şöyle buyurduğunu naklettiği ri­vayetle uyum sağlamaktadır: "Kişi hibesinden sevap kazanmayı dilemediği sürece o hi­besine daha layıktır.? Bütün bu kaynak haberler biribirleri ile çelişki değil, uyumluluk arzetmektedir. Bu haberler, hibenin iki kısma ayrıldığını gösterir:

a) Kendisi ile, Allah´ın rızası murad edilen hibedir. Sadaka ile, sıla-i rahim kastedi­len bağış bu cümledendir. Böyle bir hibeden geri dönüş caiz olmaz. Ardarda gelen kay­nak haberler, bu hususu desteklemekte ve açıklık kazandırmaktadır. Bu hibeden geri dö-nülmemesinin nedeni, Allah Sübhanehû ve Teala´nın, yerine getirilmesi ile vadetmiş ol­duğu sevaptır. Bu, içerisinde hem dünyevi karşılık, hem de sevap olan bir hibedir. Allah Teala´nın sevapla ödüllendirmesinden sonra sevap verecek hiçbir kimse yoktur. Allah çok büyük ve çok yücedir.

b) İkinci kısım da, yukarıdaki tarzda olmayan hibedir. Zeydilere, hanefilere ve di­ğerlerine göre bu tür hibeden geri dönmek caizdir. Bir kısım fakihler ise, aşağıdaki hadi­se dayanarak, hibeden dönüşü mutlak anlamda menederler: "Hibesinden dönen kişi, is­tifra edip istifrasını tekrar yalayan köpek gibidir." Bu hadisi Buhari Sahih´ inde, İmam Malik´deM«va/ta´ında rivayet etmişlerdir.

273- İmam Zeyd (r.a) mahrem sayılan akrabalara yapılan hibenin, Allah Teala´nın rızası için yapılan hibe türünden olduğunu açıkça belirtmiştir. Bu açık ifade, dedesi Ali (r.a)´den yaptığı rivayetin yorumudur. Nitekim el -Mecmû´da şöyle geçmektedir: "Zeyd b. Ali Aleyhisselam, Allah rızası için yapılan hibelerden birisinin de mahrem sayılan ak­rabalara yapılan hibe olduğunu söyledi."[60]

Şüphesiz bu haber, Nebi (s.a.v)´den rivayet edilen haberlerle uyum sağlam aktadır. Zira Nebi (s.a.v)´den, şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hibenin, mahrem sayılan ya­kın akrabaya yapılması durumunda bu hibeden geri dönüş olmaz."

İmam Zeyd (r.a) mahrem sayılan her yakın akrabaya yapılan bu hibeden, kendileri­ne hibe edilen şeyi geri çevirmelerinin helal olmayacağı anlamını çıkarmıştır. Zira onla­ra yapılan hibe Allah rızası içindir. Daha doğrusu o hibe, Allah Sübhanehü´nun, sıla-i ra­himlerin yapılmasından murad ettiği şeye icabet etmektir. Ve yine böyle bir geri dönüş gönülde ızdırap doğurur. Bu yüzden akraba bağlarında kopmalar meydana gelir. Bu ise, alimlerin ittifakı ile yasaklanmış bir durumdur.

Öyleyse bu mesele üzerindeki bir kısım tartışmalara açıkça değinmek zorundayız. Şunları söyleyebiliriz: Bir kısım alimler, hibeden geri dönüşü menetmişlerdir. Bunlar arasında İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed bulunmaktadır. Buna daha Önce işa­ret ettik. Bu kapsamdan, sadece kişinin oğluna yaptığı hibeyi istisna kılmışlardır. Bu ko­nuda İmam Ahmed´in ve sünen sahipherinin Nebi (s.a.v)´den yaptıkları şöyle bir rivayet vardır: " Babanın çocuğuna yaptığı hibe dışında, hiçbir adamın bir bağış veya hibe ya­pıp da ondan dönüş yapması helal olmaz." Nitekim bu imamlar hibe konusunda nef­yettikleri veya isbatladıkları şeyleri yukarıdaki hadise dayandırmışlardır. Bir çok Zeydîler, babalara verilen ruhsata nisbet ederek bu imamlarla aynı görüştedirler. Bir kı­sım alimler ise, bu ruhsatın anneye verildiğini söylemişlerdir. Biz de, babayı böyle bir ruhsata özgü kılacak ayırıcı bir özellik hakkında baba İle anna arasında fark göremiyo­ruz.

274- Buraya kadar bahsettiklerimiz, hibeden geri dönüşü benimsemeyenlerin görü­şüdür. Hibeden geri dönüşü caiz görenler ise bu konuda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Buna göre hanefiler, aşağıdaki sekiz engelden birisinin bulunması dışında hibeden geri dönüşün caiz olduğunu söylemişlerdir. O engeller şunlardır:

a) Hibenin sadaka anlamında olması,

b) Mahrem sayılan yakın akrabaya verilmesi,

c) Hibe edilen malın helak olması,

d) Hibe edilen malın, hibe edilenin mülkiyetinden çıkması,

e) Hibeye karşılık bir ivaz verilmesi,

f) Hibe edilen mala, ayırmayı mümkün kılmayacak bir ziyadenin yapılması,

g) Hibe sözleşmesinde iki tarafı teşkil eden hibe edenden veya hibe edilenden birisi­nin ölümü,

h) Hibenin, kan-kocadan birisinin diğerine yaptığı hibe şeklinde olması.

Bir kısım Zeydîler, yukarıdaki görüşü aynen benimsemişlerdir. Bu görüşlerin, İmam Zeyd´in mezhebi ile uyum sağladığı açıkça ortaya çıkıyor. Fakat İmam Zeyd´in açıkla­masında hibe edilen malın helak olması durumu mevcut olmadığı gibi, kan-kocadan bi­risinin diğerine hibe etmesi maddesi de bulunmamaktadır. Her ne kadar İmam Zeyd´e nisbet edilerek ortaya çıkan mana, bu malın helak olması durumunda geri dönüş konu­sunun, ortadan kalktığı tarzında ise de. Mala bitişen ve ayrılması mümkün olmayan bir ziyade konusu da bunun gibidir.

Nitekim İmam el-Hadi de kadının kocasına mihrini hibe etmesinin bağlayıcılık teş­kil ettiğini söylemiştir. Mahrem tabakayı takib eden amca oğlu ve dayı oğlu gibi tabaka­nın yaptığı hibe de bunun gibidir; hibeden geri dönüşü engeller. Zira aralarında yakın akrabalık bağı ve sıla-i rahimde bulunma gerekliliği vardır.

Bir kısım alimlar de, kadının mihrini kocasına hibe etmesi durumundan geri dönme­sinin caiz olduğunu söylerler. Çünkü Allah Teala´nm şu buyruğu vardır:

"Eğer gönül hosluğuyla o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da afiyetle ye-yin." (Nisa 4)

Nitekim Kadı Şurayh, kadına bu hakkı tanımaktaydı: Bir kadın, kocasından mihrini istedi. Kocası, kadının bu mihri kendisine bağışladığını söyledi. Bunun üzerine Şurayh yukarıdaki ayeti okudu ve "eğer üzerine kadının bu işten gönlü hoş olsaydı, istemezdi" dedi. Ömer (r.a) kadının hibe ettiği mihrinden geri dönmesini, böyle bir olayın nefrete sebep olacağı korkusuyla caiz görüyordu.

275- Hibe konusunda sergilenen bu görüşler, Zeydiyye mezhebi ile büyük İslam beldeleri fakihleri cumhurunun birliktelik arzettiği ortaya çıkıyor. Bu hususlarda İmam Zeyd, büyük beldelerin fakihlerinden farklı düşünmemiştir. Nitekim, Zeydiyye mezhebi müctehidlerinin bir kısmının, malın üçte birinden fazlasıyle hibe yapmanın caiz olmadı­ğını söylediklerini söylemiştik. Bu durum, İmam Maük´in, kadının yaptığı hibe konu­sundaki sözlerini istisna edecek olursak, büyük belde fakihlerinden hiçbirisinin farklı bir şey söylemediği husustur. İmam Malik´e göre böyle bir hibe olayı, kocasının onayı ol­madan üçte birden fazlasında uygulanamaz. Diğer imamların görüşleri arasında, böyle bir görüşü destekleyen veya uyum gösteren bir şey bulunmamaktadır.[61]



6- El- Mecmu Konusunda Sonsöz


276- Bu çalışmalarımız, el~ Mecmuan çeşitli konularındaki değişik örneklerle ilgili araştırmalardır. Biz, başlı başına fıkhi bir şerh ortaya koymayı amaçlamadık. Eğer kas-dımız bu olsaydı, tek bir konuyu ele alır, o konu hakkında serdedilen görüşleri ayrıntıla­rıyla verirdik. Sonra da onunla büyük belde fakihleri ve İmamiyye mezhebi ile kaynak haberlere dayalı, kitap haline getirilmiş, araştırması yapılmış, derinlemesine araştırmala­rın ve derslerin arındırmış olduğu fıkhi görüşleri bulunan diğerleri arasında karşılaştır­malı etütler yapardık. Lakin biz, değişik konulardan alınmış bu örneklerle, aşağıdaki dört durumun açıklığa kavuşmasını amaçladık:

1- Okuyucuya, bizimle birlikte bu kitabın atmosferi içerisinde yaşama imkanı ver­memiz. Bu da, onun içerisinde mekiJc dokumamızla metodunu yakından tanımamızla, onun açtığı bayrak altında Zeydiyye mezhebi fakihlerinin ihtilaf ettiği konuları, kitabın içinde geçen çelişik veya çelişik olmayanların arasındaki ayrıntıları öğrenmemizle mümkün olur. Her ne kadar hepsi aynı kaynaktan b´eslense de, aynca hepsinin de ana il­keleri aynı olsa dahi şüphesiz renkleri çeşit çeşit olan meyveleri bu stil üzere toplamak, okuyucuya böyle bir fıkıh sisteminin lezzetini tattırır ve islam´ın gerek genel, gerekse özel aglamdaki fıkhına yakınlık ölçüsünü tanıtır. Böylece, sözkonusu kitap hakkında de-Hlsiz suçlamada bulunmanın, arkasından hiçbir şey bina etmeksizin bir yıkım olduğu anlaşılır. Böyle bir suçlamada bulunan kimsenin benzeri, edebi ve tarihi birikimleri bir araya getirip, onları yerle bir eden. yahut hiçbir sebebe dayanmaksızın etrafında şüphe fırtınaları koparan ve buna da bilimsel metot adını veren kimseler gibidir. Böyle bir ça­lışmada ilmi metodların zerresi yoktur. Zira alimlerin kabullenerek benimsedikleri me-todlar, karşıt bir delil ortaya konulmadıkça mutlak bir güven mertebesi elde eder. Yahut en azından çağımizdaki kanun adamlarının yorumu, isbat yükünün, suçlamada buluna­nın üzerinde olduğu şeklindedir. Eğer kesinlik ifade eden bir delille isbatlayamazsa, mi­ras olarak elde ettiğimiz bilimsel birikimleri yalanlamış olur. Dolayısiyle böyle bir kim­seye, "mu´teriz duvarın yamacı gibidir" darb-ı meseli getirilir. O kimsenin alevlendirdiği şüphe, sadece gözleri yanıltan toz durumundadır. Gerçekleri olduğu gibi göstermemek için gözlere eziyet eder.

2- Biz, seçimini yaptığımız veya el-Mecmıı´dan bölüm bölüm aldığımız bu çeşitli örneklerle, Zeydiyye mezhebinin diğer dört mezheb imamının fıkıh anlayışlarıyla, ayn­ca bu mezhebin mantığının öteki dört mezhebin mantığıyla yakınlık arzettiğini açıklığa kavuşturuyoruz. Seçimini yaptığımız bu meselelerin tamamı, eğer üçte biri aşmamak tarzındaki hibe meselesini hariç tutacak olursak, fikir ayrılığına düşmeden, genel olarak dört mezhep imamının görüşleriyle bağdaşmaktadır. Az bir bölümü muhalefet etse bile, bu meselelerin diğer bölümü uyum sağlamaktadır. Bu durum, şüphesiz ki bize bu fikir­lerin doğduğu kaynağın tek bir kaynak olduğunu gösteriyor. O kaynak da, Allah´ın kita­bı, Rasulü´nün Sünneti, o kitap ve sünneti görüntüleyen ve gözler önüne seren sahabenin sözleridir. Bu eşsiz imam ve kendisinden sonra o imamın metodunu benimseyenler, İs­lam alimlerinin çoğunluğunun metodunudan ayrılmamışlardır. Evet, bu kitap rivayet ko­nusunda Ali (r.a)´nin tarikine ve görüşlerine sımsıkı tutunmuş, İmam Zeyd´de daha son­raları içtihatta bulunmuştur. Ancak İmam Ali´nin görüşlerinin bizzat kendisi, onun için seçilmiş görüşler değildi. Çünkü o, kendi düşüncelerinde masumdu. Hatta O´nun, bilim­sel bir makamı vardı. Ve yine onun ilmi, bütün Ehli Beyt ekolü içerisine yayılmış ışık­tı. Ehli Beyt´in tamamı o nurdan bir parça alıntı yapmıştı. İşte bu kitap, İmam Zeyd´in ve küçükten büyüğe uzanan atalarının ders biçiminde aldıkları bu ekolün görüşlerini bi­ze kadar naklediyor. Allah onların hepsinden razı olsun. Her ne kadar Zeydiler Hz. Ali´ye tanıdıkları bu masumiyetten sonra da masumiyetin devam ettiği iddiasında bulun-muşlarsa da, bu husus İmam Zeyd tarafından tanınmamıştır.

3- Bu kitap, Zeyd´in fıkıh anlayışını hem rivayet ve hem de dirayet açısından kapsa­maktadır. Bu kitapta, İmam Zeyd´in içtihat anlayışının üzerine bina edildiği fıkıh sistemi bulunduğu gibi, uygulama alanındaki içtihad anlayışı da mevcuttur. Ayrıca bizim seçti­ğimiz örnekler de vardır. İşte o fıkıh sistemi içinde böylesi açık ve net görüntüler bulu­nur. Yine o fıkıh sistemi içerisinde Hz. Ali´den rivayet edilen haberler vardır ki, biz o haberleri Ali Beyt tariki dışından Ali (r.a)´den rivayet edilenlerle uyum içinde bulduk. Sonra o sistemin kapsamında, sahabe ile uyum sağlayan hususlar olduğu gibi, onlarla fi­kir ayrılığına düşen haberler de vardır. Bu örneklerde biz, o rivayetleri çeşitli kanşılaş-tırmalarla araştırdık. Bu karşılaştırmalarda, Hz. Ali´den yapılan rivayetlerle uyum içeri­sinde olanların yanında, bazan ondan rivayet edilenlerle ayrı düşenleri de bulduk. Niha­yet bu tür ayrı düşmelerin aynısının, cumhur nezdinde çok iyi tanınan sahih sünnet ki­taplarında da bulunduğu tesbit edilmiştir. Bütün bunlar. Ebu Halid´in benimsediği ve na­kilde bulunduğu malumatın doğruluğu ile sıcak ilgi kurar ve hatta onu te´kid eder. O hil-güei,el-Mecmu´a destek veren, rivayetinin doğruluğunu isbatlayan ve tekdüze bir şekil­de gelen belgelerdir.

4- Yine biz, el-Mecmu´âakilerle birlikte onun sarihlerinin sözlerini de naklettik. Bu sarihlerin sözleri arasında, Zeydiyye fıkhındaki içtihadlara açıklık getiren taraftarlarının görüşleri de vardır. Bu taraftarlar arasında, metodundan ayttlmasalar bile İmam Zeyd´in şahsına karşı çıkanlar olduğu gibi, onunla uyum içerisinde bulunanlar da vardır. Ayrıca ileride de açıklama yapacağımaz gibi, bu mezhebin içtihad kapısını açık bulundurduğu­nu da naklettik. Böylece bu mezhep, içerisinde fıkhın çeşitli renklerinin bulunduğu zen­gin bir bahçe durumuna geldi. Zeydiyye mezhebi, kapıyı sımsıkı kapatmadı ve hiçbirin­den uzaklaşmadan, bütün İslam mezheplerinden seçmeler yapma kapısını açık bıraktı. Şüphesiz el-Mecmu´ün sarihleri de Küîüb-ü Sine ve diğerlerinden ibaret olan sahih ha­dis kitaplarında geçenleri yalanlamamışlar, bilakis istinbatlarında onları dayanak seç­mişler ve onlardan nakilde bulunmuşlar, aldıklarını karşılaştırma yapmak, araştırma ve etüt etmek suretiyle süzgeçten geçirmişlerdir. Şimdi de bu mezhebin benimsediği temel ilkelere yöneliyoruz. [62]



[53] el-Mecmu. 3/350.

[54] Ravd en-Nadir, 3/356

[55] Ravd en-Nadir, 3/360.

[56] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 282-287.

[57] Bu görüşleri ve öteki delilleri Özetledik, açıkladık, yönlendirdik ve üzerine ilaveler yaptık. Bütün bunlar Ravd en-Nadir den alınınştir. 3/388 ve devamı.

Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 288-291.

[58] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 291-293.

[59] el-Mecmu, 3/384.

[60] A.g.e. 387

[61] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 293-296.

[62] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 296-298.