- İmam Zeyd in fıkıh anlayışı 4

Adsense kodları


İmam Zeyd in fıkıh anlayışı 4

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Wed 15 September 2010, 05:24 pm GMT +0200
İmam Zeyd in fıkıh anlayışı 4

Satışlarda Karaborsacılık


249- Şimdi satışlardaki hıyaneti bir yana bırakıp, satışlarda diğer bir temel mesele olan karaborsacılık konusuna geçelim. d-Mecmu´da şöyle geçer: "Bana Zeyd b. Ali, ona babası, ona da dedesi Ali aleyhimüsselam anlattı ve dedi ki: Geçimini temine çalı­şan kişi rızkını almıştır. Karaborsacı ise isyankardır ve lanetlenmiştir. Zeyd b. Ali de buğday, arpa ve hurmanın dışında karaborsacılığın olamayacağını söylemiştir."

Bu açıklama hakkında rivayet zinciri Ali (k.v) de kalan bir hadis vardır. Aynı hadisi Ibn Ömer sened zincirini Nebi (s.a.v)´e kadar dayandırarak rivayet etmiştir. Bu hadiste Nebi (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Geçimini temine çalışan kişi rızkını almış, karaborsa­cılık yapan ise mahrum kalmıştır. Kim ki müslümanların yiyeceklerinde karaborsacılık yaparsa Allah onu iflasla ve cüzzam illeti ile perişen eder." Ayrıca Ebu Seleme´den se­ned zinciri Nebi (s.a.v)´e kadar dayandırılarak şöyle rivayet olunmuştur: "Her kim kara­borsacılık yaparak müslümanların satın alacakları mallan pahahlaştırmak isterse yanlış yol izlemiş ve aynca Allah´ın hukukundan da uzaklaşmış olur."

Buna göre yukarıdaki hadisin, senedi Nebi (s.a.v)´e kadar olan birçok hadisden şahi­di bulunmakladır. Dolayisiyle bu hadisi kaynak edinmemek veya doğruluğunda şüpheye düşmek için hiçbir neden yoktur.

250- el-Mecmu´da karaborsacılığın buğday arpa ve hurmada olduğu ve yalnız kara-orsacılığı onlarla sınırlandırması tarzındaki yorumla ilgili olarak geçenler, İmam -eydın görüşünü kapsamaktadır. İmam Zeyd böyle bir yorumu nereden almıştır? Belki

mam bu yorumu, "Geçimini temine çalışan kişi rızkını almış karaborsacı ise isyan-r ve lanetlenmiştir," tarzındaki hadisi kendi anlayışına göre yaptığı tefsirden edinmistir. Buna göre hal (duruma ilişkin) ve mukabele (karası davranış) karinesi, karabor­sacılık konusunun sadece yiyecek maddelerine ait olduğuna, karaborsacılığın bu madde­lerin dışına çıkanııyacağına açıklık getirmiştir. Arapların belli başlı yiyecek maddeleri de buğday, arpa ve hurmadır. Dolayısiyle İmam Zeyd. karaborsacılığın kaynağını yalnız bu türler için düşünmüştür. Zira bunlar, halkın sofrasının temel direğidirler. Aynı za­manda bu görüş. Muhammed b. Hasan´ın da görüşüdür. İmam Hadi ile´-Hakk ile İmam Şafii ve İmam Ebu Hanife´ye göre ise karaborsacılık halkın sofrasına giren bütün mad­delerde sözkonusu olup, sadece bu üçüyle sınırlandırılamaz. Halkın bir bölümü sofrası­na hurma koyamaz da, mısır veya pirinç koyar. En doğru olan, karaborsacılığın yasak kapsamının bir kısım yiyecek maddelerinde değil, bütün yiyeceklerde sözkonusu edil­mesidir. Hatta İmam Hadi ile´-Hakk hayvanların yiyeceklerini de bu kapsama almış ve onlarda da karaborsacılığın haram olduğunu belirtmiştir.

Nitekim Ebu Hanife´nin arkadaşı Ebu Yusuf, satıştan alıkonulması halkın zararına olan herşeyî karaborsacılık kapsamına almıştır. İster altın, ister gümüş ve isterse giye­cekler olsun. Gerçek şu ki, bunların hepsinin karşılıklı hak-hukuku vardır. Nitekim giye-ceklerdeki karaborsacılık, eziyet verme açısından yiyecek maddelerindeki karaborsacılı­ğı aratmaz. Bu düşünce sistemine göre karaborsacılık, mutlak anlamda haramdır. Niha­yet karaborsacılığın mutlak anlamda haram edildiğini gösteren birçok hadis rivayet edil­miştir. Ayrıca karaborsacılığı menetmekten amaç, halkın uğrayacağı zararı önlemektir. Bu zarar bazen karaborsacılığı yiyecek maddelerinde menetmekle önlenebileceği gibi, aynı şekilde giyeceklerde menetmekle de önlenebilir. Diyelim ki halkın şu anda çeşitli ihtiyaçları var. İşte böyle bir zamanda karaborsacılık insanları darlığın içine sürükler.

Açıkça anlaşılıyor ki, temel yiyecek maddeleri üzerinde karaborsacılık yapmayı planlayanların niyeti şudur: Temel ihtiyaç maddelerini ortadan kaldırmak önce açlıktan ölüme sürükler, böylece topyekün halk spekülatif eylemlere kapılır; daha düzgün bir ifa­deyle çaresizlik içerisine düşer. İşte o durumda müslümanm malını korumak anlamına gelen mülkiyet dokunulmazlığı ilkesi ile mülk sahibinin rızası olmadan malını piyasaya sürmeyi engelleme ilkesi ortadan kalkar. Zira "zaruretler sakıncalı şeyleri mubah kılar". Temel gıda maddelerinin dışındaki mallarda ise o anda geçim darlığı oluşsa bile böylesi çaresizlik durumu ortaya çıkmaz. Bu durum, eşyanın kendisine duyulan ihtiyacı çaresiz­lik durumuna getirmese bile şiddetli geçim darlığına sürükler. Buna göre satış yapmak suretiyle karaborsacılığa tevessül eden kişinin, bu işi sadece temel yiyecek maddelerin­de yapması gerekir.

Ancak biz Ebu Yusufun görüşünü benimsiyoruz. Zira topyekün müslümanların ge­çim darlığı içerisinde olması ile zalim tüccarların günah dolu lüks hayat içerisinde yaşa­maları karşı karşıya geldiğinde, günahkarların lüks yaşantılarını değil, topyekün müslü-man halkın geçim darlığı durumunu göz önüne almak icabeder. Çünkü kamunun geçim darlığı içinde olması, bireylere nisbetle sıkıntı büyük boyutlara vardere için çaresizlik ortamını sergiler. Birkaç günahkarın giyeceğe uyguladıkları karaborsacılık nedeniyle halkın üryan gezmesini akıl nasıl normal görür de o karaborsacının elindeki mallan sat-nıası için zor kullanarak karaborsacılığını engellemez?

251- Zeydiyye, halka kolay hayat tarzı sağlamak için karaborsacının üzerine gidip elindeki mallan satışa zorlamaya mecbur eden bu günahkar karaborsacılığa karşı üç şart getirmiştir:

Birincisi: Karaborsacılık yapılan şeyin, kendisinin ve bakmakla yükümlü oldukları­nın tam bir yıllık ihtiyacından fazla olmasıdır. Zira bir insanın ailesi için bir yıllık yiye­cek maddelerini depolaması caizdir. Bunun gerekçesi, Nebi (s.a.v)´in ailesi için bir yıllık temel ihtiyaç maddelerini alıkoymasının sabit oluşudur. Dolayısiyle bu şekilde davra­nan kişi karaborsacı sayılmaz. Ancak ailesinin yiyeceğinin tedbirini almış olur.

İkincisi: Karaborsacılık yapmak suretiyle daha doğrusu gelecekte halkın, elinde bu­lundurduklarına şiddetli ihtiyacı olacağı için çok yüksek fiyatlarla halka satış yapmak suretiyle pahalılığın pusuda beklemesidir. Böylece zengin olan, ihtiyacını ve çaresizliği­ni giderecek şeyi bulurken, fakirin ihtiyacını veya çaresizliğini defedecek şeyleri bulma­ya gücü kalmaz. Nitekim karaborsacılığı meneden hadisler, karaborsacının bu yaptığı iş sayesinde müslümanların geçim standardını pahalılaştırmayı planladığını açıkça belirt­mektedirler.

Üçüncüsü: Karaborsacılığın, insanların bu mala ihtiyaç duydukları zamanda mey­dana gelmesidir. Zira karaborsacılığı önlemedeki neden tüccarı baskı altında bulun­durmak değil, sadece halkın zarara uğramasını bertaraf etmektir. Bu zarar da ancak hal­kın, karaborsacılığı yapılan mala şiddetle ihtiyaç duyduğu anda sözkonusu olur.

Zeydiyye, karaborsacılık yapılmasını haram saydığı bütün temel yiyecek maddele­rinde karaborsacının, o malın satışını yapmaya, piyasaya sürmeye mecbur edileceğine karar vermişlerdir. Böyle bir malın, karaborsacılığı yapılan mala nisbetle kaynağı ne olursa olsun. Yani ister karaborsacının kendi ekininin ürünü olsun, ister o malı yaşadığı bölge dışından temin etsin, isterse de iç piyasasından satın almış olsun. Çünkü yiyecek maddesinin geliş kaynağı neresi olursa olsun, karaborsacılığını yapmak topluma zararlı­dır. Bu zarara yol açmasından dolayıdır ki karaborsacılık yasak edilir.

Ebu Hanife bu konuda şöyle diyor: Karaborsacının, satışı konusunda mecbur bıra­kıldığı günahkar karaborsacılık işi, mülkiyetinin kaynağı ülkenin içinde olan mallarda­dır. Yani alım-satımını yaptığı malı ülkenin içinden satın almasıdır. Çünkü o, mülk edindiği şeyde günah işlemiştir. Zira o mali karaborsacılık amacıyla satın almış ve bilfiil karaborsacılık yapmıştır. Dolayısiyle yaptığı karaborsacılığı önlemek için girişimde bu­lunmak gerekir. Çünkü o malı satın almakla halkın yararlanmasını sağlamamış, aksine o malı halkın almasını önlemek için temin etmiştir.

Ebu Hanife´nin bu görüşü kendine göre, şahsi mülkiyetin dokunulmazlığı ve mülkiyete müdahalede bulunmayı önlemek anlamındaki değişmez temel kurala dayanmakta­dır. Mülk sahibinin mülkündeki tasarrufu hakkındaki çeşitli görüşlerinden kesin olarak anlaşıldığına göre, böyle bir müdahale mümkün değildir.

Diğer taraftan kıyas fukahasınm önderi´nin, olaya sosyo-ekenomik açıdan şu şekilde baktığını görüyoruz: Ülke dışından bir maddeyi satın alıp çiftliklerden sevkeden kişi pa­zarlamacıdır. Devletin de bu pazarlama işini teşvik etmesi gerekir. Bu olaya dilimizde ithalat adı verilmektedir. Eğer malı toparlayıp pazarlayan herkes toparlar-ioparlamaz sa­tışa mecbur edilirse tüccarın bu işi yapmasını önlemek suretiyle kriz ve ihtiyaçlar daha da artar. Şayet serbest bırakılırlarsa mal toparlama işi çoğalır, böylece yiyecek maddele­ri artar ve ihtiyaç giderilmiş olur; neticede toparlanan yiyecek maddelerinin çokluğu­nun gereği olarak karaborsacılık ortadan kalkar.

Bu düşüncenin isabetli bir bakış açısı olduğunda.şüphe yoktur.

Bu toparlamanın bir benzeri de, toprağının ürününü kendisi değerlendiren kişidir. Eğer çiftçi tarlasından elde ettikleri şeyleri pazarlama konusunda serbest bırakılırsa bu durum, çiftçileri daha çok üretim için çalışmaya kamçılar. Üretimin çoğalması, doğal olarak yiyecek maddelerindeki ihtiyacı ortadan kaldırır.

Yine şüphe yok ki bu düşünce tarzı, ileri görüşlülüğün etkinliğini gösterir. Bu dü­şüncede şaşılacak bir laraf yoktur. Zira bu düşünce pazarların durumunu iyi bilen bir tüccarın düşünce tarzıdır. Kuşkusuz pazarların, çiftçinin kendi ürettiği mallarla dolması, pahalılığı önleyen tek etkendir. Ondan başkası da önleyemez. Pazarların dolup-taşması şu iki durumun biriyle gerçekleşir: Toparlama veya ithalatın artması, veya üretimin fazlalaşması. Pazarlamacıya veya üreticiye getirilen her tür sınırlama, pazarlama ve üre­timi etkisi altına alır.

252- Bütün bunlar, aîış-verişle ilgili bir kısım meselelerde el-Mecmıt´un kapsamına aldığı fıkıh anlayışının görüntüleridir. İmam Zeyd´in bu konudaki fıkıh anlayışının, müs-lümanların cumhurunca bilinenlerin toplamından dışarı çırmadığım, ayrıca İmam Ali (r.a) katında, açıklamasına çaba sarfeltiğimiz yukarıdaki konulara ait naklettiği kaynak hadislerin, Ehl-i Sünnet alimleri tarafından bilinenlerle uyum içerisinde olduğunu görü­yoruz. Naklettiğimiz bilgilerde Ali (k.v)´den gelen hiçbir haber yoktur ki, o haber diğer kaynak hadisler arasında kural dışı olarak geçsin. Aksine alış-veriş konusunda nakletti­ğimiz hiçbir kaynak haber mevcut değildir ki, şahidi bulunmasın. el-Mecmu´öa geçen bütün alış-veriş konusundaki hadislerin durumu da aynen böyledir. Şimdi diğer konuya, şufa konusuna geçelim. [43]



3- Şufa Konusundaki Meseleler


253- İmam Zeyd´in şufa konusundaki görüşleri, İmam Ebu Hanife´nin görüşleri ile büyük sapta yaklaşım arzetmektedir. Daha uygun ifadeyle İmam Ebu Hanife´nin görüş­leri, İmam Zeyd´in görüşlerine büyük ölçüde yakınlık arzediyor. Çünkü Ebu Hanife, yaşları biribirine yakın olmakla birlikle onu önderlerinden birisi sayıyor, ona hayranlık duyuyor ve cihadını takdir ediyordu. Nitekim bunu daha önce naklettik. Şimdi biz, el-Mecmu´dan şufa konusundaki birçok mes´eleye işaret eden, hatta meselenin temel un­surlarım teşkil eden üç hususu seçiyoruz. Bu meseleler şunlardır: [44]



a) Şuf'aya Konu Olan Mal Hakkındaki Hususlar


254- Şufanm manası, hakkında takdir edilen fiat mukabilinde satışı yapılmış taşın­maz malın mülkiyetim müşteriden zorla talep etmektir. Şefi´, şufa talebinde bulunan ki­şidir. el-Meşfu´fih, satışı yapılan taşınmazdır. el-Meşfu´minh, satın alan kişidir. el-Meş-fu´ bih ise Şefı´in sahib olduğu taşınmaz maldır ki, sahib olduğu mülkiyet nedeniyle şufa yoluyla talepte bulunur. İmam Zeyd, satılan bu malın gelir getiren bir mülk (akar) veya arazi olmasını şart koşmuştur.

el-Mecmu´Ğa şöyle geçmektedir: "Zeyd b. Ali şöyle diyordu: Şufa sadece akarda ve arazidedir."[45]

Araziden amaç, çıplak haliyle veya üzerinde binalar bulunan toprak parçasıdır. Do-layısiyle Ravd en-Nadir´âs şöyle geçer: "şufa yalnız evlerde, eve bitişik bahçelerde ve arazilerde sözkonusu olur." Bunun anlamı, Şufanın, üzerinde bina bulunan toprak par­çaları, üzerinde ağaçlar bulunan veya bunlardan hiçbiri bulunmayan çıplak arazilerde olacağıdır. Bu görüş Ebu Hanife´nin, İmam Şafii´nin ve İmam Ahmed´in görüşüne. İmam Maltk´in mezhebine göre gemilerde de şufa geçerlidir. Bunun nedeni, gemilerde­ki ortaklıkta karşılıklı zarar görmenin diğerlerinde görülen zarardan daha az olmaması­dır. İmam Hadi ile´l-Hakk´ın görüşüne göre taşınır veya taşınmaz hangi özellikte olursa olsun, bütün ayniyatta şufa sabittir. O müşterek ayniyat ister bölünmeye müsait olsun, isterse olmasın. Buna göre bir miktar buğday veya pamuk konusundaki ortaklık, bu tür­den herhangi bir şeyde ortak olan kişi için Öteki ortağın sattığı şeyi ondan cebren alma­sının caiz olması açısıdan şuf a´yı gerektirir. Burada başka bir görüş daha vardır ki, o gö­rüşe göre ölçekle ölçülebilen şeylerde şufa yoktur.

Buna göre bu konuda dört görüş vardır:

Birincisi: Şufayı sadece akarlarla, karar ve sebat bağlantısı ile akarla bağlantısı bu­lunan şeylerle sınırlandırmaktır. Bu görüşü aşağıdaki hadis destekliyor: "Şufa sadece ev yahut bahçededir." Şurayh ise şöyle diyordu: "Şufa sadece arazide yahut akardadır." Şüphesiz şufa, yeni müşteriden gelebilecek eziyetleri defetmek içindir. Eziyet ise baş­kasının mülküne müdahale edilmesini caiz görecek derecede ancak satılan şeyin yerle­şik ve üzerinde alış-verişin çabucak yapılamadığı mal olması durumunda tasavvur edilebilir. Bu da ancak akarda meydana gelebilir.

İkincisi: İmam Malik (r.a)´m bakış açısıdır. O, gemiyi üzerinde alış-veriş işleminin çabucak yürütülememesi noktasında akar gibi kabul ediyor. Çünkü gemi, kendisinden sürekli menfaat temin edilmesi için edinilir.

Üçüncü görüş: Hadiviyye´nin görüşüdür. Ona göre müşterek olan her malda şufa sabittir. Bu görüşe İbn Abbas´tan rivayet edilen, Nebi (s.a.v)´in şöyle buyurduğu hadisi hüccet getirmişlerdir: "Her ortak şefi´dir ve şufa her şeydedir." Yine İbn Abbas´dan Ne­bi (s.a.v)´in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Köleler konusunda şufa olduğu gibi, her şeyde şufa vardır." Bunun gereği olarak, her ortaklıkta şufa mevcuttur.

Şüphesiz bu iki hadisi rivayet eden bir kısım hadis ricali zayıf görülmüştür. Özellik­le de yukarıdaki hadislerin içeriği, "şufa sadece ev yahut bahçededir" hadisiyle çelişki arzediyor. Zira bu nassda kasr özelliği vardır. Kasrın manası, aynı şeyde hem nefyin, hem de isbatın bulunmasıdır. Nitekim şufa´yı evde ve bahçede müsbet kabul etmiş, bu ikisi dışında da nefyetmiştir. Bu hadisin ravileri ise haklarında hiçbir suçlama noktası bulunmayan sika kişilerdir. O halde bu hadis, kendisiyle hüküm verilmeye diğerlerinden daha layıktır. Mademki bu görüşün hücceti kaynak habere dayanıyor, o halde bu düşün­cenin olaya bakış açısı büyük ölçüde makul görülmektedir. Şöyle ki, şufa yeni müşteri­nin ortaya koyacağı eziyeti bertaraf etmek için yasallaştırılmıştır. Bu ise akarda ve ben­zer özellik taşıyanlarda gerçekleşeceği gibi, aynı şekilde menkul mallarda da tahakkuk edebilir. Zira yeni müşterinin baskı uygulaması muhtemeldir. O halde akardaki şufa´nın meşruiyetinde etken olan şey aynen menkul mala da sirayet eder.

Dördüncü görüş: Nitekim bazı Zeydiler, olarak şöyle söylerler: Şufa, ölçekle ölçü­lenlerin dışındaki mallarda geçerlidir. Zira bu gibi ölçülebilir maddelerdeki ortaklık hem basittir, hem de bu durumda bir zarar söz konusu değildir. İki ortaktan birisi kendi hisse­sini diğer ortağın rızası olmadan ayırabilir. İşte bunun için şöyle derler: Paylaşım, arka­daşına zor kullanarak ölçülen mallara müdahele etmektir. Bölüşüm konusunda ayırmak vardır değişim yoktur. Pahalı şeylerdeki ortaklıklar bunun tersinedir. Çünük ortaklığın menfatini düşünmeden çekilip ayrılmanın doğurduğu karşılıklı zararlarla ortaktan fayda­lanmanın karşılıklı zararları, düşünülecek yakın ihtimalli zararlardandır. Dolaysıyla bu gibi ortaklıklarda, adı geçen zararı ortadan kaldırmak için şufa hukuku geçerlidir. [46]



b) Şuf anın Komşu ve Ortak Açısından Kesinlik Kazanması


255- el- Mecmû´da şu bilgiler verilmektedir. "Bana Zeyd b. Ali, ona da babası, de­desi Ali (a.s)´dan naklen, Kûfe´deki Murhibe Oğullarının evlerinden birisi konusunda şefi olan kimsenin aleyhine şufa hakkı ile hükmettiğini ve Şurayh´a bu şekilde hüküm vermesini emrettiğini anlattı."[47]

Bu olay. Hz. Ali´den, rivayet zinciri kendisinde kalmış olarak nakledilen bir haber-ffr Buna benzer hadisler yine Hz. Ali´den, Al-i Beyt tarîki dışından rivayet edilmiştir.

Metni şöyledir:

"Komşu, fiyatı takdir edilmesi durumunda şufaya daha layıktır. Ancak şufa olayın

dan gönüllerin hoş olması şartıyla." Yine Hz. Ali´den ve Abdullah b. Mesud´dan şöyle söyledikleri rivayet olunur:" Rasulullah (s.a.v) komşuyu göz önüne almakla emretti." Ayrıca Cabir b. Abdullahda Rasulullah (s.a.v.)´ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Komşu, komşusunun gufasına daha layıktır. Yollarının da aynı olması durumunda komşu kayıp bile olsa şufa konusunda beklenilir." Nitekim komşuluğun şufası anla­mında birçok hadisler rivayet edilmiştir.

Şefi´lere nisbetle fıkıh, fakihlerin oy birliği ile, aynı akardaki ortaklar için şufa hak­kının kesinlik kazanması şeklindedir. Ortak olmayanların şufa hakkına gelince; Zeydîler bu şufa hakkını aynı içme suyunda ve aynı yoldaki ortaklar için, daha sonra komşu için geçerli saymışlardır. Hanefiler ise aynı hakkı içme suyu, yol ve arkadaşla beraber oluştaki ortaklıkta, sonra da komşuda geçerli sayarlar. Nihayet şufa hakkını is-batlamak için serdedilen gerek akli ve gerek nakli bütün rivayetleri bildirdik. Bunların hepsi de komşuluğu içermektedir.

Şâfiiler ve mâlikiler ise şufayı aynı akar üzerindaki ortaklıkla sınırlandırmışlardır. Bununla ilgili olarak, hadis kitaplarında Cabir b. Abdullah´tan rivayet edilen haberi delil getirmişlerdir: "Rasulullah (s.a.v.), henüz taksimi yapılmayan mallarda şufa ile emretti. Sınırlar belli olduğu takdirde şufa yoktur." Bu hadis Kütüb-ü Sitte´de üzerinde ittifak edilmiş hadislerdendir. Senedinde de hiçbir suçlama noktası yoktur. Bu hadis iki açı­dan hüccet teşkil eder:

a)Şufa´yı, taksim edilmeyen mallarla sınırlandırmak. Buhari´nin yaptığı rivayet bu hususu açıklığa kavuşturmuştur. Zira metni şu şekildedir:

"Şufa hakkı yalnızca taksimi yapılmayan şeydedir." Bu ifade, şufa hakkını sadece bir tek durumla sınırlı tutmaktır; o da, şufa´nın yalnız ortaklıkta sözkonusu olmasıdır. Bu takdirde, ortaklığın dışında şufa mevcut değildir. Zira hadisin ifadesi şufa´yı ortak­lık durumunda müsbet karşılamakta, taksimat tamamlandığı takdirde de şufa´nın orta­dan kalktığını belitmektedir.

b) Şufa hakkını ortaklık dışındaki şeylerden kaldırmaktır. Zaten ük hadisin bu ko­nudaki beyanı apaçıktır. Zira o, hudutlar belirlendiğinde artık şufa olayının bulunamıya-cağıni vurgulamaktadır.

Birinci görüşün taraftarları, böyle bir düşünceyi hadisin, sebebini ortaklığın teşkil eu´gi şufa konusunda geldiğini belirtmek suretiyle reddetmişlerdir. Kuşkusuz sebebini ortaklığın oluşturduğu şufa olayı, ancak o ortaklıkta herhangi bir taksimatın yapılama­dı durumunda gerçekleşir. Taksimatın yapılması durumunda bu sebebe dayanılarak şuf?a gerçekleşmez. Ancak başka bir sebebe dayanılarak şuf anın kesinlik kazanması imkanı varsa, işte hadisin yorumunda bu konuya değinimemiştir. Bu durumda komşu hak­kında şuf ayı olumlu buîan hadislerle bu hadis arasında herhangi bir çelişki yoktur. Zira bu hadiste olumlu veya olumsuz tavır belirtilerek komşuluğun şufa hakkına taarruz edilmemiştir.

Taksim öncesi şufamn bulunacağı ve taksim sonrası bulunamıyacağı hadisine göre hüküm verenler, komşuluk için şuf ayı uygun gören hadisleri reddetme konusunda, bu hadisin sened yönünden çok güçlü ve rivayet açısından da çok güvenilir olduğu ile, neti­ce olarak diğer hadislerin bunun Önünde duramıyacağı gerekçesiyle hüküm vermişlerdir. Fakat birinci görüş taraftarları, bu hadisin yanında, komşulukta şuf ayı uygun gören di­ğer hadislerle de hüküm vermişler ve böylece iki hadisin arasını uzlaştırmıslardır. Daha önce açıklamasını sunduğumuz yöntemle araştırma imkanı bulunduğu takdirde hadisi reddetmeye ve diğerini sika göstermek suretiyle ötekini zayıf bulmaya zemin kalmaz.

Burada üçüncü bir görüş daha vardır: Bu görüşe göre, komşu İle yan yana olma du­rumu varsa komşu ile ilgili şufa hakkı doğar. Bu görüş, bir kısım şâfiiler ile Mâlikilere aittir. İrtifak haklarından[48] birisindeki herhangi bir ortaklığın yanıda bir de kapi-komşu olma durumu varsa, ancak böyle bir komşulukla şufa hakkı meydana gelir. Bu görüşü benimseyen zeydiler, Câbir (r.a)´m naklettiği şu rivayete tutunmuşlardır: Nebi (s.a.v) şöyle buyurdu: "Yollarının da aynı olması durmunda komşu, komşunun şuf asına daha layıktır. Nitekim Ravd en-Nadir sahibi bu konuda şöyle demiştir: "Bu hususta uygun düşen açıklama, şuf anın zararı önlemek için meşru sayılması, en sık rastlanılan zararlar ihtimaline göre olmasıdır. Bu da ancak haşir-neşir olmanın aşırılığı ve karşılıklı menfa-atleşmelerin ağ gibi örülü bulunması ile gerçekleşir. Böyle bir durum da sadece yoldaki müştereklikte meydana gelir? Bu ikisinin dışındakilerde zarar vermelere nadir rastlanır.[49]

Bu görüş, tahkik ehlinin görüşü olmakla itibar kazanmış ve tahkik ehlinin bu görüş­le amel ettiklerini söylemişlerdir.

256- Şufa, İmam Zeyd´e göre şefi´in uğrayacağı zararın kuvvet derecesine göre dü­zenlenmiş olarak gerçekleşir. Şüphe yok ki ortağın zararı, kapı komşunun uğrayacağı zarardan daha kuvvetlidir. Dolayısiyle ortaklık hakkı komşu hakkından önce gelir, el-Mecmu´da metni şöyle olan bir haber geçmektedir: "Zeyd b. Ali Aleyhisselam´a, şufa´nm ne olduğunu sordum. Dedi ki: Ortak komşudan, komşu da diğerlerinden şufaya daha layıktır. Kapı-komşu olmayana şufa yoktur."

Buradaki kapı komşudan maksat, tarlası tarlasına veya duvarı duvarına bitişik olan komşudur. Komşunun diğerlerinden daha layık olması ifadesini manası, komşunun, aka­rı satın alan müşteriden daha fazla, o malı satın almaya layık olduğudur.

İmam Zeyd´in tfavr/ en-Nadir sahibinin de yorumladığı gibi şirket kavramından, it­tifak hakkındaki ortaklığı esas aldığı düşünülmektedir. Burada, zeydi fıkhın mantığının, komşuya da şufa hakkı tanıma noktasında hanefi fıkhından ayrıldığım görüyoruz. Bu ayn düşünme, dört noktada kendini gösteriyor:

1-Hanefi fıkhı, akarları ile ilgili tek bir kullanım alanı içinde iştirak payı bulanan herkese şufa hakkını tanıyabilmek için irtifak ortaklığını başlı başına sebep saydı. Buna göre tek bir içme suyundan veya tek bir kanaldan su alan akarlarda satış söz konusu ol­duğunda her birinin diğeri üzerinde şufa hakkı doğar. Bu durumda irtifak ortaklığı tek başına şufa talebinde bulunmak için yeterli görülmüş sebeptir. İmam Zeyd ise bu konu­da irtifakı, ancak beraberinde komşuluk, da bulunduğu takdirde yeterli sebep olarak gö­rür. Buna göre komşuluk, ortaklık sözkonusu olmayan şeylerde şufa hakkını tanımanın odak noktasını teşkil eder ve şufa hakkı ancak başlı başına ortaklık teşkil eden irtifakta geçerli olur. Dolayısiyle mülkiyeti iki kişiye ait olan bir su kanalının kendine ait bölü­münü birisi satsa, o zaman aynı kanala ortak olma nedeniyle bu satışta şufa hakkı orta­ya çıkar.

2-Hanefüer irtifakla ilgili olarak iki akar arasında ortaklık bulunduğu takdirde kapı-kömşuya şufa konusunda hiçbir hak tanımamaktadırlar. Zira irtifak hakkı komşuluk hakkından Önce gelmektedir. Oysa zeydiler, irtifak konusundaki müşterekliği şufa için başlı başına yeterli bir sebep değil sadece komşular arasında tercih edilme sebebi olarak görmüşlerdir. Çünkü şufa komşunun talebi durumunda tercih edilmektedir.

3-Zeydiyye ile Ali Beyt sülâlesinin birçok fakihleri ve imamları irtifak hukukunda­ki müşterekliğin manasını, irtifak hakkındaki ortaklık anlamında değil, mülkiyet hakkın­daki ortaklık anlamında yorumlamışlardır. Hanefiler ise ortaklığı, irtifak konusunda sa­bit bir hak olarak görürler. Velev ki su kanalının veya yolun denetimi, ortak kullanım için tayin edilmiş olduğu sürece ortak kullanım hakkı olan akar sahibinin mülkiyetinde olmasa bile. Şöyle ki, arazi sahibi kendi akarına sadece Özel bir yolla ulaşabiliyor, arazi­sinin sulamasını sadece özel bir su kanalından yapabiliyorsa, velevki bu yol ve arkın mülkiyeti kendisine ait olmasa bile gene de şufa hakkı vardır.

4-Şufa konusunda hanefilere göre peryodik sıralama, müteahhirin âlimlerinin ger­çekleştirmesine göre şu şekildedir:


a) Aynı akann ortakları için,

b) İçme suyundaki ortaklar için,

c) Aynı yol konusundaki ortaklar için

d) Aynı su yolu konusundaki ortaklar için,

e) Komşu için.

Zeydiyye´ve göre peryodik sıralamaya gelince:

a) Aynı akar konusundaki orrtaklar,

b) Komşuluk (Görüldüğü gibi komşu, aynı içme suyundaki ortaklıktan önceye alın­mıştır.)

c) İçme suyundaki ortaklığı olan komşu,

d) Aynı yol güzergahındaki ortaklığı bulunan komşu,

e) Ortaklığı bulunmayan kapi-komşu.

257- İçme suyunda ortak olan komşuyu, yol güzergahında ortak olan komşudan öne alma konusunda zeydiler arasında ihtilaf vardır. İçme suyunda ortak olan komşunun yol konusunda ortak olandan öne alınması, İmam Hadi ile´I Hakk ve taraf tarlanın n görüşü­dür. Derler ki, içme suyu iki hakkı bir araya getirir: Birinci hak suyun hakkı, öteki de suyun geçtiği yerin hakkı. Su hakkı, suyun içilmesi hakkıdır. Geçtiği yerin hakkı ise, su­yun kanal veya sulama alanının içinden geçme hakkıdır. Oysaki yol hakkı sadece tek hakkı bünyesinde toplar. O da, evine veya tarlasına giderken geçmektir. İki hakk, tertip ve sıralamada bir haktan daha kuvvetlidir.

Diğer zeydiler, bu şekildeki delil getirmeyi üç yönden reddetmişlerdir.

Birincisi: İki hakkın bir araya gelmesi, sadece sebeplerin sayısının artmasını gerek­tirir. Sebeplerin sayısının artması da tercih edilmeyi gerektirmez. Zira iki yönden kapı-komşu olan bir kişinin, bir yönden kapı-komşu olana tercihe layık özelliği yoktur. Ter­cih ederken göz önünde tutulacak husus sebeplerin sayısı değil, sadece güçlü olmasıdır. Yol konusunda değil de, içme suyu konusunda varsayarak sebeplerin sayısı çoğaltılsa bile, kuvvet bir bütünlük arzeder.

İkincisi: Böyle bir şekil vererek sebepleri çoğaltmanın, yol konusunda bulunması da mümkündür. Öyleyse yolun da iki hakkı vardır; birisi yoldan geçen insanların ve hayvanların hakkı, diğeri de yolun bizzat kendi hakkıdır. Nasıl ki suyun geçtiği yerin bizat kendisi olarak içme suyunun geçtiği yer hakkı başİı başına bir hak kabul edildi ise, yoldaki yerin hakkı da aynı şekilde kabul edilmesi gerekir.

Nitekim biz deriz ki, ikisi asındaki fark şudur; Su başbbaşma bir objedir; dolayısiyle bizatihi geçerli bir hakkı vardır. O suyun mecrasından akış hakkı da diğer bir haktır. Yol ise böyle değildir.

Onda sadece yer unsuru ile geçiş hesaba almıyor. Burda mekana itibar edilmedi, sa­dece geçiş göz önüne alındı. İkinci hak, sadece suyun kendi mekânından akışında varsa­yıldı.

Üçüncüsü: Hakkın üstünlüğünde göz Önüne alınacak şey, o hakkı kullanabilme gü­cüdür. İçme suyunda tasarruf yetkisi yoktur. Zira suda menfezler açmak, ancak iki orta­ğın ittifakı ile gerçekleşebilir. Oysa yola doğru pencereler açmak, yola ortak olan birtek kişinin dilemesiyle gerçekleşir. Öyleyse ilk bakışta yoldaki tasarruf sudan daha güçlü­dür. Bu görüşe şöyle cevap verilebilir: Sözü edilen tasarruf yolun b\7"nf kendisinde de-

dace mülkiyetindeki akardadır. Su için açılan menfezler bunun tersinedir. Zira bu ı bizzat içme suyunun kendisi üzerinde uygulanır ve suyun miktarını etkiler. Oysa cereler. y0İdakj jrtjfak hakkının görüntüsü olan geçişi etkilemez.

258- Bu görüşler, Zeydiyyenin Hâdiviyye olanları ile olmayanları arasında ceryan den görüntülerdir. Hanefiyye´nin, bu görüşü uygun bulanlannca içme suyu hakkını yol hakkından öne almalarının illetini açıklayan sebebi şöyledir: Yeni müşterinin, belâlarından emin olunmayan kişilerden olması durumunda, içme suyu ile ilgili açacağı zarar çok büyük olacaktır. Zira bu zarar bizzat ekinlerin ve ağaçların hayatını ilgilendi­rir Yolun zararına gelince onlar, bazı durumlarda meydana gelmesi muhtemel sıkıştır­malardan ibarettir. Şufa hakkı zararı defetmek için sözkonusu olduğuna göre, zararın kuvvetli oluşu da bazı serîlerin hakkını diğerlerine tercih etme sebeplerini oluşturur. Dolayısiyle hanefilerden bir kısmının su ve yolu eşit derecede tutmaları gerekçesiyle ay­nı akardaki ortaklık öne alınmıştır.

el-Mecmâ ve şerhi, elverişsiz suların geçiş hakkı demek olan sel suları hakkında herhangi bir fikir beyan etmemişlerdir. Onların bu konudaki şufa hakkını, müştereklik durumunda aynen yol ve su hakkı gibi kabul ettikleri ortaya çıkıyor. Çünkü onlara göre şufa hakkının esası müşterekliktir. Hanefilere göre ise sel sulan içme suyu ile yoldan daha sonra gelir. Anlaşılıyor ki Zeydiyye´nin görüşleri de bu şekildedir. En doğrusunu Allah bilir. [50]


c) Ortak Şahıs Sayısına Göre Şufa Hakkı


259- el-Mecnıû´da, metni aşağıda olan bilgiler verilmektedir. Zeyd b. Ali (a.s), şuf a´nın ortakların paylarına göre değil, şahıs sayısına göre olduğunu söyledi. Bu husu­sun açıklamasında, Ravd en-Nadir´de şöyle geçmekte ve açıklaması şu şekilde yapıl­maktadır. Üç kişi arasında ortak bir ev veya arazi bulunsun. Birisinin yarım, diğerinin sekizde bir, ötekinin de sekizde birinin üç katı payı olsun. Yanm paya sahib olan kişi hakkını diğerlerine satsa bu yanm hisse diğer ikisi arasında sekizde bir ve sekizde birin üç katına orantılı olarak değil, eşit tarzda ikiye bölünerek verilir.[51]

Yani iki alacaklı, şufaya talibolmaları bakımından eşitlik esasına göre dağılır. Buna göre sözü edilen satılık yanm hisse sekizde bir hak sahibine dörtte biri, onun üç katı hakka sahibolan diğerine de onun üçkatı dağıtılacak şekilde dörde değil, ikiye bölünür. Bu görüş, Âli Beyt sülâlesi imamlarının (Allah hepsinden razı olsun ) görüşüdür. Ayn-ca Ebû Hanife ve arkadaşları ile Süfyan es-Sevri de aynı görüştedir. Bu görüş, iki temel Prensibe dayanmaktadır:

a) Şufa hakkı aslında her ikisi için de tam olarak tanınmıştır. Dolayısiyle her birinin satılan maldan tam pay olarak talebetme hakkı vardır. Diğeri ısrar etmediği takdirde öteki tek başına hakkı elde eder. Israr ettiği takdirde ise iki alacaklı tam hak sahibi ola­rak karşı karşıya gelir. Böyle bir ısrar durumunda aralarındaki mesele, iki tam eşit par. çaya bölünmek suretiye halledilir. Bunun da ötesinde, ortaklıktan ibaret olan sebep bir­lik halindedir ve şufa hakkını normalleştiren etkendir. Madem ki sebep birlik halinde­dir, öyleyse doğuracağı sonuç da eşitlik esesına göre olmalıdır.

b) İkinci temel prensip, şufa talebindeki hikmetin, yeni müşterinin vereceği zararı ortadan kaldırmakta olduğudur. Gelecek zarar orantılı olarak değil, bilakis.ölçüsüzce ge­lir. Nitekim küçük hak sahibine zarar verilme ihtimali daha yakındır; zarar meydana geldiğinde daha şiddetli ve güçlü olur.

Bu görüş, Zeydiyye cumhuru ile onlarla aynı görüşü paylaşan büyük İslam beldeleri fakihlerinin görüşüdür. Burada başka bir görüş daha vardırki, o da bir kısım zeydilerle, mâlikiler´in tamamının ve şafiilerin çoğunluğunun görüşüdür. Nitekim aynı görüş, Ali (k.v)´den de rivayet edilmiştir. Buna göre ortakların paylan eşit olmaması durumunda şufa ile ilgili verilecek hüküm eşitlik esesına göre değil, mülkiyet oranına göredir. Bu görüşün hücceti, şufa hakkının şefi´in malik olduğu akara ait mülküyetine dayandırılma­sıdır. Bu mülkiyet, iki şufa istekilisi açısından değişik ölçülerde olunca verilecek hü­küm de aynı şekilde değişik ölçülerde olmalıdır. Bu görüşün, Medine fakihlerinin ço­ğunluğunun görüşü olduğunu söylemişlerdir. Bu fakihler arasında, Medine fıkhının ana çizgileriye kendilerinde düğümlendiği Yedi Fakihler de bulunmaktadır.

260- Bu hususlar, şufa konusunda serdettiğimiz, şufanın temel ilkelerinden birço: ğunu içeren görüntülerdir. Bu görüşlerin, külli meselelerde değilde , cüz´i konularda ay-nlsalar bile ana çizgileri ile Ebû Hanife ve ashabının mezhebi ile uyuştuğunu görüyo­ruz. Aynca eî-MecnuVun bu babdaki mantığının, büyük İslam beldeleri fakihlerinden olan dört büyük imam ve diğerlerinin mantığı gibi Ehl-i Sünnet, âlimlerince ma´rûf ha­dislere dayandığını görüyoruz. Eğer Ali Beyt tarikinden rivayet edilmişse vesika teşkil etmesi açısından ya diğerlerinden rivayet edilenlerle uyum sağlamakta veya senedinde tartışma meydana gelmektedir. Öte yandan bunlar, zararı ortadan kaldırmak, faydalı olanları celbetmek açısından şer´i illet ve hikmetlere dayanmaktadır. Şimdi de başka bir konuya; ziraatte ortaklık konusuna geçelim: [52]






[43] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 271-274.

[44] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 274-275.

[45] El-Mecmu?,3/42.

[46] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 275-276.

[47] el- Mecmu, 2/335.



[48] irtifak haklan: Gayri menkul üzerinde bir kullanma ve yararlanmaya rıza gösterme´ yi, yahut mülkiyete özgü bazı hakların kullanılmasından kaçınmayı gerektiren ve diğer taşınmaz veya kişi yararına ayni hak olarak kurulan yükümlülük. (Hukuk söz.)

[49] Ravd en-Nadir, 3/339.

[50] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 276-281.

[51] el-Mecmû ve Ravd en-Nadir, 3/334

[52] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 281-282.