- İlimlerin Tasnifi Maruf

Adsense kodları


İlimlerin Tasnifi Maruf

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
armi
Thu 31 December 2009, 05:21 pm GMT +0200
İlimlerin Tasnifi Ma´ruf,Geçmişten Gelme,Sonradan Çıkma Ve Münker İlimlerin Beyanı Hakkında
İlimler, dokuz ilimden oluşur. Bu ilimlerin dördü, Sahabe ve Tabiun (ra) nezdinde maruf olan Sünnettendir. Beşi ise Muhdes, yani sonradan çıkma olup Selef devrinde maruf olmayan ilimlerdir.
Selef devrinde maruf olan dört ilim şunlardır: İman ilmi; Kur´an ilmi; Sünnet ve hadis ilmi; Fetva ve Ahkam ilmi.

Sonradan ortaya çıkan beş ilim de şunlardır: Nahiv ve Aruz il­mi; Fıkıhla ilgili Cedel ve Kıyas ilmi; Felsefe kaynaklı Akıl ilmi; Hadislerin illetleri ve senedlerin tesisi ilmi; Zayıf hadislerin sebep­leri, ravilerin hadisleri zayıflatmaları ilmi. Bunlar, muhdes olma­larına rağmen, erbabı nezdinde ilim olan ve talipleri tarafından öğ­renilen mevzular içeren ilimlerdir.

Selef uleması, kıssacılığı bidat olarak telakki etmiş ve müslü-manları ondan nehyetmişlerdir. Kassasların meclislerine oturmayı da mekruh saymışlardır. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bir de kıssa anlatmasa falanca ne güzel bir insandır! Bu taifeden biri de şöyle demiştir: Marifet ehline göre kıssa ehlinin durumu, fakihlere göre kıssa ehlinin durumuna benzer. Başka biri de şöyle demiştir: Ulemaya göre kıssacılarm durumu, şehir halkına göre şehir halkı­nın çoğunluğu gibidir.

Dini, kazanç vasıtası edinmek, durumunu düzeltmek için dine karşılık bedel almak, ilmi dünya malına karşılık satmak, halkın umumuna karşı yapmacık hareketler yapıp şirin görünmeye çalış­mak ise sonrakilerin ortaya çıkardıkları çirkin adetlerdendir. Zahir ilmine vakıf olanlar katında bunların yaptıklarının kötülüğü apa­çık ortadadır. Ne var ki yaşadığımız şu devirde ilim cahili olanlar böylelerini ´Ulema´ olarak isimlendirirken fazilet kusurlusu olanlar da ´Fazilet erbabı´ olarak anmaktadırlar. Bunun sebebi; geçmiş müslümanların takip ettikleri yolu çok az bilmeleri ve Din ilminin hakikatma vakıf olmamalarıdır.

Bil ki söz, yedi kısma ayrılır. Bize göre sözün sadece bir kısmı ilim olup kalan kısımları boşluğa dökülmüş lüzumsuz kelimelerdir. İlim bilmeyen ve ilimle cehaleti birbirinden ayırtedemeyen kimse­ler bunları toplarlar. Bir Arap atasözünde şöyle denir: ´Her düşük şeyi bir toplayan, her sözü de bir nakleden vardır. Bu altı kısım, şunlardan oluşur: İftira; Hata; Hafiflik; Dışı parlak asılsız söz; Zan; Vesvese.

Ulema, faydasız sözün altı kısmını, bu isimlerle anmış tır. Bu isimler, Allah Teala tarafından Kur´an-ı Kerim´de açıklanıp beyan edilmiş olup ulemadan da bunları iyi bilmeleri istenmiştir. Çünkü Allah Teala alimleri, hem kulları, hem de dinin şahitleri kılmıştır.

Sözün yedinci kısmı ise, kınanarak anılan bu altı kısmın dışın­da kalan sözlerden oluşur. Sözün bu türü hakkında hiçbir kınama varit olmamıştır. Bu tür söz, umumi olarak ´İlim´ kelimesiyle tarif edilir. Muhtevası ise; Kur´an nassı, Sünnet, bu ikisinin delalet et­tikleri veya bunlardan istinbat edilen bir hüküm, bu ikisinde ismi ve manası geçen söz ve fiillerle, icma´ dairesinden çıkmayan tevil­lerdir. İstinbat; Kitab´da varolup deliller vasıtasıyla çıkartılan ve Kur´an nassıyla çelişmeyen bilgidir.

Ibni Mesud (ra) şöyle demiştir:
Öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki heva ilme tabidir. Üzerinize öyle bir zaman gelecektir ki ilim, he-vaya tabi olup ona boyun eğecektir.

Allah Teala, aklın ışıltısını dünyanın zevki ile birleştirerek ´Zuhruf=Dışı parlak asılsız söz´ ismini kullanmış ve şöyle buyur­muştur:
"Ve evlerinin kapılarını ve üzerine yaslandıkları koltukla­rını gümüşten yapardık. Hem de onları altın zinetlere (zuhrufa bo­ğardık)". (Zuhruf/34-35); "Bunlar, sözün yaldızlısını, birbirlerine al­datmak için telkin eder dururlardı". (En´am/112)

Cahillerin, dünyevi çıkarlara bulanarak yaldızlanmış bu tür sözleri güzel görerek benimsemeleri, dünyacı cahillerin altının pa­rıltısına kapılarak işin hakikatini yitirip bundan zevk almalarına benzer. ´Zuhruf kelimesi, asıl olarak birşeyin altınla kaplanarak ona benzetilmesi manasına gelir. Cahil biri veya bir çocuk böyle yaldızlanmış bir eşyaya baktıkları zaman, gerçek altın olduğunu zannederler. Sözde yapılan zuhruf yani yaldızlama da buna benzer. Aslı olmayan kötü bir söz, yaldızlandığı zaman cahiller tarafından ´ilim´ z anne dil ebilir.

Allah Teala, gerek dünya nimetleri, gerek boş ve aldatıcı sözler için ortak bir isim olarak ´Zuhruf kelimesini işte böyle kullanmış­tır. Bir görüşe göre ´zuhruf, altın manasına gelir. Bu manayı esas aldığımızda da sözün zuhruf olan türü, Rabbanilere ve marifet eh­li zahidlere göre bakiliği olmayan ve saflık bakımından zayıf olan altın gibi silinip gidicidir. Zira peygamberler ve sıddıklar, altım ta­şa ve kerpice benzetmişlerdir.

İmam Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle derdi
: İlmi bıraktılar da yatı­rıma yöneldiler. İlim onlarda ne kadar azdır. Onların şerrine karşı Allah Teala´nm yardımı umulur. İmam Malik b. Enes (ra) is şöyle demiştir: Geçmiş devirlerdeki insanlar bu meseleleri, bugünkilerin sorduğu kadar sormuyorlardı. Ulemanın ekseriyeti de sorulan me­selelerin çoğunluğunda ´haramdır veya ´helaldir  şeklinde hüküm vermiyorlardı. Kendileriyle görüştüğüm büyük zevat, umumiyetle ´müstehaptır  veya ´mekruhtur  diyorlardı.

İmam Malik (ra) kendisine soru sorulduğu zaman, çok duraksar ve genellikle ´Bilmiyorum. Başkasına sorun´ derdi. Bir adam İmam Malik´in (ra) bu tutumunu tenkid etme mahiyetinde, Abdurrahman b. Mehdi´ye şöyle demişti: ´Halbuki falanın sözlerine ve dini husus­lardaki kesin hükümlerine bir baksana!´Adam bu sözüyle Malik´in ´Zannederim, sanırım´ sözlerini ima ediyordu. Abdurrahman da ona şu karşılığı verdi: Yazık sana! Malik´in ´Zannederim, sanırım´ sözle­ri bana, bir başkasının ´Bilirim, şahitlik ederim´ sözlerinden daha sevimli gelir.

Hişam b. Urve de şöyle demiştir:
Bugün onlara, kendi ortaya çı­kardıkları şeyleri sormayın. Çünkü bu tür sorular için cevaplarını hazırlamışlardır. Siz onlara Allah Resulü´nün (sav) sünnetini ve hadisleri sorun. İşte onları bilemeyeceklerdir! Şa´bi (ra) de sonraki­lerin ortaya çıkardıkları rey ve hevaya dayanan sözlere baktığı za­man şöyle derdi: Şu mescidde oturup sohbet etmek, benim için bu­na denk olacak herşeyden daha sevimliydi. Ama şu riyakarların içi­ne düştükleri halden bu yana alimler de mescidde oturmayı sevmez oldular. Artık çöplükte oturmak bile, bana şu mescidde oturmaktan daha sevimli geliyor.

Yine o, şöyle demiştir: Sana naklettikleri sünneti ve hadisleri al. Kendi uydurdukları görüşlerine gelince onlara tükür geç! Bir başka defasında ise ´Onların üzerine pisleyip geç!´ dediği nakledil­miştir.

Selef-i Salih (ra), akli ilimleri terketmeyi ve bunlar karşısında aczi müstehap görürlerdi. Allah Resulü de (sav), bu aczi imandan saymış ve haya ile birleştirerek şöyle buyurmuştur: "Haya ve aciz­lik imandan iki şube, edepsizlik ve ifade üstünlüğü de (=beyan) ni­faktan iki şubedir".[45] O, başka bir hadisinde de şöyle buyurmakta­dır: "Halk içinde Allah Teala´nm buğzuna en fazla müstehak olan, sözü dilinde ineğin yeşil otu doladığı gibi dolayıp geveleyen belagat meraklısıdır"[46]

Bir diğer hadiste de şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Acizlik, kalp acizliği değil dil acizliğidir".[47] Başka bir yerde de şöy­le buyurmuştur: "Allah Teala, sizler için beyanı mekruh görmüş­tür". Netice itibarıyla, anlama ve kavrama manasında kullanılan ´Fıkh´ kelimesi, dil fıkhı olan ´Beyan´ı değil, Allah Teala´ya yönelen kalp fıkhını murad etmek için seçilmiş bir kelimedir. Beyan, kalbin şahitlik ve yakin karşısında acze düşmesidir. Dilin acizliği ve uzun süreli sükutu ise, Selef tarafından müstehap görülmekteydi. Aynı şey, bugün kusur ve ayıp sayılmaktadır.

Bu devirde konuşanların çoğu, Selef tarafından zemmedilmiş olan bidat ifadelerini ve nifak ilmini bilmemektedirler. Bunlar ar­tık ´Sünnet´, bunları dile getirenler de ´Ulema´ olarak tanınır ol­muştur! Devir öyle değişmiştir ki ´Ma´ruf ´Münker´, ´Münker  de ´Ma´ruf haline gelmiştir. Sünnet ´Bidat´ olurken, Bidat da ´Sünnet´ olmuştur. Zaten ahir zaman ulemasıyla ilgili olarak rivayet edilen haber ve hadisler de bunu teyid etmektedir. Bu meyanda meşhur olan bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah Te-ala, gevezelere ve ilimde cimrilik edenlere buğzeder".[48] Haklarında bu tarif ağır basan kimseler rey ve akıl kaynaklı ilimlerde belagat ve bol laf sahibi olan kimselerdir.

Kalbin yakini müşahede ve iman ilmi karşısında aciz kalması, nifaka çok yakın, imanın hakikatına ise çok uzak bir hal arzeder. Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi: îçinde hayır namına bir ilham doğan kimsenin, herhangi bir hadiste gömleksizin onunla amel etmesi yakışık almaz. Kalbindeki hissi, rivayet edilen bir ha­dise tevafuk ettiğinde bunun için Allah´a hamdeder.

Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: Kalbimden geçen hiçbir ha­tırı, iki adil şahit olan Kitab ve Sünnet´i şahit tutmadıkça kabul et­medim. İmamımız Ebu Muhammed Sehl de (ra) şöyle derdi: Kul, şu dört şeye birden sahip olmadıkça imanın hakikatına eremez: Farz­ları sünnete uygun olarak eda etmek; Vera´ ile helal yemek; Gizli ve açık menhiyattan uzak durmak ve ölünceye kadar bunlar üzere sa­bırlı olmak.

Onlar, Fecr vaktinden güneşin doğuşuna kadar olan sürede, Al­lah Teala´mn zikri dışında konuşanı ayıplar ve bu mübarek vakit­te konuşan kimseleri, mescidden çıkarırlardı. Bu vakitte namaz kı­lanlar ve Allah Teala´yı zikredenler dışında mescidlerde kimse kal­mazdı.

Selef-i Salih, dinle ilgili en basit konuşmaları bile önemser, imanları ve sünnete bağlılıklarının kalplerindeki derinliğinden ve marufun hakikatini bilmelerinden ötürü, en basit bidatlere karşı dahi hassas davranırlardı. Abdulah b. Muğaffel, oğlunun imama uy­duğu halde namaz kılarken okuduğunu farkedince şöyle demiştir: Ey oğul, sonradan çıkma şeylerden sakın. Muhdesattan uzak dur.

Sa´d b. Ebi Vakkas da (ra), kafiyeli konuştuğunu işittiği oğlu Ömer´e, bir ihtiyacı için yanma geldiği zaman şöyle demiştir: Bu davranışın, beni sana karşı buğza sevkeder. Böyle konuşmayı bı­rakmazsan senin hiçbir ihtiyacım karşılamam. Sonra da Allah Re-sulü´nün (sav) şu buyruğunu nakletmiş tir: "Bir kişiye verilebilecek şeylerin en kötüsü, dilde akıcılıktır".

Allah Resulü (sav) İbni Revaha´nm kafiye yaparak üç kelimeyi ardarda sıraladığını işittiği zaman kendisine "Ey İbni Revaha, ka­fiyeden sakın" buyurmuştur. Allah Resulü´nün (sav) de buyurduğu üzere seci´ yani kafiye için en az kelime sayısı ikidir. O, kendisine ceninin diyeti emrettiği bir adamla geçen konuşmasında bu Ölçüyü koymuştur. Adam, Allah Resulü´ne (sav) şöyle demişti: ´´Yiyip içme­yen, sesi gürültüsü çıkmayan bir şey için nasıl diyet öderiz. Bu, asılsız olsa gerek. Allah Resulü (sav) onun bu şekilde kafiyeli ko­nuşması üzerine şöyle buyurmuştur: ´Yoksa bedevilerin kafiyesi gi­bi, kafiye mi düzüyorsun?".[49]

Bu mevzuda şu hadiseyi de nakletmek isteriz:
Mervan, bayram namazları için minberi ihdas ettiği zaman Ebu Said el-Hudri (ra) ayağa kalkarak şöyle demiştir: Ey Mervan, bu bidat da neyin nesi? O da şu karşılığı verdi: Bu, bidat değil. Senin bildiğinden de hayır­lı birşey Çünkü insanlar çoğaldı. Ben de sesin onlara kadar ulaş­masını istediğim için böyle yaptım. Bunun üzerine Ebu Said (ra) şöyle dedi: Sizler, benim bildiğimden daha hayırlısını getiremezsi­niz. Allah´a yemin ederim ki bugün senin arkanda namaz kılmaya­cağım. Bunu söyledikten sonra da, mescidden ayrıldı ve Mervan´m arkasında bayram namazı kılmadı. Bu hadisede de görüldüğü üze­re gerek bayram namazında, gerekse istiskâ namazında minber üzerinde konuşmak bidattir. Çünkü Allah Resulü (sav) her ikisin­de de, zeminde bir asa veya yaya dayanarak hutbe verirdi.

Rivayete göre Ömer (ra) bir gece, akşam namazını gökyüzünde bir yıldız belirinceye kadar ertelemiş, bunun üzerine de bir köle azat etmişti. Ömer b. Abdülaziz de (ra), namazını ertelediği zaman, Ömer´e (ra) uyarak bir köle azat etmişti. Ömer (ra), onun anne ta­rafından dedesiydi. İbni Ömer´den (ra) şu söz rivayet edilmiştir: O,akşam namazını, gökyüzünde iki yıldız belirinceye kadar tehir et­tiği zaman, iki köle azat etmişti. Bir hadiste ise, Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Ümmetim, akşam nama­zını yahudilere benzeyerek yıldızların doğuş vaktine kadar, sabah namazını da hıristiyanlara benzeyerek yıldızların dağılma vaktine kadar ertelemediği müddetçe dini kemal üzere kalır".

Süfyan-ı Sevri (ra) ve Yusuf b. Esbat (ra) şöyle derlerdi: Dinin­de dini olmayanı taklid etme. Veki´ ise şöyle demiştir: Benim için zi­na etmek, dinim hakkında bidatçi birine fetva sormaktan daha se­vimlidir.

îmam Ahmed b. Hanbel (ra) Ubeydullah b. Musa el-Abesi´den çok sayıda hadis rivayet etmişti. Bir gün, onun bidatçılığına dair şu haberi aldı: Ubeydullah, Ali´yi (kv) Osman´dan (ra) üstün tutar. Hatta Muaviye´yi kötülükle andığı dahi söyleniyor. Sırf bu haber yüzünden, ondan yaptığı rivayeti kesti ve daha önce kendisinden rivayet ederek yazdığı hadisleri tamamen imha etti. O günden son­ra da bir daha kendisinden hadis rivayet etmedi. Bir defasında İmam Ahmed b. Hanbel´e şu sorulmuştu: ´Ey Eba Abdullah, Veki´ mi yoksa Ubedullah mı Selefe daha fazla benzer?´ O da şu cevabı verdi: ´Zina etse bile Veki´.

İbrahim el-Harbi şöyle demişti:
Ali b. el-Medini´den sırf Allah rı­zasını umarak ve hiçbirini nakletmemek kaydıyla birkaç hadis nak­ledip yazmıştım. ´Niçin ey Eba İshak?´ diye sordular. Bunun üzeri­ne, bir bidatçının arkasında namaz kılmış olduğunu ifade etti.

İbrahim (ra) şöyle demiştir:
´Yetmiş yıl boyunca fakihlerle, mu-haddislerle ve Arapça ilmiyle iştigal edenlerle arkadaşlık ettim. Ama şu günlerde ortaya çıkartılan muhdesatm hiçbirini onlardan işitmedim´. O, bu sözüyle ´İsim, Müsemma´ ve benzeri ıstılahları kasdetmekteydi. Yine o, şöyle demiştir: Kelam ve cedel ehlinden olanlar, meclisime gelmesinler. Bana bunlarla ilgili soru da sorma­sınlar. Çünkü benim bunlar hakkında hiçbir ilmim yoktur. Bu ilim­leri beceremem ve ehline de bir şey söyleyemem. Eğer onlardan bi­riyle karşılaşsam, bir kelime dahi konuşmaz ve hiçbir sorusune ce­vap vermem.

İmam Ahmed b. Hanbel de (ra), îmam Şafii´nin (ra) arkadaşla­rından Ebu Sevr´i terketmişti. Sebebi de şuydu: Ebu Sevr, Allah Resulü´nün (sav) "Allah Teala Adem´i Kendi suretinde yarattı" hadisi­nin manası sorulduğu zaman, hadisteki ´Kendi´ zamirinin Adem´e (as) raci olduğunu söylemişti.

Bu söz kendisine ulaştığı zaman Ahmed b. Hanbel çok kızdı ve şöyle dedi:
Yazık ona! Yaratılmazdan önce Adem´in (as) nasıl bir su­reti vardı ki Allah Teala kendisim onun üzerine yaratsın. Yazık ona ki, Allah Teala´nm bir misal üzere yarattığım söyleyebiliyor. Tefsir edilmiş bir hadiste neyin ameli olabilir? Allah Teala Adem´i (as) Rahman´m sureti üzere yaratmıştır. Onun bu sözleri Ebu Sevr´in kulağına gidince, kalkıp İbni Hanbel´e gitti ve özür dileyerek şöyle dedi: Yemin ederim ki bunu ikna olarak söylemedim. Sözüm, sade­ce kafamdan geçen bir görüşün ifadesi ve doğru zannettiğim fikri­min beyanı idi.

İbni Hanbel (ra) Ehl-i Sünnet´ten olan Haris el-Muhasibi´yi de (ra) bidatçılara yaptığı reddiyesinden dolayı terketmişti. Bu me-yanda kendisine şöyle demişti: Onlara neye dayanarak reddiyede bulunuyorsun? Onların söylediklerini naklediyorsun. Söyledikle­rinle de onları düşünmeye ve haklarında görüş çıkarmaya sevkedi-yorsun. Bu ise, hakkın batıl ile reddedilmesinin vesilesi olabilecek bir harekettir. İmam Ahmed´in (ra) bu hassasiyetle terkettiği ule­madan biri de, Yahya b. Ma´in (ra) idi. Onu terkediş sebebi ise, söy­lediği şu sözdü: Eğer şeytan bana birşey verse onu bile alırım.

Malik b. Enes (ra) de şöyle demiştir: Sünneti müdafaa etmek, sünnete uygun değildir. Sünneti ancak haber verebilirsin. Eğer ka­bul edilirse ne ala. Aksi halde sus. Abdurrahman b. Mehdi´ye (ra), ´Falan kişi bidatçılara reddiyede bulunuyor´ denilmişti. ´Allah Tea­la´nm Kitabı ve Resulü´nün (sav) sünnetiyle mi?´ diye sordu. Onlar da, ´Hayır, akli delillerle´ dediler. Bunun üzerine şöyle dedi: Ne^ ka­dar da kötü yapıyor! Bidati, yine bidatla reddediyor!.

Zeyd b. Ahzem, Vehb b. Cerir´den şunu nakletti: Şu´be´nin (ra) şöyle dediğini işittim: el-Hars el-Akeli´ye gittim ve şu soruyu sor­dum: Allah Resulü´nün (sav) "Sizden biri, bir cenazeyi takip ettiğin­de (yere) konuluncaya kadar oturmasın"[50] buyruğunun manası ne­dir? Ne dersin, cenazeye gittiğimizde, mezar henüz kazılmamışsa,defin tamamlanıncaya kadar ayakta dikilmemiz gerekir mi? Ceva­bı şöyle oldu: Sen terkeder miydin?

Mahmud b. Gaylan da, yine Vehb´den şunu rivayet etmiştir: Şu´be (ra) dedi ki:
Bir hadis sormak için el-Minhal b. Amr´a gittim. Evinden tanbur sesi işittiğimde geri döndüm ve hadisi sormadım. Daha sonra bu yaptığıma pişman oldum ve kendi kendime şöyle de­dim: Keşke sorsaydım, belki de bilemeyecekti.

Sonrakilerin ortaya çıkardıkları muhdesattan biri de, yol üs­tünde alışveriş yapmaktı. Vera´ sahiplerinden hiçbiri, yolda oturan satıcıdan birşey almazlardı. Aynı şekilde evlerin balkonlarını dışa­rı doğru çıkarmak, dükkan tezgahlarını yola doğru uzatmak da mekruh görülen davranışlardandır. Vera´ ehlinin alışverişte mek­ruh gördükleri bir hareket de, çocuklarla alışveriş yapmaktır. Çün­kü onlar, akıllarına malik olmadıkları gibi sözleri de kabul edilebi­lir değildir.

Ebu Bekir el-Mervezi´den rivayet edildi ki: İmam Ahmed b. Hanbel´in (ra) meclisine katılanlardan yaşlı biri, oldukça heybetli bir görünüme sahipti. İbni Hanbel de, onu saygıyla karşılayıp iz-zet-ü ikramda bulunuyordu. Bir gün, bu zatın evinin duvarını dı­şardan da sıvamış olduğunu öğrendi. Bundan sonra, o zata iltifat etmemeye başladı. O da, İmam´m bu tavrını yadırgadı ve ´Ey Eba Abdullah, sana benimle ilgili bir şey mi ulaştı?´ diye sordu.

Ahmed b. Hanbel de, ´Evet, evinin duvarım dışarıdan sıvamış- __ sm´ dedi. Adam, ´Bu caiz değil mi?´ diye sordu. O da, ´Hayır, çünkü müslümanlarm yolunu bir parmak ucu kadar gaspetmiş oldun´ de­di. Adam, bunun üzerine, Teki nasıl yapmam gerekir?´ diye sordu. İmam Ahmed de, ´Ya bu sıvayı kazırsın, ya da duvarı yıkıp bir par­mak kadar geriden örüp tekrar sıva yaparsın´ dedi. Yaşlı adam, bu­nun üzerine duvarı yıktı ve bir parmak kadar geriden örüp üzerine de sıva vurdu. Bu hadiseden sonra İmam kendisine, eskiden oldu­ğu gibi izzet-ü ikramda bulunmaya devam etti.

Selef-i Salih, kedi köpek gibi hayvanların ölülerinin sokak çöp­lüklerine atılmasını da mekruh görürlerdi. Bunun sebebi de, sözko-nusu hayvanlardan yayılan kokuların müslümanlara eziyet verme­siydi. Şüreyh ve diğerleri, kedileri öldüğü vakit, onları kendi bah­çelerine gömerlerdi. Tavanlarda olan su kanallarının sokaklara akıtılması da mekruh görülmüştür. İmam Ahmed ve vera´ erbabı insanlar, bu kanalları kendi bahçelerine akıtırlardı.

İbrahim en-Neha´i (ra) şöyle demiştir: İnsanlar, farkında olma­dan da katmerli yalan söylerler. Mesela, ´Birşey yok´ dedikleri za­man, zikre değer görmedikeri şeyi küçümsedikleri için böyle derler. Halbuki, olmayan şey bile, bir şeydir. O, bunu dahi önemli görmüş ve bu ifadeyi kullananların hem de katmerli yalan söylediklerini ifade etmiştir.

Rivayet edildiğine göre, Ömer (ra) Avane´ye şöyle demişti:
Kör­lükten dolayı senin için üzülürdüm. Halbuki şimdi sana gıpta eder oldum. Avane de, ´Ne oldu ki?´ diye sordu. Ömer de (ra) şu cevabı verdi: Çünkü sen, şu gözlerinle Medine´de ortaya çıkan bidatçileri görmez oldun ey Eba Suğra. Katade´ye (ra) şöyle denilmişti: Gör­mek ister miydin? O da şu karşılığı verdi: Hayır. Gözlerimi açıp da kimi göreyim? Ancak Allah Resulü´nün (sav) ashabının (ra) devrin­de olsaydı, o zaman onları görebilmek için gözlerimin açılmasını is­terdim.

el-Fadl b. Mehran´dan şunu naklettiler
: Yahya b. Main´e, din kardeşlerimden birinin, kıssacılarm meclislerine iştirak ettiğini söylediğimde bana ´Onu bundan menet´ dedi. Ben de, ´Kabul etmi­yor´ dedim. O zaman, ´Kendisine vaaz ve nasihatta bulun´ dedi. ´Bu­nu da kabul etmiyor, onu terkedeyim mi?´ dediğimde, ´Evet´ dedi. Ardından İmam Ahmed b. Hanbel´e gittim ve aynı şeyleri ona da söyledim. O da bana, arkadaşıma mushaf okumayı, Allah Teala´yı candan zikretmeyi ve Allah Resulü´nün (sav) hadislerini öğrenme­yi tavsiye etmemi söyledi. ´Eğer bunları yapmazsa´ dediğimde bana, ´Hayır, Allah´ın izniyle yapar. Çünkü o tür meclislere katılmak muhdesattandır7 dedi. ´Peki ya kabul etmez ve söylediklerimi yap­mazsa, o zaman kendisini terkedebilir miyim?´ diye sorduğumda te­bessüm ederek sustu.

Bir adam, Bişr b. Hars´a (ra) kalp ilmiyle ilgili bir mesele sordu. Bişr, biraz durakladıktan sonra cevabını verdi. Ardından muame­lat ilmine dair bir mesele sordu. Bişr, durakladıktan sonra adamın yüzüne dikkatle baktı ve, ´Kimlerin meclisine katılıyorsun?´ diye sordu. Adam da, ´Mansur b. Ammar ve İbnu´s-Semmak´ dedi. Bişr, bunun üzerine kızarak, ´Bize kalp ilmiyle ilgili sual sorduktan sonra bir de gidip kıssacüann meclisine oturmaktan utanmıyor mu­sun?´ dedi ve adamdan yüz çevirdi. Biz de kendisini teskin ederek, ´Sakıncalı biri değildir, Ehl-i Sün neft endir dedik.

Selef uleması, mescidlerle ilgili olarak ilk çıkarılan bidat olan has odada namaz kılmayı mekruh görüyorlardı. Aynı şekilde mes-cidleri süslemeyi, kıble kısmını yaldızlamayı ve mushafları altınla ve değişik malzemelerle tezyin etmeyi mekruh sayıyorlardı. Bunlar da sonradan çıkartılan bidatlardandır. Bu meyanda rivayet edilen bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmekte­dir: "Mescidlerinizi süsleyip mushaflarınızı tezyin ettiğinizde helak üzerinize olur".

Selef-i Salih, tek mahallede birden fazla mescid inşa edilmesini de mekruh görüyorlardı. Bu babda Enes b. Malik´le (ra) ilgili ola­rak şu hadise nakledilmiştir: O, Basra şehrine gittiği zaman, attı­ğı her iki üç adımda bir mescid bulunduğunu görmüş ve şöyle de­mişti: Bu bidat da nereden çıktı? Mescidler çoğaldığı zaman namaz kılanlar azalır. Şuna şahidim ki, tek bir kabilenin dahi, sadece bir mescidi vardı. Kabile sakinleri, yaşadıkları semtte tek bir mescid inşa ediyorlardı. İki mescid yapıldığında ise, namazı hangisinde kı­lacakları hususunda ihtilafa düşülüyordu. Kimisi, eski olanı tercih ediyordu ki, Enes b. Malik (ra) ve ona tabi olan sahabiler bu görüş­tedir. Onlar, yeni yapılma mescidleri bırakarak eski mescidi tercih ediyorlardı. Hasan el-Basri (ra) ise, en yakın olanda kılınması görüşündeydi.

Denir ki: Sonraki devirlerde ortaya çıkarılan bidatlardan dördü de şunlardır: Sofralar, elekler, su kırbaları ve aşırı kilo. Selef-i Sa­lih, toprak kaplar dışındaki kapları kullanmayı mekruh görürken vera´ ehli de bakır ve tunçtan yapılmış güğüm ve destilerin suyun­dan abdest almazlardı. Cüneyd (ra) şöyle der: Seri es-Sakati dedi ki: Evinde kendi türünden başka malzeme kullanmaman fikrinde­yim. Onun ´tür5 ile kasdettiği, topraktan başkası değildi. Topraktan yapılmış kapların kullanılması halinde, bundan dolayı hesap sorul­mayacağı bildirilmiştir.

Selefin mekruh gördükleri adetlerden biri de, binaların tuğla ve kireç kullanılarak yükseltilmesiydi. Rivayete göre, toprağı pişiren ilk insan Hâman´dır ve bunu Firavun´un emriyle yapmıştır. Bu tür yüksek binalar, zorbaların binaları olduğu söylenmiştir. Selef, bina tavanlarının ve kapılarının çeşitli malzemelerle süslenmesini ve tezyinatla donatılmasını da mekruh görürdü. Onlar, bu tür mekan­lardan gözlerini kaçırırlardı. el-Ahnef b. Kays, bir müddet için evinden ayrılıp gurbete gitmişti. Onun yokluğu döneminde evinin tavanını elden geçirip yaldızla süslemişlerdi. Evine girdiği zaman hemen dışarı çıktı ve ´Yemin ederim ki, o süsleri söküp tavanı eski haline getirmediğiniz sürece bu eve girmem´ dedi.

Süfyan-ı Sevri´nin (ra) arkadaşlarından biri olan Yahya b. Mu-az şunu anlatmıştır: Süfyan ile beraber şehirde yürüyordum. Yolda çok süslü ve nakışlarla bezeli bir kapı gördük. Ben, kapıya dikkat­le bakmaya başladım. Bunun üzerine beni çekti. Orayı geçince he­men sordum: Ona bakmada hoşgörülmeyecek taraf neydi? Dedi ki: Onu böyle yapmalarının sebebi, yoldan geçenleri ona baktırabil-mektir. Eğer yoldan geçenlerden hiçbiri dönüp ona bakmasa, böyle yapmazlardı. Süfyan (ra) bu sözüyle, böyle bir kapının yapılmasına katkıda bulunmuş olma endişesini ifade etmekteydi.

Müslümanlar arasında sonradan ortaya çıkan ve Selef tarafın­dan mekruh görülen bidatlardan biri de ince ve şeffaf elbiselerin gi-yilmesiydi. Özellikle Mısır ipeğinden yapılan ince giysiler, hem ka­dınlar, hem de erkekler için mekruh görülürdü. Ama kadınlar için çok daha açık ve katı bir şekilde mekruh görülürdü. Selef, bu ba­histe şöyle derdi: ´Şeffaf giysiler, fasıklarm giysileridir. Elbisesi in­celen kişinin, dini de incelir´. Yine onlar şöyle demişlerdir: Kulluk yolunun başı, giysidir. İbni Mesud da (ra) şunu söylemiştir: Kalp kalbe benzediği zaman, giysi giysiye benzemez.

Bişr b. Mervan, bir defasında şeffaf bir giysi ile hutbe vermişti. Rafı´ b. Hudeyc (ra), onu alaya alarak şöyle dedi: Emirinize iyi ba­kın! İnsanlara öğüt verirken, kendisi fasıklarm elbisesini giyiyor!

Bu konuda rivayet edilen bir başka hadise de şudur: Amir b. Re-bi´a, gösterişli elbisesiyle Ebu Zer´in (ra) yanına gitmiş ve ona züh­dü sorup zühd hakkında konuşmaya başlamıştı. Ebu Zer de (ra), avucunun içine üfleyip yellenme sesi çıkarmaya başladı. Ardından adama sırtını döndü ve onunla konuşmadı. Amir, onun bu davranı­şına çok kızdı. Kendisi, Kureyş´in ileri gelenlerinden ve eşrafdandı. Hırsla İbni Ömer´e (ra) gitti ve Ebu Zer"! (ra) ona şikayet etti. İbni Ömer de (ra) şöyle dedi: Bunu kendin istemişsin! Ebu Zer´e böyle bir elbiseyle gidecek, sonra da ona zühdü soracaksın?!

Bu babda Allah Resulü´nden de (sav) bir hadis rivayet edilmiş ve O, ahir zaman kadınlarını anlatarak şöyle buyurmuştur:
"Onlar elbise giymiş çıplaklardır. Hem meyyaldirler, hem de meylettirir­ler. Başlarında inek boynuzları gibi süsler olur ve cennetin kokusu­nu asla kokamazlar". Kadınların başlarındaki süslerle, şapkalar ve saçtan yapılmış topuzlar kasdedilmektedir.

îbni Abbas (ra) Teberrüc=Süslenme´ kelimesini tefsir ederken, ´ince ve şeffaf elbiseler giyinmek´ olduğunu söylemiştir. O, Allah Te-ala´nın "Önceki Cahiliyye devrinde olduğu gibi, süslenip çıkmayın" (Ahzab/33) buyruğunu tefsir ederken şöyle demiştir: Cahiliyye ka­dını, çok yüksek paralar ödeyerek elbiseler alır, fakat bu elbise ile gizlenmesi gereken avret yerlerini örtemezdi. Bu tür giysilerle, şef­faf ve hatları belli eden türden oldukları için namaz kılmak caiz ol­maz. Bunları giymek de mekruhtur.

Selef-i Salih´in giysileri, Mısır, Yemen ve diğer memleketlerden gelen, hayli kalın kumaşlardan yapılma elbiselerdi. Fiyatları da beş dirhemle otuz dirhem arasında değişirdi. Allah Resulü´nün (sav) izarımn boyu dört buçuk arşın uzunluğunda olup fiyatı da dört beş dirhem kadardı. Gömlek türünden giydikleri elbiselerin fi­yatları da beş ile on dirhem arasında olurdu.

Allah Resulü´nün (sav), bir hadisinde şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Münker maruf, maruf da münker oluncaya kadar Kıya­met kopmaz".[51]

Ibni Abbas da (ra) şöyle derdi: ´İnsanlar üzerinden bir yıl geç­mez ki, bir sünneti öldürüp bir bidati ihya etmemiş olsunlar. So­nunda bütün sünnetler ölüp bidatlar hayat bulacaktır5.

´Münker=Çirkin, tanmmayan´a bu ismin verilme sebebi, onun müslümanlar tarafından bilinmeyen ve yadırganan bir şey olması­dır. Hak gizlenip bilinemez hale gelince onun yerine ortaya çıkan şeye ´Münker1 ismi konulur. ´Maruf =Bilinen´e de bu ismin veriliş se­bebi, onun müslümanlar arasında bilinen ve iyi olarak tanınan şey olmasıdır. Batıl yayılıp cehalet arttığı zaman insanlar tarafından yadırganmayan ve tanınan şeye ´Maruf ismi verilir. Hatta bu meyanda şöyle denilmiştir: ´Zulüm çok arttığı zaman, adaletin ne ol­duğunu bilmeyen çocuklar doğar.

Şa´bi (ra) şöyle derdi
: İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, Haccac-ı Zalim´i hayırla anacak hale düşecekler. Çünkü Haccac, idare ettiği devirde müslümanlann görmedikleri birçok bidat ihdas etmiş, halk da bunları tanımamıştı. Halbuki bugün aynı bidatlar, bilinen sünnetler ve güzel görünen ameller halini almıştır. İnsan­lar, bu bidatları hoş karşılamaya ve onları ihdas eden kişi hayırla yadetmeye başlamışlardır. Hatta birçoğu, bunları çıkaran kimse­nin ecir kazandığını ve şükrana değer bir iş yaptığını dahi düşüne­bilmektedir. Ama, bunların Haccac tarafından ihdas edilmiş bidat­lar olduğunu bilmemektedirler.

Bu insanlar, bunları ihdas edene lafzi olarak dua etmeseler bi­le, hayırla anmaları sebebiyle zımni olarak dua etmiş olmaktadır­lar. Bu bidatları güzel görmeleri dahi, çıkaran kimse için bir tür duadır. Haccac´m bidatları arasında, onu ahiretin iyi kapılarına so­kabilecek hayırlı bidatlar da vardır . Halbuki ondan sonra gelen va­li ve idareciler, zulüm ve fışkın zirvesine çıkan Öyle bidatlar ihdas etmişlerdir ki, onların yaptıkları yanında Haccac´ı hayırla anıp ona dua etmek neredeyse farz olmuştur.

Selefe muhalefet ederek ihdas edilen tahtırevan ve zenbillerin tamamı bidattir. Bunlar sayesinde, yola çıkanların keyifleri ve ra­hatları artmıştır. Halbuki Selef devrinde insanlar hacc için yola çıktıkları zaman, yük hayvanlarının ve develerin semerlerine otu­rur, güneşin altında terler ve Allah Teala´nm yolunda sabr-ü sebat ederlerdi. Yemeği az yer, uykuyu kısa tutarlar, üstleri başları kum ve tozla dolardı. Neticede bindikleri hayvanların rahatları daha fazla olup yük ve meşakkatleri az olurdu. Bu yaptıkları, onlar için daha sevap, hacları için daha nezih, hayvanları için de daha sağlık­lı olurdu. Bu, peygamberlerinin sünnetine de uygundu. Ama sonra­kiler, bütün bu zühd ve nezahati bir kenara atarak türlü bidatlar ihdas etmişlerdir. Hacca giderken develerin üstüne büyük gölgelik­ler ve tahtırevanlar kurdurmaya başlamışlardır. Hayvanlar, bu ağır yüke dayanamadıkları için çoğu zaman yolda telef olurdu. Böyle yapmak suretiyle Allah Resulü´nün (sav) sünnetine de aykı­rı hareket etmiş olurlardı.

Sonraki devirlerde çıkarılan bidatlardan bir kısmı da mushaf-larla ilgiliydi. Selef-i Salih devrinde bulunmayan beşliler, aşırlar, ayet başları, kırmızı, yeşil ve altın yaldızlı işaret ve noktalar gibi sonradan ihdas edilmiş tezyinat ve süslemeler Kur´an-ı Kerim´e so­kulmuştu. Selef-i Salih, ´Kur´an´ı, Allah Teala´dan indirildiği üzere yalın kılın ve ona Kur´an´dan olmayan şeyleri karıştırmayın´ derler­di. Ulema da, Kur´an-ı Kerim üzerinde yapılan bu tür tezyinatı çir­kin görürdü. Ebu Reziyn şöyle derdi: İnsanlar üzerine öyle bir za­man gelecek ki, o zaman doğacak nesil, Haccac´m mushafla ilgili olarak ihdas ettiklerine bakarak bunun Allah Teala´dan inzal edi­len şekil olduğunu zannedecektir.

Mushaflarla ilgili olarak ulemadan birçok ihtilaf ve kınama nakledilmiştir. Mesela bazı alimler, kırmızı noktalar konmuş mus-hafları okumazlardı. Bazıları da, noktalı mushafı, vahyedilenin ay­nı olarak görmüyorlardı. Bazıları mushaf satın almayı uygun gö­rürken, satmayı mekruh sayıyorlardı. Bir kısmı da, başkası tara­fından noktalanmış bir mushafı okumakta mahzur olmadığını söy­lüyorlardı. Bidat olduğunu düşündükleri için, Kur´an´ı noktalama­ya karşı ücret alınmasını da mekruh görüyorlardı.

Ebu Bekir el-Hezeli şöyle der:
Hasan el-Basri´ye (ra) Kur´an-ı Kerim´i parayla noktalamanın hükmünü sordum. Bana, ´Noktala­ma da nedir?´ diye sordu. Ben de, ´Lafızların iraba uygun olarak ha­rekelenip noktalanması´ dedim. ´Kur´an´m irabına uygun olarak ha-rekelenmesinde bir beis yoktur´ dedi. Halid el-Hazza´ da şunu nak-letmiştir: Muhammed b. Sirin´in (ra) meclisine gittiğimde, hareke­lenmiş bir mushafı okuduğunu gördüm. Halbuki o, noktaları ve ha­rekeleri mekruh sayardı.

Firas b. Yahya da şunu anlatmıştır
: Haccac´m hapishanesinde, nahivle ilgili, noktalanmış bir sayfa gördüm ve şaşırdım. Bu, gör­düğüm ilk noktalı yazıydı. Onu Şa´bi´ye götürdüm ve durumu ken­disine haber verdim. Bana şöyle dedi: Sen, noktalanmış olanı oku. Ama kendin noktalama.

Rivayete göre Haccac, Kur´an okuyan karilerden otuzunu bir araya getirmişti. Bunlar oturup bir ay boyunca Kur´an´ın harfleri­ni, lehçelerini ve kelimelerini sayıyorlardı. Eğer bunu yaparken Ömer, Osman (ra) veya Ali (kv) onları görseydi, sopayla kafalarını yaralarlardı. Sahabenin mekruh gördükleri ve ahir zaman karileri olarak vasfettikleri Kur´an okuyucuları, işte bu kimselerdir. Onlar hakkında şöyle denilmiştir: ´Kur´an´m bütün lehçelerini ezberler, ama hadlerini (hükümlerini) zayi ederler

Haccac, karilerin en iyilerinden ve lehçelere en fazla hakim olanlardan biriydi. O, Kur*an-ı Kerim´i her üç günde bir defa hat­mederdi. Ama Kur´an´m koyduğu had ve kaideleri en fazla çiğneyen de yine oydu. Mescidlerdeki kum ve taşlan dışarı çıkartıp oralara liften dokuma yaygılar serdiren de odur. Rivayete göre görme özür­lü olan Katade (ra) secdeye vardığında gözüne bir lif parçası kaç­mıştı. Namazdan sonra şöyle dedi: Mescidlere bunları döşeterek namaz kılanlara eziyet eden Haccac´a Allah lanet etsin! Selef-i Sa­lih, Allah Teala karşısında tevazu, huşu ve zillete daha yakın oldu­ğu için doğrudan toprak üzerine secde etmeyi daha hoş görürlerdi.

Yukarıda zikrettiklerimizin yanısıra sonraki devirlerde ortaya çıkarılan birçok bidat daha vardır ki, bunları teker teker saymayı ve hepsini dile getirmeyi istemiyoruz. Ne üzücüdür ki bu bidatler, günümüzde bilinen sünnetler ve aşina olunmuş adetler haline gel­miştir. Halbuki salihlerin sıfatlarını ve öncekilerin siretlerini bil­melerinden dolayı marufa da vakıf olanlar nezdinde bunların ekse­riyeti münker olma vasfını muhafaza etmektedir.

îbni Mesud (ra) şöyle demiştir
: Münkerler ve bidatlar o kadar et­kili olacaklardır ki, bunlardan herhangi biri değiştirilmek istendi­ğinde ´Sünneti mi değiştiriyorsunuz? denilecektir. O, başka bir riva­yette de şöyle demektedir: Bu zamanın en zekileri, dinlerinde tilki­ler gibi kurnazlık edenler olacaktır. Enes b. Malik (ra) Hicret´in sek­seninci yılı hac mevsiminde şöyle demişti: Bugün, Allah Resulü´nün (sav) devrinde olup da değişmemiş hiçbir şey göremiyorum. Sadece ´La ilahe illallah´ şehadeti dışında. ´Peki ya namaz, ey Eba Hamza?´ dediklerinde şöyle dedi: Namazda da sizin bidiğiniz bidatlan ihdas etmediler mi? Onun kasdettiği, namazdaki tehirler, öncesindeki çağrılar ve selamın belirlenmesi gibi adetlerdi. O devirdekiler, bunu kametle bir tutuyorlardı ve sünnet haline getirmişlerdi.

Enes b. Malik (ra) Yezid er-Rekaşi, Ziyad en-Numeyri ve Ferkad es-Seneci gibi kariler yanına geldiği zaman şöyle derdi: Sizler Al­lah Resulü´nün (sav) ashabına ne kadar da benziyorsunuz! Başlarınız ve sakallarınız ne kadar güzel! Onun bu sözü Mecnun´un şu beyti gibiydi:

Çadırlarsa, onların çadırları gibi Ama semtin kadınlarının, o kadınlar olmadığını görüyorum.

Sahabe´den bir topluluktan da şu söz rivayet edilmiştir: Eğer Allah Resulü´nün (sav) ashabı yeryüzüne dağılsalar ve yaptıkları­nıza baksalar, cemaatla namaz dışında yaptığınız hiçbirşeyi maruf olarak görmezler. Başka bir lafızda ise Toplu olarak namaz kılma­nız dışında´ dedikleri rivayet edilmiştir. Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi: Öyle taifelerle arkadaşlık ettim ki, onları görseydiniz kesin­likle ´Bunlar deli´ derdiniz. Onlar da sizin en hayırlılarınızı görse­lerdi ´Bunlar ne ahlaksız kimseler  derlerdi.

Ebu Hazım şöyle derdi: Ben hakiki manada kurra olan zevata yetiştim. O devrin Kur*an hamillerinden biri, yüz kişinin arasında bulunsa, hüsn-i siması, tevazusu ve huşû´u ile derhal temayüz ederdi. Hamili olduğu Kur´an, ona vakar kazandırmış, simasını gü­zelleştirmiş, onu huşu ve itaat ehlinden kılmıştır. Ama bugün gör­düklerim, yemin ederim ki bunlar ´Kurra´ değil ´Cürra´ yani cüret­kar kimselerdir.

Bir zat da şöyle demiştir: Cenazede hazır bulunur, ama cenaze­nin kime ait olduğunu bilemez ve insanların aşırı hüzünlerinden dolayı kime taziyede bulunacağımızı bilemezdik. Cenaze teşyi edil­dikten sonra, ölüye faydası olmayacak üç kişi bırakılırdı´. Fudayl b. Iyaz da, zamanının kari´lerine karşı insanları ikaz ederek şöyle derdi: Sakın o kari´lerin meclisine oturmayasm. Kendilerine ters düştüğün zaman seni tekfir ederler.

Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi
: ´Bir delikanlıyla sohbet etmek kadar sevdiğim birşey yoktur. Bir kari´ ile sohbet etmek kadar da kızdığım şey yoktur. O, çoğu zaman şunu söylerdi: Teğanni yapma­yı beceremeyen, kurra´lığı da beceremez. Bişr b. el-Hars da şöyle derdi: ´Bir delikanlıyla arkadaşlık etmek, benim için bir kari´ ile ar­kadaşlık etmekten daha sevimlidir. Karilerin meclislerine otur­maktan uzak dur. Çünkü onlar, zemmedilmesi gerekmeyeni zem­mederler. Onların cemaatıyla namazı terketsen, hepsi de senin aleyhinde şahitlik ederler. Bütün bunların sebebi, onlann her konuda haddi aşmaları ve cehaletin kendilerine ağır basması, ulema meclislerine çok seyrek katılmaları ve ilmi yakinen görmemelerin­den ötürü her konuda inkara süratle meyletmeleridir.

Onlar, riyanın çok gizli emarelerini taşıyıp halka karşı yapma­cık hareketler sergiledikleri için inkar edilmeyecek şeyleri de inkar ederler. Kolayla atfedilebilecek basit meselelerde katı ve bağnaz bir tavır sergileyerek nefretlerini açığa vurmaktan geri durmazlar. Onlar, güzel ahlak ve hoşgörü sıfatlarını haiz olmayan kimselerdir. Onlar, insanlara karşı aşağılayıcı ve kaba kimselerdir.

Zenginlere karşı ise yaltaklanır ve aşın derecede yumuşarlar. Sanki nzıklarını onlara borçluymuş ve sanki ibadetlerini onlar için yapıyormuş gibi davranırlar. Ahlaklı ve temiz insanlara karşı öfke­leri çok büyüktür. İşte bu sebepledir ki ulemadan bir zat şunu söy­lemiştir: Şerefli bir kimse Kur´an kari´i olduğu zaman tevazu sahi­bi olur. Düşük biri kari´ olduğunda ise kibir sahibi olur.

Başka bir zat da şunu söylemiştir
: Sefil kimseler kari´ oldukla­rı zaman, iyiliği emri arttırır ve komşularına her meselede itiraz etmeye başlarlar. Onların iyiliği emretmeye yönelik gayretlerinde-ki artışın sebebi, kendilerinin de iyilik ve maruf ile tanınma arzu­larıdır. İşte bu yüzdendir ki hakiki alimler onları reddetmiş, hik­met ehli de kendilerini kınamıştır. Çünkü ilim, daralıp genişleyen bir fazilettir. Güzel ahlak, edeb ve mertlik de buna bağlı olarak ge­nişleyip daralır.

Hakiki alim, insanlara karşı herşeyi yerine koyan ve bu hususta haddi aşmayan, herkese aklı mikdarınca hitap edip insanlar için ma­zeretler aramayan kimsedir. Ulemanın sıfatlarından biri de, ahlakı yaymada içine dönük olmaktır. İmam Şafi´i (ra) şöyle derdi: İnsanla­ra karşı içe kapanık ve çekimser olmak, onlann düşmanlığını kazan-dıncı bir davranıştır. Sen, çekimser ile fazla açılan arasında dur.

Bu konuda nakledilen bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Siz insanları mallarınızla genişletip ferahlatamazsmız. Sizden biri onlan şenliği ve güzel ahlakı ile ge­nişletip rahatlatsın". Bu hadisin başka bir rivayetinde ise ´Müjde-ciliği ve mutluluğu ile´ ifadesi geçmektedir. Bütün bu meziyetler, kurra´ sınıfının ekseriyetinde mevcut olmayıp onlar bu tür bilgile­re sahip değildirler.

Allah Teala, herşey için bir ölçü koymuştur. Bir şeyin ölçüsünü kaçıran kimse onu ifsad eder. Selef-i Salih´den bir zat şöyle demiş­tir: Tevazu´un azı, amelin çoğuna, vera´m azı da ilmin çoğuna denk­tir. Halefin hafife aldığı Selef ahlakından biri de, kişinin kendi hak­kında konuşan kişiyle veya konuşmamış bir kişiyle ilgili olarak ko­nuşmasını nifak alametlerinden saymalarıydı. Çünkü onlar, biriy­le konuştuklarında veya ona selam verdiklerinde ona kalpleriyle selam verirler ve onun hakkında asla ileri geri konuşmazlardı. Bir bidati veya açık fışkından dolayı gıyabında bahsettikleri kişiyle yüzyüze geldiklerinde asla konuşmazlardı.

Sözünden dolayı övdükleri bir kimseyi, başka bir mecliste fiilin­den dolayı kınamaz, fiilinden dolayı kınadıkları birini de sözünden dolayı övmezlerdi. Çünkü bu tür davranışlar, insanda iki dilin ve iki yüzün olmasını, için dışın farklılaşmasını gerektiren davranış­lardır. Onlar birine ´Selamün aleyküm´ diye selam verdikleri za­man, bunun manasının ´Seni gıybet etmemden ve ardından kına­mamdan beri ve uzaksın´ olduğunu iyi bilirlerdi. Onlara göre insan­ların bu tür farklılık ve ikiyüzlülük içinde olmaları, nifak çeşitle­rinden birini teşkil etmekteydi.

Allah Resulü´nden de (sav) bu babda şöyle bir hadis-i şerif riva­yet edilmiştir:
"İnsanların en kötüsü, onlara bir yüzle, şunlara baş­ka bir yüzle giden ikiyüzlü kimsedir".[52] Başka bir hadiste ise şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Dünyada iki dili olana, Allah Te­ala Kıyamet´te de ateşten yapılmış iki dil verecektir".[53]

Selefden bir zat da şöyle demiştir
: Meclisimde hiç kimse zikre-dilmemiştir ki, onu sanki önümdeymiş gibi kafamda canlandırıp işittiğinde seveceği şeyi gıyabında söylemiş olmayayım. Bir başka­sı da şöyle demiştir: Yanımda hiç kimse zikredilmemiştir ki onun misalini gözümde canlandırmış ve kendi hakkımda söylenmesini istediğim şeyleri onun hakkında söylemiş olmayayım.

Selef-i Salih´ten bir zat da şöyle demiştir:
Tevazu´un azı, amelin çoğuna, vera´m azı da ilmin çoğuna denktir. İşte bunlar, insanların kalplerinden ve ellerinden emin oldukları hakiki müslümanlann sıfatlarıdır. Onlar öyle kimselerdi ki, yanlarında başka biri kötü sözlerle anıldığı zaman, durup kendi nefsi hakkında tefekkür eder ve bu kötülük kendinde de varsa, utanarak bu konuşmayı keserler­di. Eğer bu kötülük kendilerinde yoksa, bu yüzden Rablerine ham-dedip kötülüğü zikredilen kardeşlerine şefkat duyarak onun düzel­mesini dilerlerdi. Rablerine olan daimi şükür halleri, onları bu tür günahlardan muhafaza ederdi. Selef-i Salih´in yolu işte buydu.

Allah Teala´mn indirdiği semavi kitaplardan birinde şöyle yazı­lıdır:
´Kendinde hayır olmadığı halde hayırla anılan kimsenin se­vinmesine şaşmak gerekir. Kendinde bulunduğu halde kötülükle anılmasına kızana da şaşmak gerekir. Bundan daha fazla şaşılma­sı gereken ise, nefsini yakin üzere sevip insanlara şüphe ile buğze-den kimsenin kimsenin halidir´.

Selef, övülmekten hoşlanma ve şükran bekleme türünden dav­ranışlara karşı çok sert konuşurlardı. Öyle ki onlardan bir zatın şöyle dediği rivayet edilir: Övülmeyi sevip yerilmekten hoşlanma­yan kimse, münafıktır. Ömer (ra), bir adama, ´Halkının lideri kim?´ diye sormuştu. O da, ´Benim´ dedi. Bunun üzerine Ömer (ra) şöyle dedi: ´Eğer öyleysen bunu söyleme´.

Muhammed b. Ka´b bir mektup yazmış ve nisbet ismi olarak da ´el-Karezi´ ismini kullanmıştı. Çevresindekiler, ´el-Ensari diye yaz´ dediler. Bunun üzerine şöyle dedi: Olmadığım bir şeye güvenerek Allah Teala´ya karşı kendimi emniyete almak istemem! Süfyan-ı Sevri de (ra) şöyle derdi: Sana, ´Ne kadar da kötü adamsın!´ denil­diği zaman kızıyorsan, hakikaten kötü birisindir. Başka bir zat da şöyle demiştir: Kendinde bir hayır görmedikçe, hayırda olmaya de­vam edersin.

Ulemadan bir zata sorulmuştu: Nifağın alameti nedir? Dedi ki: Kendinde bulunmayan bir faziletle medhedildiği vakit kalbin bu­nunla teskin olmasıdır. Süfyan (ra) şöyle derdi: Bir kimsenin, halkın tamamı tarafından sevilmekten hoşlanıp birinin dahi kötülükle an­masından rahatsızlık duyduğunu görürsen, bil ki o bir münafıktır.

Bütün bunlar, Allah Teala´nm münafıkları tavsif ettiği şu ayet-i kerimenin muhtevasına dahildir
: "Diğer bir takımlarını da, hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin kalmak ister bula­caksınız". (Nisa/91) Ehl-i Sünnet içinde eman bulan kimsenin, ehl-i bidat arasında korku duyması gerekir. Alimler tarafından kınanan karilerin ekserisi, işte bu yollara giren, gündüz vakti gecenin karanlıklarına dalan kimselerdir.

Belki de gurura kapılmış ve cahil biri, Allah Resulü´nün "Mü­min övüldüğü zaman imanı artar" hadisini olmadık şekilde tevil edip onu yerli yerine koyamaz. Dikkat edilirse Allah Resulü (sav) ´Müminin şanı artar buyurmayıp ´İman artar buyurmuştur. İma­nın artması ise, imana kasdedecek hile ve tuzaklardan korunmak ve Allah korkusu taşımakla olur. Ariflerin bu babda takip ettikleri bir yol vardır; onlar imanın yücelmesiyle müminin de yüceleceğine inanırlar. Yücelen mümin ise, bunun için Rabbi adına sevinir ve bu yücelmeyi, kendisini bu vasıta ile dost edinen Mevla´sına izafe eder. Sanatı, onun Sâni´i olan Allah´a döndürüp fıtratta bu fıtratı şekil­lendiren Fatımi müşahede eder. Böylece yapılan övgü Sâni´i olan Al­lah Teala´ya, tavsif de Fatır´ına ait olur. Bu meyanda asla kendi nefsine bakmaz ve bu tavsif ile övünmez. Bunlar; Rabbinin merha­met ettiği kimseler dışında takipçilerinin azaldığı, artık silinmekte olan hakikat yollarıdır. [54]