- İlim Sıfatı

Adsense kodları


İlim Sıfatı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Tue 29 December 2009, 05:33 pm GMT +0200
İlmin Sıfatı,Selef´in İlimde Takip Ettiği Yol Ve Sonrakilerin Çıkardıkları Kıssacılık Ve Kelamcılığın Zemmedılişi
ALLAH Teala´yı hakkıyla bilen bir alim, şu beş sıfatı haiz olmalıdır. Bunlar, ahiret ulemasının alametleridir; Korku, huşu, tevazu, gü­zel ahlak ve zühd.ALLAH Teala buyurdu ki: "ALLAH´dan kulları içinde ancak alimler hakkıyla korkar". (Fatır/28) Yine O, huşu hakkında şöyle buyur­maktadır: "ALLAH´a huşu duyar ve O´nun ayetlerini az bir pahaya satmazlar". (Al-i îmran/199) Ahiret alimi, tevazu ve güzel ahlaka da sahip olmalıdır. ALLAH Teala buyurdu ki: "Müminlere kanadınıger ve de ki: Ben açık bir uyarıcıyım". (Hicr/88); "Ve ALLAH´dan bir rahmet ile, onlara karşı yumuşadm". (Al-i İmran/159)

Ahiret ulemasına gereken sıfatlardan biri de dünya hayatında zühd sahibi olmaktır. ALLAH Teala buyurdu ki: "Kendilerine ilim ve­rilmiş olanlar ise: Yazıklar olsun size, iman edip salih amel işleyen­ler için ALLAH´ın sevabı daha hayırlıdır". (Kasas/80) Bu sıfatları taşı­yan kimse, ALLAH Teala´yı hakkıyla bilen ahiret ulemasından sayılır. Dinle ilgili hususlarda ortaya çıkan müşkil meselelerde alimin açıklamasına ihtiyaç duyulur. Kalplerde oluşan şüphelerin gideril­mesinde ise ariflere ihtiyaç duyulur. Abdullah b. Mesud da fra) bu meyanda şöyle demiştir: Sizden birinin kalbine takılan bir mesele­yi kendisine bildirecek ve ona derman olacak birini bulabildiğiniz sürece hayır içinde olmaya devam edersiniz. ALLAH´a yemin olsun ki, böylelerini bulamayacağınız zamanlar neredeyse gelmiştir´.

ALLAH Resulü de (sav) bir defasında İbni Mesud´a (ra) şunu sor­muştu:
"İnsanların en bilgilisi kimdir? O da ´ALLAH ve Resulü en iyi bilendir" demişti. Bunun üzerine ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmuş­tu: İşler karıştığında ve müşkil meseleler vuku bulduğunda oturağı üstünde emeklese bile hakkı en iyi bilenleridir. İnsanlar ihtilafa düş­tüklerinde, amelinde kusur bulunsa dahi hakka en iyi bilen odur".

ALLAH Resulü (sav), İmran b. Husayn´m (ra) hadisinde de şöyle buyurmaktadır
: "ALLAH Teala, şüpheler varid olduğu zaman tenkidçi gözü, şehvetler hücum ettiği zaman akl-ı kamili, birkaç hurmayla dahi olsun cömertliği ve yılan öldürmekte dahi olsun cesareti sever". Ne üzücüdür ki yaşadığımız şu devirde îbni Mesud´un (ra) endi­şe ettiği durumla karşılaşmış bulunuyoruz. Mesela tevhidin mana-lanyla ilgili bir şüpheyle karşılaştığınızda veya tevhid ehlinin sı­fatlarının esaslarından biriyle ilgili olarak bir müminin kalbine bir soru takıldığında, onu giderebilmek ve işin hakiki şeklini ortaya çı­kararak yüreğini teskin etmek istediğinizde bunu yapmanız hayli zor olacaktır. Yaşadığımız şu devirde tevfîk-i ilahiye mazhar olmuş bir kalp sahibine ulaşmak neredeyse imkansızdır.

Böyle bir durumda hakikati bulmak için girdiğiniz araştırmada şu beş zümrenin ortasında kalakalırsınız:


1. Sapıtmış bidatçılar; bunlar, kendi nevalarından kaynaklanan reylerini bildirerek şaşkınlık ve şüphenizi daha da arttırırlar.

2. Kelamcı; o da, kendi ilminin, yakin ehlinin şehadetlerini idrak edemeyeceğini söyleyerek, akılla bilinen bilgilerini dinin zahirine kıyas ederek sana bir görüş bildirir. Bu da ayrı bir şüphedir. Bir şüphe, başka bir şüphenin ortaya çıkarılmasını sağlayabilir mi?

3.
Şatahât ehlinden bir Sufî´ye gidersiniz; böyle bir aufî, yolunu kaybetmiş, hatalar içinde biri olduğu için sizi Kitab ve Sünnet´in ötesine taşır. O, bu iki kaynağı fazla önemsemez ve söylediği söz­lerle imamların görüşlerine muhalefet eder. Bu görüşlere muhale­fet etmekten çekinmediği gibi sana sadece, zanna, vesveseye, had-se ve hakkı batıl gösterme esasına dayanarak fikir beyan eder. Kevni ve mekanı ortadan kaldırarak, ilmi ve ahkamı tamamen devreden çıkarır. Kavramları ve kaideleri çiğneyip atar.

Bunlar, ucu bucağı olmayan bir çölde yollarını kaybetmiş ve hiç­bir hüccete dayanmayan kimselerdir. Tevhid denizinde boğulup gi­den bu zavallılar, ne müttakilerin imamları sayılır, ne de müttaki-ler için bir rehber olabilirler. Bunların bildirecekleri görüşler, delil­den yoksun olduğu ve delillendirme yollarından birine dayanmadı­ğı için tamamen geçersizdir.

4. Fetva ehli Alimlere gidersiniz: Böyleleri, kendilerine göre alim oldukları ve ilimleri kendi çevrelerinde takdir gördüğü için alim makamında dururlar. Bunların diyeceği de şundan ibarettir: Bu husus, ahiret hükümlerinden ve gayb ilminden olup bu bahis­lerde konuşamayız. Çünkü biz, bunlarla mükellef kılınmadık. Hal­buki girdikleri münazaraların çoğunda aslen mükellef olmadığımız hususlarda fikir beyan eder ve Selefin telaffuz etmediği hususları ısrarla müdafaa ederler. Zorlama bilgileri öğrenir ve öğretirler.

Zavallılar, şunu bilmezler ki asıl mükellef kılındığımız ilimler
; imanın yakini, tevhidin hakikati, mumelenin ihlasının bilinmesi ve ihlasa etki eden hususları bilmektir. Onlar ise kendi kendilerine ardına düştükleri ilimleri zorlama yoluyla öğrenmektedirler. Bun­lar, bizim mükellef kılındığımız ilim dairesinin dışındadır. Oysa iman ilmi, tevhidin sıhhati, Rahman´a kulluğun ihlası, amellerin dünyevi hevalardan halis kılınması ve bunlara tealluk eden kalbi ameller, dini fıkhetmenin esasını ve müminlerin sıfatlarının tavsi­fini ifade ederler. Çünkü bunların icabı, müminleri uyarma ve kor­kutmadır.

Nitekim ALLAH Teala şöyle buyurmaktadır:
"O halde onlardan bir kısmı da din ilimlerini öğrenmek ve kabileleri savaştan kendi­lerine döndüğü zaman onları, ALLAH´ın azabıyla korkutmak için ge­ri kalmalıdır". (Tevbe/122) Bu manada ALLAH Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Yakin´i öğrenin. Ben de sizinle beraber öğreniyo­rum". Sahabe de (ra) şöyle demişlerdir: (Biz önce imanı öğrendik. Sonra Kur´an´ı öğrendik ve imanımız daha da arttı´. Şu halde bu ilim, yakin ile hidayetin artması ve müminlerin de imanlarmdaki artışı beraberinde getirmektedir. ALLAH Teala da şöyle buyurmakta­dır: "ALLAH onları iman bakımından arttırdı". (Al-i İmran/173); "Al­lah, hidayete erenleri hidayet bakımından arttırır". (Meryem/76)

Böyle alimler, muameledeki edeb güzelliğinin marifet ve yakin ile olduğunu hissedemezler. Bu da, yakin sahiplerinin sıfatlarm-dandır. Yine bu, kulun bulunduğu makamda Rabbi ile arasındaki bir hali, Rabbi´nden aldığı bir nasibi ve ahireti bakımından da aldı­ğı sevabıdır. Bu, birinci derecede kulun tevhid şehadetinin halis oluşuna ve şirk unsurlarından ve nifak tohumlarından arınmış bir iman ile içice olmasına bağlıdır. Bu iman, farizalarla birlikte varo­lan bir imandır. Bu farzlardan biri de amelde ihlas sahibi olmaktır.

Alim olduğunu iddia eden kimse, bunlar dışında kendi kalbinin yattığı ve gönlünün hoşlandığı fuzuli ilimler ve garip anlayışlarla meşgul olur. Bunlar ise, halkın gündelik ihtiyaçlarından ve başla­rına gelen hadiselerden ibaret olup yukarıda anlattığımız türdeki ilim için perde ve oyalayıcı bir meşguliyet teşkil ederler. Alim oldu­ğunu iddia eden bu gafil, faydalı ilmin hakikatini yeterince bilme­diği için arzularının süslediği ve maksadının sevdirdiği fuzuli bilgi­leri, bu ilme tercih eder. O, insanların ihtiyaç ve hallerini, kendi nefsinin ihtiyaç ve hallerine tercih etmekte ve onların dünyevi iş­leriyle ilgili olarak kendisindeki nasipleri uğruna çalışarak yüce Rabbinden ahiretti alacağı çok daha büyük ve dolgun nasibini ih­mal etmektedir. Halbuki bu nasip, kendisi için çok daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Çünkü neticede dönüp gideceği ve ebediyen sığına­cağı yer orasıdır.

Böyle davranmak suretiyle insanlara yaklaşmayı, ALLAH Tea-îa´ya yakınlaşmaya tercih etmiş ve onlarla meşgul olarak çok daha değerli ve ulvi olan Rabbi´nin sevabım terketmiş olur. O, her anını onlara ayırmayı, kalbim Rabbinin hizmetine girip O´nun rızasını umarak takva ile Rabbi için halis kılmaya yeğlemektedir. Onların dillerini İslah etmeyle uğraşırken kendi kalbinin salâhını ihmal etmektedir. Onların zahiri hallerine bakmaktan kendi halinin batını­nı göremez olur. Bunun sebebi, müptela olduğu önderlik sevdası, halk içinde şöhret kazanma isteği, siyaseten yer kazanmak, geçici dünya malına duyulan arzu ve dünyanın geçici izzetine gösterilen düşkünlüktür. Tabii böyle biri, himmet eksikliği ve ahir ete yönelik niyet zaafiyeti de çekmektedir.

İşte bütün bunlardan dolayı, kendi günlerini insanların günleri için tüketir, cahiller kendisine ´alim´ desinler ve birtakım boş kim­selerin nazarında ´Fazilet erbabı´ olsunlar diye ömürlerini onların şehvetleri uğruna harcarlar. Böyleler! Kıyamet günü iflas etmiş olarak geleceklerdir. O gün, dünyada salih ameller işleyip ALLAH Te-ala´nm rızasını kazanan alimlere ve abidlere verilen bol nasibi gör­dükleri zaman şaşıp kalırlar. Fakat başkalarının nasibinden onla­ra ne fayda gelir ki?! ALLAH Teala, her ilim için bir alim, her amel için de bir âmil yaratmıştır. İşte onlar kitaptan nasiplerini idrak edecek olan bahtiyar kimselerdir. Her iş, onun için yaratılmış ki­mseye kolay kılınır.

İşte bu tür alimler hakkındaki hükmün izahı da budur. Ümmet şunda asla ihtilafa düşmemiştir; Tevhid ilmi, özellikle de şüphele­rin ortaya çıktığı ve tevhidle ilgili müşkil meselelerin gündeme ge­tirildiği devirlerde müslümanlar üzerine yazılı bir farzdır.

Ümmetin ihtilafa düştükleri husus, şu iki meseleden ibarettir:
Tevhid nasıl bir şeydir? Tevhide ulaşma ve onu talep etme keyfiye­ti nasıldır? Bu hususta kimileri talep etme ve araştırma yolunu, ki­mileri istidlal ve tefekkür yolunu, kimileri rivayet ve haber yolunu, kimileri teslimiyet ve tevfık-i ilahi yolunu, kinlileri de acz ve kusu­run itirafıyla onu idrak etmenin mümkün olacağını söylemişlerdir.

5. Ulemanın beşinci zümresi de hadis ve rivayetlere sahip olan Muhaddislerdir:
Bunlara birşey sorduğunuzda size tavsiyeleri; tes­limiyet göstermek ve varsa hadisin emrine olduğu gibi uyarak faz­la araştırmam aktır. Bunlar, selamet bakımından fıkıh ehli müfti-lerden sonra gelirler. Avamın selefine benzerlikleri ve takip ettikle­ri yol bakımından da en hayırlılar bunlardır. Yakini şehadete sahip

olmayan bu insanlar, gördüklerinin hakikatma ve müşahedeye de sahip değildirler. Bunlar, yalnızca işittikleri ilim için rivayetçi, duydukları hadis ve haber için de iyi bir nakilcidirler. Haber ver­dikleri şeyi fıkhetmeseler bile onu olduğu gibi aktardıkları için Rableri önünde bir hüccete sahiptirler. Ama naklettiklerini şahit olarak okuyamazlar.

Zühri (ra) şöyle derdi:
´Bana falanca nakletti. O, ilmin koruyu­cu kaplarından biriydi´. Dikkat edilirse ´Alim demeyip İlmin kabı´ ifadesini kullanmaktadır. Malik b. Enes de (ra) şöyle derdi: ´Tabi-un´dan yetmiş şeyhle karşılaştım. Onlar arasında abidler, duası ka­bul görenler ve yağmur duasına davet edilenler de vardı. Bu züm­relerin hiçbirinden ilim nakletmedim. Kendisine ´Niçin?´ diye sorul­duğunda şu cevabı verdi: Çünkü ilim ehli değillerdi´. Bu haberin başka bir rivayetinde ise Malik´in (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: ´Çünkü onlar naklettiklerini anlayamayan, kendilerine sorulanları fıkhedemeyen kimselerdi´.

Malik (ra) der ki: ´İbni Şihab ez-Zühri, yaşı küçük olmasına rağ­men bizi geçti. Onun yanma gitmek için sıraya girer, hatta kimi za­man ona ulaşamazdık. Çünkü o, naklettiği şeyin alimi olan bir zat­tı´. Bu durum, ALLAH Resulü´nün (sav) şu buyruğuna da uygun düş mektedir: "Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki fakih değildir. Nice fıkıl taşıyıcısı da vardır ki onu kendinden daha fakih olana taşır".[25]

Seleften bir zat şöyle demiştir: Selef uleması, alimler arasında ki ihtilafları bilmeyen kimsenin bilgisini ´ilim´ saymıazdı. Başka bi zat ise şöyle demiştir: ´Ulemanın ihtilaflarım bilmeyen kimseni fetva vermesi helal olmadığı gibi ´alim´ olarak da isirnlendmlme2 Katade ve Said b. Cübeyr (ra) şöyle derlerdi: ´Alimlerin en bilgilis ulemanın ihtilaflarını en iyi bilendir.. İmam Ahmed´e (ra) şöyle di nilmişti: Bir kişi yüzbin hadis yazdığında fetva vermeye hakkı oh mu? Cevabı ´Hayır1 oldu. ´Peki ikiyüz bin hadis yazarsa´ denildiği de cevabı yine ´Hayır1 oldu. ´Peki üçyüz bin hadis yazarsa?´ diye s rulduğunda cevabı şöyle oldu: ´Umarım´.

Tevrat´ta da şöyle bir söz nakledilmiştir: ´Maharetli tabibin t tini bir hastalık için yazdığı deva uygun olur. .

Medain şehrinden, Ebu´d-Derda´ya (ra) bir mektup yazdı. Bu ikisi, ALLAH Resulü (sav) tarafından kardeş kılınanlardandı. Selman (ra) mektubunda şöyle diyordu: ´Ey kardeşim, bana ulaşan bilgilere gö­re oturmuş insanları tedavi ediyormuşsun. Eğer kendini tabib ola­rak görüyorsan konuş. Çünkü sözün şifa olur. Eğer tababet iddia­sında bulunuyorsan sakın ola ki bir müslümanı öldürmeyesin´.[26] Ebu´d-Derda (ra) bu mektuptan sonra insanların sorularına cevap vermekten imtina etmeye başladı. Bir kimse ona sorduğunda ken­disine cevap vermişti. Bu mektuptan sonra ´Onu çağırın´ dedi. Ada­ma şöyle dedi: Sana söylediğimi tekrarla. Adam tekrar ettiğinde: Yemin ederim ki bu, tababet iddia eden birinin sözüdür, ALLAH Re­sulü (sav) buyurdu ki: "Kendisinin tıp bilgisi olduğu bilinmediği halde tababette bulunan ve bir kimseyi öldüren kimse onun tazmi­natını öder[27]

İbni Abbas (ra) şöyle derdi: ´Cabir b. Zeyd´e sorun. Bütün Basra fetva için ona başvursa dahi, hepsine yeter Cabir (ra), Tabiun´un salihlerindendi. İbni Ömer de (ra) kendisine bir mesele sorulduğu vakit ´Said b. el-Müseyyeb´e sorun´ derdi. Enes b. Malik (ra) ise ´Ho­camız Hasan el-Basri´ye sorun. Çünkü o hıfzetti, biz ise unuttuk´ derdi.

Basralı biri de şu hadiseyi nakletmiştir: ´Şehrimize ALLAH Resu-lü´nün (sav) ashabından bir zat gelmişti. Biz de Hasan el-Basri´nin yanma gittik ve ´Şu sahabinin yanma gidelim de ondan ALLAH Re-sulü´nün (sav) hadislerini nakletmesini isteyelim. Sen de bizimle gelirsen seviniriz´. Hasan (ra) Teki´ dedi ve sahabinin yanma git­tik. Ona ALLAH Resulü´nün (sav) hadislerini sordukça o da bize nak­lediyordu. Bu şekilde yirmi hadis nakletti. Bu arada Hasan el-Bas-ri (ra) sükut edip dinliyordu. Sonunda dizlerinin üstünde doğrula­rak şöyle dedi: ´Ey ALLAH Resulü´nün sahabisi, bize rivayet ettikle­rinin tefsirini yapsan da muhtevasını fıkhetsek´.

Bunun üzerine sahabi sükut etti ve ´Bende sadece işittiğim var1 dedi. Hasan el-Basri (ra) onun rivayet ettiklerini tefsir ederek şöy­le dedi:´Birinci hadise gelince, onun tefsiri böyle böyledir, ikinci ha­disin tefsiri is şöyle şöyledir..´ Bu şekilde sahabinin naklettiği hadişlerin tamamım açıklayıp tefsir etti. Hasan el-Basri´nin hafızası­na ve hadisi güzelce eda edişine mi yoksa onun ilim ve tefsirinin büyüklüğüne mi hayran kalacağımızı bilemedik.

Sahabi yerden bir avuç taş aldı, biz de onu sayıp ezberledik. Sonra şöyle dedi: Aranızda böyle bir alim varken ilmi niye bana so­ruyorsunuz?´.

ALLAH Resulü´nün (sav) sahabesi, lisan ilmi ve fetva ile ilgili hu­suslarda soru soranları, yeri ve mertebesi bakımından kendilerin­den daha aşağıda olanlara havale ederlerdi. Tevhid, marifet ve iman ilimlerinde onların derecelerce üstünde olanlar bulunmasına rağmen kendilerine bu bahislerde soru soran şüphe içindeki kimse­leri geri çevirmez, marifet ve yakin ilimlerinde soranları başkaları­na havale etmezlerdi. Çünkü ilim, ALLAH Teala tarafından velileri­nin kalplerine atılmış bir nurdan ibarettir.

Bu babda birbirlerine denk görülen kimselerden bazıları diğer­lerinden daha yüksek bir dereceye yükseltilip yaşlılar değil de gençler bu ilimle tahsis edilebilir. Hatta Seleften sonra gelen Tabi-un, bu ilme daha layık olabilir. Bu, muhtemelen alçakgönüllülük yaparak sükut eden kimselere yönelik bir tenbih olup kendi du­rumlarını görerek yükselmeleri ve yücelmeleri için bir uyarı da ola­bilir. Nitekim ALLAH Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Biz de istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütfedelim, onları önder yapalım ve varisler kılalım". (Kasas/5)

Nur, bir kulun yüreğine bırakıldığı zaman kalbi ilim ile geniş­lerken, bakışı yakin ile olur. Onun lisanı, beyanın hakikatıyla nâ-tık olur ki bu da, ALLAH Teala´nm velilerinin kalplerine tevdi ettiği hikmetin ta kendisidir. "Hem de kendisine hikmet ve hakkı batıl­dan ayırdetme yeteneği vermiştik" (Sad/20) ayetinin tefsiri yapılır­ken şöyle denilmiştir: Bu, görüşte isabetli olma ve bir tür ALLAH Te­ala tarafından hakiktı bulmada muvaffak kılınma halidir.

ALLAH Teala buyurdu ki:
"O, hikmeti dilediğine verir. Hikmet ve­rilene büyük bir hayır verilmiştir". (Bakara/269) Denildi ki: Bura­daki hikmet, anlayış ve ferasettir. ALLAH Resulü de (sav) "ALLAH ki­me hidayet vermek isterse onun yüreğini İslam´a açar" (En´am/125) ayetini okuduktan sonra hidayetin vasıflarını açıklamıştır. "Bu aye­ti okuduğu zaman O´na şöyle denildi: Ey ALLAH Resulü, bu ´şerh=açma´ nedir? Buyurdu ki: Nur kalbe atıldığı zaman yürek onunla açı­lıp genişler. Denildi ki: Bunun bir alameti var mıdır? Buyurdu ki: Evet, aldanış yurdundan etek çekerek, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüme hazırlık yapmak".

ALLAH Resulü (sav) daha sonra bunun vasıtası olarak da dünya­da zühdü, Mevla´nın hizmetine koşmayı, hüsn-ü tevfiki ve ilimde isabeti zikretmiştir. Bunlar ALLAH Teala tarafından bahşedilen mev-hibeler ve imtiyazlar olup ALLAH Teala´mn dilediği kullara mahsus olurlar.

Küfe emiri olan Ebu Musa el-Eş´ari´ye (ra) ALLAH yolunda geri adım atarak değil de hücum ederek öldürülen kimsenin nerede ol­duğu sorulmuştu. Ebu Musa (ra) ´Cennettedir dedi. İbni Mesud (ra) bunu işitince soru sahibine şöyle dedi: Emire git ve sorunu tekrar sor. Belki sorunu anlamamış olabilir. Adam da tekrar Ebu Musa´ya gitti ve ´ALLAH yolunda gerileyerek değil de öne atılarak savaşırken öldürülen kimse nerededir?´ diye sordu. O da ´Cennettedir dedi. İb­ni Mesud, bunu duyunca adama ´Emire git ve sorunu tekrar sor. Belki sorunu anlamamış olabilir dedi. Adam da tekrar Ebu Mu­sa´ya gitti ve ´ALLAH yolunda gerileyerek değil de öne atılarak sava­şırken öldürülen kimse hakkındaki görüşün nedir? O nerededir?´ diye sordu. O da üçüncü defa ´Cennettedir´ dedi.

Bilahare Ebu Musa (ra)İbni Mesud´a (ra) şöyle dedi
: Bendeki ilim budur. Peki senin görüşün nedir? İbni Mesud (ra) ´Ama ben böyle görmüyorum´ dedi. Ebu Musa (ra) da ´Peki senin görüşün ne­dir?´ diye sordu. O zaman İbni Mesud (ra) şöyle dedi: ´ALLAH yolun­da savaşırsa ve hakka isabet etmişse, öldürüldüğü zaman cennette olur1. Bu cevap üzerine Ebu Musa el-Eş´ari şöyle (ra) dedi: Bu doğ­ru söylüyor. Aranızda böyle bir alim varken bir daha bana soru sor­mayın´.

Hadis ehlinin de söylediği gibi asıl olan; sıfatların haberlerini olduğu gibi kabul etmek ve tefsiri hakkında sükut etmektir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki yalnızca isim ve sıfatların manalarının ve delillerinin bilinmesi sayesinde onlar hakkındaki zan ve vesve­seler reddedilip onlarla ilgili teşbih ve temsil gibi bidatler terkedi-lebilir. Yakine huzur içinde teslim olmak da onu müşahede yoluyla bilmekten geçer ki bu da yakin ehlinin makamıdır. Bunlara ALLAH Teala´mn sıfatları olarak inanılması, ALLAH Teala´mn bunlarda te­celli etmesi sınırsız ve sayısız olarak bunlar dışında dilediği sıfat­larda da tecelli etmesi ve istediği sıfatta dilediği keyfiyette zuhur etmesi, O´nun belli bir sıfata bağlı olmaması ve herhangi bir suret­te mahkum olmaması O´nun gayriyetini izhar etmeksizin de olabi­lir. Cins ve cevherliğin yokluğundan, keyfiyet ve misliyetin reddin­den dolayı dilediği vasıfta zuhur edebilir.

Yakinin bu mertebesi de, şehidler zümresindeki Mukarrebun´nn makamıdır. Bunlar Sıddıklar ve yakin ehlinin havassıdırlar. Onla­rın bakışından yüz çeviren ve onların şehadetleriyle yüzleşmeyen kimseler, teslimiyet ve tasdik makamında bulunurlar. Bunlar da işte bu makama sığınıp orada istirahat bulurlar. Bunların maka­mından daha aşağıda övülecek bir makam ve zikre değer bir sıfat mevcut değildir.

Bu hususları aklıyla araştırıp kendi görüşü ile tefsire yeltenen kimseler, ya teşbih hatasına düşer, ya da reddeden ve batıl sayan­lar dairesine girerler. Bu ilmin, diğer ilmlere olan üstünlüğüne da­ir ALLAH Resulü´nden (sav) rivayet edilmiş birçok hadis ile Sahabe ve Tabiun´dan nakldilmiş bir çok söz mevcuttur. Yine Selefden zi­kir meclislerinin ve zikir ehlinin faziletlerine dair birçok haber nakledilmiştir.

Onlar, zikir ile iman ve marifet ilimlerini, muamele ve kalple­rin basiretlerini fıkhetmeyi ve gaybm sırlarına ayne´l-yakin ile na­zar etmeyi murad ediyorlardı. Zikir meclisi ile kasdettikleri, kıssa ve hikayelerin anlatıldığı ve kassasların konuştuğu yerler değildi. Çünkü onlar kıssacığılı bidat olarak görüyorlardı. Onlara göre Al­lah Resulü (sav), Ebu Bekir (ra) ve Ömer´in (ra) devirlerinde hiç kimse kıssacıhğa yeltenmemişti. İslam aleminin şahit olduğu bü­yük fitnenin patlak vermesinden sonra kıssacılar da ortaya çıkma­ya başladılar. Ali (kv) Basra´ya girdiği zaman camideki kıssacılan oradan çıkartmış ve şöyle demişti: ´Mescidimizde kıssa anlatıla­maz´. Ali (kv) Hasan el-Basri (ra) ile karşılaşıncaya kadar bu tavrı­nı sürdürdü. O da bazan kıssa anlatırdı. Ali (kv) onu da dinledi, sonra mescidden ayrılarak Hasan el-Basri´yi dışarı attırmadı.

Bir gün İbni Ömer (ra) camide oturduğu kısma gelince, bir kıs-sacının oturmuş insanlara kıssa anlattığını gördü. Zabıta amirini çağırarak bu kıssacıyı mescidden çıkartmasını istedi. Amir de onu mescidden attı. Eğer kıssa anlatmak zikir meclislerinin özelliğin­den ve kıssacılar da muteber alimlerden olmuş olsaydı, İbni Ömer (ra) gibi zühd ve vera sahibi olan bir zat, o kıssacıyı mescidden dı­şarı artırmazdı.

İbni Şevzeb, Ebu´t-Teyyah´dan şunu nakletti; ´Hasan el-Basri´ye (ra) dedim ki:
İmamımız kıssa anlatıyor. Erkekler ve kadınlar da biraraya gelip dua ederlerken seslerini yükseltiyor ve ellerini uza­tarak dua ediyorlar. Dedi ki: Dua ederken sesi yüksetmek bidattir. Elleri uzatarak dua etmek bidattir.

Ebu´l-Eşheb de Hasan el-Basri´den (ra) şu sözünü rivayet etmiş­tir:
Kıssalar bidattir. Bir defasında İbni Sirin´e (ra) şöyle denilmiş­ti: ´Ne olur kardeşlerine bir kıssa anlatsan´. O da şu karşılığı verdi: ´Denildi ki: İnsanlara hitaben ancak şu üç kişi konuşur: Amir, me­mur ve ahmak. Ben ne amirim, ne de memurum. Üçüncü olmayı da asla istemem´. Avn b. Musa´dan şöyle bir rivayette bulunulmuştur: Muaviye b. Kurra bize anlattı ki: ´Hasan el-Basri´ye (ra) şöyle bir soru sordum: Sence bir hastayı ziyaret etmem mi daha güzeldir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Hastanı ziyaret et. Ben yine sordum: Sence, bir cenazenin teşyiin-de bulunmam mı daha güzeldir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Cenazeni teşyi et. Bir kez daha sordum: Sana göre bana ihtiyacı olan birine yardım etmem mi da­ha iyidir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Onun ihtiyacını gör. Bu şekilde her şeyi zikrettim. Nihaye­tinde boş geçirilen oturumları dahi, kıssa anlatılan meclislerden daha hayırlı gördüğünü beyan etti´.

Eğer Selefe göre zikir meclisleri kıssacılarm meclisleriyle aynı olsa ve kıssalar da onların gözünde zikir olarak değerlen dirils ey di Hasan el-Basri (ra) kıssacılarm meclislerini bu kadar Önemsiz gör­mez ve amellerden birçoğunu ona tercih etmezdi. Çünkü o, insan­ları tevhid ile ALLAH Teala´ya çağıran, marifet ve yakin ilimleri hak­kında söz söyleyen nadir alimlerdendi.

ALLAH Teala´yı zikredenlerle beraber zikir meclisinde hazır ol­mak, imanın ziyade sindendir. ALLAH Teala da zikredenlerin maka­mını, müminlerin makamının üstüne çıkartmış ve şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü­min erkekler ve mümine hanımlar.....zikreden erkekler ve zikreden

hanımlar". (Ahzab/35) Görüldüğü üzere, zikredenler, iman edenler­den daha üstün bir makamda anılmışlardır.

Ebu Zer1 den (ra) rivayet edilen bir hadiste de ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Zikir meclisinde hazır bulunmak, bin rekat namaz kılmaktan daha üstündür. İlim meclisinde bulunmak, bin hasta ziyaretinden daha faziletlidir. İlim meclisinde bulunmak bin cenazeye şahit olmaktan daha faziletlidir.. Denildi ki: Ey ALLAH Re­sulü, Kur5an okumaktan da üstün müdür? Bunun üzerine ALLAH Re­sulü (sav) şöyle buyurdu: îlimsiz Kur´an´m ne faydası olur ki?".

Seleften bir zat ise şöyle demiştir: Bir zikir meclisinde hazır bu­lunmak, on batıl mecliste bulunmanın keffareti olur.

Ata´ ise şöyle demiştir: Bir zikir meclisi, eğlence meclislerinden yetmişine kefaret olur. Muaz el-A´lem´den nakledildi ki: ´Yunus b. Ubeyd, beni Mutezilenin ders halkalarından birinde görmüştü. ´Gel´ diyerek bana seslendi. Yanma gittiğimde şöyle dedi: İlla da bir meclise oturacaksan, kıssacılarm meclisinde otur daha iyi´.

Hasan el-Basri (ra) zikir ehlinden bir alimdi. Onun meclisleri da­ima zikir meclisi olurdu. Evinde kurduğu zikir meclislerinde, kar­deşleri ve ibadet ehlinden dostları ve takipçileriyle başbaşa kalırdı. Bunlara misal olarak, Malik b. Dinar, Sabit el—Benani, Eyyub es-Sihıstani, Muhammed b. Vasi´, Ferkad es-Seneci ve Abdülvahid b. Zeyd (ra) gibi zevatı zikredebiliriz. O, bu meclislerde şöyle derdi: ´Haydi nuru getirin de ortaya yayın´. Hasan el-Basri bu ilim hakkın­da konuşurken, yakin ve kudret ilminden, kalplere doğan hatırlar­dan, amelleri ifsad eden marazlardan, nefislerin vesveselerinden ve bunlar gibi mevzulardan bahsederdi. Kimi zaman Hadis ehlinden bazıları, kafalarını gizleyerek onun meclisine sızar ve diğerlerinin arkasında oturarak onun anlattıklarını dinlerlerdi. Hasan böyleleri-ni gördüğü zaman şöyle derdi: Ey ahmak, burada ne yapıyorsun? Kardeşlerimizle başbaşa kalmış zikrettiğimizi görmüyor musun?

Üzerinde konuştuğumuz bu ilimdeki imamımız Hasan el-Bas­ri´dir. Biz, onun izini sürer, onun yoluna uyar ve onun lambasından aydınlanırız. Bu ilim de ALLAH Teala´mn izniyle imamdan imama nakledilmek suretiyle bize kadar ulaşmıştır.

Hasan el-Basri (ra), Tabiun´un en hayırlılarından biriydi. Onunla ilgili olarak şöyle denilmiştir:
Kırk yılım hikmeti kavrama­ya verdikten sonra onu anlatmaya başlamıştır. Bedir ashabından (ra) yetmiş zat ile görüşmüş ve üçyüz sahabiyi bizzat görmüştür. Ömer b. Hattab´m (ra) hilafetinin sona ermesinden iki gece evvel, Hicret´in yirminci yılında Medine´de doğmuştur. Annasi, ALLAH Re­sulü´nün (sav) hanımı ve müminlerin annesi Ümmü Seleme´nin (ra) hizmetçisiydi. Rivayete göre Ümmü Seleme (ra) bebekken ken­disini memesiyle teselli etmiştir. Konuşması ALLAH Resulü´nün (sav) konuşmasına çok benzerdi.

Hasan el-Basri (ra), Osman b. Affan (ra) ve Ali b. Ebi Talib (kv) ile Aşere-i Mübeşşere´den hayatta kalanları da görmüştür. O, Os­man´ın (ra) devrinden yani hicretin yirmi yılının biraz fazlasından doksan küsur yılma kadar geçen sürede Sahabe´den birçok zatı gör­müştür.

Sahabe´nin en son vefat edenleri şunlardır: Basra´da Enes b. Malik (ra); Medine´de Sehl b. Sa´d es-Sa´idi (ra);
Mekke´de Ebu´t-Tufeyl (ra); Yemen´de Ebyad b. Cemal el-Mazini (ra); Kûfe´de Abdul­lah b. Übeyy (ra); Şam´da Ebu Karsame (ra); Horasan´da Büreyde el-Eslemi (ra). Hicretin yüzüncü yılma girildiğinde dünya üzerinde ALLAH Resulü´nü (sav) göz ucuyla dahi olsun görmüş olan hiç kimse kalmamıştı. Hasan el-Basri (ra) de Hicret´in yüz onuncu yılında ve­fat etti.

Ebu Katade el-Adevi (ra) şöyle derdi:
´Bu şeyhe sıkı sarılın. Al­lah´a yemin ederim ki, ALLAH Resulü´ne (sav) sahabi olamamış in­sanlar arasında O´nun ashabına bunun kadar benzeyen başka biri­ni görmedim´. Ulema şöyle derdi: Biz Hasan el-Basri´yi (ra) hilmi, huşu´u, vakarı ve sükuneti bakımından İbrahim-i Halil´e (as) ben­zetirdik. O, gerçekten de o peygamberin sıfatlarını taşımaktaydı.

Basra ahalisinden bir kadın ALLAH Teala´ya bir nezir adamıştı. Eğer O, kadının istediğini tahakkuk ettirirse adağına göre kendi dokuduğu kumaştan bir elbise dikecek ve onu Basra şehrinin en hayırlı zatına giydirecekti. Bir müddet sonra kadıncağız adadığı hususun tamamen tahakkuk ettiğini gördü ve adağına sadık kala­rak elbiseyi dikti. Ardından Basra´nın en hayırlısını soruşturmaya başladı. Sorduğu herkes ´Hasan el-Basri´dir dedi.

Bu ilme ilk giren, onu ilk kez dile getiren, esaslarını anlatan, nurlarını izhar edip üstündeki örtüyü kaldıran Hasan el-Basri´dir. O, bu ilim hakkında kardeşlerinin daha önce hiç işitmedikleri şey­ler söylüyordu. Bir gün kendisine şöyle denildi: ´Ey Eba Sa´id, sen bu ilimde daha önce bir başkasından duymadığımız şeyler söylü­yorsun. Bütün bunları kimden öğrendin´. ´Huzeyfe b. el-Yeman´dan (ra)´ dedi. Bunun üzerine Huzeyfe b. el-Yeman´a (ra) giderek ´Senin daha önce ALLAH Resulü´nün (sav) ashabından hiç kimsenin söyle­mediği şeyler söylediğini görüyoruz. Bu ilmi kimden aldın?´ diye sordular. Dedi ki: ´ALLAH Resulü (sav) bu ilmi bana mahsus kıldı. Di­ğerleri O´na hayrı sorarken ben, içine düşme korkusuyla şerri soru­yordum. Böylece hayrın da beni geçemeyeceğini biliyordum´.

Huzeyfe´nin (ra) bir defasında şöyle dediği rivayet edilir:
´Şunu öğrendim ki şerri bilmeyen kimse, hayrı da bilemez Bu sözün baş­ka bir rivayetinde şu ifade geçmektedir: ´İnsanlar, ALLAH Resulü´ne (sav) amellerin faziletlerini sorarak ´Ey ALLAH Resulü, şöyle şöyle yapan için ne vardır?´ derlerdi. Ben ise ´Ey ALLAH Resulü, şu şu amelleri ne ifsad eder?´ diye sorardım. O da ısrarla amellerin afet­lerini soruşumu görünce, bu ilmi bana has kıldı´.

Huzeyfe (ra) münafıkların bilgisine sahip olan tek sahabi idi. ALLAH Resulü (sav) bu ilmi, ilmin sırlarını, anlayışın inceliklerim ve yakinin gizli yönlerini Sahabe arasında yalnız ona mahsus kılmış­tı. Ömer (ra), Osman (ra) ve diğer büyük sahabiler bile umumi ve hususi fitneleri ona sorar, ona has kılman ilim hakkında kendisina müracaat eder, münafıkları ve ALLAH Teala´nm Kur´an´da zikrettiği münafıklardan hayatta kalan olup olmadığını ona sorarlardı. Hu­zeyfe de (ra) onları sayı olarak bildirir, isimlerini söylemezdi.

Ömer (ra) bile, ona kendi hakkında soru sorar, nifak içinde olup olmadığını öğrenmek isterdi. Huzeyfe (ra) onu nifaktan ibra etti. Ömer (ra) münafığın alametlerini ve nifağın belirtilerini de ona so­rardı. Huzeyfe de (ra) kendisine izin verilen daire içinde onun so­rularını cevaplar, ancak izin verilmeyen hususları haber vermek­ten affını ister ve mazur görülürdü. Ömer (ra), namaz kıldırmak için cenazeye davet edildiği zaman, Huzeyfe´nin (ra) namazda olup olmadığına bakardı Eğer Huzeyfe (ra) varsa namazı kılar, eğer o gelmemişse namazını kılmazdı.

m ialıb el-Mekk´i

Huzeyfe b. el-Yeman fra) Sahabe arasında ´Sır sahibi= Sahibu´s-sır5 olarak anılırdı. Bu ilimle ilgili olarak Sahabe´ye bir sual sorul­duğu zaman -Huzeyfe´yi kasdederek- şöyle derlerdi: Sır sahibi ara­nızda iken bana soruyorsunuz?

Enes b. Malik (ra), ALLAH Resulü´nden (sav) zikir meclisinin fa­ziletiyle ilgili duyduğu hadislerden hareket ederek şöyle demiştir:
´Benim için, güneşin fecrinden doğuşuna kadar geçen sürede ALLAH Teala´yı zikreden bir toplulukla oturmam, dört köle azat etmemden daha sevimlidir´. Enes (raj dedi ki: Yezid er-Rikaşi ve Ziyad en-Nu-meyri´ye döndüm ve şöyle dedim: Zikir meclisleri, kurduğunuz şu meclisler gibi; birinin kıssa anlattığı, arkadaşlarına hitap ettiği ve­ya hadisleri ardarda sıraladığı meclisler değildi. Biz meclise otur­duğumuz zaman, imanı zikredip Kur´an´ı tefekkür eder, dini fıkhe-der ve ALLAH Teala´nm üzerimizdeki nimetlerini sayardık´.

Abdullah b. Revaha (ra), ALLAH Resulü´nün (sav) ashabına şöyle derdi:
Gelin de bir saat iman edelim. Bu davet üzerine onun yanı­na oturur, ilmullah´ı, tevhidi ve ahireti zikrederlerdi. Abdullah, Al­lah Resulü´nün (sav) namazını bitirmesinden sonra O´nun yerini alır, insanlar da onun çevresine toplanırdı. O da bu insanlara; Al­lah Teala´yı, O´nun azap ve mükafaat günlerini zikrederek ALLAH Resulü´nün (sav) hadislerini onlara anlatmaya çalışırdı. Kimi za­man onlar böyle toplanmışken ALLAH Resulü (sav) odasından çıka­rak yanlarına gelir ve yerine otururdu. Orada bulunanlar sükut et­tiğinde, zikirlerine devam etmelerini emreder ve şöyle buyururdu: "Ben de bununla emrolundum ve insanları buna davet ettim".

Muaz b. Cebel (ra), buna benzer bir hadiste ALLAH Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"ALLAH Resulü (sav) bu ilim hakkında konuşurdu". Cündüb´ün (ra) rivayet ettiği bir hadis­te ise bunun açıklamasını görmekteyiz: "Biz ALLAH Resulü´yle otur­duğumuzda, bize Kur´an´dan önce imam öğretirdi".

Cündüb (ra) iman ilmini İman´ olarak isimlendirmiştir. İbni Re­vaha da (ra) onun için bu ismi kullanmıştır. Çünkü ´İman ilmi´, ´îman´m sıfatlarından biridir. Araplar, bir şeye isim verirken aslına göre verdikleri gibi, sıfatına göre de isim verirlerdi. Nitekim ALLAH Resulü´nün (sav) şu hadisi de bunu teyid etmektedir: "Yakini öğre­nin". Burada da murad edilen, Yakin ilmidir. ALLAH Teala´nm şu buyruğu da buna misal olarak gösterilebilir: "Hüzünden gözlerine ak düştü". (Yusuf/84) Buradaki hüzün de, gözyaşı manasmdadır. ALLAH Teala bu ayette kelimenin aslını kullanarak isim vermiştir. Çünkü hüzün, gözyaşının aslıdır.

ALLAH Resulü´nden (sav) rivayet edildi ki: "ALLAH Resulü (sav) bir gün sokağa çıkmıştı. Yolda iki meclis gördü. Meclislerden birinde ALLAH´a dua edilip O´na terğibde bulunuluyordu. İkinci mecliste ise dini fıkhediyor ve insanlara ilim öğretiyorlardı. İki meclisin orta­sında durdu ve şöyle dedi: İlk meclistekiler, ALLAH Teala´dan dilek­te bulunuyorlar. O, isterse verir, isterse vermez. İkinci meclisteki-lere gelince onlar insanlara ilim öğretiyor ve dinde fıkıh sahibi ol­maya çalışıyorlar. Biz de ancak muallim olarak gönderildik. Ardın­dan insanlara fıkıh kazandıran ve ALLAH Teala´yı zikreden meclise yöneldi ve onlarla beraber oturdu".[28]

Seleften bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: ´Bir gün mescide gir­diğimde iki halka kurulduğunu gördüm. Halkalardan birinde kıs­salar anlatılıp dua ediliyordu. Diğer halkadakiler ise, ilim hakkın­da konuşuyor ve amellerin fıkhıyla uğraşıyorlardı. Ben de dua mec­lisine meyledip onların halkasına oturdum. Bir müddet sonra göz­lerim ağırlaşıp uyuya kalmışım. Uykumda birinin şöyle seslendiği­ni duydum: Sen, bunların meclisine oturup ilim meclisini terkettin. Halbuki ilim meclisine otursaydm Cebrail´i (as) yanlarında görür­dün´.

Zikrin hakikati, ALLAH Teala´yı bilmek, yani İlmullah´tır. ALLAH Resulü´nden (sav) rivayet edilen şu hadisi hiç duymadınız mı? "Zik­rin en faziletlisi, ´La ilahe iIlallah=ALLAH´dan başka ilah yoktur5 sö­züdür"[29]ALLAH Teala da Resulü´nü tasdik ederek şöyle buyurmuş­tur: "Bil ki, ALLAH´tan başka ilah yoktur". (Muhammed/19); "Artık bilin ki o Kur´an, ancak ALLAH´ın ilmiyle in diri İmi ştir. Ve O´ndan başka ilah yoktur". (Hud/14)

İlme gelince; zikir, müşahede ilmindendir. Müşahede ise, ayne´l-yaki?ı´in sıfatıdır. Gözün üzerindeki perde kaldırıldığı zaman göz, nurları sayesinde sıfatların manalarına şahit olacaktır. Bu, imanın hakikat ve kemalinden doğan yakin nurunun ziyadesidir.

İşte o noktada, sıfatının nurundan dolayı sıfat sahibini zikredi­lenin müşahedesiyle zikredersiniz. Bu meyanda O´nun şu buyruğu gayet açıktır "Onlar ki, Beni hatırlatan ayetlerimden gözleri bir ör­tü içinde idi". (KehClOl) O´nu zikretmeye karşı bu örtüsü kaldırıl­mış olan kimse, zikrettiği Hak Teala´yı müşahede eder. Bu anda zikredip hatırlamış olur. Bundan zonra, halkın unutmasından son­raki hakiki ilim vücud bulur. ALLAH Teala da bu meyanda şöyle bu­yurmaktadır: "Unuttuğun vakit Rabbini zikret". (Kehf/24) İmanın hakiki şekli, ALLAH dışında bütün ilahları inkar etmekse, Zikr-i İla-hi´nin hakiki şekli de, O´ndan başkasını unutmaktır. ALLAH Tea-la´nın şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Her kim tağutu inkar edip ALLAH´a iman ederse.." (Bakara/256)

Hadis ehlinden bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: Marifet ehli arasındaki kardeşlerimden biri bana gelerek şöyle demişti: Kal­bimde bir gaflet hissediyorum. Ne olur beni zikir meclislerinden bi­rine götürsen. Ben de ona zikir ehlinden olup avama mahsus ilim­leri anlatan bir zatın ismini söyledim. Onunla birlikte o zatın mec­lisine gittik. Halk toplandıktan sonra biraz kıssa anlatmaya başla­dı. Ardından cennet ve cehennemi zikretti.

Arkadaşım bana dönerek şöyle dedi:
´Sen bana bu zatın ALLAH Teala´yı zikrettiğini, Rabbini ve O´nun mühim günlerini hatırlattı­ğım söylememiş miydin? Ben de ´Evet, zikir meclisi bizde böyle olur´ dedim. O zaman bana şöyle dedi: Ben, mahrukatın zikrinden başka bir şey duymadım. ALLAH Teala´mn zikri hani nerede?

Bir süre daha dinledi. Adamın, marifet ilmine ait ve kendi sufi şeyhlerinden dinlemeye alıştığı bahislere gireceğini umuyordu. An­cak umduğunu bulamayınca şöyle dedi: Haydi gidelim. Artık bu mecliste oturamam. Şahsen böyle bir meclise niyetlenmemiştim. Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: Ben, insanları çiğneyerek meclisi terketmekten haya ederim. Ama sen doğru gördüğünü ya­pabilirsin. O da, dinleye çilerin saflarım yararak mescidden ayrıldı.

Zühri (ra) Salim vasıtasıyla Ibni Ömer´den (ra) şunu rivayet et­miştir:
Bir gün, İbni Ömer (ra) mescidden çıkıp gitmiş ve şöyle de­mişti: Beni bu mescidden çıkaran, içerideki kıssacıdan başkası de­ğildir. Eğer o olmasaydı kesinlikle çıkmazdım. Damra şöyle dedi: Süfyan-ı Sevri´ye (ra) şunu sordum: Kıssa anlatan kişiye yüzümüzü dönelim mi? Bana şu cevabı verdi: Bidatlara sırtınızı dönün. İb­ni Avn da şunu söylemiştir: İbni Sirin´in (ra) yanına girdiğimde ba­na, yeni bir haber olup olmadığını sordu. Ben de, emirin kıssacıla-rı kıssa anlatmaktan menettiğini söyledim.

Ebu Ma´mer´den nakledilmiştir ki: Halef b. Halife şu hadiseyi anlattı: Bir gün yolda yürürken Ebu Hakem´in mescidin kapısında dişlerini misvakladığım gördüm. O esnada bir kassas da mescidde kıssa anlatıyordu. Bir adam Ebu Hakem´i görerek yanına gitti ve şöyle dedi: Ey Eba Hakem, insanlar seni bekliyorlar. Dedi ki: Ben, kesinlikle onların bulunduğu halden daha hayırlı bir haldeyim. Ben sünneti ifa ediyorum, onlar ise bidat içindeler.

A´meş´ten (ra) ise bundan daha ağır bir ifade nakledilmiştir. A´meş (ra) Basra´ya gitmişti. Orada bir yabancıydı. Camiye gitti­ğinde bir kassasm ´A´meş bize Ebu İshak´tan nakletti ki.. A´meş bi­ze Ebu Vail´den nakletti ki..´ diyerek kıssalar anlattığını gördü. He­men halkanın ortasına daldı ve elini kaldırdı, koltukaltı kıllarını yolmaya başladı. Bunun üzerine kassas ona bakarak ´Ey şeyh, utanmıyor musun biz burada ilim yapıyoruz, sen ise böyle çirkin bir şey yapıyorsun?´ dedi. A´meş de (ra) şöyle dedi: Benim şu anda yaptığım, şu yaptığından daha hayırlıdır. Kassas da ´Nasıl olur?´ di­ye sordu. A´meş, ´Ben bir sünneti ifa ediyorum, sen ise yalan söylü­yorsun. Ben A´meş´im ve senin naklettiklerinden hiçbirini naklet­medim´ dedi. Halk, A´meş adını duyunca kassasm etrafından dağı­larak onun çevresine toplandılar5.

Muhammed b. Harun´dan şunu naklettiler: İshak ona şu habe­ri anlatmıştı: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) ile birlikte bayram na­mazı kıldım. Orada bir kassas kıssa anlatarak bidatçılara lanet ediyor, sünneti zikrediyordu. Namazı kılıp ayrıldıktan sonra Ebu Abdullah (ra) yolda o kassası hatırladı ve şöyle dedi: ´Anlattıkları­nın ekseriyeti yalan olsa dahi şu kıssacıların avama faydaları da dokunuyor.

Muhammed b. Ca´fer´den de şu bilgi aktarılmıştır: Ebu´1-Hars şunu nakletmişti: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle derdi: İnsan­ların en yalancısı, kassaslar ve çok soru soranlardır1. Yine Ahmed b. Hanbel´den (ra) şu sözü rivayet edilmiştir: ´İnsanların doğru söz­lü kıssacılara ihtiyaçları o kadar fazladır ki. Çünkü onlar halka mizanı ve kabir azabını hatırlatırlar. Dedim ki: Peki siz onların mec­lislerine katılır mısınız? ´Hayır!´ dedi´.

Hubeyb b. Ebi Sabit, Ziyad en-Numeyri´den şunu nakletti: ´Enes b. Malik (ra) zaviyede iken yanına gittim. Bana ´Kıssa anlat´ dedi. Ben de, ´Nasıl olur? Ulema onun bidat olduğunu söylüyor´ de­dim. Şöyle dedi: ´ALLAH Teala´nm zikrine dair hiçbirşey bidat değil­dir1. Ben de kendisine kıssa anlattım. İnanması ümidiyle en doğru kıssa ve dualarımı zikretmiştim. Ben anlattıkça onun inandığını hissediyordum´.

Selef-i Salih duayı da kıssadan sayıyorlardı. Yusuf b. Atıyye, Muhammed b. Abdurrahman el-Harraz´dan şunu nakletti: Hasan el-Basri (ra) Amir b. Abdullah el-Anberi´nin yokluğunu farketmiş ve çevresindekilere ´Beni Ebu Abdullah´a götürün´ demişti. Hasan onun evine gittiğinde, içinde kumdan başka birşey bulunmayan bir evde başını sarmalamış halde oturduğunu gördü ve şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah, birkaç gündür seni göremiyoruz.

O da şöyle dedi: Ben bu meclislere gidip geliyor, bir sürü yalan yanlışa ve karıştırmaya kulak veriyordum. Şeyhlerimizi dinliyor ve onlardan ALLAH Resulü´nün (sav) hadislerini Öğreniyordum. O, şöy­le buyurmuştu: "Kıyamet günü, insanların iman bakımından en saf olanları, dünyada en fazla tefekkür edenlerdir. Cennette en çok gü­lecek olanlar ise, dünyada en çok ağlayanlardır. Ahirette en sevinç­li olacaklar ise, dünyada en uzun süre hüzün çekenlerdir". Ben de evin kalbimin boşalmasına ve nefsime hakim olmama daha uygun olduğunu düşündüm.

Hasan el-Basri (ra) onu dinledikten sonra şöyle dedi: Bu sözleri bizim meclislerimizi kasdederek söylemiyor. Onun kasdettiği, tari­katlar içinde bulunan ve kıssacılarm yalan yanlış konuştukları kıs­sa meclisleridir. Bu meclislerde konuşan kassaslar, dinin emirleri­ni bilgisizce takdim veya tehir ederler.

Ulemadan bir zat, söz sahiplerini üç sınıfa taksim etmiş ve bu­lundukları yerlere göre şöyle vasfetmiş tir: Konuşanlar üç sınıftır:
îlki kürsi sahipleridir ki bunlar kıssa anlatan kassaslardır. İkinci­si sütun sahipleridir ki bunlar, halka fetva veren müftilerdir. Üçün­cü ise, Zaviye sakinleri olup marifet ilmine sahip olan kimselerdir. Ayet ve hadislerin anlatıldığı zikir meclisleri, İlmullah ehli, tevhid ve marifet ilimlerinin erbabı olan zatların meclisleridir. Bir hadis­te şöyle buyrulmuştur: "Cennet bahçelerine uğradığınızda serbest­çe dolaşın. Denildi ki: Cennet bahçeleri nedir? Buyurdu ki: Zikir meclisleridir". Bir diğer hadiste ise ALLAH Resulü (sav) şöyle buyur­maktadır: "ALLAH Teala´nm halkın yaptıklarını yazanlar dışında bir de havada dolaşan melekleri vardır. Bunlar zikir meclisi gördükle­ri zaman, birbirlerine seslenerek ´Haydi meramınıza gelin´ diye çağrışırlar. Oraya geldiklerinde hazır bulunanlara ikram eder ve zikredenleri dinlerler. Siz de ALLAH´ı ve O´nun mühim günlerini zik­redin".[30]

Vehb b. Münebbih el-Yemani şöyle demiştir: İlmin tartışıldığı bir meclis, onun süresince namaz kılmaktan daha güzeldir. Belki onlardan biri, orada bir kelime işitir de ondan bir sene veya Ömrü­nün kalan yılları boyunca faydalanır. Ahmed b. Hanbel´e (ra) zikir meclisleri ve onların fazileti sorulmuştu. O da insanları zikir mec­lislerine özendirerek şöyle dedi: İnsanların toplanarak ALLAH Tea-la´yı zikretmeleri ve O´nun üzerlerindeki nimetlerini saymaların­dan daha güzel ne olabilir? Ensar da (ra) buna benzer sözler söyle­mişlerdir.

Ali´den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: ALLAH Teala´nm beni çocuk­ken öldürüp cennetin yüce katlarına yerleştirmesi beni mutlu et­mezdi. ´Niçin?´ diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Çünkü O, beni yaşatmak suretiyle Zatı´nı tanımamı nasip etmiştir. Malik b. Dinar da (ra) şöyle demişti: İnsanlar, bir şeyin güzelliğini tatmadan dün­yayı terkedip giderler. ´O nedir?´ diye sorulunca dedi ki: Marifet´. Ardından şu şiiri söyledi:

Zü´l-Celal´in marifeti; izzet, ışık, behçet, sevinç ve arifler için de övünçtür I Muhabbetten de onlara nur doğar. Seni bilene tebrikler ya ilahi, o artık ömür boyu bahtiyardır.

Yahya b. Muaz er-Razi dedi ki
: Dünyada bir cennet vardır. Ona giren, hiçbir şeyi arzulamaz ve asla yalnızlık hissetmez. ´O nedir?´ diye sorulduğunda şöyle dedi: ´Marifetullah yani ALLAH´ı bilmektir´. Bir başka alim ise şunu söylemiştir: Üç haslet vardır ki, arifi tanır­ken hata etmemenizi sağlarlar: Heybet, tatlılık ve sıcaklık. Alimi­miz Ebu Muhammed Sehl (ra) ise şöyle demiştir: Alimler, zahidler ve abidler kalpleri kilitli olarak çıkıp giderler. ALLAH Teala ancak sıddıklar ve şehitlerin kalplerini açar. Bunu söyledikten sonra Al­lah Teala´nm şu buyruğunu okudu: "Gaybm anahtarları O´nun ka­tında olup O´ndan gayrı hiçkimse onları bilemez". (En´am/59) Şu halde sayılan zümrelerin kalpleri, marifet ve tevhid gözünün şeha-detine karşı kilitlidir.

Bu tür zikir meclisleri, eski devirlerde marifet ehline ve kalp amelleri ile batın ilminin erbabına mahsus idi. Bunlar da Ahiret uleması ve dinde fıkıh sahibi idiler. Söz söyleyenlerin en sadık ola­nı ALLAH Teala şöyle buyurmuştur: "Onlardan bir kısmı da, din ilim­lerini fıkhetmek .... için geri kalmalıdır". (Tevbe/122) ALLAH Teala bu ayet-i kerimede, aslen kalbi bir fiil olan ´fikh´ı, fıkhın sebep ve ve­silesi olarak da ´korku´yu zikretmiştir.

Akıl ilmi, Zahir ilminin muhtevasına girer. İlmullah yani ALLAH´ı bilme ise, yakinin muhtevasına girer. Bu babda rivayet edilen bir hadiste ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Yakin, imanın ta­mamıdır".[31]ALLAH Teala da şöyle buyurmuştur: "Onu ancak ilim sa­hipleri aklederler". (Ankebut/43) Görüldüğü üzere ALLAH Teala aklı, ilmin sıfatlarından kılmıştır. ALLAH Resulü ise (sav) ilim talep etme­yi emrettiği gibi yakini Öğrenmeyi de emretmiştir. Bu hadis, diğe­rine göre daha hususi bir manayı ihtiva etmektedir. Buna göre Al­lah Resulü´nün (sav) "Yakini öğrenin" buyruğu, havasa yönelik ol­maktadır. Çünkü yakin, ilmin üstünde bir makamdır.

O´nun, ilim talebinin farz oluşuna dair verdiği emir ise, umum için geçerlidir. "Yakini öğrenin" hadisinde yakin ehlinin meclisleri­ne iştirak etmeye dair bir emir mevcuttur. Çünkü yakin, bizatihi ortaya çıkmayıp yakin sahipleri nezdinde bulunabilecek bir fazilet­tir. ALLAH Resulü (sav) nıüslümanlara emrederken ´Ma´kul ilmini veya fetva ilmini öğrenin´ gibi bir ifade kullanmamıştır. Zahir ule­ması, ilk devirden beri ´Müftiler1 olarak bilinmekteydi. ALLAH Resu­lü´nün (sav) bu meyandaki hadislerine misal olarak "Müftiler sana fetva vermiş olsalar da fetvayı kalbine sor"[32] hadisini zikredebili­riz. Görüldüğü gibi O, soru sahibim müftilerin fetvalarına rağmen, yine de kalbinin fıkhına yönlendirmektedir. Bu durumda kalbin de ´fakih´ olması gerekmektedir. Çünkü ALLAH Resulü´nün (sav) bir müslümam fakih olmayan birine sevketmesini düşünmek dahi ca­iz değildir.

Batın ilmi, Zahir ilmi üzerinde hakim olmamış olsaydı, zahir ulemasından olan lisan alimleri Batın ilmini Zahir ehlinin ilimleri arasından çıkararak Kalp ehline mahsus olan Batın ilmi dairesine sokmazlardı. ALLAH Resulü (sav) zahir ehlinin müftilerinden fetva almış birini, daha aşağı derecede bir fakihe yani kişinin kendi kal­bine havale etmezdi. Lafzı itibarıyla teyidli ve mübalağa sigasıyla buyrulan böyle bir hadis varken aksini düşünmek nasıl caiz olabi­lir? ALLAH Resulü (sav) "Fetva vermiş olsalar dahi sen fetvayı kalbi­ne sor" buyurmaktadır. Bu buyruk, sağlam bir kalbi ve açık bir ku­lağı olan, delilini görmüş ve şehvetinin gemlerinden sıyrılmış kim­selere mahsustur. Netice itibarıyla ´Fıkıh´, dil sıfatlarından biri de­ğildir. O, bir kalp sıfatıdır. ALLAH Teala´nm şu buyruğunu işitmez misiniz? "Onların kalpleri vardır, fakat onlarla fıkhetmezler". (A´raf/179)

ALLAH Teala´nm buyruğunu işiten ve O´nu müşahede eden bir kalbin sahibi, bu kalbiyle O´nun hitabını fıkhedip dinlediği emre uyar ve ALLAH Teala´ya yönelerek O´nun şu buyruğunu her zaman anar: "Onlardan bir kısmı da, din ilimlerini fıkhetmek .... için geri kalmalıdır". (Tevbe/122)

Fıkıh ile ortaya çıkan iki sıfat vardır: Bunların ilki ´Nezâret´ ya­ni korkutucu ve uyarıcı olmaktır. Bu, ALLAH Teala´nm dinine davet yolunda sahip olunan makamlardan biridir. ´Nezîr=Uy arıcı´ olacak kimse, mutlaka korkutucu olmak durumundadır. Korkutucu olabil­mek için de öncelikle korku ehlinden olmak icap eder. Korku sahi­bi ise, ancak alimlerden olabilir. Sıfatların ikincisi, dikkatli ve uya­nık olmaktır. Bu da ALLAH Teala´nm marifetiyle ilgili makamlardan biridir. Bu da bir nevi korku ve tedirginlik halidir. ´Fıkıh´ ve ´Fehm=Anlama´, aynı mana için kullanılan iki isimdir. Araplar ´Fa-kihtü=fıkhettim´ fiilini, ´Fehimtü=anladım´ fiiliyle aynı manada kullanmışlardır. &?

ALLAH Teala, Zatı´nı anlamayı (=fehm), ilim ve hikmetten üstün tutarken, anlayış sahibi kılmayı (=ifham), muhakeme ve hüküm­lerden üstün kılmıştır. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Biz o meselenin hükmünü derhal Süleyman´a anlattık. Bununla beraber her birine bir hüküm ve bir ilim verdik". (Enbiya/79) ALLAH Teala, bu buyruğunda hüküm ve ilim bakımından müşterek kıldığı Süley­man ve Davud Peygamber´den (as) Tefhim=Anlayış verme, anlat­ma´ fiilini Süleyman Peygamber5 e mahsus kılarak onun hükmünü, babasının hükmünden üstün kılmıştır.

Hasan b. Ali de (ra), insanları ALLAH Teala´ya götüren, onlara O´nun yolunda rehberlik eden hidayet alimlerini üstün görerek on­ları ´Ulema´ olarak isimlendirmiş ve bize manzum olarak rivayet edilen bir sözünde ilim kelimesini onların hakkı olarak beyan et­miştir. Aşağıda manzum olarak zikredeceğimiz söz, Ali´den de (kv) rivayet edilmiştir:

iftihar, ancak ilim ehlinin hakkıdır. Çünkü onlar, Hidayet üzere olup hidayet isteyenler için rehberdirler. Herkesin ağırlığı, yaptığı ihsana göre olup Cahiller de ilim ehlinin düşmanlarıdır.

Ma´lumu olan ALLAH Teala´yı bilen bir alimden kim daha üstün olabilir? Her ilim, ma´lumu ile değerlendiğine ve her alimin ağırlı­ğı ilmine nisbetle olduğuna göre, bu ilme sahip olanın değeri ölçü­lebilir mi?

Zahidlerin imamı olan Abdülvahid b. Ziyad da bu manada man­zum bir söz söylemiştir. O, bu sözünü ALLAH Teala´yı hakkıyla bilen alimlere tahsis ederken onların yürüdükleri yolu bütün yolların üs­tüne çıkartmıştır. O, manzum sözünde şöyle der:

Yollar muhtelif, Hakka giden yollarsa tekdir.

Hak yoluna girenler de eşsiz kılınmış ferdlerdir.

Halk tarafından bilinmezler ve maksatlarına da nüfuz edilmez,

Halbuki onlar, maksatlarını bilerek yavaş yavaş yürürler.

İnsanlar ise, onlar için murad edilenden gafil bir halde,

Ekseriyeti Hak yoluna karşı biganedirler.

İbni Mesud´dan (ra) şu bilgi rivayet edilmiştir: Ömer (ra) vefat ettiği zaman şöyle dedi: ´Sanıyorum onun vefatıyla ilmin onda dokuzu gitmiş oldu. Çevresindekiler şaşkınlıkla şöyle dediler: ALLAH Resulü´nün (sav) ashabı (ra) hemen tamamıyla mevcut iken nasıl böyle dersin? Dedi ki: Benim kasdettiğim, sizin ardına düştüğünüz ilim değil İlmullah´tır.

İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Müttakiler, ardarda gelirler1 Yine o, şöyle demekteydi: Müttakiler efendiler, alimler ise komutanlardır. Onların meclislerine iştirak etmek de kişi için ziyadesiyle sevaptır. Bu sözüyle müttakilerin halkın efendileri ve öncüleri olduklarını kasdetmekteydi.

ALLAH Teala da müttakilerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "ALLAH katında en değerliniz, en takvalımzdır". (Hucurat/13) Alim­ler ise müttakilerin komutanları, yani onların imamları mesabe­sindedir. Onlar da alimlerin eserlerinin ardına düşerler. Çünkü Al­lah Teala şöyle buyurmaktadır: "Bizleri müttakilere imam kıl". (Furkan/74)

Görüldüğü üzere ALLAH Teala alimleri, müttakilerden üstün tut­muştur. ALLAH Teala alimleri, müttakilerin imamları kılmış, mütta­kiler de onların arkadaşları olmuştur. Onların meclislerine iştirk edenler için vaadedilen üstünlük, müttakilerin meclislerine göre sahip oldukları üstünlükten kaynaklanmaktadır. Çünkü her alim muttaki iken, her muttaki alim değildir. Nitekim bu manada şöyle bir haber nakledilmiştir: ´Alimler çok, fakat hikmet ehli alimler az­dır. Salihler çok, fakat sıdk sahibi salihler azdır5.

Abdullah b. Mübarek´e (ra) ´İnsanlar kimlerdir?´ diye soruldu­ğunda ´Alimlerdir cevabım vermiştir. ´Krallar kimlerdir?´ diye so­rulduğunda ise ´Zahidlerdir1 demiştir. Teki sefiller kimlerdir?´ diye sorulduğunda, ´İnsanlar arasında dinini geçim vasıtası yapanlar­dır cevabını vermiştir. Başka bir rivayette ise şöyle dediği bildiril­miştir: ´Her türlü günahı işleyen, dünyayı talep eden ve şahitlikle­re müdahil olanlardır.

Ferkad es-Senci (ra) bir şey sorup da cevabını aldığı Hasan el-Basri´ye (ra) şöyle demişti:
´Ey Eba Said, fakihler sana karşı çıkı­yorlar, buna ne dersin? Hasan şunu söyledi: Anası ölesice Furey-kad! Sen şu gözlerinle fakih gördün mü? Fakih ancak o kimsedir ki; dünyada zühd gösterir, ahireti arzular, dininde basiret sahibi olur, Rabbinin ibadetinde müdavimdir, vera´ sahibi ve müslümanlarm ırzlarını koruyucudur, onların mallarına karşı dürüst ve cemaatla­rına karşı nasihat edicidir..´ Burada, sözkonusu ifadenin üç farklı rivayeti birleştirilmiştir.

İşte ALLAH Teala´yı bilen hakiki alimin sıfatları bunlardır. Onlar ariflerdir. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel şunu nakletmişti: Babama dedim ki: Duyduğuma göre, Maruf-u Kerhi´ye gidermişsin. Onda hadis ilmi var mıydı? Bana şöyle dedi: Ey oğul, onda işin başı yani ALLAH korkusu (=mehâfetullah) vardı´. Ahmed b. Hanbel´e (ra) ´İlk imamlar neyle zikredilip tavsif edilirlerdi?´ diye sorulduğunda, ´Sa­dece sıdk ile´ dedi. ´Sıdk nedir?´ diye sordular. ´İhlastır´ dedi. ´Peki ihlas nedir?´ diye sordular. ´Zühddür´ cevabını verdi. Ta zühd ne­dir?1 diye sordular. O zaman bir an düşündü ve şöyle dedi: Bunu za-hidlere sorun. Bişr b. el-Hars´e sorun.

Bişr´den Mansur b. Ammar hakkında (ra) hoş hikayeler nakle­dilmiştir:

Mansur b. Ammar, zikir ehli vaizlerdendi. Ama o vaktin uleması, Bişr, Ahmed ve Ebu Sevr gibi değillerdi. Bu yüzden de İbni Aramar´ı alim saymamışlardı. Onlara göre o da bir kassasdı. Avam ise onu ulemadan sayardı. Nasr b. Ali el-Cuhdumi anlatır ki: Bir gün mizah yapmış ve biraz aşırıya kaçarak mizahın dozunu kaçırmıştı. Kendi­sine şöyle denildi: Ulemadan biri olarak böyle fena bir sözü nasıl söylersin? O da şu cevabı verdi: Ulemadan hiç kimse görmedim ki mizah yapmamış olsun. Kendisine ´Bişr b. el-Hars´ı gördün, onun böyle bir mizah yaptığına şahit oldun mu?´ denildi. Bunun üzerine şöyle dedi: Elbette. Bh´gün kapı önünde onunla beraber oturuyor­duk. Mansur b. Ammar koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey Ebu Nasr, Emir bütün alimlerin ve salih zatların toplanmasını emretti. Ne der­sin gizleneyim mi? Bişr onu itti ve şöyle dedi: Bizden uzak dur. Yok­sa silah yüklü birileri uğrayıp seni yanımızda bulur da yanarız´.

işte Selef-i Salih devrinde kıssacıların ulema nezdindeki yeri buydu.

Nihayetinde bu ilmin erbabı irtihal etti ve zikir meclisleri, ön­cekilerin usul ve yollarını bilen zatlar dışında yakin ve muamele ilimlerini bilmez hale geldi. Selef, zikir meclisleri ile kıssacıların halkalarını birbirinden tefrik edip ulema ile sadece konuşanları birbirlerinden ayrıştırırlardı. Onlar dildeki ilim ile kalbin fıkhını, yakin ilmi ile akıl ilmini birbirlerinden ayırırlardı. Çünkü alim ile kassas arasında açık bir fark vardı. Alim, kendisine sual sorulun-caya kadar sükut eder, sual sorulduğunda ise ALLAH Teala´nm lüt-fuyla bildiği kadarını cevaplandırıp ortaya koyar ve ALLAH Teala´nm kendisine çizdiği istikamette ve bildiği kadar konuşurdu. Eğer sü­kut etmesi daha hayırlı ise, daha hayırlı olacağını bildiği için süku­tu tercih ederdi. Eğer karşısında konuşmaya ehil birini göremezse bekler ve ilmi ehline bidirirdi. İlmin ehli de onu bilip takdir ederdi. Böyle bir alimin vecd ve müşahededen de nasibi olurdu.

ALLAH Teala buyurdu ki: "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43) Bu ayetten iki mana çıkarılabilir: ´Eğer bilmiyorsanız´ buyruğundan hareketle burada zikredilen ´Zikir ehli´ALLAH Teala´yı bilen alimler olmaktadır. Çünkü ALLAH Teala´nm ´Bilmeyenlere so­run´ buyurmasını düşünmek bile caiz değildir. Bilmeyenler, cahiller olduğu için soru sahibinin cehaletini arttırmaktan başka bir işe ya­ramayacaklardır. İkinci mana da şudur: Alimler, kendilerine soru-luncaya kadar sükut ederler. Kendilerine sual sorulduğunda ise, ALLAH Teala´nm bilmeyenlere verdiği ´Sorun´ emri gereği cevap ver­meleri farz olur.

Yukarıda izahına çalıştığımız ayet-i kerimeden çıkardığımız ne­ticeler de, zikir meclislerinin; faziletlerine dair hadis ve sözlerin va-rid olduğu ilim meclisleri olduklarına delalet etmektedir. Bunu dü­şündüğümüz zaman, mesul tutulan zikir ehlinin, ´Umulur ki zikre­derler1 buyruğunun ulaştığı kimseler olduğunu görürüz. Bilmeyen­lere açıklama ulaştığı zaman, hemen ALLAH Teala´nm vaadettiğini hatırlayacaklardır. Hatırladıkları zaman da, ilim sahibi olacaklar­dır. İşte bu yüzden ALLAH Teala onlara, bilmedikleri hususları sor­malarını emretmiştir.

armi
Tue 29 December 2009, 06:08 pm GMT +0200
Allah Resulü de (sav) bu manadaki bir hadisinde şöyle buyur­muştur: "Cahilin cehaleti üzere kalması doğru olmaz. Alime de il­mine rağmen sükut etmek yakışmaz". Allah Teala da "Eğer bilmi­yorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43) buyurmuştur. Allah Resulü (sav) Ehl-i Beyt kanalından rivayet edilen bir hadis-i şerifinde şöy­le buyurmuştur: "İlim hazinelerden ibarettir. Anahtarı ise sorudur. Sorun. Çünkü bunda dört ecir vardır: Sorana, alime, dinleyene ve onları sevene İbni Mesud (ra) şöyle derdi: İnsanlara, her sorduklarında fetva veren kimse kesinlikle mecnundur. A´meş (ra) ise şöyle derdi: Sözün öyle bir türü vardır ki cevabı sükuttur. Zünnun-i Mısri ise şunu söylemiştir: Sadık kimselerin güzel soruları, ariflerin kalplerinin anahtarıdır.

Kassas ise, söze başladığı zaman kıssa anlatan ve hikayeleri ar-darda sıralayan kimsedir. Ona ´Takip eden´ manasında ´Kassas´ de­nilmesinin sebebi de budur. Çünkü o, daima kendinden öncekilerin kıssalarını takip eder. Allah Teala´nm şu buyruğu, kelimenin bu manasına bir misal teşkil etmektadir: "(Annesi) Musa´nın kızkar-deşine: Onun izini takip et, demişti". (Kasas/11) Musa´nın (as) an­nesi, kızını onun ardmdn gönderirken ´İzini takip et ve bana onun haberini getir1 manasına gelen ´Kussi´ kelimesini kullanmıştır.

Malik b. Enes (ra) şöyle demiştir
: ´İlmin ortadan kalkmasının alametlerinden biri de, sorulmadan önce konuşulmasıdır\ Bir defa­sında da şunu söylemişti: İlmin ortadan kalkmasının alametlerin­den biri de, sorulan herşeye cevap verilmesidir. Çünkü bu tür dav­ranmak, ilmin değerini düşürecek ve onu hafife aldıracaktır. Yani işin usulü ortadan kalkacak ve yerine İndir kaldır" türü bir davra­nış biçimi gelecektir. Denilir ki: İlmi sorulmadan anlatan alimin nurunun üçte ikisi gider.

İbrahim b. Edhem ve diğerleri şöyle demişlerdir:
Alimin süku­tu, şeytana konuşmasından daha ağır gelir. Çünkü o, sükut ettiği zaman hilm ile susar, konuştuğunda ise, ilim ile konuşur. Şeytan da şöyle der: Şuna bakın, susması bana konuşmasından daha zor geliyor. İşte bu sebebledir ki ´Sükut, alimin süsü, cahilin örtüşüdür denilmiştir.

Kasım b. Muhammed´in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kişinin kendine değer vermesinin en güzel şekli, soruluncaya kadar bildi­ği hakkında sükut etmesidir. Hakikaten de soru sorulduktan sonra konuşan alim, ilmine sahip çıkmış olur. Bu soruyu cevaplamak farz da olabilir. Burada aslolan şehvetleri bir kenara iterek ihtiyaç ha­linde cevap vermek suretiyle farzın icabını yapmaktır. Allah Tea­la´nm "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43) buyruğu­nun gereği de budur. Allah Teala bilmeyenlere sormayı emrettiği gibi, soru sorulan kimselere de cevap vermeyi farz kılmıştır.

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kendisine bir ilim sorulan ve onu gizleyen kimsenin ağzına ateşten bir gem vurulur".[33] Görüldü­ğü gibi Allah Resulü (sav) ilmi gizleyenleri çok ağır bir azapla teh­dit etmiştir. Bir şeyi açıklamak, şehvet sebeplerinden biri olabilir. Şehvet ise, dünyaya ait bir husustur. Malik b. Enes´e (ra) bir adam anlatılmış ve hükmü sorulmuştu. O da şöyle dedi: Kendisine sorul­madan konuşuyorsa da başka bir kusuru yoktur. Bir defasında ise şunu söylemiştir: Onda bir beis yoktur. Ancak bir aylık sözü bir günde söyler.

Sözün de şehvet türlerinden biri oluşunun mahiyeti sorulmuş­tu. Malik (ra) şöyle dedi: Kişinin ilmini, sorulmadan önce açıklama­sıdır. Bir zat, abdal zümresini vasfederken şöyle demiştir: ´Yemek­leri tam acıkınca, sözleri ise zaruret halinde sözkonusu olur. Onlar, kendilerine soruluncaya kadar konuşmazlardı. Sorulduğu zaman cevap verirlerdi. Kendisine soru sorulmadan konuşmayan kimse, kendisini ilgilendirmeyen şeye dalan veya boşa konuşan biri olarak görülmez. Çünkü sorunun ardından cevap vermek, selam verildi­ğinde ona karşılık vermenin farziyeti gibidir. İbni Abbas da (ra) bu babda şöyle demiştir: Sorunun cevaplanmasını selamın iadesi gibi farz görürüm´.

Ebu Musa el-Eş´ari ve İbni Mesud (ra) şöyle demişlerdir:
Kendi­sine bir ilim sorulan kişi ya onu söylesin, ya da sussun. Aksi halde zorlamacılar arasında yazılır ve din dairesinden çıkar. Benzer bir söz ibni Abbas´dan da (ra) rivayet edilmiştir. Selef uleması, her iş­lerinde zorlamacılığa (tekellüf=üzerine vazife olmayana) düşmek­ten ve kendisini ilgilendirmeyen şeylere bulaşmaktan korkardı. Onlar, bir ihtiyaç bulunmaksızın konuşmaktan, kendilerine soru sorulmadan, yerinde olduğunu görmeden ve ehli olanı bulmadan konuşmaya başlamayı tekellüf ve kendini ilgilendirmeyen şeylere bulaşma (=mâ lâ ya´nî) babından değerlendirirlerdi.

ibni Abbas´m (ra) Mücahid´e vasiyetinde şu ifadeyi görmekteyiz:
´Seni ilgilendirmeyen hususlarda konuşma. Böylesi daha faziletli­dir. Böyle yapmaman halinde hataya düşmenden emin olamam. Seni ilgilendiren şey hakkında ise yeri ve zamanı gelinceye kadar konuşma. Nice konuşan vardır ki sözünü yerinde sarfetmediği için günaha girmiştir. Ensar´dan bir zat (ra) hakkında da şu rivayet edilmiştir: ´Vefat ettiği zaman annesi şöyle demişti: ´Cennet sana kutlu olsun. Allah Resulü´yle (sav) birlikte Allah yolunda cihad ederken şehit oldun´. Bunu üzerine Allah Resulü (sav) ´Cennete gir­diğini nerden biliyorsun. Belki kendisini ilgilendirmeyen şeyler hakkında konuşur veya kendisini zengin etmeyecek şeyi vermekte cimrilik ederdi".[34]

Bir ilmi, talep olmaksızın açıklayan veya ehli olmayan kimsele­re yayan kişi, onu duyanların inkar etmeleri halinde bundan me­sul tutulacak ve bu yaptığından dolayı hesap vermesi istenecektir. Çünkü o, bu tür bir açıklama ile, tekellüfte bulunarak kendini ilgi­lendirmeyen bir şey hakkında konuşmuş olmaktadır. Eğer kendisi­ne soru sorulmuş, o da sorunun ardından cevap vermiş ise, bu du­rumda inkar edenin mesuliyeti ona düşmez. Çünkü o, bir soruyu cevaplamaktan başka bir şey yapmamıştır.

İşte bu nedenledir ki bu ilim hakkında konuşan Selef uleması, kendilerine bir şey sorulmadıkça sükut ederlerdi. Ebu Muhammed şöyle derdi: ´Alim, oturup sükut eder ve kalbini Rabbine doğru yük­selterek O´nun tevfikine muhtaciyetini hisseder ve O´ndan kendisi­ne doğruyu ilham etmesini niyaz eder. Ona sorulan bir şey hakkın­da konuştuğu zaman da, Allah Teala´mn kendisine ilham ettiği şe­kilde konuşur.

Gömdüğü gibi Ebu Muhammed, alimi oturma ve sükut halle­rinde tevekküle muhtaç olarak Rabbini düşünen ve Vekili olan Al­lah Teala´mn emrine râm olarak bekleyen kişi olarak takdim et­miştir. Seleften bir zat da şöyle demiştir: ´Hakiki alime bir mesele sorulduğunda azı dişi sökülür gibi olur\ Rakabe b. Muskale ve baş­kaları da şunu söylemişlerdir: ´Alim, insanları etrafına toplayarak onlara birşeyler anlatan kimse değildir. Hakiki alim, kendisine ilim sorulduğu zaman, hardal koklamış gibi olandır. Bu sözü A´meş´in söylediğine dair de bir rivayet mevcuttur. Muhammed b. Suka, A´meş´e hadis soruyor, o da yüz çevirip cevap vermiyordu. A´meş, Rakabe´ye dönüp şöyle dedi: O da senin gibi, ahmaklaştığı zaman, benim kötü ahlakım yüzünden kendi faydasına olanı terke-diyor. Muhammed bu sözü işitince şöyle dedi: Yazıklar olsun, hal­buki ben onu ilaç yerine koyuyor ve onun yararı için acısına taham­mül ediyorum´.

Ali (kv) ve İbni Mesud´dan (ra) şu hadise nakledilmiştir
: ´Şehre bir adam gelmişti. Adam insanları toplayarak bol bol konuşuyor ve şöyle diyordu: Beni iyi tanıyın. Horasan ulemasından bir zat bana, kendi şeyhi vasıtasıyla büyük zat Ebu Hafs en-Nisaburi´den nak­letti ki.. Ebu Hafs´m Horasan´daki durumu, Cüneyd´in Bağdat´taki durumuna benzerdi. Ali (kv) şöyle dedi: Din hakkında kendisine bir mesele sorulan alim, Öyle kaygılanır ki o anda yaralansa, korku­sundan dolayı yarasından kan bile akmaz. Çünkü o, dünyada soru­lan meseleye vereceği cevaptan ötürü ahirette sorguya çekilmekten endişe eder. Sorudan kaçmamasmın sebebi ise, alimlerin azalması yüzünden cevap vermesinin farz kılınmış olmasıdır.

İbni Ömer (ra), kendisine sorulan sorulardan dokuzunu geçip sadece birini cevaplar ve çok soranlara şöyle derdi:
Yoksa bizi köp­rü yapıp cehennemin üstünden geçip gitmek ve ´İbni Ömer böye fet­va vermişti´ diyerek kurtulmak mı istiyorsunuz? İbrahim et-Temi-nıi (ra) ise, kendisine bir mesele sorulduğu zaman gözyaşlarını tu­tamaz ve ´Bu meseleyi benden başka soracak birini bulumadınız da, beni mi delil göstermek istediniz? İbrahim en-Neha´i´jâ mesci­din sütunlarından birine yaslandırıp konuşması için ikna etmeye ne kadar çahştıysak da başaramadık. O da bir mesele sorulduğu zaman ağlar ve şöyle derdi: Ne üzücü ki insanlar bize muhtaç oldu.

Süfyan b, Uyeyne de (ra) yaşadığı devirde birtakım ilimlere tek başına sahip olan bir zat idi. Buna rağmen, halinden yakınarak kendisi için şu beyti okurdu:

Memmeket hâli kalınca ulemadan, şanı arttı yazısız ilmin, Benim sıkıntını da işte bu, şana tek başıma sahip olmam.

Ebu´l-´Aliye er-Reyyahi ise iki üç kişiye konuşurdu. Kendisini dinleyenlerin sayısı dörde ulaşınca kalkıp giderdi. İbrahim, Sevri ve ibrahim b. edhem de (ra) böyle davranırlardı. Hepsi de birkaç ki­şilik gruplara konuşurken dinleyenlerin sayısı arttığında meclisten ayrılırlardı.

Ebu Muhammed Sehl (ra) ise beş altı kişiden on kişiye kadar olan toplulukla oturup sohbet ederdi. Tasavvuf şeyhlerinden biri bana şöyle demişti: Cüneyd-i Bağdadi (ra) on küsur kişiye konuşur­du. Ona göre meclisin kemali yirmi kişiyle tamama ererdi.

Şeyhimiz Ebu´l-Hasen b. Salim´den şunu işittik:
Bir topluluk, onun mescidinde toplandıkları zaman içerinden birini kendisine gönderir ve ´Kardeşleriniz geldiler ve sizinle görüşüp ilminizi dinle­mek istiyorlar. Eğer yanlarına çıkmayı uygun görürseniz buradalar´ derdi. Ebu´l-Hasan´m evi, mescidin bitişiğindeydi. Zaten mescidde-kilerin elçisi de onun evine girmeden bu ricada bulunurdu. O, dışa­rı çıkıp mescidde bekleyenleri gördüğü zaman, gönderdikleri elçiye ´Bunlar kim?´ diye sorardı. O da meclise gelenleri teker teker isim­leriyle sayardı. Eğer onları ilme layık görmüyorsa, ´Onlar benim yoldaşlarım değil sadece meclis erbabıdırlar´ der ve huzurlarına çık­mazdı. Onları, ilmine yakın kılmaya layık bulmamış gibi hareket eder ve zamanını onların zamanlarına katarak heba etmek istemez­di´. İşte hakiki alimin halveti, kendisi için bu kadar kıymetlidir.

Hakiki dostlarını görürse, onlarla oturup sohbet etmeyi halvete tercih ederdi. Bu da, ulema için ziyadesiyle sevaptır. Eğer ilmine la­yık kimselerle karşılaşamazsa, o vakit halvetini başka birşeye ter­cih etmezdi. Çünkü böyle yapması halinde vakitlerini boşa geçiren­lere zemin hazırlamış olurdu. Ebu´l-Hasan, ilmine layık gördüğü kardeşlerinin huzuruna çıkıp kendileriyle sohbet ve zikirde bulu­nurdu. Hatta bunun için gece gündüz ayrımı dahi yapmazdı. Çün­kü herşeyden önemli olan, zikirin birbirlerine benzeyen, sohbetin de birbirlerine kardeş olan kimseler arasında yapılıyor olmasıdır.

İlim oturumu, arkadaşlara ve işin erbabına mahsus iken, soru­lara cevap verme, avam içindir. Bu ilmin ehli arasında aslolan bir nokta vardı: Bu ilim, hususu ilgilendiren bir ilim olup ancak havas-sa anlatılması doğru idi. Havas ise sayıca azdı. Onlar da bu ilim hakkında sadece erbabı nezdinde konuşur ve bunu bir hak, hatta mükellefiyet olarak görürlerdi. Ali de (kv) bunu teyid ederek şöyle demiştir: ´Ta ki onu kendileri gibi kimselere emanet edip kendileri­ne benzeyen insanların kalplerine ekebilsinler´.

Bu meyanda Allah Resulü´nden (sav) ve İsa´ Peygamber´den (as) sözler nakledilmiştir:
"Hikmeti sadece ehline verin, aksi halde ona haksızlık etmiş olursunuz. Ehlinden de esirgemeyin. Böyle yaparsa­nız yine haksızlık etmiş olursunuz. İlacı yaranın tanı üstüne koyan dost bir tabib gibi olun". Bu rivayetin başka bir lafzında ise şu ifa­deye yer verilmektedir: "Hikmeti ehline vermemek cehalettir. Eh­linden esirgemek ise, zulümdür. Çünkü hikmetin, sahibi üzerinde bir hakkı vardır. Hikmetin belli bir erbabı vardır ve erbabının da hikmet üzerinde hakkı vardır. Sen her hak sahibine hakkını ver".

İsa Peygamber´den (as) ise şu sözü rivayet edilmiştir:
´Mücevhe­ri domuzların boyunlarına asmayın. Hikmet, mücevherden daha değerlidir. Onu çirkin gören ise domuzdan daha kötüdür´. Selef ule­masından birçoğu, bu ilimle ilgili olarak şöyle derlerdi: ´Bu ilmin ya­rısı sükut, diğer yarısı da onu nerede açıklayacağınızı bilmenizdir´. Ariflerden bir zat ise şunu söylemiştir: İnsanlara kendi ilminin kuvveti ve aklının gücü kadarınca hitap ederken onların anlayabi­leceği şekilde hitap etmeyen kişi, onların haklarını vermemiş ve Al­lah Teala´nın onlarla ilgili olarak farz kıldığı hakkı ifa etmemiş olur. Yahya b. Muaz şöyle derdi: Herkesin nehrinden bir su al ve onu kendi kabıyla sun´. Bu manada şunu ifade etmek isteriz: Her kul için onun akıl mihengine göre ölç ve akıl terazisine göre tart ki ona karşı esenlikte olasın, o da senden yararlanmış olsun. Aksi halde terazinin farklılığından dolayı inkara düşmesi muhtemeldir.

Şeyhlerimizden biri de bu ilmin erbabından Ebu Imran´m şöyle dediğini nakletmiştir
: Ebu Bekir el-Kettani´yle konuşurken dinle­dim. Ebu Bekir, bu ilmin bütün tarikat ehline açıklanması nokta­sında hoşgörülü davranıyordu. Ebu Imran ise onu kınıyor, ilmi bu şekilde açıklamaktan ve çok konuşmaktan menediyordu. Sonunda kendisine şöyle dedi: Ben, yirmi yıldır Allah Teala´ya dua ediyor ve bu ilmi bana unutturmasını niyaz ediyorum. Ebu Bekir, ´Niçin?´ di­ye sordu. Ebu Imran da şöyle dedi: Rüyamda Allah Resulü´nü (sav) gördüm ve şöyle buyurduğunu işittim: Allah katında herşeyin bir hürmeti vardır. Hürmeti en fazla olanların başında ise Hikmet ge­lir. Allah Teala, onu ehli olmayanlara verenlerden hakkını talep edecektir. Allah Teala´nın bir şeyi talepte bulunduğu kul ise O´nun

hasmıdır.

Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demişti:
´Bir kişi mescidin sütun­larından birine yaslandığında veya birşeyler sormak istediğinde onun meclisine oturma. Çünkü geçmişte Hikmet ilminin anlatıldı­ğı meclislerde, çok nadir olarak yirmi veya otuz kişi biraraya gelir­di. Bunlar da devamlı ve sürekli gelmezlerdi. Bu tür meclislerde as­ıl olan, dört kişiden on kişiye kadar küçük bir toplulukla yapılan celselerdi. Kıssa anlatanların, zikircilerin ve vaizlerin oturumla­rında ise, Hasan al-Basri´nin (ra) devrinden günümüze kadar, yüz­lerce kişilik meclisler kurulurdu.

Tabii burada şu ayrımı da yapmak gerekir:
İlim meclisleri, da­ha ziyade havass içindi ve bunların sayısı da azdı. Kıssalar ise avam içindi ve bunların sayısı da çoktu. Tanıdığımız ulemadan bir zat şöyle demişti: Basra şehrinde zikir ve vaaz üzerinde konuşan kimselerin sayısı yüzyirmi civarındaydı. Marifet, yakin, haller ve makamlar hakkında konuşan alimlerin sayısı ise, sadece altı idi. Ebu Muhammed Sehl, es-Subeyhi ve Abdürrahim bunlardandı.

Denildi ki: Alimin sükutundan istifade edemeyen kimse, onun sözünden de istifade edemez. Yani müslümana yakışan; onun sükut, huşu´ ve vera´ıyla edeplenip sözüyle terbiye olduğu gibi yakinine uy­mak ve sözünün takipçisi olmaktır. Ulema şöyle derdi: Zahir ilmi dünya mülküne mahsus bir ilimdir. Batın ilmi ise, melekût alemi­nin ilmidir. Onların bu sözle kasdettikleri; zahir ilminin dünyevi ih­tiyaçlara müteallik olmasından dolayı dünyevi bir ilim olması, Ba­tın ilminin ise, ahiret azığıyla ilgili bir ilim olduğu için ahiret ilmi oluşuydu. Yine onlar bu manada şöyle demişlerdir: Dil, zahirdir ve dünya mülküne ait bir uzuvdur. O, zahir ilminin de hazinesidir. Kalp ise, melekût aleminin hazinesi ve Batın ilminin kapısıdır.

Batın ilminin, Zahir ilmine üstünlüğü melekût aleminin dünya mülkünü ihtiva eden aleme olan üstünlüğü gibidir. Melekût, gizli ve batini olan bir mülktür. Batın ilminin, Zahir ilmine üstünlüğü­nü kalbin dile olan üstünlüğüne de benzetebiliriz. Dil, açık ve za­hir olan bir uzuv iken, kalp gizli ve batini bir varlıktır. Bişr b. Hars (ra) şöyle derdi: ´Bize nakletti ki..´ veya ´Bize haber verdik ki..´ ifa­deleri, dünya ilminin kap il arından dır. Hadis, ahiret azıklarından değildir.

Şeyhlerimizden biri, kendi arkadaşlarından biri hakkında şu hadiseyi nakletti
: Ona ait olup pek nadir olanları dışında rivayet etmediği hadislerin yazılı olduğu on küsur kitaplık dolusu kitabını gömmüştük. Merhum şöyle derdi: Hadis nakletmek istiyorum. Bu yüzden de hadis nakletmiyorum. Eğer bu arzum kaybolursa, hadis naklederim. Ardından da şunu eklemişti: Yaklaşık kırk yıldır nef­simle bu hususta cihad ediyorum. Bir kişinin, ´Bize nakletti ki..´ ve­ya ´Bize haber verdik ki..´ dediğini işittiğin zaman anla ki o şunu demek istemektedir; ´Bana yer açın´. Merhum, gerçekten de alim ve zahid bir zat idi. O ve benzerleri şu sözü sık sık dile getirmişlerdir: ´Hadis nakletmeyi arzuladığınız zaman hadis nakletmeyin. Ancak hadis nakletmeyi arzu etmediğiniz zaman nakledin´.

Rabiatü´l-Adeviye (ra) Süfyan es-Sevri (ra) hakkında şöyle der­di
: Bir de hadis rivayetini sevmese, ne güzel adamdır şu Süfyan!. O, daima şöyle derdi: Hadisin fitnesi, mal ve evladın fitnesinden daha çetindir. Bir defasında da şöyle demişti: ´Bir de dünyayı sev­mese...´ Bununla kasdettiği, insanların hadis dinlemek için onun çevresinde öbeklenmesiydi.

Ebu Süleyman ed-Darani (ra) şöyle derdi:
Kim evlenir, hadis ya­zar veya geçimlik peşine düşerse, dünyaya meyletmiş olur. Hikmet ehlinden bir zat ise şöyle demişti: İlmullah dışındaki ilimleri tahsil eden kimse, sadece eksiğini tamamlamış olur. İlnıullah´ı tahsil eden kimse ise kemale ulaştırılmıştır. Aynı zat bunu söyledikten sonra şu ayet-i kerimeyi okudu: "Rabbinden bir nimet yetişmiş ol­masaydı elbette o, fena bir halde meçhule atılacaktı". (Kalem/49) Yani Marifet ilmi, kendisine yetiştirilmiş olmasaydı heva ve meç­hulün derinliklerine atılırdı.

Makûl ilmi yani akli ilimler, Yakin ilmiyle kıyas edildikleri za­man, uzaklaşma olarak görülürler. Aynı zat, "Eğer seni sabitleştir-miş olmasaydık, neredeyse onlara meyledecektin" (İsra/74) ayeti­nin tefsirinde ise şöyle demiştir: Yani seni, Marifet ile sabitleştir-miş olmasaydık, neredeyse akıl ilimlerine meyledip onlara yaslan­maya başlayacaktın. Sehl b. Abdullah (ra), Allah Teala´nm "Ve ta­rafından bana hakkıyla yardımcı bir delil ver" (İsra/80) buyruğu­nun tefsirini yaparken şöyle demiştir: Yani Sen ve Sen´den başka­ları hakkında konuşan bir dil bahşet.

İlmullah, îman ve Yakin ilimlerinin, hüküm, fetva ve muhake­me ilimlerine üstünlüğü, bizzat müşahede etmenin haber yoluyla duymaya olan üstünlüğü gibidir. Allah Resulü (sav) buyurdu ki:

"Haber, muayene (=elle dokunup gözle görme) gibi değildir".[35] Bu hadisin başka bir rivayetinde ise, şöyle bir lafız geçmektedir: "Ha­ber verilen kimse, elle tutup gözle gören gibi değildir".

Iyaz b. Ganem (ra), "Çokluk kuruntusu sizleri oyaladı" (Teka-sür/1) ayet-i kerimesinin tefsiriyle ilgili olarak Allah Resulü´nden (sav) şunu rivayet etmiştir: "İlm-i Yakin, gözle görmek gibidir". Bu hadisin başka bir yerinde ise Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyur­duğu rivayet edilmektedir: "Ümmetimin hayırlıları arasında öyle bir topluluk vardır ki; Rablerinin rahmetinin genişliğinden dolayı açıktan güler, O´nun azabının korkusuyla gizli gizli ağlarlar. Onla­rın, ayakları yeryüzünde kalpleri ise gökyüzündedir. Ruhları dün­yada, akılları ise ahirettedir. Sekine üzere yürür Vesile ile Rableri-ne yakın olmaya çalışırlar".

Fetvalar, verilen haberlerden ibarettir. Fetva istemek de, esa­sen haber istemektir. Bu meyanda Allah Teala´nın şu buyruklarını delil olarak zikredebiliriz: "Onlara sor...". (Fussilet/11); "Kadınlar hakkında sana soruyorlar". (Nisa/127) Buradaki ´sorma=istiftâ´ fii­li, asıl olarak o hususla ilgili haber ve bilgi talebidir. Haber ile te­şekkül eden ilim, zan ve şüpheden hali kalamaz. Müşahede ise zan-nı tamamen ortadan kaldırıp şüpheyi giderir. Bu meyanda da Allah Teala´nın şu buyruğunu zikredebiliriz: "Kalp, gördüğünü yalanla­madı". (Necm/11) Burada görme fiili, göz gibi kalp için de isbat edil­miş ve kalbin de görebileceği teyid edilmiştir.

Kalple görme Yakin, böyle bir kalbe sahip olan da Yakin sahibi olarak değerlendirilir. Allah Resulü de (sav), şöyle buyurmuştur: "Zenginlik olarak Yakin yeter". Şu halde Yakin ilminde, diğer ilim­lere muhtaç olmaktan kurtulma sözkonusudur. Zira Yakin, bütün ilimlerin özü ve hakikatidir. Diğer ilimler ise, Yakin ilminden müs­tağni kalamazlar. Çünkü Tevhid ve İman ilimlerinde; şüphedeki zaruret ve Yakine olan ihtiyaç, fetva ve benzeri diğer ilimlere göre çok daha ileri safhadadır. İşte bu sebepledir ki Yakin ilmiyle müs­tağni olmak, diğer ilimlerle müstağni olmaktan çok daha büyük ve Önemli bir hale gelmiştir.

Yakin ilminin diğer ilimlerle ilişkisini bir şeye benzetmemiz ge­rekire, Fatiha suresinin Kur´an´m tamamıyla ilişkisine benzetebiliriz. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Fatiha suresi, Kur´an´m tama­mını ifa ettirir". Kur´an´ın tamamı ise, Fatiha´nın yerini alamaz. Al­lah Teala´yı bilmek, yani İlmullah da işte böyle olup O´ndan başka herşeyi bilmekten daha ulvidir.

Allah Teala´yı bilmek, bütün ilimlere bedeldir. Halbuki diğer bütün ilimleri bilmek, Allah Teala´yı bilmeye bedel değildir. Çünkü Allah Teala´nın zatı, bütün kainata ve daha fazlasına bedel iken, bütün kainat O´na bedel değildir: Mevcudat aleminde varolan her ilim, O´nun malumuna bağUdır. Yakin ilmi de, Hak Teala´nın ma´lumudur. Bu ilmin üstünlüğü, Allah Teala´nın masivâsma üs­tünlüğü gibidir.

Hikmet ehlinden jaîr zat, yukarıda anlattıklarımız çerçevesinde şöyle demiştir:
´Allah Teala´yı bilen, neyin cahili olur ki? Allah Tea­la´yı bilmeyen de neyin alimi olur ki?´ Allah Teala´yı hakkıyla bilen alimler, peygamberlerin de varisleridir. Çünkü onlar, Allah Tea-la´ya götüren yolun rehberliği ve O´na davet vazifesini peygamber­lerden miras almıştırlar. Bu yüzden de kalp amellerinde onlara uyulur.

Allah Teala buyurdu ki:
"Kim, Allah Teala´ya davet eden ve sa-lih amel işleyenden daha güzel sözlü olabilir?" (Fussilet/33); "Ve Rabbinin yoluna hikmet ile davet et". (Nahl/125) Yine O, iman eden kullarına, kendisine davet etmeyi emrederek bu davette kat´i ola­rak basiret üzere olunmasını murad etmiş ve şöyle buyurmuştur: "De ki: işte bu benim yolumdur; ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah Teala´ya davet ederiz". (Yusuf/108)

Bu vasıfları taşıyan alimler, Kıyamet günü de Peygamberle bir­likte haşredileceklerdir. Allah Teala bu manada da şöyle buyur­maktadır: "İşte onlar, Allah Teala´nın nimet verdiği peygamberler­le beraberdirler". (Nisa/69); "Ve peygamberlerle şahitler getirildi". (Zümer/69) Bu şahitler de şu ayet-i kerime ile açıklanmışlardır: "Zahitler ve alimler de Allah´ın Kitabı´nm muhafazasına memur edilmiş olmaları ve bunun üzerine şahit bulunmaları dolayısıyla..". (Maide/44)

Bu babda Muaz b. Cebel (ra) Allah Resulü´nden (sav) şöyle bir hadis rivayet etmiştir:
"İnsanlar arasında nübüvvet derecesine en yakın olanlar; ilim ehli ile cihad ehlidir. İlim ehli, insanları peygamberlerin getirdikleri risalete sevkederler. Cihad ehli ise, pey­gamberlerin getirdikleri uğruna kılıçlarıyla cihad ederler".

Dünya alimleri ise, ahiret alimlerinin aksine krallar ve sultan­larla birlikte haşredileceklerdir. Selef-i Salih´ten bir zat şöyle de­miştir: Alimler, enbiya zümresiyle birlikte hasredilirler. Kadılar ise, sultanlar zümresiyle birlikte hasredilirler. Kadı İsmail b. İshak, dünya ulemasından ve yargı müessesesinin ileri gelenlerinden ve akıl sahiplerinden biriydi. Aynı zamanda Marifet ehlinden olan Ebu´l-Hasan b. Ebi´1-Verd ile de kardeşlik bağına sahipti. İsmail, ka­dılık makamına geçince İbnu Ebi´-Verd kendisini terketti. Günler­den bir gün İbnu Ebi´1-Verd bir şahitlikte bulunmak için onun ma­kamına gitmek zorunda kaldı. Oraya gittiğinde eliyle Kadı İsmail´in omzuna vurdu ve şöyle dedi: Ey İsmail, seni buraya Öyle bir ilim oturttu ki, cehalet ondan daha hayırlıydı. Bunun üzerine İsmail b. Edhem yüzünü örttü ve cübbesini ıslatacak kadar ağladı.

Zahir uleması, dünyanın ve mülkün ziyneti iken, Batın ulema­sı semanın ve melekût aleminin ziynetidirler. Zahir uleması dil ve haber ehli iken, Batın uleması kalp ve ayne´l-yakin ehlidirler. Ule­madan bir zat şöyle demiştir: Allah Teala dili yarattığı zaman şöy­le buyurdu: ´Bu, Benim haberimin sığınağıdır. Eğer Beni tasdik ederse onu felaha erdiririm´. Kalbi yarattığında ise şöyle buyurdu: ´Bu, Benim nazar ettiğim yerdir. Eğer yalnız Bana halis kalırsa, Ben de onu dost edinirim´.

Haleften bir zat şöyle demişti: Cahil, ilim ile kurtulur. Alim de hüccet ile kurtulur. Arif ise, mertebeyle kurtulur. Ariflerden bir zat da şöyle demiştir: ´Zahir ilmi hüküm, Batın ilmi ise hâkimdir. Hâ­kim gelip hükmünü verinceye kadar hüküm belli olamaz. Zahir uleması, delillerin ihtilafından dolayı bir meseleyi anlamakta güç­lük çektikleri zaman İlmullah ehline sorarlardı. Çünkü onlara gö­re bu kimseler Tevfîk-i İlahi´ye daha yakın, heva ve günahtan ise uzak olurlardı.

İmam Şafii de (ra) bu alimlerdendi. Ulemanın görüşlerinin farklılığından ve delillerin denk olmasından dolayı bir meseleyi an­laması zorlaştığı zaman Marifet ehline başvurur ve onlara sorardı. O, er-Ra´i´nin huzurunda tıpkı bir çocuğun hocasının huzurunda oturduğu gibi oturur, şu meselede ne yaptığını, bu mevzuda nasıl hareket ettiğini sorardı. Böyle durumlarda ŞafıVye ´Ey Eba Abdul­lah, senin gibi ilim ve fıkıh sahibi olan biri, böyle bir bedeviye na­sıl soru sorar?´ denilir, o da şu karşılığı verirdi: Bu, bizim ilmimizin gereğidir. Bir defasında çok ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bu halde iken dahi şöyle diyordu: ´Allahım, eğer bu Senin rızan içinse, daha da arttır´.

Bunun üzerine Mısır ulemasından el-Me´afıri kendisine bir mektup yazarak şöyle dedi: ´Ey Eba Abdullah, sen ve ben Cenab-ı Hakk´m imtihanına ehil olanlardan değiliz ki O´nun rızasını niyaz edelim. Bizim için doğru olan, O´ndan şefkat ve afiyet niyaz etmek­tir*. Bunun üzerine Şafî´i (ra) önceki görüşünden dönerek şöyle de­di: ´Allah Teala´dan mağfiret diliyor ve O´na tevbe ediyorum´. Mer­hum bundan sonra şöyle dua ederdi: ´Allahım, sevdiğim şeyde be­nim için hayır kıl´.

Ahmed b. Hanbel (ra) ile Yahya b. Ma´in (ra) Ma´ruf b. Feyruz el-Kerhi´nin (ra) meclisine giderlerdi. Ma´ruf el-Kerhi (ra), ilim ve sünneti bu iki alim kadar güzel bilmezdi. Buna rağmen her ikisi de ona soru sorarlardı. Bir hadis rivayetinde de Allah Resulü´ne (sav) şöyle denildiği nakledilmiştir: "Ey Allah Resulü, Önümüze bir me­sele gelip de cevabım Allah´ın Kitabı´nda ve Resulü´nün sünnetin­de bulamadığımız zaman neyapmamız gerekir? Allah Resulü (sav) buyurdu ki: Salihlere sorun ve bunu onlar aramda bir istişare mev-zusu yapın. Onlar olmaksızın herhangi bir karara varmayın".

Muaz (ra) hadisinde de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Eğer sana Allah´ın Kitabı´nda ve Resulü´nün sünnetinde olmayan bir mesele gelirse ne yaparsın? Dedi ki: Salih-lerin verdiği hükmü veririm. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), ´Resulü´nün elçisini muvaffak kılan Allah´a hamdolsun". Bu hadi­sin başka rivayetlerinde ise Muaz´m (ra) "Kendi görüşümle ictihad ederim" dediği rivayet edilmiştir[36]

Cüneyd-i Bağdadi´den bize şu sözü naklettiler:
´Seri es-Saka-tfnin (ra) yanında ikamet ettiğimde bana şöyle demişti: Benden ay­rıldığın zaman kimin meclisinde oturuyorsun? Ben de ´Haris el-Mu-hasibi´ demiştim Bana şöyle dedi: Güzel, onun ilmini ve edebini al.Kelam´ı şıklara ayırmasını ve Kelamcılar hakkındaki tenkidlerini ise bırak. Ben ayrılırken şöyle dediğini işittim: ´Allah seni sun bir hadis alimi kılsın. Hadis alimi sufı kılmasın´. Bunun manası şudur:

Müridlik yoluna başlarken hadis, eser, usul ve sünneti öğrenip bunların ardından ibadet ve zühde dalarsanız sufılik yolunda iler­leyip arif bir sufi olursunuz. Böyle yapmayıp da önce ibadet, takva ve hal ile meşgul olursanız, hadis ve usul ilmine bakamazsmız ve işin sonunda ilim sahibi olmadığınız için ya şatahât ehlinden biri, ya da hata ehlinden olup çıkarsınız.

Hallerin en güzeli, evvel emirde Zahir ilmine ve hadis kitapla­rına vakıf olmaktır. Çünkü bunlar, ibadet ve ilmin dallandığı kök­leri teşkil ederler. Aksi halde köklerden önce dallara sarılmış olur­sunuz. Hatta bu babda şöyle denilmiştir: ´Kimileri usûlü kaybettik­leri için vusulden -yani maksada ulaşmaktan- mahrum edildiler1. Burada kasdedilen usûl, hadis kitapları, rivayetler ve sünnetlerdir. Ama asılları tekrar etmekten öte gidemediğiniz zaman, tenkid mertebesinden aşağı düşer, arifler derecesinden aşağı iner, Yakin ve İman´m faziletini kaçırırsınız.

Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle derdi:
İnsanlar, ilmi talep ettikleri za­man onunla amel ederler. Amel ettiklerinde de ihlaslı davranırlar. İhlaslı olduklarında ise kaçarlar... Alim, insanlardan kaçmaya baş­ladığı zaman sen onun ardına düş. İnsanlar ardına düştüklerinde ise ondan kaç´. Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle demiştir: İlim ilme seslenir. Eğer icabet ederse eder. Aksi halde göçüp gider.

Zünnun-i Mısri (ra) şunu söylemiştir:
´Sana sıfatıyla konuşanın meclisine otur. Diliyle konuşanın meclisine ise asla oturma´. Daha öncesinde Hasan el-Basri de (ra) şöyle demiştir: ´Amelleri seninle konuşan kimsenin meclisine otur. Sana sırf sözüyle hitap edenin meclisine oturma´.

Selef devrinde insanlardan bir topluluk, ulema olmasalar dahi Marifet ehli ile arkadaşlık etmek suretiyle onların edebiyle edep-lenmek, onların davranış biçimlerini ve ahlaki yapılarını görmek isterlerdi. Çünkü edep ve terbiye fiillerle, öğretim ise sözle olur. Bu babda duyduğum en güzel şey, hikmet ehlinden bir zatm söylediği şu sözdür: Bir kişinin, bin kişiye fiiliyle yaptığı vaaz, bin kişinin bir kişiye sözle yaptıkları vaazdan çok daha başarılı ve etkindir.

Sehl (ra) şöyle derdi
: ´İlmin tamamı dünya içindir. Ahiret için olansa o ilimle yapılan amellerdir. Ameller de ihlas olmadıkça ta­mamen hebadır5. Bir defasında da şöyle demişti: ´Alimler dışında bütün insanlar ölüdür. Amel edenleri dışında bütün alimler sarhoş­tur. Muhlis olanları dışında bütün amel sahipleri aldanmıştır\ Al­lah Teala´ya ihlas ile amel eden kimse, bunu hüsn-i hatime nasip oluncaya kadar devam ettirmek durumundadır.

Hakiki ulemaya göre, Allah Teala´dan başkasını bilen ve O´ndan başkasını fıkheden kimse alim değildir. Böylesine verilecek isim; ravi, koruyucu, hafız, taşıyıcı veya nakledici olabilir. Zahid Ebu Hazini (ra) şöyle derdi: ´Artık ulema gitti, kitaplardaki ilimler kal­dı´. Zühri (ra) ise şunu söylerdi: Talanca ilmin kabıdır. İlmin kap­larından biri olan falanca kişi bana nakletti ki..´ O, kendisine hadis veya haber nakleden herkes için ´Alim´ tarifini kullanmazdı.

Nitekim Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen hadis-i şerifler de bunu teyid etmektedir. Bunlardan birinde O´nun şöyle buyurdu­ğu nakledilmiştir: "Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki -fakih değildir-, onu kendinden daha fakih olana taşır".[37] Mesela Hammad için, ra­vi olduğunu tescil ederek Hammad er-Raviye derlerdi. İsmin sonu­na konulan ´Ha´ harfi ise, ´Allanıeh´ ve ´Nessabeh´ kelimelerinde ol­duğu gibi mübalağa ifade etmek içindir.

Selefe göre alim; başkasının değil Allah Teala´mn ilmiyle müs­tağni olan kimseydi. Fakih ise; başkasının sözleriyle ve rivayetle-riyle değil kendi ilminin ve kalbinin fıkhıyla imtiyaz eden kimsey­di. Bir hadiste de bu mana teyid edilmektedir: "İnsanların en zen­gini kimdir? diye soruldu. Buyurdu ki: İlmi ile müstağni olan alim, en zengindir. Ona ihtiyaç duyulduğunda ilmiyle faydalı olur. Aksi halde insanlara karşı ilmiyle yetinir". Başkasının ilmiyle ilim sahi­bi olan her alim, onun bütünü için alim olur. Bütünü ise, Ulemadır. Başkalarının tavsifi ile fazilet sahibi olan da, onun bütünüyle yani Fuzela ile mevsuf olur. Onları terkedip tek başına kaldığı za­man sükut edip nefsinin ilmine dönerek onunla ihtisas etmez. Böy­lelikle hakiki manada, cehalet ile vasfedilen ve fazilet ehlinini yol­larını anlatan biri olur. Netice itibarıyla işittiği ve naklettiği ilimle takdir edilen biri olarak kalır. Başkasının ilmiyle alim olan kimse; sarihlerin hallerini anlatan, sıddıklarm makamlarını bilen birine benzer. Böyle birinin kendine ait ne bir hali, ne de makamı vardır. Onun vasfettiği kimse, kendisine sadece ilim ve kelamda hüccet için müracaat eder. Marifetullah ehli ise hüccet bakımından amel-leriyle ve makamlarıyla öne geçmiş insanlardır.

Böyleleri hakkında Allah Teala´nm şu buyruklarını misal ola­rak zikredebiliriz
: "îsnad ettiğiniz sıfatlardan dolayı vay sizlere!". (Enbiya/18); "Onları aydınlattıkça ışığında yürürler. Karanlık üze­rine çöktü mü de dikilip kalırlar". (Bakara/20) Burada murad edi­len, basirettn başka birşey değildir. Ayette geçen karanlıklar ise, alimlerin düştükleri ihtilaf hallerinin teşbihidir. Böyle hallerde, sa­hip olduğu şeyi tahkik edemeyen kimse, başka birinin sahip oldu­ğuna sahip olan kimseden başkası değidir. Onun gerçek sahibi olan kimse, onun hakiki şahididir. Onu nakleden kimse ise, başkasının şahit olduğuna şahitlik eden kimsedir. Hali sağlam ve doğru olan, bizzat şahid olandır.

Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi:
Allah Teala, rivayet sahibine ehemmiyet vermez. O ancak anlayış ve dirayet sahibine ehemmi­yet verir. Yine o, şöyle demiştir: ´Kendisini mükellef kılan bir akla sahip olmayan kişiye, rivayet ettiği hadislerin çokluğu asla fayda etmez´. Bu manada, hikmet ehlinden bir zata ait olan şu şiiri hatır­latmak istiyoruz:

İlim, iki ilimdir; kesbî ve tabi´î.

Kesbî olmadıkça, topluma etmez fayda,

Tıpkı göz fersiz olduğunda güneş ışığının fayda vermediği gibi.

Cüneyd-i Bağdadi de (ra) ekseriyetle şu şiiri okurdu:


Tasavvuf ilmi, öyle bir ilimdir ki bilemez onu, Ancak ferasat sahibi ve hak ile maruf olan. Ona şahit olmayan da bilemez onu, Hem nasıl görür güneş ışığını ki, gözleri kör olan.

Bu mevzuda aslolan da budur. Çünkü kitaplar ve mecmualar, hep sonradan oluşmuş muhdes attan dır. Başka insanların sözlerim söyleyip ulemadan birinin mezhebine uygun fetva vermek, onun görüşlerine yönelip her konuda onu anlatmak ve o mezhebin görüş­lerini fikhetmeye çalışmak da sonradan çıkma bir muhdes, yani bi­dattir. Birinci ve ikinci Hicri asırlarda müslümanlar böyle yapmı­yorlardı. Hadis ve fıkıhla ilgili olarak hazırlanan bu eserler, ancak Hicri 120. yıldan, yani Sahabe´nin (ra) tamamının ve Tabiun´un (ra) ileri gelenlerinin Dar-ı Beka´ya irtihallerinden sonra ortaya çıkmıştır-

İslam tarihinde yazılan ilk eserlerin; İbni Cüreyc´in (ra) rivayet­lerle ilgili tasnifiyle, Mücahid, Ata´ ve İbni Abbas´ın (ra) Mekke´de­ki öğrencilerinin tefsirle ilgili bazı eserleri olduğu söylenir.

Bundan sonra San´alı Ma´mer b. Raşid´in dağınık hadisleri bab-lar halinde topladığı kitabı ortaya çıkmıştır. Medine´de İmam Ma-lik´in (ra) fıkıhla ilgili ´Muvatta´ adlı eseri, îbni Uyeyne´nin ´Kita-bü´l-cevami´ fi´s-sünen ve´l-ebvab´ kitabı ile, Kurban ilimleri hakkın­daki ´Kitabü´t-tefsifi ve Süfyan-ı Sevri´nin (ra), fıkıh ve hadisle ilgi­li ´el-Cami´u´l-Kebif adlı eserleri ortaya çıkmıştır.

Bunlar, İslam tarihinde tasnif edilen kitapların ilklerini teşkil etmektedir. Kitapların ortaya çıkışları, yaklaşık olarak Tabiun´un ileri gelenlerinden Said b. el-Müseyyeb ve benzerlerinin (ra) vefat­larını, Hicret´in 120 küsur senesini takip etmektedir. Bu alimlerin imamları olan alimler, Sahabe´nin (ra) dört tabakasmdandı. Tabi­un´un ilk tabakasının vefatı, takriben kitap tasniflerinin öncesine tevafuk etmektedir.

Bunlar, hadislerin yazılmasını ve ulemanın bu tür kitaplar yaz­masını, halkı Kur´an-ı Kerinı´den, zikir ve fikirden uzaklaştıracağı endişesiyle mekruh görüyorlardı. Bu meyanda da daima şöyle di­yorlardı: ´Bizim ezberlediğimiz gibi siz de ezberleyin´. Onlar, halkın yazı ve işaretlere boğularak Allah Teala´dan ve O´nun Kitabı´ndan uzaklaşmalarından endişe ediyorlardı.

Bu endişelerinde yalnız da değillerdi. Nitekim Ebu Bekir-i Sıd-dık (ra) ve Sahabe´nin ileri gelenleri de, Kur´an´m mushaf haline getirilmesine karşı çıkarak şöyle demişlerdi: ´Allah Resulü´nün (sav) yapmadığı birşeyi nasıl yaparız?!´ Onlar, bu sözü söylerken, halkın sahifelerle meşgul olup mushaflara dayanacaklarını düşü­nüp endişeleniyorlardı. Bu meyanda da şöyle diyorlardı: ´Bırakalım da insanlar Kui^an´ı aralarında teati etsinler. Biz de bu şekilde tel­kin, okutma yoluyla öğrenmiştik. Böylece Kuran, onlar için daimi bir meşguliyet ve gayret konusu olur

Ömer (ra) ve Sahabe´nin kalanları ise Ebu Bekir´e (ra) Kur´an-ı Kerim´i mushaf halinde toplatmasını, bunun Kur´an´m muhafazası bakımından daha emniyetli olacağını tavsiye ederek, halkın bu mus-haflara müracaat etmesini, çünkü dünya gailesinin onları meşgul et­mesinden emin olunamayacağını ifade ettiler. Allah Teala da Ebu Bekir´in (ra) kalbini bu tavsiyeye açtı ve dağınık sahifelerde ve eşya­larda yazılı olan KurVn-ı Kerim, tek bir mushaf halinde toplandı.

Onlar ilmi birbirlerinden alıyor ve çok sağlam bir şekilde hıfz ve muhafaza ediyorlardı. Bunun sebebi; kalplerinin her türlü şüpheden arınmış olması, dünya gailelerinden hali olması, nevalardan sıyrıl­mış ve yüksek himmetti, azimetkar ve hüsnü niyetli olmalarıydı.

Hicretin iki yüz yılının dolmasından ve ilk üç asrının geçmesin­den sonra gelen reddedilesi dördüncü asırda Kelam tasnifatı ve Ke-lamcılarm kitapları ortaya çıkmaya başladı. Bu kitaplar, yazarları­nın görüşleri, akli bilgileri ve kıyas yoluyla oluşturulan kitaplardı.

Takva ehlinin ilmi kaybolmaya yüz tutmuş, Yakin ehlinin bil­dikleri takva ilmi, rüşd ilhamı ve Yakin ilimleri görünmez hale gel­mişti. Bunların ardından da nesiller gelmeye devam etti. Biz de şu zamanı (Hicri dördüncü asır) yaşayan halefleriz. Bizim zamanımız­da işler iyice karıştı ve insanların tefrikiyle ilgili kıstaslar değişti. Neticede Kelam ehli ´Ulema´ olarak anılmaya, kassaslar da ´Arifler5 olarak isimlendirilmeye başlandı. Raviler ve nakilciler ise, din hak­kında hiçbir fıkh ve basirete sahip olmamalarına rağmen ´Ulema´ sınıfına sokuldular.

Ibnu Ebi Abla´dan şu söz rivayet edilmiştir:
´Sabah namazından sonra Ata el-Horasani´nin (ra) meclisine oturur, o da bize ilminden anlatırdı. Birgün gelemedi. Bunun üzerine, kendisine izin verilen­lerden bir adam konuşmaya başladı. Adamın mahzuru yoktu. Çün­kü Ata´nın konuştuğu gibi konuşuyordu. Ama aramızda bulunan görme özürlü Reca b. Hayye, adamın sesini tanımadı ve sordu: Ko­nuşan kim? Adam da ´Ben falanım´ dedi. Bunun üzerine Reca1, ´Sus, ilmi ehli olmayandan dinlemek mekruhtur1 dedi. İşte onlar, böyle hassas insanlardı. îlmullah´a ehil olan kimseler, bu ilmi ehli olmayan kimselerden dinlemeyi reddederlerdi. Onlar bu mübarek ilmi, sadece dünyada zühd sahibi olanlardan dinler, ehl-i dünyadan din­lemeyi mekruh görerek, bu ilmin böyle kimselere yakışmadığını söylerlerdi.

Bilin ki; Allah Teala´yı Marifet ve İlm-i Yakin ile zikreden kim­se, ulemadan herhangi birini taklid edemez. Selef-i Salih (ra) böy­le idi. Bu makama ulaşan zatlar, Yakin ve anlayış bakımından ulaştıkları faziletten ötürü kendilerinden ilim naklettikleri alimle­re muhalefet etmeye başlarlardı. İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: Al­lah Resulü´nden (sav) başka sözüyle amel edilemeyecek veya görü­şü terkedilemeyecek hiç kimse yoktur. Kendisi Zeyd b. Sabit´ten (ra) fıkıh öğrenmiş, Übey b. Ka´b´dan (ra) kıraat okumuştu. Daha sonra da fıkıhta Zeyd´e (ra), kıraatta da Übey´ye (ra) muhalif görüş­lere sahip olmuştu.

Selef fukahasmdan bir zat (muhtemelen İmam Ebu Hanife -çev-) şöyle demiştir
: ´Allah Resulü´nden (sav) geleni başımız, gözümüz üzere kabul ederiz. Sahabe´den (ra) gelenleri ise alır ve bırakırız. Tabiun´dan (ra) rivayet edilen görüşlere gelince, onlar da adam biz de adamız´. Bu sözün başka bir rivayetinde ´Biz de görüşümüzü söyleriz ifadesi mevcuttur.

İşte bu sebepledir ki Selef fakihleri, taklidi mekruh görür ve şöyle derlerdi: Kişi, ulemanın ihtilaflarını öğrenmeden fetva vere­mez. Yani bu ihtilafları öğrendiği zaman, ilmine dayanarak dinen en ihtiyatlı ve Yakini bakımından en kuvvetli olanı tercih ederek onunla fetva verir. Ama başka birinin mezhebine bağlı olan alimin, ulemanın ihtilaflarını bilmeksizin sadece kendi mezhebinin görüş­leriyle iktifa ederek fetva vermesini müstehap görürlerdi. Buna da­yanarak da şöyle denmiştir: Kul, ahirete irtihal ettiği zaman ´Bil­diklerinle ne gibi amellerde bulundun?´ diye sorulacak ve ´Başkası­nın ilmiyle ne gibi ameller işledin?´ denilmeyecektir.

Bu meyanda Allah Teala´nın şu buyruğunu zikredebiiriz:
"Ken­dilerine ilim ve iman verilenler..". (Rum/56) Görüldüğü üzere Allah Teala, bu ikisini birbirinden ayrı olarak zikretmiştir. Bu ayrım, kendisine iman ve yakin verilen kimsenin, aynı zamanda ilme de nail olacağına ve bunun tersi olarak kendisine faydalı ilim verilen kimsenin de, imana nail olacağına delalet eder. Bu tefsir, Allah Teala´nm şu ayetinin manalarından da birini teşkil etmektedir: "Al­lah, kalplerine imanı yazdı ve onları, kendinden bir ruh ile destek­ledi". (Mücadele/22) Yani onları İman ilmi ile takviye etti. İman il­mi, imanın ruhundandır. Ayetteki ´Ha=onun´ zamiri imana dön­mektedir.

Kur´an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebevi´den istidlal ve hüküm çıkar­maya ehil olan alim, bir san´atm aracı ve bir fiilin aletidir. Çünkü o, temyiz ve basiret sahibi olup tefekkür ve ibret ehlindendir. Cahil ve avama mensup bir gafil ise, ulemayı taklid etmek durumunda­dır. Avamın alimi de, aynı şekilde havassın alimini taklid eder. Za­hir ilmine sahip olan alim de, kendinden yüksekte olan ve Batın il­mine vâkıf kılman kalp ehlinden bir alimi taklid edebilir. Çünkü Allah Resulü (sav) lisan ve fetva bilgisini alan kimseyi kalbi ilme sevketmiştir.

Kalp ehli ise, sahip oldukları ilimde fetva ehline havale edilme­mişlerdir. Zira onlar, müftilerden fetva aldıktan sonra onu kalple­rine arzetnıekte ve kalplerinde bu fetvaya karşılık ufak bir tered­düt ve şüphe hasıl olduğunda kalplerinin hükmüne teslim olmala­rı lüzum etmektedir. Çünkü Allah Resulü´nün (sav) bu babdaki em­ri gayet açıktır: "Fetva verenler, sana fetva vermiş olsalar da sen fetvayı kalbine sor". Yine O şöyle buyurmuştur: "Günah, kalplerin hamlığıdır... Kalbinde tereddüt doğuran şeye gelince sana fetva verseler dahi onu terket".[38]

Kul, bu emre uyarak fetvanın durumunu öğrenmeye çalışır ve ona şartsız teslim olmaz. Kelam ilmine dayanarak konuşan ve onu kendisine sanat haline getiren kişi, dinleyenlenlere garip gelir. Za­manla kendisi de hakkı batıldan ayıramaz bir noktaya düşer. Bu­na rağmen ´alim´ olarak adlandırılır. Avam ilim sahibi olmadığı ve dinleyicilerin çoğunluğu Selef ulemasının vasıflarını bilmedikleri için, -aslı olmasa bile- süslü ve yaldızlı sözler söyleyen herkes, avam tarafından ´alim´ olarak isimlendirilmiştir.

Zamanımızın, sözleri bakımından en fazla fitneye sebebiyet ve­renleri müftiler olmuştur. Kelam, re´y ve akli bilgilere dayanarak söylenen ve aslı cehalet olan sözlerin birçoğu, cahiller arasında ´ilim´ olarak itibar görmektedir. Onlar sadece kelam üreten ile ali­mi, ilim ile kelamı birbirinden ayırtedememektedirler. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere cahillerin havassı, alimlere benzemeye ça­lışır ve meclislerine oturanlara da derhal ´alim´ olarak görünürler.

Bilin ki; şu zamanda insanların en alimi, Selef ulamasının ha­yatlarını ve takip ettikleri yollan en iyi bilenlerdir. Bunların ardın­dan, ilmin ne olduğunu en iyi bilenler gelir. Bunlar, kimin hakiki müte´allim yani öğrenci, kimin de aslı olmadığı halde böyle bir ha­va estirdiğini iyi bilirler. İlim talep edenlere farz olan da, bunları bilmek ve iyice öğrenmektir. Çünkü Allah Resulü (sav) ilim talep etmenin farz olduğunu buyurmuştur.

Şu halde müslümanlarm, öncelikle öğrenecekleri şeyi bilmek için, neyin ilim olup olmadığını öğrenmeleri vacip olmaktadır. Çün­kü bilinmeyen birşeyin talep edilmesi sahih olmaz. Bunun ardın­dan hakiki alimin kim olduğunu da bilmeleri vaciptir. Çünkü ilmi öğrenmek için gidecekleri şahsın, hakiki alim olması gereklidir. Şu halde ilmin bir derinliği vardır ve bu da, ancak alim ile kaim olabi­lir. İlim, ancak ehlinde bulunan bir fazilettir. Bu meyanda Ali´ye (kv), ´Sen bu meselede falana muhalefet ettin´ denilmişti. O da şu cevabı verdi: En hayırlımız, bu dine en fazla tâbi´ olammızdır\ Sa-id b. el-Müseyyeb (ra) ile ilgili olarak da şu hadise nakledilir: Bir defasında "Biz hiçbir ayeti neshetmez veya unutturmayız ki.." (Ba­kara/106) ayetini okuduktan sonra şöyle demiştir: Kur´an ne İbni´l-Müseyyeb´e, ne de babasına inmiştir. Ardından da aynı ayetin baş­ka bir kıraatini okumuştur.

Şu zamanda insanların en alimi, Tevfİk-i îlahi´ye ve rüşde en yakın olanları, Selef-i Salih´e en fazla tabi´ olarak halefin salihleri-nin sıfatlarına en fazla benzeyenlerdir. Allah Rsulü´nden (sav) riva­yet edilen bir hadis de bunu teyid etmektedir: "O´na, ´İnsanların ilim bakımından en ileri olanı kimdir?´ diye soruduğunda şöyle bu­yurmuştu: İşler kapalı ve anlaşılmaz hale geldiğinde hakkı en iyi bilendir". Seleften bir zat ise şöyle demiştir: ´İnsanların ilimce en kuvvetlisi; ulemanın ihtilaflarını en iyi bilendir

Hasan el-Basri (ra) şöyle derdi:
İslam hakkında nakilde bulu­nan iki muhaddis vardır. Bunlardan biri kötü görüşlü olup cenne­tin kendi görüşünü benimseyenlerin hakkı olduğunu iddia eder. Digeri ise azgın ve dünyaya tapan biridir. Yalnız dünya için öfkelenip yine onun için hoşnut olur ve sadece onu talep eder. Bu ikisini ce­henneme gönderin ve onların amellerine bakarak Rablerini inkar edişlerini görün. Allah Teala, biri azgın ve dünyaya çağıran, diğeri nevasına esir olup insanları kendi nevasına teşvik eden iki kişi arasında kalan adamı korusun da; Selef-i Salih´e gelsin ve onların fiillerini sorup izlerinin ardına düşsün. Eğer böyle yaparsa, büyük bir ecir kazanmış olur. Sizler de işte böyle olun.

İbni Mesud´dan (ra) müsned olarak şu hadis rivayet edilmiştir:
´İki şey vardır: Söz ve hidayet. Sözlerin en güzeli Allah Teala´nın sö­zü, hidayetin en güzeli de Allah Resulü´nün (sav) hidayetidir. Siz siz olun, sonradan çıkma bidatlardan uzak durun. İşlerin en kötü­leri sonradan çıkma olanlarıdır. Sonradan çıkma herşey de bidattir. Her bidat da dalalettir. Dikkat edin de süreniz çok uzamasın. Yok­sa kalpleriniz katılaşır. Dikkat edin, gelecek olan herşey yakındır. Ve yine dikkat edin uzak olan, asla gelmeyecektir".[39]

İbban (ra) vasıtasıyla Enes b. Malik´ten (ra) rivayet edilen hut­besinde Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kendi ayıbıyla uğraşmaktan başkalarının ayıplarını görmeye vakit bulamayan, haram karıştırmaksızın kazandığı maldan infakta bulunan, zillet ve ma´siyet ehlinden uzak durarak fıkıh ve hikmet ehliyle içice olan kimse, ne güzel kimsedir! Nefsinde zelil olup ahlakı güzelleşen, içi salah bulan ve insanlara kötülük etmekten uzak duran kimse, ne güzel kimsedir! İlmiyle amel eden, malının fazlasını Allah yolunda harcayan, sözün fazlasını kendine saklayan, sünnetle genişleyip işini bidata çevirmeyen kimse ne güzel kimsedir!".

Yaşadığımız zamana şahit olan ediplerden biri de, devrimizi şu manzume ile vasfetmiştir:


Yollarına uyulan adamlar, gittiler artık,

İnkarcılar, inkar ediyorlar herşeyi,

Kaldıysa halefler arasında arındıran yekdiğerini,

O da, körün körü iteklemesi gibi.

Öyleleri var ki insanlar arasında, hayvandır o, Fakat işiten ve gören beşer suretinde. Malına, gelen her belada uyanıkken feraseti, Dinine isabet eden belayı duymaz ruhu bile. Sor ki fakihe sen de olasın onun gibi bir fakih, Bir mevzuda koşturan fıkıh ile, kazanır bu payeyi.

îbni Mesud (ra) şöyle derdi:
´Ahir zamanda güzel bir hidayet üzere olmak, çok amel yapmaktan daha hayırlıdır1. O, kendi yaşa­dığı devri Yakın ile tavsif ederken, bizim devrimizi Şüphe ile tarif etmiş ve şöyle demiştir: ´Öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, en ha­yırlılarınız güzel işlerde koşturanlardır. Sizden sonra öyle bir za­man gelecektir ki, onların en hayırlıları, duraksayan ve yerini mu­hafaza edenler olacaktır*. O, bununla şüphelerin çokluğunu ima et­mekteydi.

Huzeyfe (ra) ise, bundan daha ilginç bir söz söylemiştir:
Bugün maruf -yani iyi olarak- bildiğiniz şey, geçmişte münker -yani kötü olarak- bilinirdi. Sizin münkeriniz de, Öyle bir zaman gelecektir ki maruf olacaktır. Hakkı bildiğiniz ve alimleriniz de hafife alınmadı­ğı müddetçe hayır içinde olmaya devam edersiniz. Yine o, şöyle der­di: Ahir zamanda öyle bir topluluk gelecektir ki, onların alimi, ölü eşek mertebesinde olacak ve kendisine dönüp bakmaycaklardır. Onların müminleri bizim münafıklarımız gibi gizleneceklerdir. On­lar katında bir mümin, bir cariyeden daha hor görülecektir.

Ali´nin (kv) rivayet ettiği bir hadiste ise Allah Resulü (sav) şöy­le buyurmaktadır: ´İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, onların onda dokuzu hakkı inkar edecek ve aralarında devamlı sü­kut eden ve dalgınlığa vuran mümin dışında hiçbiri kurtulamaya­caktır. İşte onlar, ilim lambaları ve hidayet imamları olup yayıp sa­çanlar değillerdir". Yani çok konuşan ve fazla konuşarak üstünlük taslayanlar değillerdir.

Başka bir hadiste ise Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir
: "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, hakkı bilenler kurtulacaklardır, ´Peki ya amel denildi. Bunun üzerine şöyle buyurdu: O gün amel yoktur. Sadece dinine sarılarak tepeden tepeye kaçanlar kurtulacaklardı". Ebu Hüreyre´nin (ra) ri­vayet ettiği hadiste ise Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:

"İnsanların yaşayacağı öyle bir zaman gelecektir ki, emredilenin onda biriyle amel eden dahi kurtulacaktır". Bu hadisin başka bir ri­vayetinde ´Bildiğinin onda biri´ ifadesi geçmektedir.

Sahabe´den (ra) biri de şöyle demiştir: ´Öyle bir zamanda yaşı­yorsunuz ki, bildiğinin onda birini terkedeniniz bile helak olur. öy­le bir zaman da gelecek ki, bildiğinin onda biriyle amel eden dahi kurtulacaktır. Halifelerden biri de şöyle demiştir: ´Üzerinize öyle bir zaman gelecek ki, ilmin en faziletlisi sükut etmek, amellerin en faziletlisi de uyumak olacaktır.

O, bu sözüyle şüphelerin artmasından dolayı münafıkların ço­ğalacağını ima etmektedir. Böyle zamanlarda sükut etmek, cahil için ilim olacaktır. Diğer taraftan amelleri şehvet için eda edenle­rin sayısı da artacağı için, uyumak şehvetten hali olanların ibade­ti olacaktır. Dikkat edin, sükut ve uyku alimin hallerinin en düşük-ğü iken, cahilin hallerinin en yükseğidir.

Yunus b. Ubeyd (ra) şöyle derdi: Bugün sünneti bilenler, garib ha­line geldi. Onu bilen de ondan uzaklaştı. Burada uzaklaşılan şey, Se-ief-i Salih´in hal ve tarzıdır. Yunus, sünneti bilenin de garib haline geldiğini söylerken, sünnete uyan kimsenin yaşadığı toplumda yadır­ganıp yabancıl aştığını ifade etmek istemektedir. Huzeyfe el-Maraşi de, Yusuf b. Esbat´a (ra) yazdığı bir mektubda şöyle demekteydi: Ta-at de, onun bilenler de kaybolup gitti. Yine o, şunu söylemekteydi: Kendisine aşina olunacak kimse kalmadı. İlim tedrisatının bile gü­nah olduğu bir devirde yaşıyoruz. Bunun üzerine ´Niçin böyle?´ diye sordular. O da şu cevabı verdi: Çünkü ilim, ehlini bulamıyor.

Ebu´d-Derda ise (ra) şöyle derdi
: ´Hayırlılarınıza icabet ettiğiniz müddetçe hayırda olmaya devam edersiniz´. ´Hakkınız var´ denildi. O zaman, durumu anladı ve şöyle dedi: ´Hakiki alim sizin nazarınız­da toslanarak öldürülmüş bir koyun gibi olduğunda, vay halinize!´

Selef ulemasının, mütalaa için toplandıkları ve tartıştıkları ilimler vardı. Bu ilimler, bizim zamanımızda da tedris edildi. Salih-ler içinse, belli manalar ve yollar vardı. Onlar, bu yollara sülük eder ve bunlar hakkında sualler sorarlardı. İşte bu ilim, bizim zamanı­mızda ortadan kalkmıştır. Yakin ve Marifet için belirlenmiş ma­kamlar ve haller vardı. Bu ilme ehil olanlar, bunları mütalaa eder ve ilmin erbabı olan zevatın peşlerine düşerlerdi. Bunların eserleri, talep sahiplerinin ve rağbet edenlerin azlığından, bunları bilen alimlerin irtihalinden ve sülük sahiplerinin de, bunları bırakarak tarikatlara girmelerinden dolayı neredeyse tamamen silinip gitti.

Bu ilimlere misal olarak; helali arama, kazanç ve muamelatta vera´ sahibi olma, ihlas ilmi, nefslerin afetleri ve amellerin fesadı ilmi, ilim ve amel nifakı, bu iki nifak arasındaki temyiz, kalp nifa­kı ve nefs nifakı arasındaki farkları, nefsin şehvetlerini açığa vur­ması ve gizlemesini, kalbin Allah Teala ile sükun bulurken nefsin dünyevi vasıtalarla tatmin bulması, ruh kaynaklı hatırlar ile nef-sani hatırlar arasındaki farkı, iman, yakin ve akıl menşeli hatırla­rı, hallerin yapılarını, âmillerin takip ettikleri yolların durumları­nı, ariflerin müşahedelerindeki farklılaşmayı, delillerin müridlere göre değişik renklere bürünmesini, malın bollaşması ve darlaşma­sını, ubudiyet sıfatlarının tahkikini, Rubûbiyet ahlakı ile ahlaklan-mayı, ulemanın makamlarının farklılaşmasını ve benzeri mevzula­rı zikredebiliriz.

Bunların tamamı, Tevhid ilmi, sıfatların manalarının marifeti, Zat´m tecellisiyle mükaşefe yoluyla hasıl olan ilimler, sıfatların ba­tini manalarına delalet eden fiillerin açığa çıkarılması, nazar etme, yüz çevirme, yakınlaştırma, uzaklaştırma, eksiltme ve arttırma, cezalandırma, sevap verme, seçme, ihtiyar etme gibi usûle teallük eden hususlardır. Bütün bunları, fasıllar halinde zikredip cümleler ve asıllar halinde bunların gösterdiği furû´at ile beraber beyan et­tik. Bunları anlamaya muvaffak kılman ve üzerindeki tefekkür ve düşüncelerinden dolayı bunlardan nasiplenmesi murad edilen kul­lar için yeteri kadar açıklama yaptık.

Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bu ilimle ilgili olarak Selefin bildiği yetmiş ilim gördüm. Onlar bu ilimler üzerinde münazara yapar ve bunları öğrenmeye çalışırlardı. Bugün bu ilimlerden bili­nen tek bir ilim kaldı. Aynı alim sözüne devam ederek şöyle demiş­tir: ´Şu zamanımızda da bir çok ilim biliyoruz. Ama bunlar, birta­kım batıl, asılsız iddia ve aldanmadan öte gitmemektedir. Geçmiş­te bilinmedikleri halde, sonradan ortaya çıkmış ve ´ilim´ olarak ad­landırılmışlardır. Bu ilimler, Allah Teala´nın Kur´an´da vasfettiği üzere, susamış kimsenin su zannettiği, halbuki yanma vardığı za­man hiçbir şey olmadığını gördüğü seraba benzerler.

Cüneyd-i Bağdadi (ra) şöyle derdi: Şu an konuştuğumuz ilmi biz öğrendik. Ama onun yaygısı takriben yirmi sene önce duruldu. Biz ise onun haşiyelerini anlatabiliyoruz. Yine o, şöyle derdi: Yıllarca bir toplulukla aynı meclisi paylaşıyordum. Onlar, benim anlayama­dığım ve ne olduklarını bilemediğim ilimleri münazara ediyorlardı. Ama onları asla ink^ar etmedim. Aksine bilmememe rağmen kabul­leniyor ve hoşlanıyordum. Cüneyd (ra) başka bir vesilede de şöyle demiştir: Bizler, geçmişte kardeşlerimizle birlikte bu devirde bilin­meyen ve hiç kimsenin de bana sormadığı bir çok ilmi paylaşıyor­duk. Bu kapı artık kapanıp sürgülendi.

Şeyhimiz Ebu Said b. A´rabi ´Tabakaâtü´n-nüssâk´ kitabım telif ettiği zaman, bu ilim hakkında ilk konuşanı, daha sonraki devirler­de onu anlatanları ve bunların ardından, bu ilimle meşgul olan; Şamlı, Basralı, Horasanlı ve bunları takiben de Bağdatlı zevatı zik­retmiştir. Bu ilmin son temsilcisiyle ilgili olarak da şöyle demiştir: ´Bu ilim hakkında söz söyleyenlerin sonuncusu, yoldaşımız Cüneyd el-Kavariri´dir. Onun, bu ilim üzerinde basireti, nüfuzu ve güzel ifadesi vardı. Ondan sonra gelenler, meclislerinde hiddetten başka birşey bulunmayanlardı´. İbni AVabi başka bir yerde de şöyle de­miştir: Cüneyd´den sonra geriye kalanlar, bu ilmi zikretmekten ha­ya edenlerdi.

İmamımız Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle derdi: Hicret´in üç-yüzüncü senesinden sonra bu ilmimiz hakkında konuşmak helal ol­mamıştır. Ancak bir topluluk onu anlatıyor ki bunlar, halka karşı yapmacık hareketler sergileyen ve vecdlerini elbiseleri, sözlerini süsleri ve midelerini mabudları kılmak için sözü yaldızlayan kim­selerdir.

Huzeyfe (ra), kendisine hangi fitnenin daha şiddetli olduğu so­rulduğu zaman şöyle demişti:
´Hayır ve şer karşına geldiğinde, şüp­helerin çokluğundan dolayı hangisini tercih edeceğini bilememen-dir\ Sehl (ra) şöyle derdi: Hicret´in üçyüzüncü yılından sonra hiç-kimsenin tevbesi sahih olmaz. Çünkü bu devirde yaşayanlar, ek­meği görünce sabredemiyorlar. Bu söz ile anlatmak istediği; tevbe-nin ilk şartının, helal lokma yemek oluşuydu.

Bu babda rivayet edilen bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, dinlerini şaşıracak ve onu bilemeyeceklerdir. O zamanda sağlam dini üzere sabaha eren biri, akşama imandan uzak dalalet dini üzere girecektir. O devrin insanlarının çoğunluğu, akıldan mahrum kılınmıştır. Onlardan kaldırılacak olan ilk fazilet huşudur. Ardından icabet ve vera´ faziletleri kaldırılır". Denir ki: ´insanlardan alınacak ilk fazilet, sevgi ve sıcaklıktır1. [40]

mevlüde06
Sun 21 February 2016, 09:42 pm GMT +0200
çokça istifade ettiğim  faydalı paylaşımlar .bir kısmını da okduum paylaşımın sindireyim okduuklarımı devamını da sonra tamamlayacağım.Allah razıo lsun .emeğinize sağlık.

ceren
Sun 21 February 2016, 11:23 pm GMT +0200
Esselamu aleykum.Rabbimin rizasi icin islam icin ilim ogrenen ve ogreten kullardan olalim inşallah.Rabbim razi olsun bilgilerden kardesim...

Kevšer
Mon 22 February 2016, 06:09 am GMT +0200
  Aleyna Ve Aleykümüsselăm ecmain. Bu bilgiler için Rabbim Razı olsun kardeşim. Vesileniz ile istifade etmiş oluyoruz elhamdülilah. Mevlam ilmimizi artırsın inşaAllah