armi
Tue 29 December 2009, 05:33 pm GMT +0200
İlmin Sıfatı,Selef´in İlimde Takip Ettiği Yol Ve Sonrakilerin Çıkardıkları Kıssacılık Ve Kelamcılığın Zemmedılişi
ALLAH Teala´yı hakkıyla bilen bir alim, şu beş sıfatı haiz olmalıdır. Bunlar, ahiret ulemasının alametleridir; Korku, huşu, tevazu, güzel ahlak ve zühd.ALLAH Teala buyurdu ki: "ALLAH´dan kulları içinde ancak alimler hakkıyla korkar". (Fatır/28) Yine O, huşu hakkında şöyle buyurmaktadır: "ALLAH´a huşu duyar ve O´nun ayetlerini az bir pahaya satmazlar". (Al-i îmran/199) Ahiret alimi, tevazu ve güzel ahlaka da sahip olmalıdır. ALLAH Teala buyurdu ki: "Müminlere kanadınıger ve de ki: Ben açık bir uyarıcıyım". (Hicr/88); "Ve ALLAH´dan bir rahmet ile, onlara karşı yumuşadm". (Al-i İmran/159)
Ahiret ulemasına gereken sıfatlardan biri de dünya hayatında zühd sahibi olmaktır. ALLAH Teala buyurdu ki: "Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise: Yazıklar olsun size, iman edip salih amel işleyenler için ALLAH´ın sevabı daha hayırlıdır". (Kasas/80) Bu sıfatları taşıyan kimse, ALLAH Teala´yı hakkıyla bilen ahiret ulemasından sayılır. Dinle ilgili hususlarda ortaya çıkan müşkil meselelerde alimin açıklamasına ihtiyaç duyulur. Kalplerde oluşan şüphelerin giderilmesinde ise ariflere ihtiyaç duyulur. Abdullah b. Mesud da fra) bu meyanda şöyle demiştir: Sizden birinin kalbine takılan bir meseleyi kendisine bildirecek ve ona derman olacak birini bulabildiğiniz sürece hayır içinde olmaya devam edersiniz. ALLAH´a yemin olsun ki, böylelerini bulamayacağınız zamanlar neredeyse gelmiştir´.
ALLAH Resulü de (sav) bir defasında İbni Mesud´a (ra) şunu sormuştu: "İnsanların en bilgilisi kimdir? O da ´ALLAH ve Resulü en iyi bilendir" demişti. Bunun üzerine ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmuştu: İşler karıştığında ve müşkil meseleler vuku bulduğunda oturağı üstünde emeklese bile hakkı en iyi bilenleridir. İnsanlar ihtilafa düştüklerinde, amelinde kusur bulunsa dahi hakka en iyi bilen odur".
ALLAH Resulü (sav), İmran b. Husayn´m (ra) hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "ALLAH Teala, şüpheler varid olduğu zaman tenkidçi gözü, şehvetler hücum ettiği zaman akl-ı kamili, birkaç hurmayla dahi olsun cömertliği ve yılan öldürmekte dahi olsun cesareti sever". Ne üzücüdür ki yaşadığımız şu devirde îbni Mesud´un (ra) endişe ettiği durumla karşılaşmış bulunuyoruz. Mesela tevhidin mana-lanyla ilgili bir şüpheyle karşılaştığınızda veya tevhid ehlinin sıfatlarının esaslarından biriyle ilgili olarak bir müminin kalbine bir soru takıldığında, onu giderebilmek ve işin hakiki şeklini ortaya çıkararak yüreğini teskin etmek istediğinizde bunu yapmanız hayli zor olacaktır. Yaşadığımız şu devirde tevfîk-i ilahiye mazhar olmuş bir kalp sahibine ulaşmak neredeyse imkansızdır.
Böyle bir durumda hakikati bulmak için girdiğiniz araştırmada şu beş zümrenin ortasında kalakalırsınız:
1. Sapıtmış bidatçılar; bunlar, kendi nevalarından kaynaklanan reylerini bildirerek şaşkınlık ve şüphenizi daha da arttırırlar.
2. Kelamcı; o da, kendi ilminin, yakin ehlinin şehadetlerini idrak edemeyeceğini söyleyerek, akılla bilinen bilgilerini dinin zahirine kıyas ederek sana bir görüş bildirir. Bu da ayrı bir şüphedir. Bir şüphe, başka bir şüphenin ortaya çıkarılmasını sağlayabilir mi?
3. Şatahât ehlinden bir Sufî´ye gidersiniz; böyle bir aufî, yolunu kaybetmiş, hatalar içinde biri olduğu için sizi Kitab ve Sünnet´in ötesine taşır. O, bu iki kaynağı fazla önemsemez ve söylediği sözlerle imamların görüşlerine muhalefet eder. Bu görüşlere muhalefet etmekten çekinmediği gibi sana sadece, zanna, vesveseye, had-se ve hakkı batıl gösterme esasına dayanarak fikir beyan eder. Kevni ve mekanı ortadan kaldırarak, ilmi ve ahkamı tamamen devreden çıkarır. Kavramları ve kaideleri çiğneyip atar.
Bunlar, ucu bucağı olmayan bir çölde yollarını kaybetmiş ve hiçbir hüccete dayanmayan kimselerdir. Tevhid denizinde boğulup giden bu zavallılar, ne müttakilerin imamları sayılır, ne de müttaki-ler için bir rehber olabilirler. Bunların bildirecekleri görüşler, delilden yoksun olduğu ve delillendirme yollarından birine dayanmadığı için tamamen geçersizdir.
4. Fetva ehli Alimlere gidersiniz: Böyleleri, kendilerine göre alim oldukları ve ilimleri kendi çevrelerinde takdir gördüğü için alim makamında dururlar. Bunların diyeceği de şundan ibarettir: Bu husus, ahiret hükümlerinden ve gayb ilminden olup bu bahislerde konuşamayız. Çünkü biz, bunlarla mükellef kılınmadık. Halbuki girdikleri münazaraların çoğunda aslen mükellef olmadığımız hususlarda fikir beyan eder ve Selefin telaffuz etmediği hususları ısrarla müdafaa ederler. Zorlama bilgileri öğrenir ve öğretirler.
Zavallılar, şunu bilmezler ki asıl mükellef kılındığımız ilimler; imanın yakini, tevhidin hakikati, mumelenin ihlasının bilinmesi ve ihlasa etki eden hususları bilmektir. Onlar ise kendi kendilerine ardına düştükleri ilimleri zorlama yoluyla öğrenmektedirler. Bunlar, bizim mükellef kılındığımız ilim dairesinin dışındadır. Oysa iman ilmi, tevhidin sıhhati, Rahman´a kulluğun ihlası, amellerin dünyevi hevalardan halis kılınması ve bunlara tealluk eden kalbi ameller, dini fıkhetmenin esasını ve müminlerin sıfatlarının tavsifini ifade ederler. Çünkü bunların icabı, müminleri uyarma ve korkutmadır.
Nitekim ALLAH Teala şöyle buyurmaktadır: "O halde onlardan bir kısmı da din ilimlerini öğrenmek ve kabileleri savaştan kendilerine döndüğü zaman onları, ALLAH´ın azabıyla korkutmak için geri kalmalıdır". (Tevbe/122) Bu manada ALLAH Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Yakin´i öğrenin. Ben de sizinle beraber öğreniyorum". Sahabe de (ra) şöyle demişlerdir: (Biz önce imanı öğrendik. Sonra Kur´an´ı öğrendik ve imanımız daha da arttı´. Şu halde bu ilim, yakin ile hidayetin artması ve müminlerin de imanlarmdaki artışı beraberinde getirmektedir. ALLAH Teala da şöyle buyurmaktadır: "ALLAH onları iman bakımından arttırdı". (Al-i İmran/173); "Allah, hidayete erenleri hidayet bakımından arttırır". (Meryem/76)
Böyle alimler, muameledeki edeb güzelliğinin marifet ve yakin ile olduğunu hissedemezler. Bu da, yakin sahiplerinin sıfatlarm-dandır. Yine bu, kulun bulunduğu makamda Rabbi ile arasındaki bir hali, Rabbi´nden aldığı bir nasibi ve ahireti bakımından da aldığı sevabıdır. Bu, birinci derecede kulun tevhid şehadetinin halis oluşuna ve şirk unsurlarından ve nifak tohumlarından arınmış bir iman ile içice olmasına bağlıdır. Bu iman, farizalarla birlikte varolan bir imandır. Bu farzlardan biri de amelde ihlas sahibi olmaktır.
Alim olduğunu iddia eden kimse, bunlar dışında kendi kalbinin yattığı ve gönlünün hoşlandığı fuzuli ilimler ve garip anlayışlarla meşgul olur. Bunlar ise, halkın gündelik ihtiyaçlarından ve başlarına gelen hadiselerden ibaret olup yukarıda anlattığımız türdeki ilim için perde ve oyalayıcı bir meşguliyet teşkil ederler. Alim olduğunu iddia eden bu gafil, faydalı ilmin hakikatini yeterince bilmediği için arzularının süslediği ve maksadının sevdirdiği fuzuli bilgileri, bu ilme tercih eder. O, insanların ihtiyaç ve hallerini, kendi nefsinin ihtiyaç ve hallerine tercih etmekte ve onların dünyevi işleriyle ilgili olarak kendisindeki nasipleri uğruna çalışarak yüce Rabbinden ahiretti alacağı çok daha büyük ve dolgun nasibini ihmal etmektedir. Halbuki bu nasip, kendisi için çok daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Çünkü neticede dönüp gideceği ve ebediyen sığınacağı yer orasıdır.
Böyle davranmak suretiyle insanlara yaklaşmayı, ALLAH Tea-îa´ya yakınlaşmaya tercih etmiş ve onlarla meşgul olarak çok daha değerli ve ulvi olan Rabbi´nin sevabım terketmiş olur. O, her anını onlara ayırmayı, kalbim Rabbinin hizmetine girip O´nun rızasını umarak takva ile Rabbi için halis kılmaya yeğlemektedir. Onların dillerini İslah etmeyle uğraşırken kendi kalbinin salâhını ihmal etmektedir. Onların zahiri hallerine bakmaktan kendi halinin batınını göremez olur. Bunun sebebi, müptela olduğu önderlik sevdası, halk içinde şöhret kazanma isteği, siyaseten yer kazanmak, geçici dünya malına duyulan arzu ve dünyanın geçici izzetine gösterilen düşkünlüktür. Tabii böyle biri, himmet eksikliği ve ahir ete yönelik niyet zaafiyeti de çekmektedir.
İşte bütün bunlardan dolayı, kendi günlerini insanların günleri için tüketir, cahiller kendisine ´alim´ desinler ve birtakım boş kimselerin nazarında ´Fazilet erbabı´ olsunlar diye ömürlerini onların şehvetleri uğruna harcarlar. Böyleler! Kıyamet günü iflas etmiş olarak geleceklerdir. O gün, dünyada salih ameller işleyip ALLAH Te-ala´nm rızasını kazanan alimlere ve abidlere verilen bol nasibi gördükleri zaman şaşıp kalırlar. Fakat başkalarının nasibinden onlara ne fayda gelir ki?! ALLAH Teala, her ilim için bir alim, her amel için de bir âmil yaratmıştır. İşte onlar kitaptan nasiplerini idrak edecek olan bahtiyar kimselerdir. Her iş, onun için yaratılmış kimseye kolay kılınır.
İşte bu tür alimler hakkındaki hükmün izahı da budur. Ümmet şunda asla ihtilafa düşmemiştir; Tevhid ilmi, özellikle de şüphelerin ortaya çıktığı ve tevhidle ilgili müşkil meselelerin gündeme getirildiği devirlerde müslümanlar üzerine yazılı bir farzdır.
Ümmetin ihtilafa düştükleri husus, şu iki meseleden ibarettir: Tevhid nasıl bir şeydir? Tevhide ulaşma ve onu talep etme keyfiyeti nasıldır? Bu hususta kimileri talep etme ve araştırma yolunu, kimileri istidlal ve tefekkür yolunu, kimileri rivayet ve haber yolunu, kimileri teslimiyet ve tevfık-i ilahi yolunu, kinlileri de acz ve kusurun itirafıyla onu idrak etmenin mümkün olacağını söylemişlerdir.
5. Ulemanın beşinci zümresi de hadis ve rivayetlere sahip olan Muhaddislerdir: Bunlara birşey sorduğunuzda size tavsiyeleri; teslimiyet göstermek ve varsa hadisin emrine olduğu gibi uyarak fazla araştırmam aktır. Bunlar, selamet bakımından fıkıh ehli müfti-lerden sonra gelirler. Avamın selefine benzerlikleri ve takip ettikleri yol bakımından da en hayırlılar bunlardır. Yakini şehadete sahip
olmayan bu insanlar, gördüklerinin hakikatma ve müşahedeye de sahip değildirler. Bunlar, yalnızca işittikleri ilim için rivayetçi, duydukları hadis ve haber için de iyi bir nakilcidirler. Haber verdikleri şeyi fıkhetmeseler bile onu olduğu gibi aktardıkları için Rableri önünde bir hüccete sahiptirler. Ama naklettiklerini şahit olarak okuyamazlar.
Zühri (ra) şöyle derdi: ´Bana falanca nakletti. O, ilmin koruyucu kaplarından biriydi´. Dikkat edilirse ´Alim demeyip İlmin kabı´ ifadesini kullanmaktadır. Malik b. Enes de (ra) şöyle derdi: ´Tabi-un´dan yetmiş şeyhle karşılaştım. Onlar arasında abidler, duası kabul görenler ve yağmur duasına davet edilenler de vardı. Bu zümrelerin hiçbirinden ilim nakletmedim. Kendisine ´Niçin?´ diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Çünkü ilim ehli değillerdi´. Bu haberin başka bir rivayetinde ise Malik´in (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: ´Çünkü onlar naklettiklerini anlayamayan, kendilerine sorulanları fıkhedemeyen kimselerdi´.
Malik (ra) der ki: ´İbni Şihab ez-Zühri, yaşı küçük olmasına rağmen bizi geçti. Onun yanma gitmek için sıraya girer, hatta kimi zaman ona ulaşamazdık. Çünkü o, naklettiği şeyin alimi olan bir zattı´. Bu durum, ALLAH Resulü´nün (sav) şu buyruğuna da uygun düş mektedir: "Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki fakih değildir. Nice fıkıl taşıyıcısı da vardır ki onu kendinden daha fakih olana taşır".[25]
Seleften bir zat şöyle demiştir: Selef uleması, alimler arasında ki ihtilafları bilmeyen kimsenin bilgisini ´ilim´ saymıazdı. Başka bi zat ise şöyle demiştir: ´Ulemanın ihtilaflarım bilmeyen kimseni fetva vermesi helal olmadığı gibi ´alim´ olarak da isirnlendmlme2 Katade ve Said b. Cübeyr (ra) şöyle derlerdi: ´Alimlerin en bilgilis ulemanın ihtilaflarını en iyi bilendir.. İmam Ahmed´e (ra) şöyle di nilmişti: Bir kişi yüzbin hadis yazdığında fetva vermeye hakkı oh mu? Cevabı ´Hayır1 oldu. ´Peki ikiyüz bin hadis yazarsa´ denildiği de cevabı yine ´Hayır1 oldu. ´Peki üçyüz bin hadis yazarsa?´ diye s rulduğunda cevabı şöyle oldu: ´Umarım´.
Tevrat´ta da şöyle bir söz nakledilmiştir: ´Maharetli tabibin t tini bir hastalık için yazdığı deva uygun olur. .
Medain şehrinden, Ebu´d-Derda´ya (ra) bir mektup yazdı. Bu ikisi, ALLAH Resulü (sav) tarafından kardeş kılınanlardandı. Selman (ra) mektubunda şöyle diyordu: ´Ey kardeşim, bana ulaşan bilgilere göre oturmuş insanları tedavi ediyormuşsun. Eğer kendini tabib olarak görüyorsan konuş. Çünkü sözün şifa olur. Eğer tababet iddiasında bulunuyorsan sakın ola ki bir müslümanı öldürmeyesin´.[26] Ebu´d-Derda (ra) bu mektuptan sonra insanların sorularına cevap vermekten imtina etmeye başladı. Bir kimse ona sorduğunda kendisine cevap vermişti. Bu mektuptan sonra ´Onu çağırın´ dedi. Adama şöyle dedi: Sana söylediğimi tekrarla. Adam tekrar ettiğinde: Yemin ederim ki bu, tababet iddia eden birinin sözüdür, ALLAH Resulü (sav) buyurdu ki: "Kendisinin tıp bilgisi olduğu bilinmediği halde tababette bulunan ve bir kimseyi öldüren kimse onun tazminatını öder[27]
İbni Abbas (ra) şöyle derdi: ´Cabir b. Zeyd´e sorun. Bütün Basra fetva için ona başvursa dahi, hepsine yeter Cabir (ra), Tabiun´un salihlerindendi. İbni Ömer de (ra) kendisine bir mesele sorulduğu vakit ´Said b. el-Müseyyeb´e sorun´ derdi. Enes b. Malik (ra) ise ´Hocamız Hasan el-Basri´ye sorun. Çünkü o hıfzetti, biz ise unuttuk´ derdi.
Basralı biri de şu hadiseyi nakletmiştir: ´Şehrimize ALLAH Resu-lü´nün (sav) ashabından bir zat gelmişti. Biz de Hasan el-Basri´nin yanma gittik ve ´Şu sahabinin yanma gidelim de ondan ALLAH Re-sulü´nün (sav) hadislerini nakletmesini isteyelim. Sen de bizimle gelirsen seviniriz´. Hasan (ra) Teki´ dedi ve sahabinin yanma gittik. Ona ALLAH Resulü´nün (sav) hadislerini sordukça o da bize naklediyordu. Bu şekilde yirmi hadis nakletti. Bu arada Hasan el-Bas-ri (ra) sükut edip dinliyordu. Sonunda dizlerinin üstünde doğrularak şöyle dedi: ´Ey ALLAH Resulü´nün sahabisi, bize rivayet ettiklerinin tefsirini yapsan da muhtevasını fıkhetsek´.
Bunun üzerine sahabi sükut etti ve ´Bende sadece işittiğim var1 dedi. Hasan el-Basri (ra) onun rivayet ettiklerini tefsir ederek şöyle dedi:´Birinci hadise gelince, onun tefsiri böyle böyledir, ikinci hadisin tefsiri is şöyle şöyledir..´ Bu şekilde sahabinin naklettiği hadişlerin tamamım açıklayıp tefsir etti. Hasan el-Basri´nin hafızasına ve hadisi güzelce eda edişine mi yoksa onun ilim ve tefsirinin büyüklüğüne mi hayran kalacağımızı bilemedik.
Sahabi yerden bir avuç taş aldı, biz de onu sayıp ezberledik. Sonra şöyle dedi: Aranızda böyle bir alim varken ilmi niye bana soruyorsunuz?´.
ALLAH Resulü´nün (sav) sahabesi, lisan ilmi ve fetva ile ilgili hususlarda soru soranları, yeri ve mertebesi bakımından kendilerinden daha aşağıda olanlara havale ederlerdi. Tevhid, marifet ve iman ilimlerinde onların derecelerce üstünde olanlar bulunmasına rağmen kendilerine bu bahislerde soru soran şüphe içindeki kimseleri geri çevirmez, marifet ve yakin ilimlerinde soranları başkalarına havale etmezlerdi. Çünkü ilim, ALLAH Teala tarafından velilerinin kalplerine atılmış bir nurdan ibarettir.
Bu babda birbirlerine denk görülen kimselerden bazıları diğerlerinden daha yüksek bir dereceye yükseltilip yaşlılar değil de gençler bu ilimle tahsis edilebilir. Hatta Seleften sonra gelen Tabi-un, bu ilme daha layık olabilir. Bu, muhtemelen alçakgönüllülük yaparak sükut eden kimselere yönelik bir tenbih olup kendi durumlarını görerek yükselmeleri ve yücelmeleri için bir uyarı da olabilir. Nitekim ALLAH Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Biz de istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütfedelim, onları önder yapalım ve varisler kılalım". (Kasas/5)
Nur, bir kulun yüreğine bırakıldığı zaman kalbi ilim ile genişlerken, bakışı yakin ile olur. Onun lisanı, beyanın hakikatıyla nâ-tık olur ki bu da, ALLAH Teala´nm velilerinin kalplerine tevdi ettiği hikmetin ta kendisidir. "Hem de kendisine hikmet ve hakkı batıldan ayırdetme yeteneği vermiştik" (Sad/20) ayetinin tefsiri yapılırken şöyle denilmiştir: Bu, görüşte isabetli olma ve bir tür ALLAH Teala tarafından hakiktı bulmada muvaffak kılınma halidir.
ALLAH Teala buyurdu ki: "O, hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilene büyük bir hayır verilmiştir". (Bakara/269) Denildi ki: Buradaki hikmet, anlayış ve ferasettir. ALLAH Resulü de (sav) "ALLAH kime hidayet vermek isterse onun yüreğini İslam´a açar" (En´am/125) ayetini okuduktan sonra hidayetin vasıflarını açıklamıştır. "Bu ayeti okuduğu zaman O´na şöyle denildi: Ey ALLAH Resulü, bu ´şerh=açma´ nedir? Buyurdu ki: Nur kalbe atıldığı zaman yürek onunla açılıp genişler. Denildi ki: Bunun bir alameti var mıdır? Buyurdu ki: Evet, aldanış yurdundan etek çekerek, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüme hazırlık yapmak".
ALLAH Resulü (sav) daha sonra bunun vasıtası olarak da dünyada zühdü, Mevla´nın hizmetine koşmayı, hüsn-ü tevfiki ve ilimde isabeti zikretmiştir. Bunlar ALLAH Teala tarafından bahşedilen mev-hibeler ve imtiyazlar olup ALLAH Teala´mn dilediği kullara mahsus olurlar.
Küfe emiri olan Ebu Musa el-Eş´ari´ye (ra) ALLAH yolunda geri adım atarak değil de hücum ederek öldürülen kimsenin nerede olduğu sorulmuştu. Ebu Musa (ra) ´Cennettedir dedi. İbni Mesud (ra) bunu işitince soru sahibine şöyle dedi: Emire git ve sorunu tekrar sor. Belki sorunu anlamamış olabilir. Adam da tekrar Ebu Musa´ya gitti ve ´ALLAH yolunda gerileyerek değil de öne atılarak savaşırken öldürülen kimse nerededir?´ diye sordu. O da ´Cennettedir dedi. İbni Mesud, bunu duyunca adama ´Emire git ve sorunu tekrar sor. Belki sorunu anlamamış olabilir dedi. Adam da tekrar Ebu Musa´ya gitti ve ´ALLAH yolunda gerileyerek değil de öne atılarak savaşırken öldürülen kimse hakkındaki görüşün nedir? O nerededir?´ diye sordu. O da üçüncü defa ´Cennettedir´ dedi.
Bilahare Ebu Musa (ra)İbni Mesud´a (ra) şöyle dedi: Bendeki ilim budur. Peki senin görüşün nedir? İbni Mesud (ra) ´Ama ben böyle görmüyorum´ dedi. Ebu Musa (ra) da ´Peki senin görüşün nedir?´ diye sordu. O zaman İbni Mesud (ra) şöyle dedi: ´ALLAH yolunda savaşırsa ve hakka isabet etmişse, öldürüldüğü zaman cennette olur1. Bu cevap üzerine Ebu Musa el-Eş´ari şöyle (ra) dedi: Bu doğru söylüyor. Aranızda böyle bir alim varken bir daha bana soru sormayın´.
Hadis ehlinin de söylediği gibi asıl olan; sıfatların haberlerini olduğu gibi kabul etmek ve tefsiri hakkında sükut etmektir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki yalnızca isim ve sıfatların manalarının ve delillerinin bilinmesi sayesinde onlar hakkındaki zan ve vesveseler reddedilip onlarla ilgili teşbih ve temsil gibi bidatler terkedi-lebilir. Yakine huzur içinde teslim olmak da onu müşahede yoluyla bilmekten geçer ki bu da yakin ehlinin makamıdır. Bunlara ALLAH Teala´mn sıfatları olarak inanılması, ALLAH Teala´mn bunlarda tecelli etmesi sınırsız ve sayısız olarak bunlar dışında dilediği sıfatlarda da tecelli etmesi ve istediği sıfatta dilediği keyfiyette zuhur etmesi, O´nun belli bir sıfata bağlı olmaması ve herhangi bir surette mahkum olmaması O´nun gayriyetini izhar etmeksizin de olabilir. Cins ve cevherliğin yokluğundan, keyfiyet ve misliyetin reddinden dolayı dilediği vasıfta zuhur edebilir.
Yakinin bu mertebesi de, şehidler zümresindeki Mukarrebun´nn makamıdır. Bunlar Sıddıklar ve yakin ehlinin havassıdırlar. Onların bakışından yüz çeviren ve onların şehadetleriyle yüzleşmeyen kimseler, teslimiyet ve tasdik makamında bulunurlar. Bunlar da işte bu makama sığınıp orada istirahat bulurlar. Bunların makamından daha aşağıda övülecek bir makam ve zikre değer bir sıfat mevcut değildir.
Bu hususları aklıyla araştırıp kendi görüşü ile tefsire yeltenen kimseler, ya teşbih hatasına düşer, ya da reddeden ve batıl sayanlar dairesine girerler. Bu ilmin, diğer ilmlere olan üstünlüğüne dair ALLAH Resulü´nden (sav) rivayet edilmiş birçok hadis ile Sahabe ve Tabiun´dan nakldilmiş bir çok söz mevcuttur. Yine Selefden zikir meclislerinin ve zikir ehlinin faziletlerine dair birçok haber nakledilmiştir.
Onlar, zikir ile iman ve marifet ilimlerini, muamele ve kalplerin basiretlerini fıkhetmeyi ve gaybm sırlarına ayne´l-yakin ile nazar etmeyi murad ediyorlardı. Zikir meclisi ile kasdettikleri, kıssa ve hikayelerin anlatıldığı ve kassasların konuştuğu yerler değildi. Çünkü onlar kıssacığılı bidat olarak görüyorlardı. Onlara göre Allah Resulü (sav), Ebu Bekir (ra) ve Ömer´in (ra) devirlerinde hiç kimse kıssacıhğa yeltenmemişti. İslam aleminin şahit olduğu büyük fitnenin patlak vermesinden sonra kıssacılar da ortaya çıkmaya başladılar. Ali (kv) Basra´ya girdiği zaman camideki kıssacılan oradan çıkartmış ve şöyle demişti: ´Mescidimizde kıssa anlatılamaz´. Ali (kv) Hasan el-Basri (ra) ile karşılaşıncaya kadar bu tavrını sürdürdü. O da bazan kıssa anlatırdı. Ali (kv) onu da dinledi, sonra mescidden ayrılarak Hasan el-Basri´yi dışarı attırmadı.
Bir gün İbni Ömer (ra) camide oturduğu kısma gelince, bir kıs-sacının oturmuş insanlara kıssa anlattığını gördü. Zabıta amirini çağırarak bu kıssacıyı mescidden çıkartmasını istedi. Amir de onu mescidden attı. Eğer kıssa anlatmak zikir meclislerinin özelliğinden ve kıssacılar da muteber alimlerden olmuş olsaydı, İbni Ömer (ra) gibi zühd ve vera sahibi olan bir zat, o kıssacıyı mescidden dışarı artırmazdı.
İbni Şevzeb, Ebu´t-Teyyah´dan şunu nakletti; ´Hasan el-Basri´ye (ra) dedim ki: İmamımız kıssa anlatıyor. Erkekler ve kadınlar da biraraya gelip dua ederlerken seslerini yükseltiyor ve ellerini uzatarak dua ediyorlar. Dedi ki: Dua ederken sesi yüksetmek bidattir. Elleri uzatarak dua etmek bidattir.
Ebu´l-Eşheb de Hasan el-Basri´den (ra) şu sözünü rivayet etmiştir: Kıssalar bidattir. Bir defasında İbni Sirin´e (ra) şöyle denilmişti: ´Ne olur kardeşlerine bir kıssa anlatsan´. O da şu karşılığı verdi: ´Denildi ki: İnsanlara hitaben ancak şu üç kişi konuşur: Amir, memur ve ahmak. Ben ne amirim, ne de memurum. Üçüncü olmayı da asla istemem´. Avn b. Musa´dan şöyle bir rivayette bulunulmuştur: Muaviye b. Kurra bize anlattı ki: ´Hasan el-Basri´ye (ra) şöyle bir soru sordum: Sence bir hastayı ziyaret etmem mi daha güzeldir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Hastanı ziyaret et. Ben yine sordum: Sence, bir cenazenin teşyiin-de bulunmam mı daha güzeldir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Cenazeni teşyi et. Bir kez daha sordum: Sana göre bana ihtiyacı olan birine yardım etmem mi daha iyidir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Onun ihtiyacını gör. Bu şekilde her şeyi zikrettim. Nihayetinde boş geçirilen oturumları dahi, kıssa anlatılan meclislerden daha hayırlı gördüğünü beyan etti´.
Eğer Selefe göre zikir meclisleri kıssacılarm meclisleriyle aynı olsa ve kıssalar da onların gözünde zikir olarak değerlen dirils ey di Hasan el-Basri (ra) kıssacılarm meclislerini bu kadar Önemsiz görmez ve amellerden birçoğunu ona tercih etmezdi. Çünkü o, insanları tevhid ile ALLAH Teala´ya çağıran, marifet ve yakin ilimleri hakkında söz söyleyen nadir alimlerdendi.
ALLAH Teala´yı zikredenlerle beraber zikir meclisinde hazır olmak, imanın ziyade sindendir. ALLAH Teala da zikredenlerin makamını, müminlerin makamının üstüne çıkartmış ve şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümine hanımlar.....zikreden erkekler ve zikreden
hanımlar". (Ahzab/35) Görüldüğü üzere, zikredenler, iman edenlerden daha üstün bir makamda anılmışlardır.
Ebu Zer1 den (ra) rivayet edilen bir hadiste de ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Zikir meclisinde hazır bulunmak, bin rekat namaz kılmaktan daha üstündür. İlim meclisinde bulunmak, bin hasta ziyaretinden daha faziletlidir. İlim meclisinde bulunmak bin cenazeye şahit olmaktan daha faziletlidir.. Denildi ki: Ey ALLAH Resulü, Kur5an okumaktan da üstün müdür? Bunun üzerine ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurdu: îlimsiz Kur´an´m ne faydası olur ki?".
Seleften bir zat ise şöyle demiştir: Bir zikir meclisinde hazır bulunmak, on batıl mecliste bulunmanın keffareti olur.
Ata´ ise şöyle demiştir: Bir zikir meclisi, eğlence meclislerinden yetmişine kefaret olur. Muaz el-A´lem´den nakledildi ki: ´Yunus b. Ubeyd, beni Mutezilenin ders halkalarından birinde görmüştü. ´Gel´ diyerek bana seslendi. Yanma gittiğimde şöyle dedi: İlla da bir meclise oturacaksan, kıssacılarm meclisinde otur daha iyi´.
Hasan el-Basri (ra) zikir ehlinden bir alimdi. Onun meclisleri daima zikir meclisi olurdu. Evinde kurduğu zikir meclislerinde, kardeşleri ve ibadet ehlinden dostları ve takipçileriyle başbaşa kalırdı. Bunlara misal olarak, Malik b. Dinar, Sabit el—Benani, Eyyub es-Sihıstani, Muhammed b. Vasi´, Ferkad es-Seneci ve Abdülvahid b. Zeyd (ra) gibi zevatı zikredebiliriz. O, bu meclislerde şöyle derdi: ´Haydi nuru getirin de ortaya yayın´. Hasan el-Basri bu ilim hakkında konuşurken, yakin ve kudret ilminden, kalplere doğan hatırlardan, amelleri ifsad eden marazlardan, nefislerin vesveselerinden ve bunlar gibi mevzulardan bahsederdi. Kimi zaman Hadis ehlinden bazıları, kafalarını gizleyerek onun meclisine sızar ve diğerlerinin arkasında oturarak onun anlattıklarını dinlerlerdi. Hasan böyleleri-ni gördüğü zaman şöyle derdi: Ey ahmak, burada ne yapıyorsun? Kardeşlerimizle başbaşa kalmış zikrettiğimizi görmüyor musun?
Üzerinde konuştuğumuz bu ilimdeki imamımız Hasan el-Basri´dir. Biz, onun izini sürer, onun yoluna uyar ve onun lambasından aydınlanırız. Bu ilim de ALLAH Teala´mn izniyle imamdan imama nakledilmek suretiyle bize kadar ulaşmıştır.
Hasan el-Basri (ra), Tabiun´un en hayırlılarından biriydi. Onunla ilgili olarak şöyle denilmiştir: Kırk yılım hikmeti kavramaya verdikten sonra onu anlatmaya başlamıştır. Bedir ashabından (ra) yetmiş zat ile görüşmüş ve üçyüz sahabiyi bizzat görmüştür. Ömer b. Hattab´m (ra) hilafetinin sona ermesinden iki gece evvel, Hicret´in yirminci yılında Medine´de doğmuştur. Annasi, ALLAH Resulü´nün (sav) hanımı ve müminlerin annesi Ümmü Seleme´nin (ra) hizmetçisiydi. Rivayete göre Ümmü Seleme (ra) bebekken kendisini memesiyle teselli etmiştir. Konuşması ALLAH Resulü´nün (sav) konuşmasına çok benzerdi.
Hasan el-Basri (ra), Osman b. Affan (ra) ve Ali b. Ebi Talib (kv) ile Aşere-i Mübeşşere´den hayatta kalanları da görmüştür. O, Osman´ın (ra) devrinden yani hicretin yirmi yılının biraz fazlasından doksan küsur yılma kadar geçen sürede Sahabe´den birçok zatı görmüştür.
Sahabe´nin en son vefat edenleri şunlardır: Basra´da Enes b. Malik (ra); Medine´de Sehl b. Sa´d es-Sa´idi (ra); Mekke´de Ebu´t-Tufeyl (ra); Yemen´de Ebyad b. Cemal el-Mazini (ra); Kûfe´de Abdullah b. Übeyy (ra); Şam´da Ebu Karsame (ra); Horasan´da Büreyde el-Eslemi (ra). Hicretin yüzüncü yılma girildiğinde dünya üzerinde ALLAH Resulü´nü (sav) göz ucuyla dahi olsun görmüş olan hiç kimse kalmamıştı. Hasan el-Basri (ra) de Hicret´in yüz onuncu yılında vefat etti.
Ebu Katade el-Adevi (ra) şöyle derdi: ´Bu şeyhe sıkı sarılın. Allah´a yemin ederim ki, ALLAH Resulü´ne (sav) sahabi olamamış insanlar arasında O´nun ashabına bunun kadar benzeyen başka birini görmedim´. Ulema şöyle derdi: Biz Hasan el-Basri´yi (ra) hilmi, huşu´u, vakarı ve sükuneti bakımından İbrahim-i Halil´e (as) benzetirdik. O, gerçekten de o peygamberin sıfatlarını taşımaktaydı.
Basra ahalisinden bir kadın ALLAH Teala´ya bir nezir adamıştı. Eğer O, kadının istediğini tahakkuk ettirirse adağına göre kendi dokuduğu kumaştan bir elbise dikecek ve onu Basra şehrinin en hayırlı zatına giydirecekti. Bir müddet sonra kadıncağız adadığı hususun tamamen tahakkuk ettiğini gördü ve adağına sadık kalarak elbiseyi dikti. Ardından Basra´nın en hayırlısını soruşturmaya başladı. Sorduğu herkes ´Hasan el-Basri´dir dedi.
Bu ilme ilk giren, onu ilk kez dile getiren, esaslarını anlatan, nurlarını izhar edip üstündeki örtüyü kaldıran Hasan el-Basri´dir. O, bu ilim hakkında kardeşlerinin daha önce hiç işitmedikleri şeyler söylüyordu. Bir gün kendisine şöyle denildi: ´Ey Eba Sa´id, sen bu ilimde daha önce bir başkasından duymadığımız şeyler söylüyorsun. Bütün bunları kimden öğrendin´. ´Huzeyfe b. el-Yeman´dan (ra)´ dedi. Bunun üzerine Huzeyfe b. el-Yeman´a (ra) giderek ´Senin daha önce ALLAH Resulü´nün (sav) ashabından hiç kimsenin söylemediği şeyler söylediğini görüyoruz. Bu ilmi kimden aldın?´ diye sordular. Dedi ki: ´ALLAH Resulü (sav) bu ilmi bana mahsus kıldı. Diğerleri O´na hayrı sorarken ben, içine düşme korkusuyla şerri soruyordum. Böylece hayrın da beni geçemeyeceğini biliyordum´.
Huzeyfe´nin (ra) bir defasında şöyle dediği rivayet edilir: ´Şunu öğrendim ki şerri bilmeyen kimse, hayrı da bilemez Bu sözün başka bir rivayetinde şu ifade geçmektedir: ´İnsanlar, ALLAH Resulü´ne (sav) amellerin faziletlerini sorarak ´Ey ALLAH Resulü, şöyle şöyle yapan için ne vardır?´ derlerdi. Ben ise ´Ey ALLAH Resulü, şu şu amelleri ne ifsad eder?´ diye sorardım. O da ısrarla amellerin afetlerini soruşumu görünce, bu ilmi bana has kıldı´.
Huzeyfe (ra) münafıkların bilgisine sahip olan tek sahabi idi. ALLAH Resulü (sav) bu ilmi, ilmin sırlarını, anlayışın inceliklerim ve yakinin gizli yönlerini Sahabe arasında yalnız ona mahsus kılmıştı. Ömer (ra), Osman (ra) ve diğer büyük sahabiler bile umumi ve hususi fitneleri ona sorar, ona has kılman ilim hakkında kendisina müracaat eder, münafıkları ve ALLAH Teala´nm Kur´an´da zikrettiği münafıklardan hayatta kalan olup olmadığını ona sorarlardı. Huzeyfe de (ra) onları sayı olarak bildirir, isimlerini söylemezdi.
Ömer (ra) bile, ona kendi hakkında soru sorar, nifak içinde olup olmadığını öğrenmek isterdi. Huzeyfe (ra) onu nifaktan ibra etti. Ömer (ra) münafığın alametlerini ve nifağın belirtilerini de ona sorardı. Huzeyfe de (ra) kendisine izin verilen daire içinde onun sorularını cevaplar, ancak izin verilmeyen hususları haber vermekten affını ister ve mazur görülürdü. Ömer (ra), namaz kıldırmak için cenazeye davet edildiği zaman, Huzeyfe´nin (ra) namazda olup olmadığına bakardı Eğer Huzeyfe (ra) varsa namazı kılar, eğer o gelmemişse namazını kılmazdı.
m ialıb el-Mekk´i
Huzeyfe b. el-Yeman fra) Sahabe arasında ´Sır sahibi= Sahibu´s-sır5 olarak anılırdı. Bu ilimle ilgili olarak Sahabe´ye bir sual sorulduğu zaman -Huzeyfe´yi kasdederek- şöyle derlerdi: Sır sahibi aranızda iken bana soruyorsunuz?
Enes b. Malik (ra), ALLAH Resulü´nden (sav) zikir meclisinin faziletiyle ilgili duyduğu hadislerden hareket ederek şöyle demiştir: ´Benim için, güneşin fecrinden doğuşuna kadar geçen sürede ALLAH Teala´yı zikreden bir toplulukla oturmam, dört köle azat etmemden daha sevimlidir´. Enes (raj dedi ki: Yezid er-Rikaşi ve Ziyad en-Nu-meyri´ye döndüm ve şöyle dedim: Zikir meclisleri, kurduğunuz şu meclisler gibi; birinin kıssa anlattığı, arkadaşlarına hitap ettiği veya hadisleri ardarda sıraladığı meclisler değildi. Biz meclise oturduğumuz zaman, imanı zikredip Kur´an´ı tefekkür eder, dini fıkhe-der ve ALLAH Teala´nm üzerimizdeki nimetlerini sayardık´.
Abdullah b. Revaha (ra), ALLAH Resulü´nün (sav) ashabına şöyle derdi: Gelin de bir saat iman edelim. Bu davet üzerine onun yanına oturur, ilmullah´ı, tevhidi ve ahireti zikrederlerdi. Abdullah, Allah Resulü´nün (sav) namazını bitirmesinden sonra O´nun yerini alır, insanlar da onun çevresine toplanırdı. O da bu insanlara; Allah Teala´yı, O´nun azap ve mükafaat günlerini zikrederek ALLAH Resulü´nün (sav) hadislerini onlara anlatmaya çalışırdı. Kimi zaman onlar böyle toplanmışken ALLAH Resulü (sav) odasından çıkarak yanlarına gelir ve yerine otururdu. Orada bulunanlar sükut ettiğinde, zikirlerine devam etmelerini emreder ve şöyle buyururdu: "Ben de bununla emrolundum ve insanları buna davet ettim".
Muaz b. Cebel (ra), buna benzer bir hadiste ALLAH Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "ALLAH Resulü (sav) bu ilim hakkında konuşurdu". Cündüb´ün (ra) rivayet ettiği bir hadiste ise bunun açıklamasını görmekteyiz: "Biz ALLAH Resulü´yle oturduğumuzda, bize Kur´an´dan önce imam öğretirdi".
Cündüb (ra) iman ilmini İman´ olarak isimlendirmiştir. İbni Revaha da (ra) onun için bu ismi kullanmıştır. Çünkü ´İman ilmi´, ´îman´m sıfatlarından biridir. Araplar, bir şeye isim verirken aslına göre verdikleri gibi, sıfatına göre de isim verirlerdi. Nitekim ALLAH Resulü´nün (sav) şu hadisi de bunu teyid etmektedir: "Yakini öğrenin". Burada da murad edilen, Yakin ilmidir. ALLAH Teala´nm şu buyruğu da buna misal olarak gösterilebilir: "Hüzünden gözlerine ak düştü". (Yusuf/84) Buradaki hüzün de, gözyaşı manasmdadır. ALLAH Teala bu ayette kelimenin aslını kullanarak isim vermiştir. Çünkü hüzün, gözyaşının aslıdır.
ALLAH Resulü´nden (sav) rivayet edildi ki: "ALLAH Resulü (sav) bir gün sokağa çıkmıştı. Yolda iki meclis gördü. Meclislerden birinde ALLAH´a dua edilip O´na terğibde bulunuluyordu. İkinci mecliste ise dini fıkhediyor ve insanlara ilim öğretiyorlardı. İki meclisin ortasında durdu ve şöyle dedi: İlk meclistekiler, ALLAH Teala´dan dilekte bulunuyorlar. O, isterse verir, isterse vermez. İkinci meclisteki-lere gelince onlar insanlara ilim öğretiyor ve dinde fıkıh sahibi olmaya çalışıyorlar. Biz de ancak muallim olarak gönderildik. Ardından insanlara fıkıh kazandıran ve ALLAH Teala´yı zikreden meclise yöneldi ve onlarla beraber oturdu".[28]
Seleften bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: ´Bir gün mescide girdiğimde iki halka kurulduğunu gördüm. Halkalardan birinde kıssalar anlatılıp dua ediliyordu. Diğer halkadakiler ise, ilim hakkında konuşuyor ve amellerin fıkhıyla uğraşıyorlardı. Ben de dua meclisine meyledip onların halkasına oturdum. Bir müddet sonra gözlerim ağırlaşıp uyuya kalmışım. Uykumda birinin şöyle seslendiğini duydum: Sen, bunların meclisine oturup ilim meclisini terkettin. Halbuki ilim meclisine otursaydm Cebrail´i (as) yanlarında görürdün´.
Zikrin hakikati, ALLAH Teala´yı bilmek, yani İlmullah´tır. ALLAH Resulü´nden (sav) rivayet edilen şu hadisi hiç duymadınız mı? "Zikrin en faziletlisi, ´La ilahe iIlallah=ALLAH´dan başka ilah yoktur5 sözüdür"[29]ALLAH Teala da Resulü´nü tasdik ederek şöyle buyurmuştur: "Bil ki, ALLAH´tan başka ilah yoktur". (Muhammed/19); "Artık bilin ki o Kur´an, ancak ALLAH´ın ilmiyle in diri İmi ştir. Ve O´ndan başka ilah yoktur". (Hud/14)
İlme gelince; zikir, müşahede ilmindendir. Müşahede ise, ayne´l-yaki?ı´in sıfatıdır. Gözün üzerindeki perde kaldırıldığı zaman göz, nurları sayesinde sıfatların manalarına şahit olacaktır. Bu, imanın hakikat ve kemalinden doğan yakin nurunun ziyadesidir.
İşte o noktada, sıfatının nurundan dolayı sıfat sahibini zikredilenin müşahedesiyle zikredersiniz. Bu meyanda O´nun şu buyruğu gayet açıktır "Onlar ki, Beni hatırlatan ayetlerimden gözleri bir örtü içinde idi". (KehClOl) O´nu zikretmeye karşı bu örtüsü kaldırılmış olan kimse, zikrettiği Hak Teala´yı müşahede eder. Bu anda zikredip hatırlamış olur. Bundan zonra, halkın unutmasından sonraki hakiki ilim vücud bulur. ALLAH Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Unuttuğun vakit Rabbini zikret". (Kehf/24) İmanın hakiki şekli, ALLAH dışında bütün ilahları inkar etmekse, Zikr-i İla-hi´nin hakiki şekli de, O´ndan başkasını unutmaktır. ALLAH Tea-la´nın şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Her kim tağutu inkar edip ALLAH´a iman ederse.." (Bakara/256)
Hadis ehlinden bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: Marifet ehli arasındaki kardeşlerimden biri bana gelerek şöyle demişti: Kalbimde bir gaflet hissediyorum. Ne olur beni zikir meclislerinden birine götürsen. Ben de ona zikir ehlinden olup avama mahsus ilimleri anlatan bir zatın ismini söyledim. Onunla birlikte o zatın meclisine gittik. Halk toplandıktan sonra biraz kıssa anlatmaya başladı. Ardından cennet ve cehennemi zikretti.
Arkadaşım bana dönerek şöyle dedi: ´Sen bana bu zatın ALLAH Teala´yı zikrettiğini, Rabbini ve O´nun mühim günlerini hatırlattığım söylememiş miydin? Ben de ´Evet, zikir meclisi bizde böyle olur´ dedim. O zaman bana şöyle dedi: Ben, mahrukatın zikrinden başka bir şey duymadım. ALLAH Teala´mn zikri hani nerede?
Bir süre daha dinledi. Adamın, marifet ilmine ait ve kendi sufi şeyhlerinden dinlemeye alıştığı bahislere gireceğini umuyordu. Ancak umduğunu bulamayınca şöyle dedi: Haydi gidelim. Artık bu mecliste oturamam. Şahsen böyle bir meclise niyetlenmemiştim. Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: Ben, insanları çiğneyerek meclisi terketmekten haya ederim. Ama sen doğru gördüğünü yapabilirsin. O da, dinleye çilerin saflarım yararak mescidden ayrıldı.
Zühri (ra) Salim vasıtasıyla Ibni Ömer´den (ra) şunu rivayet etmiştir: Bir gün, İbni Ömer (ra) mescidden çıkıp gitmiş ve şöyle demişti: Beni bu mescidden çıkaran, içerideki kıssacıdan başkası değildir. Eğer o olmasaydı kesinlikle çıkmazdım. Damra şöyle dedi: Süfyan-ı Sevri´ye (ra) şunu sordum: Kıssa anlatan kişiye yüzümüzü dönelim mi? Bana şu cevabı verdi: Bidatlara sırtınızı dönün. İbni Avn da şunu söylemiştir: İbni Sirin´in (ra) yanına girdiğimde bana, yeni bir haber olup olmadığını sordu. Ben de, emirin kıssacıla-rı kıssa anlatmaktan menettiğini söyledim.
Ebu Ma´mer´den nakledilmiştir ki: Halef b. Halife şu hadiseyi anlattı: Bir gün yolda yürürken Ebu Hakem´in mescidin kapısında dişlerini misvakladığım gördüm. O esnada bir kassas da mescidde kıssa anlatıyordu. Bir adam Ebu Hakem´i görerek yanına gitti ve şöyle dedi: Ey Eba Hakem, insanlar seni bekliyorlar. Dedi ki: Ben, kesinlikle onların bulunduğu halden daha hayırlı bir haldeyim. Ben sünneti ifa ediyorum, onlar ise bidat içindeler.
A´meş´ten (ra) ise bundan daha ağır bir ifade nakledilmiştir. A´meş (ra) Basra´ya gitmişti. Orada bir yabancıydı. Camiye gittiğinde bir kassasm ´A´meş bize Ebu İshak´tan nakletti ki.. A´meş bize Ebu Vail´den nakletti ki..´ diyerek kıssalar anlattığını gördü. Hemen halkanın ortasına daldı ve elini kaldırdı, koltukaltı kıllarını yolmaya başladı. Bunun üzerine kassas ona bakarak ´Ey şeyh, utanmıyor musun biz burada ilim yapıyoruz, sen ise böyle çirkin bir şey yapıyorsun?´ dedi. A´meş de (ra) şöyle dedi: Benim şu anda yaptığım, şu yaptığından daha hayırlıdır. Kassas da ´Nasıl olur?´ diye sordu. A´meş, ´Ben bir sünneti ifa ediyorum, sen ise yalan söylüyorsun. Ben A´meş´im ve senin naklettiklerinden hiçbirini nakletmedim´ dedi. Halk, A´meş adını duyunca kassasm etrafından dağılarak onun çevresine toplandılar5.
Muhammed b. Harun´dan şunu naklettiler: İshak ona şu haberi anlatmıştı: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) ile birlikte bayram namazı kıldım. Orada bir kassas kıssa anlatarak bidatçılara lanet ediyor, sünneti zikrediyordu. Namazı kılıp ayrıldıktan sonra Ebu Abdullah (ra) yolda o kassası hatırladı ve şöyle dedi: ´Anlattıklarının ekseriyeti yalan olsa dahi şu kıssacıların avama faydaları da dokunuyor.
Muhammed b. Ca´fer´den de şu bilgi aktarılmıştır: Ebu´1-Hars şunu nakletmişti: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle derdi: İnsanların en yalancısı, kassaslar ve çok soru soranlardır1. Yine Ahmed b. Hanbel´den (ra) şu sözü rivayet edilmiştir: ´İnsanların doğru sözlü kıssacılara ihtiyaçları o kadar fazladır ki. Çünkü onlar halka mizanı ve kabir azabını hatırlatırlar. Dedim ki: Peki siz onların meclislerine katılır mısınız? ´Hayır!´ dedi´.
Hubeyb b. Ebi Sabit, Ziyad en-Numeyri´den şunu nakletti: ´Enes b. Malik (ra) zaviyede iken yanına gittim. Bana ´Kıssa anlat´ dedi. Ben de, ´Nasıl olur? Ulema onun bidat olduğunu söylüyor´ dedim. Şöyle dedi: ´ALLAH Teala´nm zikrine dair hiçbirşey bidat değildir1. Ben de kendisine kıssa anlattım. İnanması ümidiyle en doğru kıssa ve dualarımı zikretmiştim. Ben anlattıkça onun inandığını hissediyordum´.
Selef-i Salih duayı da kıssadan sayıyorlardı. Yusuf b. Atıyye, Muhammed b. Abdurrahman el-Harraz´dan şunu nakletti: Hasan el-Basri (ra) Amir b. Abdullah el-Anberi´nin yokluğunu farketmiş ve çevresindekilere ´Beni Ebu Abdullah´a götürün´ demişti. Hasan onun evine gittiğinde, içinde kumdan başka birşey bulunmayan bir evde başını sarmalamış halde oturduğunu gördü ve şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah, birkaç gündür seni göremiyoruz.
O da şöyle dedi: Ben bu meclislere gidip geliyor, bir sürü yalan yanlışa ve karıştırmaya kulak veriyordum. Şeyhlerimizi dinliyor ve onlardan ALLAH Resulü´nün (sav) hadislerini Öğreniyordum. O, şöyle buyurmuştu: "Kıyamet günü, insanların iman bakımından en saf olanları, dünyada en fazla tefekkür edenlerdir. Cennette en çok gülecek olanlar ise, dünyada en çok ağlayanlardır. Ahirette en sevinçli olacaklar ise, dünyada en uzun süre hüzün çekenlerdir". Ben de evin kalbimin boşalmasına ve nefsime hakim olmama daha uygun olduğunu düşündüm.
Hasan el-Basri (ra) onu dinledikten sonra şöyle dedi: Bu sözleri bizim meclislerimizi kasdederek söylemiyor. Onun kasdettiği, tarikatlar içinde bulunan ve kıssacılarm yalan yanlış konuştukları kıssa meclisleridir. Bu meclislerde konuşan kassaslar, dinin emirlerini bilgisizce takdim veya tehir ederler.
Ulemadan bir zat, söz sahiplerini üç sınıfa taksim etmiş ve bulundukları yerlere göre şöyle vasfetmiş tir: Konuşanlar üç sınıftır: îlki kürsi sahipleridir ki bunlar kıssa anlatan kassaslardır. İkincisi sütun sahipleridir ki bunlar, halka fetva veren müftilerdir. Üçüncü ise, Zaviye sakinleri olup marifet ilmine sahip olan kimselerdir. Ayet ve hadislerin anlatıldığı zikir meclisleri, İlmullah ehli, tevhid ve marifet ilimlerinin erbabı olan zatların meclisleridir. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "Cennet bahçelerine uğradığınızda serbestçe dolaşın. Denildi ki: Cennet bahçeleri nedir? Buyurdu ki: Zikir meclisleridir". Bir diğer hadiste ise ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "ALLAH Teala´nm halkın yaptıklarını yazanlar dışında bir de havada dolaşan melekleri vardır. Bunlar zikir meclisi gördükleri zaman, birbirlerine seslenerek ´Haydi meramınıza gelin´ diye çağrışırlar. Oraya geldiklerinde hazır bulunanlara ikram eder ve zikredenleri dinlerler. Siz de ALLAH´ı ve O´nun mühim günlerini zikredin".[30]
Vehb b. Münebbih el-Yemani şöyle demiştir: İlmin tartışıldığı bir meclis, onun süresince namaz kılmaktan daha güzeldir. Belki onlardan biri, orada bir kelime işitir de ondan bir sene veya Ömrünün kalan yılları boyunca faydalanır. Ahmed b. Hanbel´e (ra) zikir meclisleri ve onların fazileti sorulmuştu. O da insanları zikir meclislerine özendirerek şöyle dedi: İnsanların toplanarak ALLAH Tea-la´yı zikretmeleri ve O´nun üzerlerindeki nimetlerini saymalarından daha güzel ne olabilir? Ensar da (ra) buna benzer sözler söylemişlerdir.
Ali´den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: ALLAH Teala´nm beni çocukken öldürüp cennetin yüce katlarına yerleştirmesi beni mutlu etmezdi. ´Niçin?´ diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Çünkü O, beni yaşatmak suretiyle Zatı´nı tanımamı nasip etmiştir. Malik b. Dinar da (ra) şöyle demişti: İnsanlar, bir şeyin güzelliğini tatmadan dünyayı terkedip giderler. ´O nedir?´ diye sorulunca dedi ki: Marifet´. Ardından şu şiiri söyledi:
Zü´l-Celal´in marifeti; izzet, ışık, behçet, sevinç ve arifler için de övünçtür I Muhabbetten de onlara nur doğar. Seni bilene tebrikler ya ilahi, o artık ömür boyu bahtiyardır.
Yahya b. Muaz er-Razi dedi ki: Dünyada bir cennet vardır. Ona giren, hiçbir şeyi arzulamaz ve asla yalnızlık hissetmez. ´O nedir?´ diye sorulduğunda şöyle dedi: ´Marifetullah yani ALLAH´ı bilmektir´. Bir başka alim ise şunu söylemiştir: Üç haslet vardır ki, arifi tanırken hata etmemenizi sağlarlar: Heybet, tatlılık ve sıcaklık. Alimimiz Ebu Muhammed Sehl (ra) ise şöyle demiştir: Alimler, zahidler ve abidler kalpleri kilitli olarak çıkıp giderler. ALLAH Teala ancak sıddıklar ve şehitlerin kalplerini açar. Bunu söyledikten sonra Allah Teala´nm şu buyruğunu okudu: "Gaybm anahtarları O´nun katında olup O´ndan gayrı hiçkimse onları bilemez". (En´am/59) Şu halde sayılan zümrelerin kalpleri, marifet ve tevhid gözünün şeha-detine karşı kilitlidir.
Bu tür zikir meclisleri, eski devirlerde marifet ehline ve kalp amelleri ile batın ilminin erbabına mahsus idi. Bunlar da Ahiret uleması ve dinde fıkıh sahibi idiler. Söz söyleyenlerin en sadık olanı ALLAH Teala şöyle buyurmuştur: "Onlardan bir kısmı da, din ilimlerini fıkhetmek .... için geri kalmalıdır". (Tevbe/122) ALLAH Teala bu ayet-i kerimede, aslen kalbi bir fiil olan ´fikh´ı, fıkhın sebep ve vesilesi olarak da ´korku´yu zikretmiştir.
Akıl ilmi, Zahir ilminin muhtevasına girer. İlmullah yani ALLAH´ı bilme ise, yakinin muhtevasına girer. Bu babda rivayet edilen bir hadiste ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Yakin, imanın tamamıdır".[31]ALLAH Teala da şöyle buyurmuştur: "Onu ancak ilim sahipleri aklederler". (Ankebut/43) Görüldüğü üzere ALLAH Teala aklı, ilmin sıfatlarından kılmıştır. ALLAH Resulü ise (sav) ilim talep etmeyi emrettiği gibi yakini Öğrenmeyi de emretmiştir. Bu hadis, diğerine göre daha hususi bir manayı ihtiva etmektedir. Buna göre Allah Resulü´nün (sav) "Yakini öğrenin" buyruğu, havasa yönelik olmaktadır. Çünkü yakin, ilmin üstünde bir makamdır.
O´nun, ilim talebinin farz oluşuna dair verdiği emir ise, umum için geçerlidir. "Yakini öğrenin" hadisinde yakin ehlinin meclislerine iştirak etmeye dair bir emir mevcuttur. Çünkü yakin, bizatihi ortaya çıkmayıp yakin sahipleri nezdinde bulunabilecek bir fazilettir. ALLAH Resulü (sav) nıüslümanlara emrederken ´Ma´kul ilmini veya fetva ilmini öğrenin´ gibi bir ifade kullanmamıştır. Zahir uleması, ilk devirden beri ´Müftiler1 olarak bilinmekteydi. ALLAH Resulü´nün (sav) bu meyandaki hadislerine misal olarak "Müftiler sana fetva vermiş olsalar da fetvayı kalbine sor"[32] hadisini zikredebiliriz. Görüldüğü gibi O, soru sahibim müftilerin fetvalarına rağmen, yine de kalbinin fıkhına yönlendirmektedir. Bu durumda kalbin de ´fakih´ olması gerekmektedir. Çünkü ALLAH Resulü´nün (sav) bir müslümam fakih olmayan birine sevketmesini düşünmek dahi caiz değildir.
Batın ilmi, Zahir ilmi üzerinde hakim olmamış olsaydı, zahir ulemasından olan lisan alimleri Batın ilmini Zahir ehlinin ilimleri arasından çıkararak Kalp ehline mahsus olan Batın ilmi dairesine sokmazlardı. ALLAH Resulü (sav) zahir ehlinin müftilerinden fetva almış birini, daha aşağı derecede bir fakihe yani kişinin kendi kalbine havale etmezdi. Lafzı itibarıyla teyidli ve mübalağa sigasıyla buyrulan böyle bir hadis varken aksini düşünmek nasıl caiz olabilir? ALLAH Resulü (sav) "Fetva vermiş olsalar dahi sen fetvayı kalbine sor" buyurmaktadır. Bu buyruk, sağlam bir kalbi ve açık bir kulağı olan, delilini görmüş ve şehvetinin gemlerinden sıyrılmış kimselere mahsustur. Netice itibarıyla ´Fıkıh´, dil sıfatlarından biri değildir. O, bir kalp sıfatıdır. ALLAH Teala´nm şu buyruğunu işitmez misiniz? "Onların kalpleri vardır, fakat onlarla fıkhetmezler". (A´raf/179)
ALLAH Teala´nm buyruğunu işiten ve O´nu müşahede eden bir kalbin sahibi, bu kalbiyle O´nun hitabını fıkhedip dinlediği emre uyar ve ALLAH Teala´ya yönelerek O´nun şu buyruğunu her zaman anar: "Onlardan bir kısmı da, din ilimlerini fıkhetmek .... için geri kalmalıdır". (Tevbe/122)
Fıkıh ile ortaya çıkan iki sıfat vardır: Bunların ilki ´Nezâret´ yani korkutucu ve uyarıcı olmaktır. Bu, ALLAH Teala´nm dinine davet yolunda sahip olunan makamlardan biridir. ´Nezîr=Uy arıcı´ olacak kimse, mutlaka korkutucu olmak durumundadır. Korkutucu olabilmek için de öncelikle korku ehlinden olmak icap eder. Korku sahibi ise, ancak alimlerden olabilir. Sıfatların ikincisi, dikkatli ve uyanık olmaktır. Bu da ALLAH Teala´nm marifetiyle ilgili makamlardan biridir. Bu da bir nevi korku ve tedirginlik halidir. ´Fıkıh´ ve ´Fehm=Anlama´, aynı mana için kullanılan iki isimdir. Araplar ´Fa-kihtü=fıkhettim´ fiilini, ´Fehimtü=anladım´ fiiliyle aynı manada kullanmışlardır. &?
ALLAH Teala, Zatı´nı anlamayı (=fehm), ilim ve hikmetten üstün tutarken, anlayış sahibi kılmayı (=ifham), muhakeme ve hükümlerden üstün kılmıştır. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Biz o meselenin hükmünü derhal Süleyman´a anlattık. Bununla beraber her birine bir hüküm ve bir ilim verdik". (Enbiya/79) ALLAH Teala, bu buyruğunda hüküm ve ilim bakımından müşterek kıldığı Süleyman ve Davud Peygamber´den (as) Tefhim=Anlayış verme, anlatma´ fiilini Süleyman Peygamber5 e mahsus kılarak onun hükmünü, babasının hükmünden üstün kılmıştır.
Hasan b. Ali de (ra), insanları ALLAH Teala´ya götüren, onlara O´nun yolunda rehberlik eden hidayet alimlerini üstün görerek onları ´Ulema´ olarak isimlendirmiş ve bize manzum olarak rivayet edilen bir sözünde ilim kelimesini onların hakkı olarak beyan etmiştir. Aşağıda manzum olarak zikredeceğimiz söz, Ali´den de (kv) rivayet edilmiştir:
iftihar, ancak ilim ehlinin hakkıdır. Çünkü onlar, Hidayet üzere olup hidayet isteyenler için rehberdirler. Herkesin ağırlığı, yaptığı ihsana göre olup Cahiller de ilim ehlinin düşmanlarıdır.
Ma´lumu olan ALLAH Teala´yı bilen bir alimden kim daha üstün olabilir? Her ilim, ma´lumu ile değerlendiğine ve her alimin ağırlığı ilmine nisbetle olduğuna göre, bu ilme sahip olanın değeri ölçülebilir mi?
Zahidlerin imamı olan Abdülvahid b. Ziyad da bu manada manzum bir söz söylemiştir. O, bu sözünü ALLAH Teala´yı hakkıyla bilen alimlere tahsis ederken onların yürüdükleri yolu bütün yolların üstüne çıkartmıştır. O, manzum sözünde şöyle der:
Yollar muhtelif, Hakka giden yollarsa tekdir.
Hak yoluna girenler de eşsiz kılınmış ferdlerdir.
Halk tarafından bilinmezler ve maksatlarına da nüfuz edilmez,
Halbuki onlar, maksatlarını bilerek yavaş yavaş yürürler.
İnsanlar ise, onlar için murad edilenden gafil bir halde,
Ekseriyeti Hak yoluna karşı biganedirler.
İbni Mesud´dan (ra) şu bilgi rivayet edilmiştir: Ömer (ra) vefat ettiği zaman şöyle dedi: ´Sanıyorum onun vefatıyla ilmin onda dokuzu gitmiş oldu. Çevresindekiler şaşkınlıkla şöyle dediler: ALLAH Resulü´nün (sav) ashabı (ra) hemen tamamıyla mevcut iken nasıl böyle dersin? Dedi ki: Benim kasdettiğim, sizin ardına düştüğünüz ilim değil İlmullah´tır.
İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Müttakiler, ardarda gelirler1 Yine o, şöyle demekteydi: Müttakiler efendiler, alimler ise komutanlardır. Onların meclislerine iştirak etmek de kişi için ziyadesiyle sevaptır. Bu sözüyle müttakilerin halkın efendileri ve öncüleri olduklarını kasdetmekteydi.
ALLAH Teala da müttakilerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "ALLAH katında en değerliniz, en takvalımzdır". (Hucurat/13) Alimler ise müttakilerin komutanları, yani onların imamları mesabesindedir. Onlar da alimlerin eserlerinin ardına düşerler. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Bizleri müttakilere imam kıl". (Furkan/74)
Görüldüğü üzere ALLAH Teala alimleri, müttakilerden üstün tutmuştur. ALLAH Teala alimleri, müttakilerin imamları kılmış, müttakiler de onların arkadaşları olmuştur. Onların meclislerine iştirk edenler için vaadedilen üstünlük, müttakilerin meclislerine göre sahip oldukları üstünlükten kaynaklanmaktadır. Çünkü her alim muttaki iken, her muttaki alim değildir. Nitekim bu manada şöyle bir haber nakledilmiştir: ´Alimler çok, fakat hikmet ehli alimler azdır. Salihler çok, fakat sıdk sahibi salihler azdır5.
Abdullah b. Mübarek´e (ra) ´İnsanlar kimlerdir?´ diye sorulduğunda ´Alimlerdir cevabım vermiştir. ´Krallar kimlerdir?´ diye sorulduğunda ise ´Zahidlerdir1 demiştir. Teki sefiller kimlerdir?´ diye sorulduğunda, ´İnsanlar arasında dinini geçim vasıtası yapanlardır cevabını vermiştir. Başka bir rivayette ise şöyle dediği bildirilmiştir: ´Her türlü günahı işleyen, dünyayı talep eden ve şahitliklere müdahil olanlardır.
Ferkad es-Senci (ra) bir şey sorup da cevabını aldığı Hasan el-Basri´ye (ra) şöyle demişti: ´Ey Eba Said, fakihler sana karşı çıkıyorlar, buna ne dersin? Hasan şunu söyledi: Anası ölesice Furey-kad! Sen şu gözlerinle fakih gördün mü? Fakih ancak o kimsedir ki; dünyada zühd gösterir, ahireti arzular, dininde basiret sahibi olur, Rabbinin ibadetinde müdavimdir, vera´ sahibi ve müslümanlarm ırzlarını koruyucudur, onların mallarına karşı dürüst ve cemaatlarına karşı nasihat edicidir..´ Burada, sözkonusu ifadenin üç farklı rivayeti birleştirilmiştir.
İşte ALLAH Teala´yı bilen hakiki alimin sıfatları bunlardır. Onlar ariflerdir. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel şunu nakletmişti: Babama dedim ki: Duyduğuma göre, Maruf-u Kerhi´ye gidermişsin. Onda hadis ilmi var mıydı? Bana şöyle dedi: Ey oğul, onda işin başı yani ALLAH korkusu (=mehâfetullah) vardı´. Ahmed b. Hanbel´e (ra) ´İlk imamlar neyle zikredilip tavsif edilirlerdi?´ diye sorulduğunda, ´Sadece sıdk ile´ dedi. ´Sıdk nedir?´ diye sordular. ´İhlastır´ dedi. ´Peki ihlas nedir?´ diye sordular. ´Zühddür´ cevabını verdi. Ta zühd nedir?1 diye sordular. O zaman bir an düşündü ve şöyle dedi: Bunu za-hidlere sorun. Bişr b. el-Hars´e sorun.
Bişr´den Mansur b. Ammar hakkında (ra) hoş hikayeler nakledilmiştir:
Mansur b. Ammar, zikir ehli vaizlerdendi. Ama o vaktin uleması, Bişr, Ahmed ve Ebu Sevr gibi değillerdi. Bu yüzden de İbni Aramar´ı alim saymamışlardı. Onlara göre o da bir kassasdı. Avam ise onu ulemadan sayardı. Nasr b. Ali el-Cuhdumi anlatır ki: Bir gün mizah yapmış ve biraz aşırıya kaçarak mizahın dozunu kaçırmıştı. Kendisine şöyle denildi: Ulemadan biri olarak böyle fena bir sözü nasıl söylersin? O da şu cevabı verdi: Ulemadan hiç kimse görmedim ki mizah yapmamış olsun. Kendisine ´Bişr b. el-Hars´ı gördün, onun böyle bir mizah yaptığına şahit oldun mu?´ denildi. Bunun üzerine şöyle dedi: Elbette. Bh´gün kapı önünde onunla beraber oturuyorduk. Mansur b. Ammar koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey Ebu Nasr, Emir bütün alimlerin ve salih zatların toplanmasını emretti. Ne dersin gizleneyim mi? Bişr onu itti ve şöyle dedi: Bizden uzak dur. Yoksa silah yüklü birileri uğrayıp seni yanımızda bulur da yanarız´.
işte Selef-i Salih devrinde kıssacıların ulema nezdindeki yeri buydu.
Nihayetinde bu ilmin erbabı irtihal etti ve zikir meclisleri, öncekilerin usul ve yollarını bilen zatlar dışında yakin ve muamele ilimlerini bilmez hale geldi. Selef, zikir meclisleri ile kıssacıların halkalarını birbirinden tefrik edip ulema ile sadece konuşanları birbirlerinden ayrıştırırlardı. Onlar dildeki ilim ile kalbin fıkhını, yakin ilmi ile akıl ilmini birbirlerinden ayırırlardı. Çünkü alim ile kassas arasında açık bir fark vardı. Alim, kendisine sual sorulun-caya kadar sükut eder, sual sorulduğunda ise ALLAH Teala´nm lüt-fuyla bildiği kadarını cevaplandırıp ortaya koyar ve ALLAH Teala´nm kendisine çizdiği istikamette ve bildiği kadar konuşurdu. Eğer sükut etmesi daha hayırlı ise, daha hayırlı olacağını bildiği için sükutu tercih ederdi. Eğer karşısında konuşmaya ehil birini göremezse bekler ve ilmi ehline bidirirdi. İlmin ehli de onu bilip takdir ederdi. Böyle bir alimin vecd ve müşahededen de nasibi olurdu.
ALLAH Teala buyurdu ki: "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43) Bu ayetten iki mana çıkarılabilir: ´Eğer bilmiyorsanız´ buyruğundan hareketle burada zikredilen ´Zikir ehli´ALLAH Teala´yı bilen alimler olmaktadır. Çünkü ALLAH Teala´nm ´Bilmeyenlere sorun´ buyurmasını düşünmek bile caiz değildir. Bilmeyenler, cahiller olduğu için soru sahibinin cehaletini arttırmaktan başka bir işe yaramayacaklardır. İkinci mana da şudur: Alimler, kendilerine soru-luncaya kadar sükut ederler. Kendilerine sual sorulduğunda ise, ALLAH Teala´nm bilmeyenlere verdiği ´Sorun´ emri gereği cevap vermeleri farz olur.
Yukarıda izahına çalıştığımız ayet-i kerimeden çıkardığımız neticeler de, zikir meclislerinin; faziletlerine dair hadis ve sözlerin va-rid olduğu ilim meclisleri olduklarına delalet etmektedir. Bunu düşündüğümüz zaman, mesul tutulan zikir ehlinin, ´Umulur ki zikrederler1 buyruğunun ulaştığı kimseler olduğunu görürüz. Bilmeyenlere açıklama ulaştığı zaman, hemen ALLAH Teala´nm vaadettiğini hatırlayacaklardır. Hatırladıkları zaman da, ilim sahibi olacaklardır. İşte bu yüzden ALLAH Teala onlara, bilmedikleri hususları sormalarını emretmiştir.
ALLAH Teala´yı hakkıyla bilen bir alim, şu beş sıfatı haiz olmalıdır. Bunlar, ahiret ulemasının alametleridir; Korku, huşu, tevazu, güzel ahlak ve zühd.ALLAH Teala buyurdu ki: "ALLAH´dan kulları içinde ancak alimler hakkıyla korkar". (Fatır/28) Yine O, huşu hakkında şöyle buyurmaktadır: "ALLAH´a huşu duyar ve O´nun ayetlerini az bir pahaya satmazlar". (Al-i îmran/199) Ahiret alimi, tevazu ve güzel ahlaka da sahip olmalıdır. ALLAH Teala buyurdu ki: "Müminlere kanadınıger ve de ki: Ben açık bir uyarıcıyım". (Hicr/88); "Ve ALLAH´dan bir rahmet ile, onlara karşı yumuşadm". (Al-i İmran/159)
Ahiret ulemasına gereken sıfatlardan biri de dünya hayatında zühd sahibi olmaktır. ALLAH Teala buyurdu ki: "Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise: Yazıklar olsun size, iman edip salih amel işleyenler için ALLAH´ın sevabı daha hayırlıdır". (Kasas/80) Bu sıfatları taşıyan kimse, ALLAH Teala´yı hakkıyla bilen ahiret ulemasından sayılır. Dinle ilgili hususlarda ortaya çıkan müşkil meselelerde alimin açıklamasına ihtiyaç duyulur. Kalplerde oluşan şüphelerin giderilmesinde ise ariflere ihtiyaç duyulur. Abdullah b. Mesud da fra) bu meyanda şöyle demiştir: Sizden birinin kalbine takılan bir meseleyi kendisine bildirecek ve ona derman olacak birini bulabildiğiniz sürece hayır içinde olmaya devam edersiniz. ALLAH´a yemin olsun ki, böylelerini bulamayacağınız zamanlar neredeyse gelmiştir´.
ALLAH Resulü de (sav) bir defasında İbni Mesud´a (ra) şunu sormuştu: "İnsanların en bilgilisi kimdir? O da ´ALLAH ve Resulü en iyi bilendir" demişti. Bunun üzerine ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmuştu: İşler karıştığında ve müşkil meseleler vuku bulduğunda oturağı üstünde emeklese bile hakkı en iyi bilenleridir. İnsanlar ihtilafa düştüklerinde, amelinde kusur bulunsa dahi hakka en iyi bilen odur".
ALLAH Resulü (sav), İmran b. Husayn´m (ra) hadisinde de şöyle buyurmaktadır: "ALLAH Teala, şüpheler varid olduğu zaman tenkidçi gözü, şehvetler hücum ettiği zaman akl-ı kamili, birkaç hurmayla dahi olsun cömertliği ve yılan öldürmekte dahi olsun cesareti sever". Ne üzücüdür ki yaşadığımız şu devirde îbni Mesud´un (ra) endişe ettiği durumla karşılaşmış bulunuyoruz. Mesela tevhidin mana-lanyla ilgili bir şüpheyle karşılaştığınızda veya tevhid ehlinin sıfatlarının esaslarından biriyle ilgili olarak bir müminin kalbine bir soru takıldığında, onu giderebilmek ve işin hakiki şeklini ortaya çıkararak yüreğini teskin etmek istediğinizde bunu yapmanız hayli zor olacaktır. Yaşadığımız şu devirde tevfîk-i ilahiye mazhar olmuş bir kalp sahibine ulaşmak neredeyse imkansızdır.
Böyle bir durumda hakikati bulmak için girdiğiniz araştırmada şu beş zümrenin ortasında kalakalırsınız:
1. Sapıtmış bidatçılar; bunlar, kendi nevalarından kaynaklanan reylerini bildirerek şaşkınlık ve şüphenizi daha da arttırırlar.
2. Kelamcı; o da, kendi ilminin, yakin ehlinin şehadetlerini idrak edemeyeceğini söyleyerek, akılla bilinen bilgilerini dinin zahirine kıyas ederek sana bir görüş bildirir. Bu da ayrı bir şüphedir. Bir şüphe, başka bir şüphenin ortaya çıkarılmasını sağlayabilir mi?
3. Şatahât ehlinden bir Sufî´ye gidersiniz; böyle bir aufî, yolunu kaybetmiş, hatalar içinde biri olduğu için sizi Kitab ve Sünnet´in ötesine taşır. O, bu iki kaynağı fazla önemsemez ve söylediği sözlerle imamların görüşlerine muhalefet eder. Bu görüşlere muhalefet etmekten çekinmediği gibi sana sadece, zanna, vesveseye, had-se ve hakkı batıl gösterme esasına dayanarak fikir beyan eder. Kevni ve mekanı ortadan kaldırarak, ilmi ve ahkamı tamamen devreden çıkarır. Kavramları ve kaideleri çiğneyip atar.
Bunlar, ucu bucağı olmayan bir çölde yollarını kaybetmiş ve hiçbir hüccete dayanmayan kimselerdir. Tevhid denizinde boğulup giden bu zavallılar, ne müttakilerin imamları sayılır, ne de müttaki-ler için bir rehber olabilirler. Bunların bildirecekleri görüşler, delilden yoksun olduğu ve delillendirme yollarından birine dayanmadığı için tamamen geçersizdir.
4. Fetva ehli Alimlere gidersiniz: Böyleleri, kendilerine göre alim oldukları ve ilimleri kendi çevrelerinde takdir gördüğü için alim makamında dururlar. Bunların diyeceği de şundan ibarettir: Bu husus, ahiret hükümlerinden ve gayb ilminden olup bu bahislerde konuşamayız. Çünkü biz, bunlarla mükellef kılınmadık. Halbuki girdikleri münazaraların çoğunda aslen mükellef olmadığımız hususlarda fikir beyan eder ve Selefin telaffuz etmediği hususları ısrarla müdafaa ederler. Zorlama bilgileri öğrenir ve öğretirler.
Zavallılar, şunu bilmezler ki asıl mükellef kılındığımız ilimler; imanın yakini, tevhidin hakikati, mumelenin ihlasının bilinmesi ve ihlasa etki eden hususları bilmektir. Onlar ise kendi kendilerine ardına düştükleri ilimleri zorlama yoluyla öğrenmektedirler. Bunlar, bizim mükellef kılındığımız ilim dairesinin dışındadır. Oysa iman ilmi, tevhidin sıhhati, Rahman´a kulluğun ihlası, amellerin dünyevi hevalardan halis kılınması ve bunlara tealluk eden kalbi ameller, dini fıkhetmenin esasını ve müminlerin sıfatlarının tavsifini ifade ederler. Çünkü bunların icabı, müminleri uyarma ve korkutmadır.
Nitekim ALLAH Teala şöyle buyurmaktadır: "O halde onlardan bir kısmı da din ilimlerini öğrenmek ve kabileleri savaştan kendilerine döndüğü zaman onları, ALLAH´ın azabıyla korkutmak için geri kalmalıdır". (Tevbe/122) Bu manada ALLAH Resulü de (sav) şöyle buyurmuştur: "Yakin´i öğrenin. Ben de sizinle beraber öğreniyorum". Sahabe de (ra) şöyle demişlerdir: (Biz önce imanı öğrendik. Sonra Kur´an´ı öğrendik ve imanımız daha da arttı´. Şu halde bu ilim, yakin ile hidayetin artması ve müminlerin de imanlarmdaki artışı beraberinde getirmektedir. ALLAH Teala da şöyle buyurmaktadır: "ALLAH onları iman bakımından arttırdı". (Al-i İmran/173); "Allah, hidayete erenleri hidayet bakımından arttırır". (Meryem/76)
Böyle alimler, muameledeki edeb güzelliğinin marifet ve yakin ile olduğunu hissedemezler. Bu da, yakin sahiplerinin sıfatlarm-dandır. Yine bu, kulun bulunduğu makamda Rabbi ile arasındaki bir hali, Rabbi´nden aldığı bir nasibi ve ahireti bakımından da aldığı sevabıdır. Bu, birinci derecede kulun tevhid şehadetinin halis oluşuna ve şirk unsurlarından ve nifak tohumlarından arınmış bir iman ile içice olmasına bağlıdır. Bu iman, farizalarla birlikte varolan bir imandır. Bu farzlardan biri de amelde ihlas sahibi olmaktır.
Alim olduğunu iddia eden kimse, bunlar dışında kendi kalbinin yattığı ve gönlünün hoşlandığı fuzuli ilimler ve garip anlayışlarla meşgul olur. Bunlar ise, halkın gündelik ihtiyaçlarından ve başlarına gelen hadiselerden ibaret olup yukarıda anlattığımız türdeki ilim için perde ve oyalayıcı bir meşguliyet teşkil ederler. Alim olduğunu iddia eden bu gafil, faydalı ilmin hakikatini yeterince bilmediği için arzularının süslediği ve maksadının sevdirdiği fuzuli bilgileri, bu ilme tercih eder. O, insanların ihtiyaç ve hallerini, kendi nefsinin ihtiyaç ve hallerine tercih etmekte ve onların dünyevi işleriyle ilgili olarak kendisindeki nasipleri uğruna çalışarak yüce Rabbinden ahiretti alacağı çok daha büyük ve dolgun nasibini ihmal etmektedir. Halbuki bu nasip, kendisi için çok daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Çünkü neticede dönüp gideceği ve ebediyen sığınacağı yer orasıdır.
Böyle davranmak suretiyle insanlara yaklaşmayı, ALLAH Tea-îa´ya yakınlaşmaya tercih etmiş ve onlarla meşgul olarak çok daha değerli ve ulvi olan Rabbi´nin sevabım terketmiş olur. O, her anını onlara ayırmayı, kalbim Rabbinin hizmetine girip O´nun rızasını umarak takva ile Rabbi için halis kılmaya yeğlemektedir. Onların dillerini İslah etmeyle uğraşırken kendi kalbinin salâhını ihmal etmektedir. Onların zahiri hallerine bakmaktan kendi halinin batınını göremez olur. Bunun sebebi, müptela olduğu önderlik sevdası, halk içinde şöhret kazanma isteği, siyaseten yer kazanmak, geçici dünya malına duyulan arzu ve dünyanın geçici izzetine gösterilen düşkünlüktür. Tabii böyle biri, himmet eksikliği ve ahir ete yönelik niyet zaafiyeti de çekmektedir.
İşte bütün bunlardan dolayı, kendi günlerini insanların günleri için tüketir, cahiller kendisine ´alim´ desinler ve birtakım boş kimselerin nazarında ´Fazilet erbabı´ olsunlar diye ömürlerini onların şehvetleri uğruna harcarlar. Böyleler! Kıyamet günü iflas etmiş olarak geleceklerdir. O gün, dünyada salih ameller işleyip ALLAH Te-ala´nm rızasını kazanan alimlere ve abidlere verilen bol nasibi gördükleri zaman şaşıp kalırlar. Fakat başkalarının nasibinden onlara ne fayda gelir ki?! ALLAH Teala, her ilim için bir alim, her amel için de bir âmil yaratmıştır. İşte onlar kitaptan nasiplerini idrak edecek olan bahtiyar kimselerdir. Her iş, onun için yaratılmış kimseye kolay kılınır.
İşte bu tür alimler hakkındaki hükmün izahı da budur. Ümmet şunda asla ihtilafa düşmemiştir; Tevhid ilmi, özellikle de şüphelerin ortaya çıktığı ve tevhidle ilgili müşkil meselelerin gündeme getirildiği devirlerde müslümanlar üzerine yazılı bir farzdır.
Ümmetin ihtilafa düştükleri husus, şu iki meseleden ibarettir: Tevhid nasıl bir şeydir? Tevhide ulaşma ve onu talep etme keyfiyeti nasıldır? Bu hususta kimileri talep etme ve araştırma yolunu, kimileri istidlal ve tefekkür yolunu, kimileri rivayet ve haber yolunu, kimileri teslimiyet ve tevfık-i ilahi yolunu, kinlileri de acz ve kusurun itirafıyla onu idrak etmenin mümkün olacağını söylemişlerdir.
5. Ulemanın beşinci zümresi de hadis ve rivayetlere sahip olan Muhaddislerdir: Bunlara birşey sorduğunuzda size tavsiyeleri; teslimiyet göstermek ve varsa hadisin emrine olduğu gibi uyarak fazla araştırmam aktır. Bunlar, selamet bakımından fıkıh ehli müfti-lerden sonra gelirler. Avamın selefine benzerlikleri ve takip ettikleri yol bakımından da en hayırlılar bunlardır. Yakini şehadete sahip
olmayan bu insanlar, gördüklerinin hakikatma ve müşahedeye de sahip değildirler. Bunlar, yalnızca işittikleri ilim için rivayetçi, duydukları hadis ve haber için de iyi bir nakilcidirler. Haber verdikleri şeyi fıkhetmeseler bile onu olduğu gibi aktardıkları için Rableri önünde bir hüccete sahiptirler. Ama naklettiklerini şahit olarak okuyamazlar.
Zühri (ra) şöyle derdi: ´Bana falanca nakletti. O, ilmin koruyucu kaplarından biriydi´. Dikkat edilirse ´Alim demeyip İlmin kabı´ ifadesini kullanmaktadır. Malik b. Enes de (ra) şöyle derdi: ´Tabi-un´dan yetmiş şeyhle karşılaştım. Onlar arasında abidler, duası kabul görenler ve yağmur duasına davet edilenler de vardı. Bu zümrelerin hiçbirinden ilim nakletmedim. Kendisine ´Niçin?´ diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Çünkü ilim ehli değillerdi´. Bu haberin başka bir rivayetinde ise Malik´in (ra) şöyle dediği nakledilmiştir: ´Çünkü onlar naklettiklerini anlayamayan, kendilerine sorulanları fıkhedemeyen kimselerdi´.
Malik (ra) der ki: ´İbni Şihab ez-Zühri, yaşı küçük olmasına rağmen bizi geçti. Onun yanma gitmek için sıraya girer, hatta kimi zaman ona ulaşamazdık. Çünkü o, naklettiği şeyin alimi olan bir zattı´. Bu durum, ALLAH Resulü´nün (sav) şu buyruğuna da uygun düş mektedir: "Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki fakih değildir. Nice fıkıl taşıyıcısı da vardır ki onu kendinden daha fakih olana taşır".[25]
Seleften bir zat şöyle demiştir: Selef uleması, alimler arasında ki ihtilafları bilmeyen kimsenin bilgisini ´ilim´ saymıazdı. Başka bi zat ise şöyle demiştir: ´Ulemanın ihtilaflarım bilmeyen kimseni fetva vermesi helal olmadığı gibi ´alim´ olarak da isirnlendmlme2 Katade ve Said b. Cübeyr (ra) şöyle derlerdi: ´Alimlerin en bilgilis ulemanın ihtilaflarını en iyi bilendir.. İmam Ahmed´e (ra) şöyle di nilmişti: Bir kişi yüzbin hadis yazdığında fetva vermeye hakkı oh mu? Cevabı ´Hayır1 oldu. ´Peki ikiyüz bin hadis yazarsa´ denildiği de cevabı yine ´Hayır1 oldu. ´Peki üçyüz bin hadis yazarsa?´ diye s rulduğunda cevabı şöyle oldu: ´Umarım´.
Tevrat´ta da şöyle bir söz nakledilmiştir: ´Maharetli tabibin t tini bir hastalık için yazdığı deva uygun olur. .
Medain şehrinden, Ebu´d-Derda´ya (ra) bir mektup yazdı. Bu ikisi, ALLAH Resulü (sav) tarafından kardeş kılınanlardandı. Selman (ra) mektubunda şöyle diyordu: ´Ey kardeşim, bana ulaşan bilgilere göre oturmuş insanları tedavi ediyormuşsun. Eğer kendini tabib olarak görüyorsan konuş. Çünkü sözün şifa olur. Eğer tababet iddiasında bulunuyorsan sakın ola ki bir müslümanı öldürmeyesin´.[26] Ebu´d-Derda (ra) bu mektuptan sonra insanların sorularına cevap vermekten imtina etmeye başladı. Bir kimse ona sorduğunda kendisine cevap vermişti. Bu mektuptan sonra ´Onu çağırın´ dedi. Adama şöyle dedi: Sana söylediğimi tekrarla. Adam tekrar ettiğinde: Yemin ederim ki bu, tababet iddia eden birinin sözüdür, ALLAH Resulü (sav) buyurdu ki: "Kendisinin tıp bilgisi olduğu bilinmediği halde tababette bulunan ve bir kimseyi öldüren kimse onun tazminatını öder[27]
İbni Abbas (ra) şöyle derdi: ´Cabir b. Zeyd´e sorun. Bütün Basra fetva için ona başvursa dahi, hepsine yeter Cabir (ra), Tabiun´un salihlerindendi. İbni Ömer de (ra) kendisine bir mesele sorulduğu vakit ´Said b. el-Müseyyeb´e sorun´ derdi. Enes b. Malik (ra) ise ´Hocamız Hasan el-Basri´ye sorun. Çünkü o hıfzetti, biz ise unuttuk´ derdi.
Basralı biri de şu hadiseyi nakletmiştir: ´Şehrimize ALLAH Resu-lü´nün (sav) ashabından bir zat gelmişti. Biz de Hasan el-Basri´nin yanma gittik ve ´Şu sahabinin yanma gidelim de ondan ALLAH Re-sulü´nün (sav) hadislerini nakletmesini isteyelim. Sen de bizimle gelirsen seviniriz´. Hasan (ra) Teki´ dedi ve sahabinin yanma gittik. Ona ALLAH Resulü´nün (sav) hadislerini sordukça o da bize naklediyordu. Bu şekilde yirmi hadis nakletti. Bu arada Hasan el-Bas-ri (ra) sükut edip dinliyordu. Sonunda dizlerinin üstünde doğrularak şöyle dedi: ´Ey ALLAH Resulü´nün sahabisi, bize rivayet ettiklerinin tefsirini yapsan da muhtevasını fıkhetsek´.
Bunun üzerine sahabi sükut etti ve ´Bende sadece işittiğim var1 dedi. Hasan el-Basri (ra) onun rivayet ettiklerini tefsir ederek şöyle dedi:´Birinci hadise gelince, onun tefsiri böyle böyledir, ikinci hadisin tefsiri is şöyle şöyledir..´ Bu şekilde sahabinin naklettiği hadişlerin tamamım açıklayıp tefsir etti. Hasan el-Basri´nin hafızasına ve hadisi güzelce eda edişine mi yoksa onun ilim ve tefsirinin büyüklüğüne mi hayran kalacağımızı bilemedik.
Sahabi yerden bir avuç taş aldı, biz de onu sayıp ezberledik. Sonra şöyle dedi: Aranızda böyle bir alim varken ilmi niye bana soruyorsunuz?´.
ALLAH Resulü´nün (sav) sahabesi, lisan ilmi ve fetva ile ilgili hususlarda soru soranları, yeri ve mertebesi bakımından kendilerinden daha aşağıda olanlara havale ederlerdi. Tevhid, marifet ve iman ilimlerinde onların derecelerce üstünde olanlar bulunmasına rağmen kendilerine bu bahislerde soru soran şüphe içindeki kimseleri geri çevirmez, marifet ve yakin ilimlerinde soranları başkalarına havale etmezlerdi. Çünkü ilim, ALLAH Teala tarafından velilerinin kalplerine atılmış bir nurdan ibarettir.
Bu babda birbirlerine denk görülen kimselerden bazıları diğerlerinden daha yüksek bir dereceye yükseltilip yaşlılar değil de gençler bu ilimle tahsis edilebilir. Hatta Seleften sonra gelen Tabi-un, bu ilme daha layık olabilir. Bu, muhtemelen alçakgönüllülük yaparak sükut eden kimselere yönelik bir tenbih olup kendi durumlarını görerek yükselmeleri ve yücelmeleri için bir uyarı da olabilir. Nitekim ALLAH Teala da bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Biz de istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütfedelim, onları önder yapalım ve varisler kılalım". (Kasas/5)
Nur, bir kulun yüreğine bırakıldığı zaman kalbi ilim ile genişlerken, bakışı yakin ile olur. Onun lisanı, beyanın hakikatıyla nâ-tık olur ki bu da, ALLAH Teala´nm velilerinin kalplerine tevdi ettiği hikmetin ta kendisidir. "Hem de kendisine hikmet ve hakkı batıldan ayırdetme yeteneği vermiştik" (Sad/20) ayetinin tefsiri yapılırken şöyle denilmiştir: Bu, görüşte isabetli olma ve bir tür ALLAH Teala tarafından hakiktı bulmada muvaffak kılınma halidir.
ALLAH Teala buyurdu ki: "O, hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilene büyük bir hayır verilmiştir". (Bakara/269) Denildi ki: Buradaki hikmet, anlayış ve ferasettir. ALLAH Resulü de (sav) "ALLAH kime hidayet vermek isterse onun yüreğini İslam´a açar" (En´am/125) ayetini okuduktan sonra hidayetin vasıflarını açıklamıştır. "Bu ayeti okuduğu zaman O´na şöyle denildi: Ey ALLAH Resulü, bu ´şerh=açma´ nedir? Buyurdu ki: Nur kalbe atıldığı zaman yürek onunla açılıp genişler. Denildi ki: Bunun bir alameti var mıdır? Buyurdu ki: Evet, aldanış yurdundan etek çekerek, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüme hazırlık yapmak".
ALLAH Resulü (sav) daha sonra bunun vasıtası olarak da dünyada zühdü, Mevla´nın hizmetine koşmayı, hüsn-ü tevfiki ve ilimde isabeti zikretmiştir. Bunlar ALLAH Teala tarafından bahşedilen mev-hibeler ve imtiyazlar olup ALLAH Teala´mn dilediği kullara mahsus olurlar.
Küfe emiri olan Ebu Musa el-Eş´ari´ye (ra) ALLAH yolunda geri adım atarak değil de hücum ederek öldürülen kimsenin nerede olduğu sorulmuştu. Ebu Musa (ra) ´Cennettedir dedi. İbni Mesud (ra) bunu işitince soru sahibine şöyle dedi: Emire git ve sorunu tekrar sor. Belki sorunu anlamamış olabilir. Adam da tekrar Ebu Musa´ya gitti ve ´ALLAH yolunda gerileyerek değil de öne atılarak savaşırken öldürülen kimse nerededir?´ diye sordu. O da ´Cennettedir dedi. İbni Mesud, bunu duyunca adama ´Emire git ve sorunu tekrar sor. Belki sorunu anlamamış olabilir dedi. Adam da tekrar Ebu Musa´ya gitti ve ´ALLAH yolunda gerileyerek değil de öne atılarak savaşırken öldürülen kimse hakkındaki görüşün nedir? O nerededir?´ diye sordu. O da üçüncü defa ´Cennettedir´ dedi.
Bilahare Ebu Musa (ra)İbni Mesud´a (ra) şöyle dedi: Bendeki ilim budur. Peki senin görüşün nedir? İbni Mesud (ra) ´Ama ben böyle görmüyorum´ dedi. Ebu Musa (ra) da ´Peki senin görüşün nedir?´ diye sordu. O zaman İbni Mesud (ra) şöyle dedi: ´ALLAH yolunda savaşırsa ve hakka isabet etmişse, öldürüldüğü zaman cennette olur1. Bu cevap üzerine Ebu Musa el-Eş´ari şöyle (ra) dedi: Bu doğru söylüyor. Aranızda böyle bir alim varken bir daha bana soru sormayın´.
Hadis ehlinin de söylediği gibi asıl olan; sıfatların haberlerini olduğu gibi kabul etmek ve tefsiri hakkında sükut etmektir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki yalnızca isim ve sıfatların manalarının ve delillerinin bilinmesi sayesinde onlar hakkındaki zan ve vesveseler reddedilip onlarla ilgili teşbih ve temsil gibi bidatler terkedi-lebilir. Yakine huzur içinde teslim olmak da onu müşahede yoluyla bilmekten geçer ki bu da yakin ehlinin makamıdır. Bunlara ALLAH Teala´mn sıfatları olarak inanılması, ALLAH Teala´mn bunlarda tecelli etmesi sınırsız ve sayısız olarak bunlar dışında dilediği sıfatlarda da tecelli etmesi ve istediği sıfatta dilediği keyfiyette zuhur etmesi, O´nun belli bir sıfata bağlı olmaması ve herhangi bir surette mahkum olmaması O´nun gayriyetini izhar etmeksizin de olabilir. Cins ve cevherliğin yokluğundan, keyfiyet ve misliyetin reddinden dolayı dilediği vasıfta zuhur edebilir.
Yakinin bu mertebesi de, şehidler zümresindeki Mukarrebun´nn makamıdır. Bunlar Sıddıklar ve yakin ehlinin havassıdırlar. Onların bakışından yüz çeviren ve onların şehadetleriyle yüzleşmeyen kimseler, teslimiyet ve tasdik makamında bulunurlar. Bunlar da işte bu makama sığınıp orada istirahat bulurlar. Bunların makamından daha aşağıda övülecek bir makam ve zikre değer bir sıfat mevcut değildir.
Bu hususları aklıyla araştırıp kendi görüşü ile tefsire yeltenen kimseler, ya teşbih hatasına düşer, ya da reddeden ve batıl sayanlar dairesine girerler. Bu ilmin, diğer ilmlere olan üstünlüğüne dair ALLAH Resulü´nden (sav) rivayet edilmiş birçok hadis ile Sahabe ve Tabiun´dan nakldilmiş bir çok söz mevcuttur. Yine Selefden zikir meclislerinin ve zikir ehlinin faziletlerine dair birçok haber nakledilmiştir.
Onlar, zikir ile iman ve marifet ilimlerini, muamele ve kalplerin basiretlerini fıkhetmeyi ve gaybm sırlarına ayne´l-yakin ile nazar etmeyi murad ediyorlardı. Zikir meclisi ile kasdettikleri, kıssa ve hikayelerin anlatıldığı ve kassasların konuştuğu yerler değildi. Çünkü onlar kıssacığılı bidat olarak görüyorlardı. Onlara göre Allah Resulü (sav), Ebu Bekir (ra) ve Ömer´in (ra) devirlerinde hiç kimse kıssacıhğa yeltenmemişti. İslam aleminin şahit olduğu büyük fitnenin patlak vermesinden sonra kıssacılar da ortaya çıkmaya başladılar. Ali (kv) Basra´ya girdiği zaman camideki kıssacılan oradan çıkartmış ve şöyle demişti: ´Mescidimizde kıssa anlatılamaz´. Ali (kv) Hasan el-Basri (ra) ile karşılaşıncaya kadar bu tavrını sürdürdü. O da bazan kıssa anlatırdı. Ali (kv) onu da dinledi, sonra mescidden ayrılarak Hasan el-Basri´yi dışarı attırmadı.
Bir gün İbni Ömer (ra) camide oturduğu kısma gelince, bir kıs-sacının oturmuş insanlara kıssa anlattığını gördü. Zabıta amirini çağırarak bu kıssacıyı mescidden çıkartmasını istedi. Amir de onu mescidden attı. Eğer kıssa anlatmak zikir meclislerinin özelliğinden ve kıssacılar da muteber alimlerden olmuş olsaydı, İbni Ömer (ra) gibi zühd ve vera sahibi olan bir zat, o kıssacıyı mescidden dışarı artırmazdı.
İbni Şevzeb, Ebu´t-Teyyah´dan şunu nakletti; ´Hasan el-Basri´ye (ra) dedim ki: İmamımız kıssa anlatıyor. Erkekler ve kadınlar da biraraya gelip dua ederlerken seslerini yükseltiyor ve ellerini uzatarak dua ediyorlar. Dedi ki: Dua ederken sesi yüksetmek bidattir. Elleri uzatarak dua etmek bidattir.
Ebu´l-Eşheb de Hasan el-Basri´den (ra) şu sözünü rivayet etmiştir: Kıssalar bidattir. Bir defasında İbni Sirin´e (ra) şöyle denilmişti: ´Ne olur kardeşlerine bir kıssa anlatsan´. O da şu karşılığı verdi: ´Denildi ki: İnsanlara hitaben ancak şu üç kişi konuşur: Amir, memur ve ahmak. Ben ne amirim, ne de memurum. Üçüncü olmayı da asla istemem´. Avn b. Musa´dan şöyle bir rivayette bulunulmuştur: Muaviye b. Kurra bize anlattı ki: ´Hasan el-Basri´ye (ra) şöyle bir soru sordum: Sence bir hastayı ziyaret etmem mi daha güzeldir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Hastanı ziyaret et. Ben yine sordum: Sence, bir cenazenin teşyiin-de bulunmam mı daha güzeldir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Cenazeni teşyi et. Bir kez daha sordum: Sana göre bana ihtiyacı olan birine yardım etmem mi daha iyidir, yoksa kıssa anlatan bir kassasm meclisinde oturmam mı? Dedi ki: Onun ihtiyacını gör. Bu şekilde her şeyi zikrettim. Nihayetinde boş geçirilen oturumları dahi, kıssa anlatılan meclislerden daha hayırlı gördüğünü beyan etti´.
Eğer Selefe göre zikir meclisleri kıssacılarm meclisleriyle aynı olsa ve kıssalar da onların gözünde zikir olarak değerlen dirils ey di Hasan el-Basri (ra) kıssacılarm meclislerini bu kadar Önemsiz görmez ve amellerden birçoğunu ona tercih etmezdi. Çünkü o, insanları tevhid ile ALLAH Teala´ya çağıran, marifet ve yakin ilimleri hakkında söz söyleyen nadir alimlerdendi.
ALLAH Teala´yı zikredenlerle beraber zikir meclisinde hazır olmak, imanın ziyade sindendir. ALLAH Teala da zikredenlerin makamını, müminlerin makamının üstüne çıkartmış ve şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümine hanımlar.....zikreden erkekler ve zikreden
hanımlar". (Ahzab/35) Görüldüğü üzere, zikredenler, iman edenlerden daha üstün bir makamda anılmışlardır.
Ebu Zer1 den (ra) rivayet edilen bir hadiste de ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Zikir meclisinde hazır bulunmak, bin rekat namaz kılmaktan daha üstündür. İlim meclisinde bulunmak, bin hasta ziyaretinden daha faziletlidir. İlim meclisinde bulunmak bin cenazeye şahit olmaktan daha faziletlidir.. Denildi ki: Ey ALLAH Resulü, Kur5an okumaktan da üstün müdür? Bunun üzerine ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurdu: îlimsiz Kur´an´m ne faydası olur ki?".
Seleften bir zat ise şöyle demiştir: Bir zikir meclisinde hazır bulunmak, on batıl mecliste bulunmanın keffareti olur.
Ata´ ise şöyle demiştir: Bir zikir meclisi, eğlence meclislerinden yetmişine kefaret olur. Muaz el-A´lem´den nakledildi ki: ´Yunus b. Ubeyd, beni Mutezilenin ders halkalarından birinde görmüştü. ´Gel´ diyerek bana seslendi. Yanma gittiğimde şöyle dedi: İlla da bir meclise oturacaksan, kıssacılarm meclisinde otur daha iyi´.
Hasan el-Basri (ra) zikir ehlinden bir alimdi. Onun meclisleri daima zikir meclisi olurdu. Evinde kurduğu zikir meclislerinde, kardeşleri ve ibadet ehlinden dostları ve takipçileriyle başbaşa kalırdı. Bunlara misal olarak, Malik b. Dinar, Sabit el—Benani, Eyyub es-Sihıstani, Muhammed b. Vasi´, Ferkad es-Seneci ve Abdülvahid b. Zeyd (ra) gibi zevatı zikredebiliriz. O, bu meclislerde şöyle derdi: ´Haydi nuru getirin de ortaya yayın´. Hasan el-Basri bu ilim hakkında konuşurken, yakin ve kudret ilminden, kalplere doğan hatırlardan, amelleri ifsad eden marazlardan, nefislerin vesveselerinden ve bunlar gibi mevzulardan bahsederdi. Kimi zaman Hadis ehlinden bazıları, kafalarını gizleyerek onun meclisine sızar ve diğerlerinin arkasında oturarak onun anlattıklarını dinlerlerdi. Hasan böyleleri-ni gördüğü zaman şöyle derdi: Ey ahmak, burada ne yapıyorsun? Kardeşlerimizle başbaşa kalmış zikrettiğimizi görmüyor musun?
Üzerinde konuştuğumuz bu ilimdeki imamımız Hasan el-Basri´dir. Biz, onun izini sürer, onun yoluna uyar ve onun lambasından aydınlanırız. Bu ilim de ALLAH Teala´mn izniyle imamdan imama nakledilmek suretiyle bize kadar ulaşmıştır.
Hasan el-Basri (ra), Tabiun´un en hayırlılarından biriydi. Onunla ilgili olarak şöyle denilmiştir: Kırk yılım hikmeti kavramaya verdikten sonra onu anlatmaya başlamıştır. Bedir ashabından (ra) yetmiş zat ile görüşmüş ve üçyüz sahabiyi bizzat görmüştür. Ömer b. Hattab´m (ra) hilafetinin sona ermesinden iki gece evvel, Hicret´in yirminci yılında Medine´de doğmuştur. Annasi, ALLAH Resulü´nün (sav) hanımı ve müminlerin annesi Ümmü Seleme´nin (ra) hizmetçisiydi. Rivayete göre Ümmü Seleme (ra) bebekken kendisini memesiyle teselli etmiştir. Konuşması ALLAH Resulü´nün (sav) konuşmasına çok benzerdi.
Hasan el-Basri (ra), Osman b. Affan (ra) ve Ali b. Ebi Talib (kv) ile Aşere-i Mübeşşere´den hayatta kalanları da görmüştür. O, Osman´ın (ra) devrinden yani hicretin yirmi yılının biraz fazlasından doksan küsur yılma kadar geçen sürede Sahabe´den birçok zatı görmüştür.
Sahabe´nin en son vefat edenleri şunlardır: Basra´da Enes b. Malik (ra); Medine´de Sehl b. Sa´d es-Sa´idi (ra); Mekke´de Ebu´t-Tufeyl (ra); Yemen´de Ebyad b. Cemal el-Mazini (ra); Kûfe´de Abdullah b. Übeyy (ra); Şam´da Ebu Karsame (ra); Horasan´da Büreyde el-Eslemi (ra). Hicretin yüzüncü yılma girildiğinde dünya üzerinde ALLAH Resulü´nü (sav) göz ucuyla dahi olsun görmüş olan hiç kimse kalmamıştı. Hasan el-Basri (ra) de Hicret´in yüz onuncu yılında vefat etti.
Ebu Katade el-Adevi (ra) şöyle derdi: ´Bu şeyhe sıkı sarılın. Allah´a yemin ederim ki, ALLAH Resulü´ne (sav) sahabi olamamış insanlar arasında O´nun ashabına bunun kadar benzeyen başka birini görmedim´. Ulema şöyle derdi: Biz Hasan el-Basri´yi (ra) hilmi, huşu´u, vakarı ve sükuneti bakımından İbrahim-i Halil´e (as) benzetirdik. O, gerçekten de o peygamberin sıfatlarını taşımaktaydı.
Basra ahalisinden bir kadın ALLAH Teala´ya bir nezir adamıştı. Eğer O, kadının istediğini tahakkuk ettirirse adağına göre kendi dokuduğu kumaştan bir elbise dikecek ve onu Basra şehrinin en hayırlı zatına giydirecekti. Bir müddet sonra kadıncağız adadığı hususun tamamen tahakkuk ettiğini gördü ve adağına sadık kalarak elbiseyi dikti. Ardından Basra´nın en hayırlısını soruşturmaya başladı. Sorduğu herkes ´Hasan el-Basri´dir dedi.
Bu ilme ilk giren, onu ilk kez dile getiren, esaslarını anlatan, nurlarını izhar edip üstündeki örtüyü kaldıran Hasan el-Basri´dir. O, bu ilim hakkında kardeşlerinin daha önce hiç işitmedikleri şeyler söylüyordu. Bir gün kendisine şöyle denildi: ´Ey Eba Sa´id, sen bu ilimde daha önce bir başkasından duymadığımız şeyler söylüyorsun. Bütün bunları kimden öğrendin´. ´Huzeyfe b. el-Yeman´dan (ra)´ dedi. Bunun üzerine Huzeyfe b. el-Yeman´a (ra) giderek ´Senin daha önce ALLAH Resulü´nün (sav) ashabından hiç kimsenin söylemediği şeyler söylediğini görüyoruz. Bu ilmi kimden aldın?´ diye sordular. Dedi ki: ´ALLAH Resulü (sav) bu ilmi bana mahsus kıldı. Diğerleri O´na hayrı sorarken ben, içine düşme korkusuyla şerri soruyordum. Böylece hayrın da beni geçemeyeceğini biliyordum´.
Huzeyfe´nin (ra) bir defasında şöyle dediği rivayet edilir: ´Şunu öğrendim ki şerri bilmeyen kimse, hayrı da bilemez Bu sözün başka bir rivayetinde şu ifade geçmektedir: ´İnsanlar, ALLAH Resulü´ne (sav) amellerin faziletlerini sorarak ´Ey ALLAH Resulü, şöyle şöyle yapan için ne vardır?´ derlerdi. Ben ise ´Ey ALLAH Resulü, şu şu amelleri ne ifsad eder?´ diye sorardım. O da ısrarla amellerin afetlerini soruşumu görünce, bu ilmi bana has kıldı´.
Huzeyfe (ra) münafıkların bilgisine sahip olan tek sahabi idi. ALLAH Resulü (sav) bu ilmi, ilmin sırlarını, anlayışın inceliklerim ve yakinin gizli yönlerini Sahabe arasında yalnız ona mahsus kılmıştı. Ömer (ra), Osman (ra) ve diğer büyük sahabiler bile umumi ve hususi fitneleri ona sorar, ona has kılman ilim hakkında kendisina müracaat eder, münafıkları ve ALLAH Teala´nm Kur´an´da zikrettiği münafıklardan hayatta kalan olup olmadığını ona sorarlardı. Huzeyfe de (ra) onları sayı olarak bildirir, isimlerini söylemezdi.
Ömer (ra) bile, ona kendi hakkında soru sorar, nifak içinde olup olmadığını öğrenmek isterdi. Huzeyfe (ra) onu nifaktan ibra etti. Ömer (ra) münafığın alametlerini ve nifağın belirtilerini de ona sorardı. Huzeyfe de (ra) kendisine izin verilen daire içinde onun sorularını cevaplar, ancak izin verilmeyen hususları haber vermekten affını ister ve mazur görülürdü. Ömer (ra), namaz kıldırmak için cenazeye davet edildiği zaman, Huzeyfe´nin (ra) namazda olup olmadığına bakardı Eğer Huzeyfe (ra) varsa namazı kılar, eğer o gelmemişse namazını kılmazdı.
m ialıb el-Mekk´i
Huzeyfe b. el-Yeman fra) Sahabe arasında ´Sır sahibi= Sahibu´s-sır5 olarak anılırdı. Bu ilimle ilgili olarak Sahabe´ye bir sual sorulduğu zaman -Huzeyfe´yi kasdederek- şöyle derlerdi: Sır sahibi aranızda iken bana soruyorsunuz?
Enes b. Malik (ra), ALLAH Resulü´nden (sav) zikir meclisinin faziletiyle ilgili duyduğu hadislerden hareket ederek şöyle demiştir: ´Benim için, güneşin fecrinden doğuşuna kadar geçen sürede ALLAH Teala´yı zikreden bir toplulukla oturmam, dört köle azat etmemden daha sevimlidir´. Enes (raj dedi ki: Yezid er-Rikaşi ve Ziyad en-Nu-meyri´ye döndüm ve şöyle dedim: Zikir meclisleri, kurduğunuz şu meclisler gibi; birinin kıssa anlattığı, arkadaşlarına hitap ettiği veya hadisleri ardarda sıraladığı meclisler değildi. Biz meclise oturduğumuz zaman, imanı zikredip Kur´an´ı tefekkür eder, dini fıkhe-der ve ALLAH Teala´nm üzerimizdeki nimetlerini sayardık´.
Abdullah b. Revaha (ra), ALLAH Resulü´nün (sav) ashabına şöyle derdi: Gelin de bir saat iman edelim. Bu davet üzerine onun yanına oturur, ilmullah´ı, tevhidi ve ahireti zikrederlerdi. Abdullah, Allah Resulü´nün (sav) namazını bitirmesinden sonra O´nun yerini alır, insanlar da onun çevresine toplanırdı. O da bu insanlara; Allah Teala´yı, O´nun azap ve mükafaat günlerini zikrederek ALLAH Resulü´nün (sav) hadislerini onlara anlatmaya çalışırdı. Kimi zaman onlar böyle toplanmışken ALLAH Resulü (sav) odasından çıkarak yanlarına gelir ve yerine otururdu. Orada bulunanlar sükut ettiğinde, zikirlerine devam etmelerini emreder ve şöyle buyururdu: "Ben de bununla emrolundum ve insanları buna davet ettim".
Muaz b. Cebel (ra), buna benzer bir hadiste ALLAH Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "ALLAH Resulü (sav) bu ilim hakkında konuşurdu". Cündüb´ün (ra) rivayet ettiği bir hadiste ise bunun açıklamasını görmekteyiz: "Biz ALLAH Resulü´yle oturduğumuzda, bize Kur´an´dan önce imam öğretirdi".
Cündüb (ra) iman ilmini İman´ olarak isimlendirmiştir. İbni Revaha da (ra) onun için bu ismi kullanmıştır. Çünkü ´İman ilmi´, ´îman´m sıfatlarından biridir. Araplar, bir şeye isim verirken aslına göre verdikleri gibi, sıfatına göre de isim verirlerdi. Nitekim ALLAH Resulü´nün (sav) şu hadisi de bunu teyid etmektedir: "Yakini öğrenin". Burada da murad edilen, Yakin ilmidir. ALLAH Teala´nm şu buyruğu da buna misal olarak gösterilebilir: "Hüzünden gözlerine ak düştü". (Yusuf/84) Buradaki hüzün de, gözyaşı manasmdadır. ALLAH Teala bu ayette kelimenin aslını kullanarak isim vermiştir. Çünkü hüzün, gözyaşının aslıdır.
ALLAH Resulü´nden (sav) rivayet edildi ki: "ALLAH Resulü (sav) bir gün sokağa çıkmıştı. Yolda iki meclis gördü. Meclislerden birinde ALLAH´a dua edilip O´na terğibde bulunuluyordu. İkinci mecliste ise dini fıkhediyor ve insanlara ilim öğretiyorlardı. İki meclisin ortasında durdu ve şöyle dedi: İlk meclistekiler, ALLAH Teala´dan dilekte bulunuyorlar. O, isterse verir, isterse vermez. İkinci meclisteki-lere gelince onlar insanlara ilim öğretiyor ve dinde fıkıh sahibi olmaya çalışıyorlar. Biz de ancak muallim olarak gönderildik. Ardından insanlara fıkıh kazandıran ve ALLAH Teala´yı zikreden meclise yöneldi ve onlarla beraber oturdu".[28]
Seleften bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: ´Bir gün mescide girdiğimde iki halka kurulduğunu gördüm. Halkalardan birinde kıssalar anlatılıp dua ediliyordu. Diğer halkadakiler ise, ilim hakkında konuşuyor ve amellerin fıkhıyla uğraşıyorlardı. Ben de dua meclisine meyledip onların halkasına oturdum. Bir müddet sonra gözlerim ağırlaşıp uyuya kalmışım. Uykumda birinin şöyle seslendiğini duydum: Sen, bunların meclisine oturup ilim meclisini terkettin. Halbuki ilim meclisine otursaydm Cebrail´i (as) yanlarında görürdün´.
Zikrin hakikati, ALLAH Teala´yı bilmek, yani İlmullah´tır. ALLAH Resulü´nden (sav) rivayet edilen şu hadisi hiç duymadınız mı? "Zikrin en faziletlisi, ´La ilahe iIlallah=ALLAH´dan başka ilah yoktur5 sözüdür"[29]ALLAH Teala da Resulü´nü tasdik ederek şöyle buyurmuştur: "Bil ki, ALLAH´tan başka ilah yoktur". (Muhammed/19); "Artık bilin ki o Kur´an, ancak ALLAH´ın ilmiyle in diri İmi ştir. Ve O´ndan başka ilah yoktur". (Hud/14)
İlme gelince; zikir, müşahede ilmindendir. Müşahede ise, ayne´l-yaki?ı´in sıfatıdır. Gözün üzerindeki perde kaldırıldığı zaman göz, nurları sayesinde sıfatların manalarına şahit olacaktır. Bu, imanın hakikat ve kemalinden doğan yakin nurunun ziyadesidir.
İşte o noktada, sıfatının nurundan dolayı sıfat sahibini zikredilenin müşahedesiyle zikredersiniz. Bu meyanda O´nun şu buyruğu gayet açıktır "Onlar ki, Beni hatırlatan ayetlerimden gözleri bir örtü içinde idi". (KehClOl) O´nu zikretmeye karşı bu örtüsü kaldırılmış olan kimse, zikrettiği Hak Teala´yı müşahede eder. Bu anda zikredip hatırlamış olur. Bundan zonra, halkın unutmasından sonraki hakiki ilim vücud bulur. ALLAH Teala da bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Unuttuğun vakit Rabbini zikret". (Kehf/24) İmanın hakiki şekli, ALLAH dışında bütün ilahları inkar etmekse, Zikr-i İla-hi´nin hakiki şekli de, O´ndan başkasını unutmaktır. ALLAH Tea-la´nın şu buyruğu da bunu teyid etmektedir: "Her kim tağutu inkar edip ALLAH´a iman ederse.." (Bakara/256)
Hadis ehlinden bir zat şu hadiseyi nakletmiştir: Marifet ehli arasındaki kardeşlerimden biri bana gelerek şöyle demişti: Kalbimde bir gaflet hissediyorum. Ne olur beni zikir meclislerinden birine götürsen. Ben de ona zikir ehlinden olup avama mahsus ilimleri anlatan bir zatın ismini söyledim. Onunla birlikte o zatın meclisine gittik. Halk toplandıktan sonra biraz kıssa anlatmaya başladı. Ardından cennet ve cehennemi zikretti.
Arkadaşım bana dönerek şöyle dedi: ´Sen bana bu zatın ALLAH Teala´yı zikrettiğini, Rabbini ve O´nun mühim günlerini hatırlattığım söylememiş miydin? Ben de ´Evet, zikir meclisi bizde böyle olur´ dedim. O zaman bana şöyle dedi: Ben, mahrukatın zikrinden başka bir şey duymadım. ALLAH Teala´mn zikri hani nerede?
Bir süre daha dinledi. Adamın, marifet ilmine ait ve kendi sufi şeyhlerinden dinlemeye alıştığı bahislere gireceğini umuyordu. Ancak umduğunu bulamayınca şöyle dedi: Haydi gidelim. Artık bu mecliste oturamam. Şahsen böyle bir meclise niyetlenmemiştim. Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: Ben, insanları çiğneyerek meclisi terketmekten haya ederim. Ama sen doğru gördüğünü yapabilirsin. O da, dinleye çilerin saflarım yararak mescidden ayrıldı.
Zühri (ra) Salim vasıtasıyla Ibni Ömer´den (ra) şunu rivayet etmiştir: Bir gün, İbni Ömer (ra) mescidden çıkıp gitmiş ve şöyle demişti: Beni bu mescidden çıkaran, içerideki kıssacıdan başkası değildir. Eğer o olmasaydı kesinlikle çıkmazdım. Damra şöyle dedi: Süfyan-ı Sevri´ye (ra) şunu sordum: Kıssa anlatan kişiye yüzümüzü dönelim mi? Bana şu cevabı verdi: Bidatlara sırtınızı dönün. İbni Avn da şunu söylemiştir: İbni Sirin´in (ra) yanına girdiğimde bana, yeni bir haber olup olmadığını sordu. Ben de, emirin kıssacıla-rı kıssa anlatmaktan menettiğini söyledim.
Ebu Ma´mer´den nakledilmiştir ki: Halef b. Halife şu hadiseyi anlattı: Bir gün yolda yürürken Ebu Hakem´in mescidin kapısında dişlerini misvakladığım gördüm. O esnada bir kassas da mescidde kıssa anlatıyordu. Bir adam Ebu Hakem´i görerek yanına gitti ve şöyle dedi: Ey Eba Hakem, insanlar seni bekliyorlar. Dedi ki: Ben, kesinlikle onların bulunduğu halden daha hayırlı bir haldeyim. Ben sünneti ifa ediyorum, onlar ise bidat içindeler.
A´meş´ten (ra) ise bundan daha ağır bir ifade nakledilmiştir. A´meş (ra) Basra´ya gitmişti. Orada bir yabancıydı. Camiye gittiğinde bir kassasm ´A´meş bize Ebu İshak´tan nakletti ki.. A´meş bize Ebu Vail´den nakletti ki..´ diyerek kıssalar anlattığını gördü. Hemen halkanın ortasına daldı ve elini kaldırdı, koltukaltı kıllarını yolmaya başladı. Bunun üzerine kassas ona bakarak ´Ey şeyh, utanmıyor musun biz burada ilim yapıyoruz, sen ise böyle çirkin bir şey yapıyorsun?´ dedi. A´meş de (ra) şöyle dedi: Benim şu anda yaptığım, şu yaptığından daha hayırlıdır. Kassas da ´Nasıl olur?´ diye sordu. A´meş, ´Ben bir sünneti ifa ediyorum, sen ise yalan söylüyorsun. Ben A´meş´im ve senin naklettiklerinden hiçbirini nakletmedim´ dedi. Halk, A´meş adını duyunca kassasm etrafından dağılarak onun çevresine toplandılar5.
Muhammed b. Harun´dan şunu naklettiler: İshak ona şu haberi anlatmıştı: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) ile birlikte bayram namazı kıldım. Orada bir kassas kıssa anlatarak bidatçılara lanet ediyor, sünneti zikrediyordu. Namazı kılıp ayrıldıktan sonra Ebu Abdullah (ra) yolda o kassası hatırladı ve şöyle dedi: ´Anlattıklarının ekseriyeti yalan olsa dahi şu kıssacıların avama faydaları da dokunuyor.
Muhammed b. Ca´fer´den de şu bilgi aktarılmıştır: Ebu´1-Hars şunu nakletmişti: İmam Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle derdi: İnsanların en yalancısı, kassaslar ve çok soru soranlardır1. Yine Ahmed b. Hanbel´den (ra) şu sözü rivayet edilmiştir: ´İnsanların doğru sözlü kıssacılara ihtiyaçları o kadar fazladır ki. Çünkü onlar halka mizanı ve kabir azabını hatırlatırlar. Dedim ki: Peki siz onların meclislerine katılır mısınız? ´Hayır!´ dedi´.
Hubeyb b. Ebi Sabit, Ziyad en-Numeyri´den şunu nakletti: ´Enes b. Malik (ra) zaviyede iken yanına gittim. Bana ´Kıssa anlat´ dedi. Ben de, ´Nasıl olur? Ulema onun bidat olduğunu söylüyor´ dedim. Şöyle dedi: ´ALLAH Teala´nm zikrine dair hiçbirşey bidat değildir1. Ben de kendisine kıssa anlattım. İnanması ümidiyle en doğru kıssa ve dualarımı zikretmiştim. Ben anlattıkça onun inandığını hissediyordum´.
Selef-i Salih duayı da kıssadan sayıyorlardı. Yusuf b. Atıyye, Muhammed b. Abdurrahman el-Harraz´dan şunu nakletti: Hasan el-Basri (ra) Amir b. Abdullah el-Anberi´nin yokluğunu farketmiş ve çevresindekilere ´Beni Ebu Abdullah´a götürün´ demişti. Hasan onun evine gittiğinde, içinde kumdan başka birşey bulunmayan bir evde başını sarmalamış halde oturduğunu gördü ve şöyle dedi: Ey Ebu Abdullah, birkaç gündür seni göremiyoruz.
O da şöyle dedi: Ben bu meclislere gidip geliyor, bir sürü yalan yanlışa ve karıştırmaya kulak veriyordum. Şeyhlerimizi dinliyor ve onlardan ALLAH Resulü´nün (sav) hadislerini Öğreniyordum. O, şöyle buyurmuştu: "Kıyamet günü, insanların iman bakımından en saf olanları, dünyada en fazla tefekkür edenlerdir. Cennette en çok gülecek olanlar ise, dünyada en çok ağlayanlardır. Ahirette en sevinçli olacaklar ise, dünyada en uzun süre hüzün çekenlerdir". Ben de evin kalbimin boşalmasına ve nefsime hakim olmama daha uygun olduğunu düşündüm.
Hasan el-Basri (ra) onu dinledikten sonra şöyle dedi: Bu sözleri bizim meclislerimizi kasdederek söylemiyor. Onun kasdettiği, tarikatlar içinde bulunan ve kıssacılarm yalan yanlış konuştukları kıssa meclisleridir. Bu meclislerde konuşan kassaslar, dinin emirlerini bilgisizce takdim veya tehir ederler.
Ulemadan bir zat, söz sahiplerini üç sınıfa taksim etmiş ve bulundukları yerlere göre şöyle vasfetmiş tir: Konuşanlar üç sınıftır: îlki kürsi sahipleridir ki bunlar kıssa anlatan kassaslardır. İkincisi sütun sahipleridir ki bunlar, halka fetva veren müftilerdir. Üçüncü ise, Zaviye sakinleri olup marifet ilmine sahip olan kimselerdir. Ayet ve hadislerin anlatıldığı zikir meclisleri, İlmullah ehli, tevhid ve marifet ilimlerinin erbabı olan zatların meclisleridir. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: "Cennet bahçelerine uğradığınızda serbestçe dolaşın. Denildi ki: Cennet bahçeleri nedir? Buyurdu ki: Zikir meclisleridir". Bir diğer hadiste ise ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "ALLAH Teala´nm halkın yaptıklarını yazanlar dışında bir de havada dolaşan melekleri vardır. Bunlar zikir meclisi gördükleri zaman, birbirlerine seslenerek ´Haydi meramınıza gelin´ diye çağrışırlar. Oraya geldiklerinde hazır bulunanlara ikram eder ve zikredenleri dinlerler. Siz de ALLAH´ı ve O´nun mühim günlerini zikredin".[30]
Vehb b. Münebbih el-Yemani şöyle demiştir: İlmin tartışıldığı bir meclis, onun süresince namaz kılmaktan daha güzeldir. Belki onlardan biri, orada bir kelime işitir de ondan bir sene veya Ömrünün kalan yılları boyunca faydalanır. Ahmed b. Hanbel´e (ra) zikir meclisleri ve onların fazileti sorulmuştu. O da insanları zikir meclislerine özendirerek şöyle dedi: İnsanların toplanarak ALLAH Tea-la´yı zikretmeleri ve O´nun üzerlerindeki nimetlerini saymalarından daha güzel ne olabilir? Ensar da (ra) buna benzer sözler söylemişlerdir.
Ali´den (kv) şu söz rivayet edilmiştir: ALLAH Teala´nm beni çocukken öldürüp cennetin yüce katlarına yerleştirmesi beni mutlu etmezdi. ´Niçin?´ diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Çünkü O, beni yaşatmak suretiyle Zatı´nı tanımamı nasip etmiştir. Malik b. Dinar da (ra) şöyle demişti: İnsanlar, bir şeyin güzelliğini tatmadan dünyayı terkedip giderler. ´O nedir?´ diye sorulunca dedi ki: Marifet´. Ardından şu şiiri söyledi:
Zü´l-Celal´in marifeti; izzet, ışık, behçet, sevinç ve arifler için de övünçtür I Muhabbetten de onlara nur doğar. Seni bilene tebrikler ya ilahi, o artık ömür boyu bahtiyardır.
Yahya b. Muaz er-Razi dedi ki: Dünyada bir cennet vardır. Ona giren, hiçbir şeyi arzulamaz ve asla yalnızlık hissetmez. ´O nedir?´ diye sorulduğunda şöyle dedi: ´Marifetullah yani ALLAH´ı bilmektir´. Bir başka alim ise şunu söylemiştir: Üç haslet vardır ki, arifi tanırken hata etmemenizi sağlarlar: Heybet, tatlılık ve sıcaklık. Alimimiz Ebu Muhammed Sehl (ra) ise şöyle demiştir: Alimler, zahidler ve abidler kalpleri kilitli olarak çıkıp giderler. ALLAH Teala ancak sıddıklar ve şehitlerin kalplerini açar. Bunu söyledikten sonra Allah Teala´nm şu buyruğunu okudu: "Gaybm anahtarları O´nun katında olup O´ndan gayrı hiçkimse onları bilemez". (En´am/59) Şu halde sayılan zümrelerin kalpleri, marifet ve tevhid gözünün şeha-detine karşı kilitlidir.
Bu tür zikir meclisleri, eski devirlerde marifet ehline ve kalp amelleri ile batın ilminin erbabına mahsus idi. Bunlar da Ahiret uleması ve dinde fıkıh sahibi idiler. Söz söyleyenlerin en sadık olanı ALLAH Teala şöyle buyurmuştur: "Onlardan bir kısmı da, din ilimlerini fıkhetmek .... için geri kalmalıdır". (Tevbe/122) ALLAH Teala bu ayet-i kerimede, aslen kalbi bir fiil olan ´fikh´ı, fıkhın sebep ve vesilesi olarak da ´korku´yu zikretmiştir.
Akıl ilmi, Zahir ilminin muhtevasına girer. İlmullah yani ALLAH´ı bilme ise, yakinin muhtevasına girer. Bu babda rivayet edilen bir hadiste ALLAH Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Yakin, imanın tamamıdır".[31]ALLAH Teala da şöyle buyurmuştur: "Onu ancak ilim sahipleri aklederler". (Ankebut/43) Görüldüğü üzere ALLAH Teala aklı, ilmin sıfatlarından kılmıştır. ALLAH Resulü ise (sav) ilim talep etmeyi emrettiği gibi yakini Öğrenmeyi de emretmiştir. Bu hadis, diğerine göre daha hususi bir manayı ihtiva etmektedir. Buna göre Allah Resulü´nün (sav) "Yakini öğrenin" buyruğu, havasa yönelik olmaktadır. Çünkü yakin, ilmin üstünde bir makamdır.
O´nun, ilim talebinin farz oluşuna dair verdiği emir ise, umum için geçerlidir. "Yakini öğrenin" hadisinde yakin ehlinin meclislerine iştirak etmeye dair bir emir mevcuttur. Çünkü yakin, bizatihi ortaya çıkmayıp yakin sahipleri nezdinde bulunabilecek bir fazilettir. ALLAH Resulü (sav) nıüslümanlara emrederken ´Ma´kul ilmini veya fetva ilmini öğrenin´ gibi bir ifade kullanmamıştır. Zahir uleması, ilk devirden beri ´Müftiler1 olarak bilinmekteydi. ALLAH Resulü´nün (sav) bu meyandaki hadislerine misal olarak "Müftiler sana fetva vermiş olsalar da fetvayı kalbine sor"[32] hadisini zikredebiliriz. Görüldüğü gibi O, soru sahibim müftilerin fetvalarına rağmen, yine de kalbinin fıkhına yönlendirmektedir. Bu durumda kalbin de ´fakih´ olması gerekmektedir. Çünkü ALLAH Resulü´nün (sav) bir müslümam fakih olmayan birine sevketmesini düşünmek dahi caiz değildir.
Batın ilmi, Zahir ilmi üzerinde hakim olmamış olsaydı, zahir ulemasından olan lisan alimleri Batın ilmini Zahir ehlinin ilimleri arasından çıkararak Kalp ehline mahsus olan Batın ilmi dairesine sokmazlardı. ALLAH Resulü (sav) zahir ehlinin müftilerinden fetva almış birini, daha aşağı derecede bir fakihe yani kişinin kendi kalbine havale etmezdi. Lafzı itibarıyla teyidli ve mübalağa sigasıyla buyrulan böyle bir hadis varken aksini düşünmek nasıl caiz olabilir? ALLAH Resulü (sav) "Fetva vermiş olsalar dahi sen fetvayı kalbine sor" buyurmaktadır. Bu buyruk, sağlam bir kalbi ve açık bir kulağı olan, delilini görmüş ve şehvetinin gemlerinden sıyrılmış kimselere mahsustur. Netice itibarıyla ´Fıkıh´, dil sıfatlarından biri değildir. O, bir kalp sıfatıdır. ALLAH Teala´nm şu buyruğunu işitmez misiniz? "Onların kalpleri vardır, fakat onlarla fıkhetmezler". (A´raf/179)
ALLAH Teala´nm buyruğunu işiten ve O´nu müşahede eden bir kalbin sahibi, bu kalbiyle O´nun hitabını fıkhedip dinlediği emre uyar ve ALLAH Teala´ya yönelerek O´nun şu buyruğunu her zaman anar: "Onlardan bir kısmı da, din ilimlerini fıkhetmek .... için geri kalmalıdır". (Tevbe/122)
Fıkıh ile ortaya çıkan iki sıfat vardır: Bunların ilki ´Nezâret´ yani korkutucu ve uyarıcı olmaktır. Bu, ALLAH Teala´nm dinine davet yolunda sahip olunan makamlardan biridir. ´Nezîr=Uy arıcı´ olacak kimse, mutlaka korkutucu olmak durumundadır. Korkutucu olabilmek için de öncelikle korku ehlinden olmak icap eder. Korku sahibi ise, ancak alimlerden olabilir. Sıfatların ikincisi, dikkatli ve uyanık olmaktır. Bu da ALLAH Teala´nm marifetiyle ilgili makamlardan biridir. Bu da bir nevi korku ve tedirginlik halidir. ´Fıkıh´ ve ´Fehm=Anlama´, aynı mana için kullanılan iki isimdir. Araplar ´Fa-kihtü=fıkhettim´ fiilini, ´Fehimtü=anladım´ fiiliyle aynı manada kullanmışlardır. &?
ALLAH Teala, Zatı´nı anlamayı (=fehm), ilim ve hikmetten üstün tutarken, anlayış sahibi kılmayı (=ifham), muhakeme ve hükümlerden üstün kılmıştır. O, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Biz o meselenin hükmünü derhal Süleyman´a anlattık. Bununla beraber her birine bir hüküm ve bir ilim verdik". (Enbiya/79) ALLAH Teala, bu buyruğunda hüküm ve ilim bakımından müşterek kıldığı Süleyman ve Davud Peygamber´den (as) Tefhim=Anlayış verme, anlatma´ fiilini Süleyman Peygamber5 e mahsus kılarak onun hükmünü, babasının hükmünden üstün kılmıştır.
Hasan b. Ali de (ra), insanları ALLAH Teala´ya götüren, onlara O´nun yolunda rehberlik eden hidayet alimlerini üstün görerek onları ´Ulema´ olarak isimlendirmiş ve bize manzum olarak rivayet edilen bir sözünde ilim kelimesini onların hakkı olarak beyan etmiştir. Aşağıda manzum olarak zikredeceğimiz söz, Ali´den de (kv) rivayet edilmiştir:
iftihar, ancak ilim ehlinin hakkıdır. Çünkü onlar, Hidayet üzere olup hidayet isteyenler için rehberdirler. Herkesin ağırlığı, yaptığı ihsana göre olup Cahiller de ilim ehlinin düşmanlarıdır.
Ma´lumu olan ALLAH Teala´yı bilen bir alimden kim daha üstün olabilir? Her ilim, ma´lumu ile değerlendiğine ve her alimin ağırlığı ilmine nisbetle olduğuna göre, bu ilme sahip olanın değeri ölçülebilir mi?
Zahidlerin imamı olan Abdülvahid b. Ziyad da bu manada manzum bir söz söylemiştir. O, bu sözünü ALLAH Teala´yı hakkıyla bilen alimlere tahsis ederken onların yürüdükleri yolu bütün yolların üstüne çıkartmıştır. O, manzum sözünde şöyle der:
Yollar muhtelif, Hakka giden yollarsa tekdir.
Hak yoluna girenler de eşsiz kılınmış ferdlerdir.
Halk tarafından bilinmezler ve maksatlarına da nüfuz edilmez,
Halbuki onlar, maksatlarını bilerek yavaş yavaş yürürler.
İnsanlar ise, onlar için murad edilenden gafil bir halde,
Ekseriyeti Hak yoluna karşı biganedirler.
İbni Mesud´dan (ra) şu bilgi rivayet edilmiştir: Ömer (ra) vefat ettiği zaman şöyle dedi: ´Sanıyorum onun vefatıyla ilmin onda dokuzu gitmiş oldu. Çevresindekiler şaşkınlıkla şöyle dediler: ALLAH Resulü´nün (sav) ashabı (ra) hemen tamamıyla mevcut iken nasıl böyle dersin? Dedi ki: Benim kasdettiğim, sizin ardına düştüğünüz ilim değil İlmullah´tır.
İbni Mesud (ra) şöyle derdi: Müttakiler, ardarda gelirler1 Yine o, şöyle demekteydi: Müttakiler efendiler, alimler ise komutanlardır. Onların meclislerine iştirak etmek de kişi için ziyadesiyle sevaptır. Bu sözüyle müttakilerin halkın efendileri ve öncüleri olduklarını kasdetmekteydi.
ALLAH Teala da müttakilerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "ALLAH katında en değerliniz, en takvalımzdır". (Hucurat/13) Alimler ise müttakilerin komutanları, yani onların imamları mesabesindedir. Onlar da alimlerin eserlerinin ardına düşerler. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Bizleri müttakilere imam kıl". (Furkan/74)
Görüldüğü üzere ALLAH Teala alimleri, müttakilerden üstün tutmuştur. ALLAH Teala alimleri, müttakilerin imamları kılmış, müttakiler de onların arkadaşları olmuştur. Onların meclislerine iştirk edenler için vaadedilen üstünlük, müttakilerin meclislerine göre sahip oldukları üstünlükten kaynaklanmaktadır. Çünkü her alim muttaki iken, her muttaki alim değildir. Nitekim bu manada şöyle bir haber nakledilmiştir: ´Alimler çok, fakat hikmet ehli alimler azdır. Salihler çok, fakat sıdk sahibi salihler azdır5.
Abdullah b. Mübarek´e (ra) ´İnsanlar kimlerdir?´ diye sorulduğunda ´Alimlerdir cevabım vermiştir. ´Krallar kimlerdir?´ diye sorulduğunda ise ´Zahidlerdir1 demiştir. Teki sefiller kimlerdir?´ diye sorulduğunda, ´İnsanlar arasında dinini geçim vasıtası yapanlardır cevabını vermiştir. Başka bir rivayette ise şöyle dediği bildirilmiştir: ´Her türlü günahı işleyen, dünyayı talep eden ve şahitliklere müdahil olanlardır.
Ferkad es-Senci (ra) bir şey sorup da cevabını aldığı Hasan el-Basri´ye (ra) şöyle demişti: ´Ey Eba Said, fakihler sana karşı çıkıyorlar, buna ne dersin? Hasan şunu söyledi: Anası ölesice Furey-kad! Sen şu gözlerinle fakih gördün mü? Fakih ancak o kimsedir ki; dünyada zühd gösterir, ahireti arzular, dininde basiret sahibi olur, Rabbinin ibadetinde müdavimdir, vera´ sahibi ve müslümanlarm ırzlarını koruyucudur, onların mallarına karşı dürüst ve cemaatlarına karşı nasihat edicidir..´ Burada, sözkonusu ifadenin üç farklı rivayeti birleştirilmiştir.
İşte ALLAH Teala´yı bilen hakiki alimin sıfatları bunlardır. Onlar ariflerdir. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel şunu nakletmişti: Babama dedim ki: Duyduğuma göre, Maruf-u Kerhi´ye gidermişsin. Onda hadis ilmi var mıydı? Bana şöyle dedi: Ey oğul, onda işin başı yani ALLAH korkusu (=mehâfetullah) vardı´. Ahmed b. Hanbel´e (ra) ´İlk imamlar neyle zikredilip tavsif edilirlerdi?´ diye sorulduğunda, ´Sadece sıdk ile´ dedi. ´Sıdk nedir?´ diye sordular. ´İhlastır´ dedi. ´Peki ihlas nedir?´ diye sordular. ´Zühddür´ cevabını verdi. Ta zühd nedir?1 diye sordular. O zaman bir an düşündü ve şöyle dedi: Bunu za-hidlere sorun. Bişr b. el-Hars´e sorun.
Bişr´den Mansur b. Ammar hakkında (ra) hoş hikayeler nakledilmiştir:
Mansur b. Ammar, zikir ehli vaizlerdendi. Ama o vaktin uleması, Bişr, Ahmed ve Ebu Sevr gibi değillerdi. Bu yüzden de İbni Aramar´ı alim saymamışlardı. Onlara göre o da bir kassasdı. Avam ise onu ulemadan sayardı. Nasr b. Ali el-Cuhdumi anlatır ki: Bir gün mizah yapmış ve biraz aşırıya kaçarak mizahın dozunu kaçırmıştı. Kendisine şöyle denildi: Ulemadan biri olarak böyle fena bir sözü nasıl söylersin? O da şu cevabı verdi: Ulemadan hiç kimse görmedim ki mizah yapmamış olsun. Kendisine ´Bişr b. el-Hars´ı gördün, onun böyle bir mizah yaptığına şahit oldun mu?´ denildi. Bunun üzerine şöyle dedi: Elbette. Bh´gün kapı önünde onunla beraber oturuyorduk. Mansur b. Ammar koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey Ebu Nasr, Emir bütün alimlerin ve salih zatların toplanmasını emretti. Ne dersin gizleneyim mi? Bişr onu itti ve şöyle dedi: Bizden uzak dur. Yoksa silah yüklü birileri uğrayıp seni yanımızda bulur da yanarız´.
işte Selef-i Salih devrinde kıssacıların ulema nezdindeki yeri buydu.
Nihayetinde bu ilmin erbabı irtihal etti ve zikir meclisleri, öncekilerin usul ve yollarını bilen zatlar dışında yakin ve muamele ilimlerini bilmez hale geldi. Selef, zikir meclisleri ile kıssacıların halkalarını birbirinden tefrik edip ulema ile sadece konuşanları birbirlerinden ayrıştırırlardı. Onlar dildeki ilim ile kalbin fıkhını, yakin ilmi ile akıl ilmini birbirlerinden ayırırlardı. Çünkü alim ile kassas arasında açık bir fark vardı. Alim, kendisine sual sorulun-caya kadar sükut eder, sual sorulduğunda ise ALLAH Teala´nm lüt-fuyla bildiği kadarını cevaplandırıp ortaya koyar ve ALLAH Teala´nm kendisine çizdiği istikamette ve bildiği kadar konuşurdu. Eğer sükut etmesi daha hayırlı ise, daha hayırlı olacağını bildiği için sükutu tercih ederdi. Eğer karşısında konuşmaya ehil birini göremezse bekler ve ilmi ehline bidirirdi. İlmin ehli de onu bilip takdir ederdi. Böyle bir alimin vecd ve müşahededen de nasibi olurdu.
ALLAH Teala buyurdu ki: "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun". (Nahl/43) Bu ayetten iki mana çıkarılabilir: ´Eğer bilmiyorsanız´ buyruğundan hareketle burada zikredilen ´Zikir ehli´ALLAH Teala´yı bilen alimler olmaktadır. Çünkü ALLAH Teala´nm ´Bilmeyenlere sorun´ buyurmasını düşünmek bile caiz değildir. Bilmeyenler, cahiller olduğu için soru sahibinin cehaletini arttırmaktan başka bir işe yaramayacaklardır. İkinci mana da şudur: Alimler, kendilerine soru-luncaya kadar sükut ederler. Kendilerine sual sorulduğunda ise, ALLAH Teala´nm bilmeyenlere verdiği ´Sorun´ emri gereği cevap vermeleri farz olur.
Yukarıda izahına çalıştığımız ayet-i kerimeden çıkardığımız neticeler de, zikir meclislerinin; faziletlerine dair hadis ve sözlerin va-rid olduğu ilim meclisleri olduklarına delalet etmektedir. Bunu düşündüğümüz zaman, mesul tutulan zikir ehlinin, ´Umulur ki zikrederler1 buyruğunun ulaştığı kimseler olduğunu görürüz. Bilmeyenlere açıklama ulaştığı zaman, hemen ALLAH Teala´nm vaadettiğini hatırlayacaklardır. Hatırladıkları zaman da, ilim sahibi olacaklardır. İşte bu yüzden ALLAH Teala onlara, bilmedikleri hususları sormalarını emretmiştir.