- İlim bahsi

Adsense kodları


İlim bahsi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
sumeyye
Mon 27 June 2011, 01:31 pm GMT +0200
İLİM BAHSİ


Birinci Fasıl
 

198- (I) Abdullah bin Amr R.A.) den mervidir, dedi;

Rasûlüllah (SA.V) buyurdu:

«Bir âyette olsa, benden tebliğ ediniz. Beni isrâü-den de nakledib söyleyiniz ve fakat (yalan ve uydurma gibi şeylerle) güçlük ve günah hal olmayanı naklediniz.

— Bir kimse, bilerek btnkn üzerime yalan söyler (uydurma ha­disle iftira eder) se, İşte o kimsenin varacağı yer, Cehennemdir.»

(Hadîsi, Buhârî rivayet etmiştir.)

(Hadisi, aynca Müslim, Nesâî, Tirmizî, îbnimâce, Ebû Dâvud, Hâ­kim Tabarânî, Dâre Kudnî, İbni Adî ve başkaları pek çok sahabe­den rivayet etmişlerdir.)[1]


İzahat

 

«İiim bahsi» başlığının ihtiva etiği hükmü kısa yoldan açıkladıkdan sonra bu tahsin birinci hadîsini izah etmeye devam edelim.

İlim kelimesi-nin çok çeşit tarif ve îzahlan edilmiştir. Aslında her ilim dalının ihtiva ettiği hükümlere göre, tarifi yapılmıştır. Din ilmi ile dünya ve maddi ilimlerin târifleride yine keyfiyet farkları ile açık­lanmıştır.

Biz burada sâde ve sâde din ilminin tarif ve çeşidlerinden bâzı­larım açıklamaya çalışacağız. Bilhassa bilinmesi farz olanlarım zikret­mekle iktifa edeceğiz.

ÎLÎM : Bir sıfattirki; O ilmin sahibine dil veya kalb ile zikri ve mev-cüd olan veya lafızlarla söylenebilen şeyleri açıklayan veya o ilimle açıklanabilen bir varîıkdir. Bu tarif Ebû Mansûru Mâturîdinindir. veya ilim : Vakıa mutabık olan cezmi sebatla inanmaktır.[2]

Veya ilim : Öyle bir sıfattırki : Bozmak ve ihlâl etmek ihtimali ol­mayan bir şekilde eşyaların temyiz edilib ayırt edilmesini neticeleyen bir varlıkdır. [3]

Yani, insan oğlunun akıl ve idrâki ile anlayabileceği ve hissiyyatı beşeriyyeye Şâmil olabilecek her şeye vakıf olabileceği ve onlar hak­kında kesin bir kanaat hasıl olacaktırki, bu mesele bundan ibarettir. Veya bu eşyanın aslı esası şundandır gibi.. Kesin ve kat'î neticeleri verdiren en güzel ve en yakîni bir seâdet ve hidâyet sebebidir.

Evet ilim, her hangi bir şeyin adını, esasını mâhiyet ve şeklini en iyi şekilde anlaşılmasını ve kesin bir neticeye bağlanmasını sağlayan sıfattır. Fakat aşağıda beyan edeceğimiz ilmin sebeblerinin salim bir şekilde var olması ve o sebeblere dayanan sahih ve sağlam bir esas­lara bağlanan ilim, iyi ve kesin netice hasıl eder.

îlmin sahih sebeblerine dayanmayan veya-ilmin sebeblerinde fa-sidlik olanların bilgi ve ifadeleri ve hatta anlayışları, ilmin tarifine gir­mez. Belki zan, vehm, şek ve ilmin zıddı olan cehil hükümlerine girer. Böyle oluncada her hanki bir şey hakkında Kat'î ve isabetli bir bilgi hasıl.olmaz.

Meselâ : Bizzat kendisi görüp işitmeyen, dokunmayan ve tadına bakıp şâhld ve hâzır olmayan ve aynı zamanda şer'i bir delilede dayan­mayan bir şeyi başkasından duyan bir kişinin bilgisi, kesinlik ifâde et­mez. Zira her hangi bir haber, doğru ve yalana ihtimali vardır. Zanm gâlib veya haber verenin sadâkati tercihe ve hüsnü zanna mukann ise, hüsnü zan olur. Kesin bir bilgi ifâde etmez. Öyle oluncada zanla ve hatta belkide şekle yakîn ve .kat'î hüküm verilemez.

Neîekim mecellenin dördüncü (4.) maddesinde şöyle denilmiştir :

«Şek ile yakîn zail olmaz.»

Hakikat böyle iken, bir takım cahiller; Bizzat görmediği, işitmedi­ği ve hazır olup şâhid olmadığı bâzı şeylere «falan söylemiş, falan gör­müş, falan duymuş gibi...» ifadelerle bir takım hüküm vermeye veya bâzı şeylere tâbi olmaya kalkışıyorlar. Bu şekildeki hareketler, cehlin ve cahilliğin verdiği noksan ve hatalardır.

Burada bir husûsu-da kısa yoldan açıklamak isteriz. İlim, îmandan sayılmaz. Bilgi îmandan sayılmış olsaydı. Bu gün bir çok Papaz ve Rahipler, Kur'anı ve hükümlerini bilmektedirler. Eğer bilgi îmandan olmuş olsaydı, o H^stıyaıüarm ve daha başka bilen kâfirlerin mü­min ve müslüman olmaları gerekirdi. Binaenaleyh hakikati bilmekle beraber o hakikatlara dil ile ikrar ve kalb ile tasdik ederek inanmak şarttır.

Bu husus Kur'ânı kerimde şöyle beyan edilmiştir :

«Kendilerine kitap verdiklerimiz (yahûdi ve hırıstıyanlar), Peygam­beri (ve getirdiği hükümleri), öz oğullanın tanıyıp bildikleri gibi bilir­ler. O halde içlerinden bir topluluk hak ve hakikati bile bile gizlerler.»(Bakara Süresi, 146}

Bu âyeti kerime ve Bakara sûresinin 30-31. âyeti kerimelerinin hü­kümleri gibi, pek çok âyeti kerimelerde beyan edildiği üzere; her ilim sahibi, îrnanlı olmaya bilir. Fakat her îmanîı kimse, mutlaka ilim sahi­bidir.

Bütün beşerin atası Âdem aleyhisselâm, bir Peygambar ve hak teb-liğcisi olarak yaratılıp yer yüzüne halife tayin ediliyor. Hz. Âdem Pey-gamter olmakla hakka inanan bir kişi olduğu gibi, bütün varlıklara, yâni meleklere ve iblise üstünlüğü ilmi ile olduğu yukarda numarasını belirttiğimiz âyetlerde beyan edilmiştir.

Şu halde îman, ilimsiz tasavvur olunamaz. Bir kimse müminmidir? O kimse hayr ile şerri ve hak ile batılı tefrik edecek kadar bir bilgiye sahip olmasını gerektirir. Bütün Peygamberler ve dört halife ile diğer sahabe ve müminlerin halleri bu kabildendir. Yanî îmaniı olan her mümin, mutlaka zarûratı diniyyesini bilen bir kimsedir.

Fakat ilim, îmandan sayılmaz ve ilim sahibine, inanmadıkça «Muinin» denemez. İlim sahibi olupda inanmayanların başında kör iblis ve onun zürriyeti bütün şeytanlar, yâni cinnilerden ve insanlardan olan ilim sahibi olupda inanmayan şeytanlar, bu kabil kâfirlerdendir. Bakınız, Araf sûresi, ayet Il-in devamı.

Mükemmel îman, ancak son Peygamber Muhammed aleyhisselâ-mın, Allah tarafından tebliğ etmiş olduğu hükümleri kesin delile dayalı olarak billb kabul etmek ve insanın ruhunum, buna dâir anlayış ve te­vazu kazanmasından ibarettir.

Hadis ilmindede; ilmin tarifi biraz değişik olarak beyan edilmiştir. İlmi hadis hakkında birinci cildin başında uzun tarif ve izahlar yapıl­mıştır.

Şârih Aliyyulkârİ merhumda ilmin tarifini şöyle yapmıştır.

İlim: Kalbde bir nurdurki, Peygamberin Muhammedi sözlerinden, fili ahmediyyesinden ve ahvali Mahmudiyesinden parlayan çıralardan iktibas olunmuşturki, o nur ile Aîlâhü teâlaya, sıfat ve fiilleri ile ah­kamlarına doğru bir şekilde kavuşmayı sağlar.

Eğer bu ilim, beşer vasıtası ile hasıl olpırsa, işte o ilim kesbî (ka­zanç ve çalışma ile) olan ilimdir. Ve eğer beşer vasıtası ile olmazsa, bu takdirde o ilim, ilmi ledaünnî-dir. O ilmi ledünnî ise, vahy, ilham ve feraset kısımlarına ayrılmaktadır.

Vahy: Lugatda, suratla tir şeye işaret etmektir.

istilanda vahy: Peygamberin kalbine vasıl olan kelâmı ilâhidirki, sureti (lafzı) ve manasının inmesi, ancak ve ancak Cebrail vasıtası ile olursa, işte bu kelâmı ilahidir. Kur'anı kerim ve diğer ilahi kitaplar gibi.

Şayet Peygamberin kendine Meleksiz olarak kelâmın mânâsı iner ve kendi sözü ile tâbir ederse, buda hadîsi nebevidir. Bu her ikisini Kur'anı kerim şu âyetle beyan ediyor :

«O (Peygamber) hevâdan (kendi nefsinden) söylemiyor. Kur'an sade bir vahiydir. Ancak vahy olunur.»                   (Necm Sûresi, 3-4)

Vahyin hakiki söyliyeni, hak teâladır. Evvelâ Muhammed Aleyhis-selam, Cebrail vasıtası ile söylemiştir. İkinci defa onun vasıtası ile ashabı, ashabın vasıtasiyle tabiîn ve devam eden ilâhi âyetlerin hü­küm ve lafızlarını okuyup söylemek silsile ile devam etmiştir. Halâda aynı minval üzere vahy mahsulü olan ilahi kitabın tâlim ve tebliği aynı şekilde devam etmektedir. Kıyâmnte kadar aynı şekil devam ede-cektirde. Çünkü din kıyamete kadar baki ve daimdir.

Bu son cümlenin daha geniş îzahı birinci ciltde ve «İslama Sokulan Bid'at ve hurafeler» adlı eserimizin bir ve ikinci cildinde açıklamalı olarak zikredilmiştir.

İlham: Luğadda, iblağ, ilkâ, doğuş, ve kalbe doğan manalarına ge­lir

Istılahda İlham : Feyiz yoluyla kalbe ilka olunan mâna ile tefsir olunmuştur.

Akâid-i Nesefide, ilhamın hükmü şöyle beyan edilmiştir :

«Ehli hak indinde İlham : Bir şeyin sahih ve doğru olduğunu hil-me sebehlerinden değildir.» [4]                                         

Hüccetül islam İmamı gazali Rahimchüllahda demiştir :

«İlham; Delilsiz hasıl olan bir ilimdir.

—  Eğer bir melek'in ilkâsmı müşahede ederek ilim hasıl olursa, ona «vahy» denir. Buda Feyğamberâm izâme mahsusdur.

—  Melek müşahede olunmadan olanada, «ilham» denilir. Buda Evliyâ-i kirâme mahsusdur.

—  Evliyaya mahsus olan ilham ; Cumhura (kelâm, fıkıh, tefsir ve hadis âlimlerine) göre, hüccet (delil) değilsede, mutasavvıflara göre, hüccet (delil) dir. Lâkin Hz. Rasûlü ekrem efendimizden sadır olan il­ham, bütün cumhur ve ehli tasavvufa göre, hüccet (delil) dir.

—  İlham: Dînî hükümlerin ve mezheplerin sahihliği   hakkında bilgiye delil olamaz. Çünkü herkes kendi ilhamına «sahih», hasmının sözü-nüde «fâsid» iddia edebilir. Bu İse, bir ilhamına   istinaden kendi sözünün

hükümlerin dinde   yeri varmışcasına zıd olanların şahinliğine hüküm ver­mek gibi bir karışıklığa gidilmiş olur.»[5]

AHyyülkâri Merhumda Mirkad isimli şerhinde ilhamı şöyle tarif etmiştir :

İlham : Hak teâlâmn kullarının kalblerinde kayıpdan olan bir şeyi ilkâ edip tecelli ettirdiği hak olan bir ilimdir.

Yukardan beri buraya kadar tarif ve açıklamasını yaptığımız il­ham, kesin bir ilim ifâde etmemekle beraber, kendilerinde tecelli eden mümini muhlisler için ilim olabilir. Yani ilham yoluyla, şahsın kendi­ne mahsus bâzı şeylerin ilmi hâsıl olabilir.

Başkaları için kesin ve sahih bîr ilim olamaz. Zira ilim ifâde etmiş olsa, şeytanın ve nefsin vehimlerinden hasıl olan pek çok şeylerin if-sâd edici telkin ve iddiaları ortayı fesada uğratır. Öyle oluncada, her ferd kendi görüş ve düşüncelerini' hakmış gibi savunur ve hak kendi görüşü doğrultusunda olmasına çalışır.

Bu takdirde edille-i Şer'iyye olan kitap, sünnet, icmâ'ı ümmet ve kıyâsı fukâha bir kenara atılıb fertlerin şahsî görüşleri itibar görüp ilahi kanun yerine beşeri kanunları hakim kılma iddiaları yer alır. O zamanda cemiyet ve cemaat fesada uğrayıp hayat, tezâdlarla hercü-merç olur.

Nitekim bir âyeti kerimede meâlen şöyle duyurulmuştur.

«(Ey müminler!) Bilinizkİ, içinizde Allâhın Peygamberi vat. Eğer o-(Peygamber), bir çok işlerde size (sizin görüş ve düşüncelerinize) uy­saydı, muhakkak darlığa (sıkıntı ve çatışmaya) düşerdiniz...,»(Hucurat Sûresi, 7)

Ayeti kerimede belirtildiği üzere, Peygamber; ilâhi vahyi bırakıp insanların görüş, düşünce ve yaşayışlarına tâbi olmuş olsaydı, cemi­yet ve cemâat tezadlara maruz kalıb çatışma ve fitnelerin içinde peri­şan olup helak olurlardı. Zira dine bağlı olup namaz kılan, oruç tu­tan, zekât veren ve haramlardan kaçınanlarla, namaza, niyaza, helal ve harama riâyet etmeyip bütün harm ve kötülükler içinde yüzüp kendi görüş, düşünce ve yaşantılarını savunarak onların görüş ve ya-şantılanda sanki doğcu ve hak gibi kabul edilmesi gerekir. Böyle olun-cada zıd olanların bir araya cem edilmesi gibi mümkün olmayan bâtıl iddia ve yaşantılar ortaya çıkar. Hürriyet savunucularında görüldü-, ğü gibi, hayat felç olur.

İslâmın esâsını teşkil eden kitap ve sünneti bırakıp, kendi görüş ve düşüncelerini hak gibi gören pek çok müfsidler, görüldüğü üzere ce­miyet ye cemaatı fitne ve fesatlıkların içinde perişan etmişlerdir. Aynı hâl gayet açık bir şekilde hâlâda görülmektedir.

Binaenaleyh en doğru ve en isabetli olan, her müslüman kişinin kendini dine uydurması lazımdır. Dîni kendine uydurmaya çalışanlar., dâima millet ve memleketleri fitne ve fesadın içine düşürmüşlerdir. Öyleleri görülmüşrürki, Kur'anı kerimin apaçık hükümlerine aykırı görüş ve düşünceler ortaya atmışlardır veya islâmın hükümlerini ya­şayanlar, ayıplanmalardır. Bir tarafdanda kendilerinin fikir ve düşün­celerini savunarak mücâhid süsü ile hainliklerini -kapatmaya çalışmış­lar ve hâlâda aynı hal üzere olanlar görülmektedir.

«Bana ilham olundu, bana gösterildi, bende şu fikir hâsıl oldu, benim görüşüme göre, bence., gitti.,» cümlelerle iddialarda bulumıb [kitap ve sünnetten hiç bahsetmeyen veya kitap ve sünnetten anlama­yan ve belkide kitap ve sünnetin dilini bilmeyen nice câhiller evliya kı­lığına bürünüb müslümanları şaşırtıp sapılmışlardır.

Bu düşünce ve davranış içinde olanların kötülükleri hakkında bir nebze izahat «İslama Sokulan Bid'at ve Hurafeler» le «İslamda Evliya Meselesi ve Hârikalar» adlı eserlerimizde beyan edilmiştir. ; Firâset: Bir çok şeyin kılık, kıyafet ve suretlerinin eserlerine vâkıf, olma firâseti sebebi ile gayıpdan olan şeye bilginin hâsıl olup aydın-lanmasıdır.[6]

Şeydi Şerif cürcâni (R.A) de şöyle tarif etmiştir -.

Firâset : Lugatda, tesbit ve nazar etmektir. Yani, anlamak ve bil­mektir.

istilanda Firâset : Yakînî olanın açıklanması ve gayıb olanın ay­dınlanma sidir.   [7]                                                     

Firâset hakkında Resulü Ekre mSallallâhü Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur :

«Müminin, firâsetinden Allâha sığınınız.» (Buharı, Tirmizî, Feyzül-kadir,C.1,142)

Firâset, müminin bir iç güdüsü ve kalbi ile anladığı hissî bir ilim­dir. Pek kesinlik ifâde etmez. Fakat kendine bir çok şeylerin gelmesi ile kendinde bir bilgi hasıl olabilir.

Bilhassa daha evvel bildiği şeyler, hallerine sıfat ve huylarına vakıf oldukları hakkında aklın ve zekânın verdiği kuvvetle bazı şeylere mut-talî olur. Bu ıttıla ilede olması mukadder olan bâzıları hakkında isabet­li fikir, düşünce ve beyanda bulunabilir.

Şöyle bir soru sorularak cevablandırırsak daha iyi açıklanmış olur :

Sual; Müminin firâsetinden kaçının, demenin manası nedir?

Cevap ; Bundan murad, mâsiyet ve günahları işlemekden kaçını­nız. Zira firâsetli mümin, sizin işlediğiniz günahlara vakıf olur. Bu takdirde olduğu gitti önünüze kor, kötülükleriniz açıklanmış olur.

Evet kâmil îmâna sâhib olan müminlere, firâset yoluyla bazı şey­lerin zahir olacağı muhakkakdır. Fakat o firâset sahibi, mutlaka aklı selim, beş duyusunun salim bir şekilde mevcut olması aynı zamanda mütefekkir bir kişi olmakla beraber, gözlerini harama bakmakdan sakınması, nefsini Şehevâni olan fenalıklardan men etmesi, iç âlemini murakabe edib düşünceye mâlik olması ve helâl lokmayı yemesi şart-dır. Yukardaki hadisi şerifi şerh edip açıklayan âlimler bu şekilde izah etmişlerdir.

Meselâ : ehli irfan sahibi imamı Rağib Şöyle demiştir :

«Firâset, İnsanın; heyeti umûmiyyesi, şekilleri, renkleri ve sözleri ile ahlakına, faziletlerine ve rezilliklerine delâlet hallerini isbat edib bilmektir.»[8]                                                       

Müminin veya başka kişilerin, Allâhın nuru ile bakabileceğini, şa­yet cenâbu hak nuru tecelli ettirmezse, bakamıyacağmı ilâhi âyetde şöyle duyurulmuştur:

«Allah (c.c.),kimenuru yaratmazsa, artık onun için hiç bir nur yoktur.» (Nur Sûresi, 40)                                                                       

Nuru ilâhi tecellisi olan her akıllı kişi, bir-çok hakikat ve gerçeklere muttali olub ibret alır ve bâzı ahlak, ahval ve rezaletleri bilebilir.

Nitekim bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur :

«Elbette bundan Keskin anlayışlar (firâset sahibleri) için ibret alâ­metleri vardır.» (Hicir Sûresi, 75)                                                         

Firâset sahibi, kişilerin kılık, kıyafet, söz ve ahvallerden insan­ların iç yaşantı ve ahlakına vakıf olabileceğine delâlet eden âyetde şöyle zikredilmiştir.

«(Ey habîbim!) Sen onlan simalarından tanırsın.»(Bakara Sûresi, 273)

Diğer bir âyeti kerimenin delâleti:

«Mücrimler (Müşrikler, azgınlar), simalarından tanınır.»(Rahman Sûresi, 41)

Mümini muhlisde jlâhi nur tecellisi ile firâset ve zekânın yüksek­liği neticesi, bâzı şeylere vukûfiyyet olabileceğini beyan ettiğimiz de­lillerden anlaşılmıştır. Bu hal müminde olunca, ona kerâmetde denile­bilir.

Fakat riyazad yapan fâsık ve fâcirlerdede, riyâzat yapdıkları (çok yemek ve içmekten kaçındıkları) nisbetde kendilerine bir firâset an­layışı olur.' Bu halin şer'i yönde bir değeri yoktur. Ancak esbabına sarıldığı nisbetde kendisine bâzı şeylerin anlaşılma keşfi görülebilir. Bu hal ise, hem müminde ve hem kâfirde görülebilir.

Netekim «İshakı Zencânî» denilen akâid manzumesinde şöyle be­yan edilmiştir .-

Firâset Akılın sermayesidir, kerâmetdende intâniyyesidir.

Riyâziyye olan nev'i firâset, kerek eshâteına hıfzu Hırâset (riâyet)

Kim etse ekli şürfeünde (yeme ve içmesinde) tecerrüd,

Bedenden mümkin oldukça teferrüd (ferdî, inzivan yaşamak).

Bulur olmazsada Serice nef-i (Şer'i menfaati olmasada),

Tecerrüd ettiği mikdar keşfi {bulur demektir).

Olur müminde kâfirde bu halet,

Velî olmasına etmez delâlet.

Şimdi burada izahını yaptığımız ilham ile firâsetin arasındaki farkı açıklayalım;

Firâset : Kılık, kıyafet, ahval ve akvallaniu iyi bilme vasıtası ile gayıbdan olan bâzı işleri keşfetmektir.

ilhanı: Gayıb olan îşlere vasıtasız vâkıf olub o işlerin malum ol­masıdır.

Vahy ile ilhamın arasındaki fark ise, aciledir.

Vahy : Melek vasıtası ile olan ve vahyi ilâhî hükme bağlanan, aynı zamanda kesin bilgi ve hüküm îcab ettiren bir esasa dayanır.

İlham ise, bunun zıddına bâzı zuhurattan ibarettir. Vahye tâbi de­ğildir. Bir şey hakkında kesin ve sıhhatli bilgiyide gerektirmez.

Yukardan buraya kadar yapmış olduğumuz açıklamalı tariflerde, bir düşünce hasıl olabilir. «Gaybı Allahdan başka kimse bilemez.» ha­kikat böyle iken ilham, firâset ve ilmi ledünnî yoluyla gaybm biline­ceği anlaşılmıştır.

Evet yine gaybı Allahdan başka Kimse bilemez. Fakat bâzı kişi­lerin bâzı gaybları şahsî ilim kemâli ile bildiklerini câhiller bilemez. Câhillerin ve insanların bilemedikleri şeyleri başkalarının bilmesi olur­sa, bu gaibden sayılmaz. Bilgisizlikdendir. Her ne kadar bâzılarının haberi yoksada, bilenler vardır.

Birde gayb olan şeylerden bazılarına cenâbu hak dilerse, bazı kullarını lutfu keremi ile vakıf ve âlim kılar. Peygamberlerde ve ona tabî olan ilmi ile âmil olan evliya kullarında olduğu gibi.

Bu husus Kur'anı kerimin şu mealdeki âyeti kerimesinde beyan edilmiştir :

«O (Allah c.c.), bütün gaycı bilendir; Gaybe dair ilmini ise, hiç kim­seye açmaz. Ancak bir Peygamber olarak seçtiği müstesnadır.  (Ona bâzı gayb olan bilgileri açıklar-ve bunlar mucize olur.)»(Cin Sûresi, 26-27)

Şu halde mucize olarak Peygamberde görülen bâzı gaybe dâir bil­giler^ velî kullarda da keramet olarak zuhur edebilir. Fakat bu hal nâdiratdandır. Nâdir olanlar ise, yok hükmündedir.

Gaybe dair daha geniş malumat, «İslama sokulan Bİd'at ve Hura­feler» le «İslamda Evliya meselesi ve Harikalar» adlı eserlerimizde mezkûrdur.

İlmin tesbit ve tahakkuk dereceleri:

Şimdi burada birde ilmin tahakkuk yönleri olan ilmel yakın, aynel yakîn ve Hakkalyakîn-in tarif ve hükümlerini îzah edelim. Bu üç hük­mün ihtivasını ayrı ayrı beyan etmeden önce YAKÎN kelimesinin ma­nasım açıklayalım.

YAKÎN : Luğatda, bir nesnenin hakîkatma ermek suretiyle şek ve şüphe olmayan bir bilgidir.

istilanda yakîn : Bir şeyin hakikatma itikat ve inanç ile, o şeyin hakkında kesin ve kat'î bir kanaatla vakıa mutabık ve o şeyden başka şekil mümkün olmayacağına inanmaktır. [9]     

Diğer bir tarif ile yakîn ; Vâkı'a mutabık ve her hanki bir şüphe vericinin şüphesi ile zail olmayacak surette şek ve şüpheden ârî olan sabit ve câzim bir itikad, demektir.

Diğer bir tâbirde yakîn; Şek ve şüphe bulunmayan kesin kanaat hasıl olan ve şüphe karışmayan ve nakza (bozulub çürütmeye) ihtima­li bulunmayan ilimdir.

«Şu anda şüphem yokki, bu böyledir. Şimdi ve ileride şüphe edil­mez, bu böyledir. Başka türlü olmak imkansızdır, bu böyledir.» Bu hükmün üçüde yakîn ifâde eder. Fakat asıl yakîn ikinci ile üçüncüdür. Birinci târiîdir.  [10]   

Yakînde matlub olan vakıa mutabakat ve şüphenin olmamasıdır. Fakat bu vakıanın zarurî olması değil ancak vâkî olması şarttır.

Binâenaleyh müşâhedât, mücerrebât, mütevâtirât ve istidlâlâtı sa-hîha dahî yakîn ifâde ederlsr.

Yakînin mertebeleri vardır. Meselâ : Riyaziyat ,mantıkî kıyasın neticeleri yakînî ve zarurî olduğu gibi ulûmu âdiye ve mücerrebe, ulûmi tabîiyye meyânmda kimya ve fizik ilimleri zarurî olmayarak yakînîdirler. Ancak bunların mücerreb olan vakıalarında îâsid istidlal-lar ile netice elde edilen nazariyeler ve faraziyelerin hapsi yakmi de­ğildir.

Bu sebeblere. binâen tayyareleri yaparız, fakat bir çimeni, bir bö­ceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba mümkin değirmi idi? Müm­kün Olmasaydı-var olmazdı.

Öyle ise, fenleri kendi hudutları dahilinde tâkib ve terakki ettirme­liyiz. Fakat onlara inanırken hiç bir zaman Allâhm kudretini tükettik _ (ihtiyacımız kalmadı),  dünya ve âhireti   bitirdik zannetmemeliyiz. Âdetten ve âdiyetten olan yakîniye, zarurî olan yakîniyyatı feda etme­meliyiz.

Biz var isek, bizim ilmimiz .var ise, Allâhü teâla ve onun ilmi, kud­reti daha evvel var. Şâhid olduğumuz bugünkü âlem vâr ise, yarınki gâib âlemi (âhiret âlemi) de bittabi var. Bugün olmayanlar, yarın olur. Bugün maiunadıklarımıza yarın inanmak meobûriyetinde kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, tamamen ye'se (umutsuzluğa) düşmemek istiyorsak, hiç bir hâdisenin yıkamıyacağı hiç bir şüphe vericinin izâle edemiyeceği en hak ve en küllî esaslara îmân etmeliyizki, yakînî dâire­miz daralmasın. İlmi fenni boğmayalım. İmkan sahasını (daraltıp) kı-saltmıyalım. Muhal zannetiklerimizin mümkinliğini, hatta vukuunu gördüğümüz zaman, perişan oluruz.

Sudan ateş, ölüden diri çıkar mı? Büznillah çıkar. Hayat yapılırını? Biiznillah yapılır. Göklere çıkılırım? Büznillah çıkılır. Kabirde sual so-rulurmu? Biiznillah sorulur. Ölen dirilirmi? Biizniîlah dirilir. Lâkin iki kere iki tek olurmu? Olmaz. Cüz küllünden büyük olur mu? Olmaz. Mâlül illetim geçermi? Geçmez. İnsan bizzat halik ve mabud olabilirini? Olamaz. O (insan) r Allahin izniyle kuşda yapsa, ölüleride dirilişe, yuVe Kuldur. Bütün imkanlar Allâhm kudretindedir.

Bu temsilli ve tebyinli açıklamanın uzun îzahı, Hamdi Ynzır Mer­hum üstadımızın «Kur'an Dili» adlı eserinin birinci cildinin 201-203. Sahifelerinde mezkûrdur.

İLMEL YAKÎN : Yakîni ilim, vakıa mutabık inkârı kabil olmayan bir ilimdir veya işlerin tasavvur olunduğu üzere kat-îlik veren ilimdir.

Bu ilme erişenler, delilleri inkar edenlerle veya bilginin zıddmı sa­vunanlarla karşılaşsalar, o münkirlerin ve şüphe vermeye çalışanla­rın söz ve iddialarına asla iltifat etmezler. Bilib inandıklarında sebat ederler. Ölüme, ölümden sonraki âhiret âlemine bilgi ve inançlarında sebat edenler, bu Kabil bilgin müminlerdir. Kendilerindeki bilgi ile yakî-niyyet hâsıl olan bir bilgi derecesidir.

Bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur :

«Ve âhirete ise, Şüphesiz yâkînen inanırlar.» (Bakara Sûresi, 4)

Diğer âyeti kerime meâlide şöyledir :

«Sakının; eğer ilmel yakın : {kesin ve kat'î) Mr bilgi île bilseydiniz (böyle çoklukla böbürlenme yapamazdınız).»          (Tekâsür Sûresi, 5)

Yukarda geçtiği üzere yakîn, aslında seksiz ve tereddütsüz ilim mâ-nasmdadır. Binâenaleyh bir kimsede yıkılmaz ve yok edilemez bir halde ilim hasıl olursa, o kimseyi hiç bir şey aldatamaz ve her hanki bir iğfal-cıya kapılmaz.

Hemen üstde tekâsür süresindeki âyeti kerimede de belirtildiği üzere, yâkînı bilgiye sahip olanlar, sülâle ve soylarının çokluğuna, mal ve mülke, makam ve mansıba bağlanıb onlarla büyüklenib gururlan­mazlar. Fakat bümiyenler, ölüm ve ötesine ilmel yâkin ile bilib inan­mayanlar, cehlin verdiği gurur ile yanlış giderler. Soy sop çokluğu ve mal mülk iftiharı ve hatta şan şöhret düşkünlüğüne kapılıp vakitlerini gururlanma ile geçirirler.

Bir çok kimseler, ilim denilince ilmin lafını etmek, onunla süflî ve fânî maksadlar elde etmek zannederler. Bu takırtılarla böbürlenib öğün-mek ve etrafı erbea teinin ederek mal mülk ve ahbabı yârân edinmeyi, ilmi ve ilmin nâmını kötü maksadları için kullanmayı hüner sayar­lar.

Halbuki düşünülürse, müfessirlerin ihtar ettikleri beyanlara göre, yukardaki son âyette ulemâye (âlim ve bilginlere) çok büyük tehdit ve Jhtar vardır. Zira bu âyet delâlet ediyorki, soy sop, sülâle ve mal mülk ile böbürlenmenin âkibetindeki âfet ve felâkete yakîn hasıl   olsaydı, öyle fâni ve hasis şeylerle iftihar ve böbürlenmeden vaz geçerlerdi.

Bu ise şunu iktiza eder; demekki, soy-sopla böbürlenib, mal mülk ve makam, mansibla gururlanmayı terk etmeynlerde, yakîn hâsıl ol­maz. Onlar doğruyu görüb bilemezler.

O halde ilmin hakikatim sezmiyerek ilmi kötüye kullanan, bildik­lerine îmanı olmayan, bilgisiyle ilme yaraşır amelde bulunmayan, bu­nunla beraber "âlim nâmını taşımak isteyenlerin vay haline!...

İlmin Şiarından birisi ve hatta en birincisi ,güzel amelin en mükem­meline yönelik olmasıdır; O ilim, amel zamanında önünde bulunur­sa, rehber, teşvik edici ve vaiz olur. Amel vakti geçtikten sonra ilim ha­sıl olursa, o vakitde hasret ve nedamet olur. Zira insanın ömrü geçip sona doğru gelince bir şeyler öğrenir ve amellerin kıymetini bilirse, geçen ömür, zaman ve vakitlere nedamet eder.

îşte kıyamet günü, kıyamet ehlinin hâli bunun gibi olacaktır. Çalı­şanlar, «neden daha iyi çalışmadık» diyeckler, çalışmayanlarda «ne­den biz çalışmadık» diyerek teessür ve üzüntü beyan edeceklerdir. Onun için gençler ve zinde kimseler, hayat ve memat için karanlıkları nurlandıracak olan yakîn ilmine = ilmi yakîna çalışmalı, ilmi olan­larda güçleri yetebildiği kadar bilgilerini âhirette işlerine yarayacak ve mizanlarında ağır basacak iyi ameller yapmak için tatbik ve icraya çalışmalıdırlar. İlimden maksad dünya ve âhirette faydalanmk ve fâideli olmktır.

AYNELYAKîN : Keşif ve müşahede yoluyla hasıl olan ilimdir.

Ölüme ve ölümden ötesine veya diğer bizzarûre bilinenlerin mü­şahede hâlinde tekrar bir yâkîni bilginin oluşudurki, ölüm döşeğindeki bir kişinin gözlerine melek-in görünmesi gibi hal aynelyakin ifâde eden bir ilimdir.

Diğer bir misal ilede îzah edebiliriz; Kâbe-i muazzamamn var ve mu bârek oluşu hakkında mütevâtir bir bilgi ile ilmi yakîn vardır. Kâbe-î muazzamamn huzuruna varıb gözüyle görünce aynel yakın-müşâhede yoluyla kafi ve kesin bir bilgi daha hasıl olur. İşte bu ilme, «aynel yakîn» denir.

Aynelyakîn-i beyan eden ilâhî âyet meali söyledi. .

«Yine and olsun, onu aynı yâkîn ile mutlak göreceksiniz.»<Tekâsür,7}

HAKKALYAKÎN : Hakka erişme, hak ile beraber olma ve hak ile İena Mmadırki, Kulun; ilim ve şâhid olma veya hal yönüyle hak teâlâ-da fena (yok menzilinde) olup daima onunla meşkul olmasından iba­rettir. Sâde hak teâlayı bilmekle olmaz.

Şu halde her akıllı kimse ölümü bilir. Ölümün hak ve vâkî olduğu­nu, olacağım bilmasi, «ilmel yakîn» dir. Ölüm ânında Melekleri müşânede etmesi ise, «Aynel yakîn» dir. Ölümü tatması ise, «Hakka! yakîn» [11]                                                                 

Bu açıklamalı misâle bir diğeride şöyledir :

Kâbe-i Muazzamamn varlığı hakkında mütevâtir ilimle bilen kişi 41nıi yakın» Sahibdir. Kâbe-i muazzamamn huzuruna varıb gören kimsede «Aynı yakîn» ve Kâbe-i muazzamamn etrafında tavaf edib, el yüz sürüb ve haceri esvedi öpüp el yüz sürmesi hâlide «Hakkı yakîn» bilgi sahibidir. [12]

Hakkal yakîn-in Kur'anı kerimde delili şu mealdaki âyeti kerîme-dir:

«Süphesizki bu (hakikatler) elbette hakkı yakının (kati bilgi yere­nin) ta kendisidir.» (VâKıa 5ûresî' 951                                                   

Diğer bir âyet meali :

«Nihayet bize yakîn (ölüm) gelip çaldı.»[13]               

Diğer bir âyeti kerimede şöyle Duyurulmuştur.

«Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar, Rabbine ibâdet et.»(Hicir sûresi, 99)

Yukarda tarifini yapıp açıkladığımız üç ilim dereceleri hakkında geniş malumat, meallerini noklettiğimiz âyeti kerimelerin tefsirlerinde beyan edilmiştir. Bilhassa Âlûsî merhumun «Rûhulmeânî» si ile Hamdi Yazır merhumun «Kur'an Dili» adlı eserinde fevkal'ade îzâhat mezkûr­dur.

Tarif ve izahını yaptığımız ilim çeşidlerinin bilgisinden sonra öğre­nilmesi arz olan ilimlerin nevîlerinide hulâsa olarak nakledelim.

Fâzılı muhterem şir'atül islâm şârihi Seyyid Âli efendi Rahimenül-lah, ilmin çeşidîerini ve bilhassa öğrenilmesi farz olanlarını şöyle özet­lemiştir :

«Muhakkak surette bilmelisin ey hak yolcusu müslümani

— Ulemâ ve fııkaha dedilerki; öğrenilmesi farzı ayın olan ilim üç-dür;

Birincisi, Zâti ilahi ve sıfatı ilahiler hakkında lazım olan bilgi mik-ta-rmı ve cenabu hakkın Peygamberi (Hz. Muhammed A.S. efendimiz) in, getirdiği hükümlerin tamamını tasdik ederek bilinmesi farz olan miktarını bildiren tevhid ilmini öğrenmektir.

İkincisi, Kalp ilmidirki, bâzılarının «sır ilmi» diye vasıflandırdıkları cenâbu hakkı gerektiği şekilde tazim edebilme ve amellerin ihlas ve ıs­lâhını te'min eden ahlak ve fazilet ilmini Öğrenmektir.

"Üçüncüsü ise, Zahiren yapılması gereken hükümleri ve amelleri bildiren ilmi şerı'attırki, taharet, namaz, oruç, zekât, hac ve ilmi fıkıhda beyan edilen bablarm nevileri gibi bilinmesi ve yapılması zaruri olan meseleleri öğrenmek, farzı ayındır[14]

Farzın, tarif ve izahı ile nevileri hakkında aşağıda 218. hadîsin iza­hına müracaat gerekir.

Tabiîki bizim îzah edib açıklamaya çalıştığımız ilim, «ilmi nâfî» denilen faydalı ve hak yola götüren ilimdir.

Netekim faydalı ilim hakkında Resulü ekrem efendimiz şöyle bu­yurmuştur :

«Bir kimse, bildiği ile amel ederse, AHâhü teâla o kimseye bilmedi­ğini vâris kılar.»

îlmi nâfî denilen fâideli ilim, ilmin meşru ve mâkul olan sebeble-re ve edillei şeriyyeye dayandığı nisbettedir. İlmin sebebleri ile meşru olan delillere dayanmayan ilim, fâideli ilim olmaz, zararlı ve felâket sağlayan ilim olur.

Şimdi münâsebet gelmiş iken ilmin sebeüleri ile delillerini kısa yoldan açıklayalım.

timin sebebleri: Üçdür ve şunlardır :

a)  Havassı selime : yeni tâbir ile beş duyu olan, işitmek, görmek, koklamak, tatmak ve dokunmaktır.

b)  Haberi sadık ki: Buda dillerinde yalan tasavvur olunmayan bir cemaatın haberi ve mucize ile teyid olunan Peygamberin haberidir.

Cemâatin haberi, mütâvatîre erişmiş ilmi zaruri icâbeden şekildeki haberdir. Meselâ : geçmiş olan dört büyük Halife; Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz, Osman, Hz. Ali-nin hilâfetleri, İstanbul'un Fatihi gibi melik­lerin Padişahlık ve saltanatları geçenlerle, Mekke şehri, Medine şehri, Bağdat ve İstanbul şehirlerinin var ve mevcutlukları, birer zarurî ilim îcâb ettiren ve mütevâtir olan haberlerdendir.

Yalan üzerinde söz birliğine varmaları akılca mümkin olmayacak kadar çok sayıda kimselerin, beş duyudan biriyle duyub haber verdik­leri şey, kesin ilim teşkil ederki, buna «Tevatür» denir. Uzak memle­ketleri ve geçmiş padişahları hep bu usul ile biliriz, doğruluklarında asla şüphe etmeyiz.

Bu husus kelam ve akâid kitaplarımızda ve hadis şerhlerinde açık-landığına göre, mütevâtir haberin verdiği ilim, apaçıktır ve delil iste­mez. Bunun için tevatür, delilden anlamayan çocuklara bile kesin bilgi verir. Yukardaki verdiğimiz misallarm anlaşılmasında olduğu gibi.

Haberi Resul, ilmi istidâliyi îcab eder. Yanî haberi Resulden istid­lal yoluyla ilim hâsıl olur.

Haberi Resul ile sabit olan ilim, mahsûsat, bedihiyyat ve müteva-tirât gibi ihtimali olmayan ve sebat hasıl olan yakînî bir ilme müşabih-dir.

Haberi Resul ile hasıl olan ilim, hem câzîm ve sabit ve hem vakıa mutabık îtikad manasınadır.

Zira vakıa mutabık olmasa, ilim olmazdı, cehil olurdu. Câzim ol­masa, zan olurdu. Sabit olmasa, taklid olurdu. Böyle oluncada şüphe verenin şüphesi ile o ilmin zavâlı muhtemel bulunurdu.

Binâenaleyh sebatda, ilmi zaruriye müşabih olmazdı.

Hulasa; Haberi Resul, mucize ile teyid edildiğinden ilmi yakîn ve sebatda ilmi zaruriye müşabidir, denilmiştir.

Açıkça Mucize ile teyid edilen Resûlüllahm tebliğ ettiği ahkâmı Şer'iyyenin doğruluğunda asla şek ve şüphe yoktur. Çünkü mübelliği Sadıkdır. Yalan vârid olmamamıştır. Onun düşmanları dahi sadaka-tına şehâdet ederlerdi ve fakat inanmazlardı. Yalan söylemesi aklen dahi caiz değildir. Zira aklen yalan söylemesi caiz olsa, bu'- takdirde mucizenin delâleti bâtıl olurdu.

Şu halde haberi Resul ile tebliğ edilen işler ve hükümler, tereddüt­süz ilim olması îcab eder.

Peygamberin haberi ise, getirmiş olduğu ilâhî kitap olan kur'anı ke­rim ile mübarek söz, fiil ve takrirlerini ihtiva eden sünneti nebeviyye-dir. Bu haberi Resul, elimizde tercümelerini yaptığımız hadîsi nebevi­lerde bu hükmü camidir.

c) İlmin setlilerinden üçüncüsü akıldır.

Akıl, bütün ilimlere ve idrak edilmesi gerekenlere istidat ve ka-biliyyeti olan ve insanın nefsinde var olan bir kuvvettir.[15]

Yukardaki tarif, AHâme-i îeitâzânînin-dir. Aslında aklın mâhiyet ve yapısı hakkında ulemâ arasında ihtilaf vardır. Bir kısmı aklın ruh gibi mahiyet ve keyfiyeti bilinemez.- B.u sebsble akim asıl yapısından bahsetmeyip varlığını biîib kabul ederek akıl ile elde edilen ve edile­bilmesi mümkin olan kabiliyyet ve kuvvetinden bahsetmek uygundur, derler.

Diğer bir kısım âlimlerde, aklın asıl yapı ve keyfiyetini tarif ederek açıklamışlardır. Aklın bir cevher kabilinden olduğunu veya bir nur olub ve merkezinin kalb veya dimağ olduğunu veya araz kabilinden bir kuvvet olub nofisde varlığı ile bir çok şeyleri anlayıb bilme kâbiliy-yetine mâlik olduğunu, beyan etmişlerdir. Elbette bu izah ettiğimiz akıl, aklı tabîî-dir. Tabîî aklın neticesinden hâsıl olan mükteseb (çalışa­rak kazanılan) akıl, ilmi kelâm kitaplarında beyan edildiği üzere ilmin son derecesi, iyi bir idare ve siyaset ve doğru düşünüş ile tefsir edilir.

J-bni cemâaya göre akıl: Tabîî bir asıl varlıkttrki, âletlerin (havassı selimin) Salim olması zamanında zaruri olarak ilim ona tabî olur.

Aklın mahalil ve merkezi hakkındaki ihtilafda şöyledir :

Bir kavilde; Akim merkezi., dimağdır, nO.ru kaî.bdedir. palb olanları

Diğer tir kavilde : Axıi, ruhların hayatıdır, cesedlerin hayatının ruh olduğu gibi. Hz. Aliye Akim merkezinden soruldu, dediki:

«Aklın merkezi, kaindir ve ziyası dimağa akseder.»[16]

Bu son görüşde hukemânın görüşlerine muhâlifdir.

Aklın, varlığı ve salim olduğunda pek çok şeyleri idrâk edib anla­dığı ihtilafsız herkesçe müsellemdir. Fakat akim mahiyet ve yapısı ile merkez ve mahalli hakkında kesin bir delil vârid olmadığı için, çeşidli beyanlarda bulunanlar olmuştur.

Şu halde aklin; ruhun, hayatın, ilim ve öğrenme gibilerin mâhiyet vs maddi yapısı hakkında açıklayıcı bir delil ve; beyan vârid değildir. Asıl yapılarını cenâbu hakdan başka kimse bilemediğinden kesin bir bilgi hâsıl olmamış ancak aklın ve ruhun tezahürlerinden anlaşıldığı ka­dar bir beyanda bulunanlar görülmüştür.

Öyle ise, maddeci ve tabiatcılardan bir takım sapıklar", aslını bilib görülmeyene inanılmaz, diyerek insanın elini, ayağını, elbisesini ve ev eşyaları gibi görülen ve aslı bilinen maddeleri sayıb, «bunları   görüb biliyoruz. Onun içinde bunlara inanabiliriz gibi..» Şeytanın telkin et­tiği küfür kelimeleri ile Câhil ve küçük kimseleri şaşırtanlar olabiliyor. Kendilerini bilemiyen bu zavallılara bizde soralım : «Siz kendinizi çok akıllı ve bilgili sayıp bir şeyler söyleyorsunuz. O saydıklarınızı görüb inanır ve göremeyib bilemediğinize inanmaz-mışsınız. Haydi bakalım aklın maddi yapısını bize tarif adib ortaya koyunuz, gözümüzle görelim ve bilelim. İnsanın hafızasındaki ilmin cisim, renk ve şekil yapısını tarif edib açıklayınız ve bize gösteriniz. Bütün canlıları yaşatan ruh-u tarif ediniz ve maddî yapısı nedendir? Nasıldır? rengini, ağırlığını, nerede olduğunu ve varlıklardan çıkarken nasıl çıktığını, çeşitli şekiîlerdeki vazifelerini ortaya koyub açıklaymız-ki, gözlerimizle görüb bilelim.

Birde şu bedeninizin, başınızın, kaşınızın, göz ve sakalınızın saç adetlerini bilirmisiniz? Lütfen izah ediniz. Daha bunlara benzer pek çok şeylerin aslını görüb bilmeden inanmak zorunda kalıyorsunuz da niçin bütün varlıkları en güzel şekilde yaratıp insan oğlunun hizmet ve faidesini musahhar kılan halikı zülcelala inanmıyorsunuz?... gibi...» Sualleri sormarmz hakkımızdır.

Aslında bunlara kur'anı kerimde gayet açık bir şekilde cevablar verilmiştir.

Kur'an ve hadisden verilen cevabların bir kısmı, bu eserin «Mişkat-el mesâbih Tercümesi-nin» birinci cildinin baş taraflarında zikredilmiş­tir.

Akıl, her ne kadar ilmin sebeblerinden biri isede, ilmin kendisi ve aslı değildir. Akıl, îman ve ahlak ile terbiye edilerek geliştirilirse, Şer'î kaynakları ve delilleri doğru anlamaya ve hak olan şeylerde isabetli ve sebatlı bilgiler edinmeye sebeb olur. Böyle oluncada en doğru ve akıl­lıca işler, sözler ve inançlara sahib olunur. Mümin ve müslümanlarm akılları rju kabil akıllardandır.

Şayet akıl, islâm ve îman esaslarıyla terbiye edilib geliştirilmez, gayri islâmî ve küfür düşüncelerle eğitilirse, bu takdirde bu akıl, küfür kazancı ile kâfirliği ve bir takım haksızlığı anlayıb o işlerin yollarıyla meşkul olur. Kâfir ve zalimlerin akıllarıda, bu akıl sahihlerinin akılla-rındandır.

Hayatta görülmüştür ve hâlada görülmektedirki, kitap ve sünnete inanmış kişilerin akıl ve idrakları ile inkâr edenlerin akıl ve, idrakları çok değişik ve zıd şekildedir.

Diğer biriside, bir az düşünce ile daha anlaşılabilecek çok kötü, küfür, putperestlik, ateş perestlik ve çeşitli batıl yollara saplanmışlar, ölüden, puttan, taşdan ve leşden meded bekliyorlar, onların huzurunda dikilmeler, bükülmeler, yalvarıb yakarmalar ve daha akla hayale gel­medik küfür faaliyetlerine devam etmektedirler. Bu yalvanlıp tapılan putlar, kendilerine pisleyen kuşları, sinekleri ve emsali hareketleri def etmekden acizdirler. O halde yinede akıllarını küfürle yok hâle getirmiş zavallılar, idraksiz ve iz'ansızca meded ve kurtuluş beklerler, onlara yalvarırlar.

«Benim mantığıma uymayanı ben kabul etmem, dinimiz akıl di­nidir, binaenaleyh benim aklımın anlayamadığını ben red ederim. Ak-hmca bu böyle olmalıdır., gibi..» Sözlerle her doğru ve eğriyi aklın an­layacağını savunanlar, çok ve çok yanılmakdadırlar. Çünkü akıl, direk doğruyu ihdas edib koymak için değil, yaratan halikı zülcelâlm beyan ettiği ve Resulünün tâlim ve telkin ettiği hakikatları, hayır ve serleri, eğri veya doğruları en doğru ve en iyi şekilde anlayıp öğrenerek inan­maya ve amel edilmesi veya kaçınılması gerekenleri anlamaya sebeb olan ve insana verilen en kıymetli bir varlıktır.

İşte bu kıymetli varlık, insan ile hayvan arasını belirtir. Aklını islamm emri dahilinde terbiye edib geliştiren mümin ile kâfirin arasım­da belirtir.  -

Yukarlarda kısa cümlelerle açıklandığı üzere, tabi-î olarak fıtrî akıl ile kesbî aklın bir birine bağlılığı vardır.

Filri - Ğarîzî akıl : İnsanda hakikati sabit ve var olan akildırki, bu akıl ne eksilir ve nede artar. Bu akıl ile insanlar, hayvanlardan fark edilib temyiz edilir. Fıtrî akıl, çeşitli kabiliyetlere sahip olarak yaratıl­mıştır.

Aklı Miikteseb; Aklı ğarizinin neticesidirki, bu akıl ile bilginin son merhalesine varılır ve insandaki, fikrî gelişmenin isabetli ve sıhhatli ol­masını sağlar. Bu mukteseb akim == çalışılarak elde edilen akim son had di yoktur. Akıl kullanılır ve en iyi şekilde çahştmlırsa, çok fevkalade id­rak ve zekânın yükselmesi ile .marifet ve bilginin zirvesine ulaşılır. Şayet akıl çalıştırılmaz, ihmal edilirse, bu takdirdede akıl noksaniaşır ve verimide çok azalır. Hamakat hasıl olur.

Aklı muktesabde en çok faydalanılan yol, hevâyi hevesden uzak, helal ve temiz lokmalar yiyib ilim ve irfan yolunda yaşlı, başlı ve tec­rübeli bilgin, mütefekkir ve edepli kişilerden faydalanmak çok ve çok mühimdir.

Nitekim bazı hakimler şöyle demiştir :

«Edep yönünden tei£#beliler ve nasihat yöjnündende günlerin dev­ri daim etmesi, kâfidir.»[17]

Bazı şairlerde şöyle dedi:

«Sen görüb bilmedinmi? Akıl, ehli için bîr zînettir. Ve fakat aklın tamamı tercübeleri uzun olanlardadır.»  [18]       

Yaratılışdan zekî olanlarda vardır. Cenâbu hakkın yarattığı akıl, her insanda aynı kabiliyyet ve fiîratda olmaya bilir. Bu sebebden bir çok insanlar, fikir ve anlayış bakımından değişiktir. İlim ve idrak şekil­lerine göre, iman ve amel meseleleride o nisbetde olur.

Bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur :

«(Habibim!) dekif herkes bulunduğu şekil (akıl ve niyyeti) üzerine iş yapar-»(İsrâ Sûresi, 84)                                                                   

Yani, her ferd kendi kabiliyyet ve aklı ile anlayışı nisbetinde niyyet eder ve o niyyetine görede amel eder.

Bir hadisi şerifdede şöyle buyurulmuştur :

«İnsanların en afdâlır insanların en akıllısıdir.»[19]

Fıtrî akıl, ne şekilde terbiye edilirse, öyle idrak ve amele bağlı ol­duğu yukardaki â\jsti kerimede beyan edilmiştir. Bu hali günümüzde açık bir şekilde görüyoruz. Nice müslüman yavruları kötü telkin ve terbiye neticesi akimi hayra kullanamıyor. Şer düşünüyor ve şer işle-yor. Buna «beyin yıkaması» deniyor.

İneğe tapanlar, taşa, leşe, heykele, şeyha, paraya, karıya, makam ve mansıba tapınanlar veya tapmırcasına hareketde bulunanlarda, hep akıl ve idraklarmı kötüye î^ullanıb fasid şeylerle meşkul olmalarından mütevellitdir.

Bu son cümlelerin açıklayıcı îzahı, «İslanıda Evliya Meselesi ve Harikalar» adlı eserimizde mezkûrdur.

Akim yaratılış gayesi hak ve hakikati idrak edib sahibini sahili se­lâmete atmaktır.

Bu hususu beyan eden bir âyeti kerime meali şöyledir : «Ve bu ölüyü diriltmekle size kudret ve azametini gösteriyorid, tâ-ki aklınızı erdlrib bilesiniz.» (Bakara Sûresi, 73)

Diğer bir âyet meali t «Bu âyet ve öğütleri, ancak olgun akıl sahihleri düşünürler.»(Bakara sûresi, 268)

Diğer âyet meali:

«Ve bu bizim insanlar için bçyan ettiğimiz misallar varya, bunları ancak akıllarım erdiren âlimler anlar.»[20]                         

Diğer bir âyet meali şöyledir :

«Düşününde ibret alın, ey basiret sahihleri!...» (Haşr, 2)

Diğer bir âyet meali

«Bu, onların akıllan ermez bir kavim olmalarındandır.» (Haşr, 14)

Cehenneme girecek akılsızların sözlerini beyan eden âyet meali :

«Ve kâfirler şöyle derler : Biz işitir veya akıl eder olsaydık şu az­gın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık.»                (Mülk sûresi, 10)

Evet akıl; îman ve islam esaslarım anlamaya yegâne sebeb oldu­ğundan, akıl sahibi her ferd teklifi ilâhiyyeye muhatab ve mükellefiyeti gerektirenleri büib inanması ve amel edilmesi gerekenleride işlemesi farzdır. Akıl ve idrake sâhib olmayanlar ise, teklifi ilâhi ile mükellef değildirler. Öyle kimselere, islâmm şartlarını îcra etmesi gibi ameller farz değildir. Çünkü teklifi ilâhiyi gerektiren aKıl yoktur.

Akıl sahibi bir kişi, kimsesiz bir halde dağm başında olsa veya îman ve islâmı tebliğ edenlerden uzak bir yerde bulunsa, yine o kim­seye bütün varlıkları ve kendisini yaratan halikı zülcelâlı bilib inan­ması gerekir. Zira yer, gök ve diğer varlıkların bir yaratıcısı ve bu âlemi, "nîv îdâre-ı savlc s^isnUı oonası gsisiîîğ'ng aklım srdîrmesi lâzımdır.

Nitekim İmamı Azam (R.A) şöyle demiştir :

«Hiç bir ferd için, yeri, gökleri, nefsini ve diğer mahlukatı görüldü­ğü üzere yaratan rabbısını bilmemesi özür olamaz.

— Cenâbu Allah bir Peygamber göndermeğe dahi, halkın, rablarını akılları ile bilmeleri vâcibdir.» [21]                                   

Yine büyükler şöyle demişlerdir :

«Akıl, kulluk vazifelerini anlayıb îfa etmek için yaratılmıştır. Cenâ^ bu hakkın Rubûbiyyetini (zatı âlîsini) idrak için değildir.»

Emâli isimli akâid metnindede şöyle beyan edilmiştir :

«Yüksekleri ve enginleri (Yerleri, dağları ve gökleri) yaratan halikı zülcelâlı bilmemek, akıl sahibi için özür olmaz.»

Akıl, îman ve îtikad meselelerinden bir kısmını anlamaya kadir olabilir. Fakat şer'i ve amelî meseleler, mutlaka delillerle beyan edil­diği gibi nakıllara bağlıdır. Her ne kadar iyilik ve kötülükden bâzıları ilâhi hüküm gelmezden evvel akıl ile bilinir isede, Ayet ve hadislerle veya âyet ve hadisleri açıklayıp beyan eden fıkıh ve islâm hukuku eserlerinin izahını anlayıb o doğrultuda bilmeye çalışmak mecburiye­tindedir. Zira dinimiz nakiller üzerine bina kılınmıştır. Akılların münâ­sebet ve kabiliyetine göre değildir. Her şeyin iyi veya kötülüğü, hayır veya şerliği akıl ile bilinmiş olsaydı, bu takdirde Peygamber gönderme­ye ve ona Kitap indirmeye lüzum kalmazdı ve bunlar hâşa manasız olurdu.

Cenâbu hakkın sıfatlarım, sıfatlarının tecellisini müşahede etmekle anlayıb bilmek şart ve lazımdır. Zâtı ilâhisinin hakikatini akıl ile bilmek kudret ve kabiliyet dışı olduğundan, teklif dışıdır. Allâhü teâlanın zatx ilâhisinin hakikati, dünyada bilinemediği gibi, âhirette zâti ilâhisini görüldüğü zaman, yine zâtının hakikatim akıl, idrâk edemiyeceğine dair beyanlarda vardır.

İmamı Âzam Rahimehullah «Fıkhül Ekber» eserinde şöyle beyan etmiştir :

«Bte, Allâhü înaUıyı küahı il3biyesinde sıfat ve teimlt-rtaiit cemisi iîe zâtını vasıflandırdığı gibi gerçek şekilde

Şu halde mümin, zâtı ilâhiyi aklı ile bilme imkanının olmadığını bilmelidir. Cenâbu hakkın sıfatlarını ve sıfatlarının tecellîsini bilmeye mecburdur. Gökdeki Güneşin, ayın Yıldızların, yer yüzündeki dağların, denizlerin, bütün canlıların ve direksiz desteksiz duran gök kubbenin bir yaratıcısı olduğunu aklı ile idrak edib inanması mecburîdir.

Yer yüzünde kar üzerindeki bir izin sahibine, koyun ve deve pis­likleri gibi terslerin o hayvanlara, denizde yürüyen bir geminin kapta­nına, havada uçan teyyârenin bir pilotunun olmasına delâlet ettiği gi­bi, yer ve göklerin ve bunların içinde cereyan ve devran eden âleminde bir yaratanının ve savkü idare edenin olması zaruridir.

İşte o varlıkda bütün yaratılmış ve yaratılacaklara benzemeyen, zat ve sıfatında her türlü teşbih ve teşebbühden münezzeh olan, aza­met ve kibriya sahibi halikı zülcelâldır. Her şeyi yokdan var eden halikı zülcelâlm varlığını ve sıfatlarını akıl ile biiib inanmak, her kemal ve idrak sahibi mükellefe farzdır.

Burada akıl ve idrâkin her varlık sahibi insanda müsavi olmayıb, akıl sahibinin yaratılış ve kabîliyyetine göre değişik mertebelerde ola­bileceğini kısa yoldan açıklayalım.

Evvela Peygamberler ve müminlerle kâfir kimselerin, akıl ve idrâk-lan müsavi değildir. Zira Peygamberler ile müminler, ilâhi nura mazhar olduklarından onların akılları her şeyin doğru ve iyisini, hayır ve şer yönlerini idrâk edib anlarlar. Bu idrâk ve anlayış ilede kamil bir îman ve âmeli sâlihe sarılırlar. Bütün Peygamberler ve ilâhi lutfa mazhar olan müminler, bu minval üzere devam etmişlerdir. Kıyamete kadar, müminler aynı minval üzere devam edeceklerdir.

Bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur :

«Muhakkakki, biz (azimüşşan), Peygamberlerimize ve müminlere hem dünya hayatında hem şâhidlerin (Meleklerin) bileceği gün (Kıyâ-metde) elbette yardım edeceğiz.» (Mümin sûresi, 51}

Bu âyeti kerime gibi pek çok âyeti kerimelerde ilâhi bağış ve vahye mazhar olan Peygamberlerle lutfi inayetle mümin olan kimseler, akıl­ları ile doğruya idrâk edib hak ve hayrı işlerler. Küfür ve şirkden kaçı­nırlar.

Kâfirler ve zâlimler ise, gözleri ile doğruyu görmeyib kalakları ile hak ve hayrı işitmediklerinden ve kalbleri ilede hakkı idrâk edib anla­yamadıklarından, akıllarında daima veya g]elekser küfür, zıüum, ha­ram ve kötülükleri idrak edib, o kötü inancı ve amelleri tercih ederler. ;tmkü kâfir ve zâlimlere, Allâhü teâla yardım etmez, doğruyu idrak ittirmez, hidâyeti Rabbaniyesini _ lütfetmez. Allâhü teâla hakka inan-makdan uzak olan iblis varı kibirlen enlere, doğruyu idrak ettirmeyece­ğini kitabı nahiyesinde beyân etmiştir.

Nitekim bir âyeti kerimede meâlen şöyle buyurulmuştur.

«Yer yüzünde haksız yere kibirlenenlere, âyetlerimi anlamakdan (Kur'anı kabul etmekden) men edeceğim. Onlar, her doğru yolu (Hakî-katı) görselerde kendilerine yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu gö­rürlerse, o batılı yol edinirler.» (Araf Sûresi, 146)

Kâdî İbnilhakîm Semerkandî (R.A.) «Sevâdül âzam* adlı eserinde Peygamberlerle müminlerin akılları ile, kâfirlerin akıllarının mûsâvî olamıyacağmı beyandan sonra aklın nevilerini şöyle zikretmiştir :

«Bilici; Muhakkak akıl, beş vecih üzeredir (onlardan); Garîzî (tabîî) akıl, tekellüfî akıl, atâî akıl, Nübüvvet cihetinden olan akıl ve şeref cihetinden olan akıldır.

a) Garîzî (tabîî) akıl; Yaratık halkın hepsi burada müsavidir. Kâfirlerin hepsi bilirki onlar için mutlaka bir yaratan ve bir mürebbî vardır. (İmânı fıtrî ile doğub yaratılış kasdedilmiş, yer ve göklerin ya­ratılışının halikı zülcelâle delâet ettiğini bilmeleri ve bilginin imandan olmadığı beyan edilmiştir.)

b ) Tekellüfî akıl; Bir kimse, çok çalışıl) gayret eder, âlimlerle hakîm olan zekâlı, edebli kişlerle oturub kalkmayı çok yaparsa, işte bu kişi akıllı olur ve bu akıllılık, o kimsenin kendini yetiştirme gayreti nisbetinde bulunur.

c ) Atâî akıl; îlâhi lütuf ve ihsandan ibaret olan bu akılda ise,

kâfirlerin nasîbi yoktur. Müminler ise, bu akıl mertebesinde Peygam­berlerle müsavidirler.

d ) Nübüvvet cihetinden olan akıl; Bu akılda, müminlerin nasî­bi yoktur ve işte bu akıl, Peygamberlere (A.S.) mahsustur.

a) Şeref cihetinden olan akıl; Bu akılda, başka mahlukatın nasîbi yoktur. O akıl, ancak Muhammed Aleyhisselâma mahsustur. Allâhü teâla ona en yüksek ahlakı (idrak, edeb ve terbiyeyi) verdi, o ahlakı meleklerden, insanlardan ve bunlardan başka varlıklardan hiç birine vermedi. Zira cenabu hak Kur'anı kerimde şöyle buyurmuştur. [22]

— «Muhakkakki sen, pek büyük bir ahlak üzeresin.» (Kalem sûresi, 4)»                                                                         

Yukarda akim mertebe ve kısımlarını kısa yoldan nakletmiş olduk, bu maddeleri beyan ve açıklamada bulunmamız, çok uzayacağından neticeyi akıl ve terbiyesine dâir bir kaç hadisi şerif meali ile bitirelim.

Bir hadîsi nebevi meali:

«Müminin firâsetinden (akıl, zekâ ve anlayış kabiliyetinden) sakı­nınız, zira mümin Allâhü teâlanm nuru ile bakar.»[23]

Bu hadisi şerifin hükmü hayatda daima görülmektedir. Bilhassa akıl ve zekâsı yüksek olan müminler, leb demeden-leblebi-der, kabilin­den bir çok şeyleri çok çabuk ve isabetli şekilde anlarlar. Ataların, «Çarşambanın gelişinden perşembenin ne olacağı bilinir» dedikleride böyledir. Karine, ilham, münâsebet, doğuş ve emsali, yollarla hasıl olan bilgilerde bu kabildendir.

Diğer bir hadisi nebevî meali:

«Her doğan çocuk islâm fıtratı üzere doğar. Sonra çocuğun ebe­veyni (baba ve annesi) onu yaluıdî veya' hinstiyan veya niecusi yapar­lar.»  [24]                                                                       

Bu hadisi şerifin îtikad ve îman yönünden açıklanması, bu «Mişkat El Mesâhih Tercümesi» adlı eserimizin birinci cildinin 219. sahifesinde mezkûrdur.

Biz burada hadisi şerifdeki manada aklın, telkin yoluyla batıllara bağlanmasını açıklayacağız.

Anasından doğarak yeni dünyaya gelen her çocuk, vaktiyle Adem aleyhisselâmın etrafında onun zürriyeti olarak yaratıldıklarında, «ben sizin rabbiniz değilmiyim?» Hitabına cevab olarak «evet rabbimizsin.» deyib îman etmişlerdir. îşte yeni doğan her çocuğun bu îmam, yedi ya­şma kadar muteberdir. Yedi yaşından sonra tâlim ve telkinle «îmânı kesbi» denilen îman muteberdir.

Hadisi şerifde belirtildiği ve Hz. Peygamberin Hz. Aliye yedi ya­şında îman telkininde ve onun îmanının makbuliyetini beyanda bulun­ması, her baba ve annenin, hoca ve şeyhîn, büyük amir olan mümin kim selerin sabiyyi mümeyyiz hâline gelmiş evlâtlarına, îmânı, islâmı ve islâmın icablanm tâlim edib inandırarak iyi amel ve ahlaka sahib ol­malarına çalışmaları lazımdır.

Şayet gelişmeye yön tutan çocuk ve evladlar, bu tâlim ve telkinlerle eğitilerek kâmil bir İmana sâhib kılınmazsa, aklı ve fikri boş olan o zavallı evladlar, bâtıl ve küfür telkinlerine kapılarak yoldan sapıtırlar. Günümüzde bu pek aşikâr bir şekilde görülür haldedir. «Beyin yıkama­sı» diyerek vasıflandırılan bu haller, dilber yavruları küfür ve zülüm hayatı ile yaşayan zâlimlerin hırçın, inat, zulüm, işkence, tahrib, kital, cidal, hırsızlık, soygun, zina ve iftira halindeki hayaltarmı okuyub, oku­tup akıl ve fikirleri tamamen rayından saptırarak fenalıkları bir mezi­yet gibi işleyen ve işletenler görülmektedir.

Nuh Aleyhisselâmın karşılaştığı beyinsiz put perestler, ondan son­ra gelen bütün peygamber ve müminlerin mücâdele ettikleri putcu ve bâtıl yolcuları, akıl ve mantığı yok hâle getirib, çok ve acâib küfür ve inadlıklarda İsrar etmişlerdir. Cehalet devrinin mürşikleride sefere çı­karken, yemek için hazırladıkları helvaları put yapıp bir müddet tap-diktan sonra karınlan acıkınca hemen yerlerdi, işte bu adamlar, güya akı] sahibi, beyinler, küfür ve bâtıllarla yîkanıb şartlanınca akıl doğru­yu idrak edib anlayamıyor, tneğe veya ineğin fercine ve herçeşit putla­ra tapanlarda, aynı beyinsizlerdendirler.

îîu sD!îe]yio yani ycnşoü fiviridlnra, ricğinm akklo, altlat iıamida ve âmah sâliha-ya sahib kılmak, en doğru ve kurtuluş yoludur. Bu yola sahib olan her genç müslüman, kemal ve olgunluk çağı olan kırk ya­şma kadar kendini her çeşid bâtıl ve islâma uymayan fırka ve fırkacılık hastalığından korursa, lutfu inayeti rabbaniye ile, ondan sonra kendi­ne hâkim olur. Tarikatı Muhammediye denilen nurlu yola devam eder. Her türlü anarşi ve firkacilikdan nefret ederek, dünya ve âhiret saade­tini elde eder.

Sabiyyi mümeyyizin, îman ve irtidadınm şahinliği hakkında gerekli malumat, «Mültekâ tercümesi» adlı eserimizin ikinci cildinin «Mürteci babı» başlığının son kısmında ve «İslamda Evliya Meselesi» isimli teli-fatımızda mezkûrdur.

Aklın, ilim sebeblerinden biri olması hasebiyle ilimden efdal değil­dir. İlim, Allâhüteâlanm sıfatlarından birisi olduğundan akıldan üstün­dür. Akıl ve mâhiyeti hakkında bir nebze açıklama yapmaya çalışdık, daha geniş izahat, Akaid, ilmi kelâm ve ahlak kitaplarında zikredilmiş­tir.

Şimdi buraya kadar «İLİM BAHSİ» başlığını taşıyan cümledeki ilim ve ilmin sebebleri hakkında bir nebze beyanda bulunduktan sonra 198. hadisi şerifin ravîsi ve hadisi nebevi hakkında bir izahat yapalım.

Râvî Abdullah Bin Amrf Peygamberimizin mübarek hadisi nebevi­lerini en çok bilen bir sahabesi oiduğu ve daha başka fazilet yönleri, bu eserin birinci cildinde geçen altıncı (6) hadisi şerifin izah kısmının 87. sahifesinde mezkûrdur.

198 nolu hadisi nebevinin birinci.cümlesi, «bir âyetde olsa, benden tebliğ ediniz.» şeklînde idi. Yani, benden işittiğiniz ve-öğrenerek sahib olduğunuz bir söz, fiil, takrir veya başka bir vâsıta ile edindiğiniz mucize veya açık hüküm ifâde eden hakikatlar-ı, kudret ve takatinin nisbetin-de insanlara intikal ettirib tebliğ ediniz. Zira dini mübini islâm, ancak ve ancak talim, teallüm, tebliğ ve nasihatla daim ve kaim olabilir. Bu tebliğ yolu terk veya ihmal edilirse, o cemiyet ve cemâatda ve o cemi­yetin bulunduğu ülkede, din ve îman yok hale gelir. Böyle olan millet ve memleketlerin, sonu helâkü perişan olmaktır. Beşer hayatına bakıl­dığında, helak olan milletler ve harab olan memleketler, aynı akıbetin neticesindendir.

Şârih Aliyyül kâri (R.A.), îzâh sadedinde şu cümleleri yazmakta­dır:

«Şayet denirse, niçin Peygamber Aleyhisselâm, (bir âyetde olsa) dedide (bir hadisde olsa) demedi. Halbuki murad olanda kendisinin hadisidir?

—- Derizki, iki cihetden böyle buyurmuştur.

a ) Hadis kelimesi ve mânası, bu ayot kelimesine dahildir, bu sebebden böyle buyurmuştur, zâten Resülülîahm maksadı budur.

b) Elbette müslümanlarm tabiatları, Kur'an okumaya meyil­lidir ve Kur'anı öğrenmeye ve öğretmeye ve neşretmeye meyillidirler. Zira Aîlâhü teâla onun hıfzını tekeffül etmiştir.»   [25]   

Nitekim bir âyeti kerimede şöyle buyurmuştur. «Kur'anı biz indirdik, biz. ve onun muhafaza edicileride şüphesizki, biziz.»   (hicir sûresi, 9)

Yine Aliyyül Kâri merhum şöyle beyan ediyor; Tîbî (R.A) dediki :

«Hadisi şerifde şu fâideler vardır ;

1) Bu hadisi şerifde ilmin neşredilmesine teşvik vardır.

2) Hadisi şeriflerin bazılarının (bâzı cümlelerinin)    tebliğine cevaz vardır. Mesâbih ve  meşârik  sahihlerinin (Eserlerinde hadisi şeriflerin bir parçasını yazıb -tebliğ etme)   adetleri, bu kabildendir. Bunu yapmakda beyis yoktur. Zira maksad hadisi şerifin ifâde edib anlattığı lafızdır. Binâenaleyh o lafızda ister hadisin tamamı olsun, ister tamamı olmasın (mühim olan meram ve maksadın ifâde edilme­sidir) .»

Hadisi şerifin ikinci cümlesinde, «benî isrâildende nakledib söyle­yiniz v efakat (yalan ve uydurma gibi şeylerle) güçlük ve günâh hal olmayanı naklediniz.» Kitap ve sünnette zikri geçen veya bunların ruhuna uygun olan benî israil hikayelerini nakletmeyi beyan etmiş­tir.

Hadisi şerifde benî isr.ail kıssa ve hikâyelerinden nakletmeye dair izni resul,

Kur'anı kerimdeki kıssa ve hikayeleri nakletmektir. Meselâ : Kur'­anı Kerimde benî isrâilin buzağıya tapmalarından sonra tövbe maksadı ile kendilerini öldürme hadisesi vardır, (bak bakara sûresi, âyet ; 54-71)

Hz. Mûsânın Asası, Hz. Yâkub ile Hz. Yûsûiun ve daha başka ibret, nasihati gerektiren pek çok Kur'an kıssaları vardır. İşt ebu kıssa ve misalları beyan edib nakletmeyi, Resulü ekrem efendimiz tavsiye bu­yuruyorlar.

Kur'anı kerimde, böyle kıssaları okjuyub nakletmeyi şu âyetle tav­siye buyurmaktadır;

«Artık (Rasûlüm!) Sen, kıssayı (onlara) anlat. Belki iyice düşünür­ler.»   (Araf sûresi, 176)                                                                       

Diğer bir âyeti kerime meali .-

«And olsun, onların (Peygamberlerin) kıssalarında salim akıl sa­hihleri için birer ibret vardır.» (Yûsuf sûresi, II)                                   

İşte Rasûlü Ekrem efendimiz, kıssadan hisse alma bilecek bu tür Kur'an ve  sünnet kıssalarını nakletmeyi tavsiye buyurmaktadır.

İsrailâyyat kıssalarından uydurma ve yalan olanlarından Misal, Birinci cildin 194. hadisi şerifin izah bölümünde ve 408. sahifede zikre­dilmiştir. Orayı tekrar okumak faideli olur.

Şayet Kur'am kerimde olmayan ve hadisi nebevilerde zikredil­meyen ve hatta bunların hüküm ve ruhlarına aykırı olan, benî İsrail (îsrâiliyyat) hikâyelerim nakletmek, elbette haram ve günahdır. Zi­ra kesin âyet ve hadislere veya onların hükümlerine dayanmayan kıs­sa ve hikâyeler, yalan olur. Yalan olan şeyleri nakledib söylemek ise, din de Allâha ve Peygambere iftirada bulunmak olduğundan, en bü­yük günâh ve vebal olur.

Nitekim bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur : «Uydurduğu yalanı Allâha isnad eden veya kendine bir şey vahyo-hınmamişken, bana vahyolmtuyor, diyen kimseden ve Allanın indir­diği âyetler gibi bende indireceğim, demekte olandan daha zâlim kim olabilir?»   (En'a mSûresi, 93)

Peygamberin söylemediğini ona isnad ederek yalan uydurub if­tira eden kimse hakkmdada, hadîsi şerifin devamındaki şu ; «Bir kimse, bilerek benim üzerime yalan söyler (uydurma hadisle bana iftira eder) se, işte o kimse, kendisini cehennemdeki yerine hazırlasın.» Cümlelerle heyan buyurulmuştur.

Hadisi şerifin bu hükmüde çok dikkat edilmesi gereken bir hususu beyan etmektedir. Zira Resûlüllah sallallâhü aleyhi vesellemin, kendi devrinde dahi kendinin buyurmadığı ve işlemediği söz ve işleri ona isnad ederek işleyenler, maalesef görülmüştür. Zaten bu mübarek sözü­nü pek çok zaman ve mekanlarda muhtelif seheblerden dolayı buyur­muştur. Onun için hadîsi şerifin bu cümlesinin râvîleride muhtelif ki­şiler görülmektedir.

İsrâilîyyat hikâyelerinin nakli ile olsun, başka bir hüküm ve kıssa­yı naklederken olsun, neyi ne zaman ve nerede söylenir ve işlenirse, Peygamber efendimizin buyurmadığı veya işlemediği ve işlemeye dâir bir işaret ve delâletle izni rasul vârid olmayan şeyleri, ona isnad ede­rek söyleyib işlemek, en büyük iftira ve günhadır. Binâenaleyh böyle yalan ve tezvîratda bulunanların varacakları yerde cehennemdir.

Peygambere iftira yaparak hadis uyduranların, uydurma sebeble-rini maddeler halinde birinci cildin baş tarafında 17-19. sahif-elerde bir nebze naklettiğimizi hatırlatırız.

Mezkûr cildde ve «İslama Sokulan Bid'at ve Hurafeler» adli eseri­mizin birinci cildinde yalan hadis uyduran bir kimsenin   âkibedinide

bizzat asrı saadet olayımda nakleddiğimizi beyandan sonra burada ehemmiyetine binâen en şenî iftira ve kötülük olan uydurma hadisle­rin aynısının, zamanımızda bâzı zındıklar arasında görülen hâlide kısa­ca arz edelim.

tsmâlli Sivasî merhum, «Kebâîr ve sagâir risalesi» adlı eserin şer­hinde şu hükümleri nakletmektedir :

«İmamı Nevevi Müslim şerhinde dediki:

«Bundan sonra bilki, elbette Peygamber üzerine yalan uyudurma-nın haramlığı ile bir şey hakkında hüküm beyan edilmeyenin ve ahkam­lar hakkında yalan uydurmanın arasında hiç bir fark yoktur. Rağbet ettirme, korkutma, nasihat etme ve başka şeyler hakkında hadis uydurmanın hepsi, hükümleri icmadan sayılan bütün müslümanlarm icma-ı ile günahların en büyüğündendir, haramdır ve kötülüklerin en kötüsüdür.

—  Ancak kerrâmiye ismini alanlar muhaliftir. Bunlar Bid'at ehli bir taifedir. Bunların bâtıl iddiasında, Peygambere isned ederek Zühd, korkutmak ve rağbet ettirmek için hadis uydurmak caiz

mevlüde06
Sat 20 February 2016, 06:19 pm GMT +0200
«Bir kimse, bildiği ile amel ederse, AHâhü teâla o kimseye bilmedi­ğini vâris kılar.»

Allah  razı olsun Sümeyye abla paylaşımın için.çoça istifade ettim.
Rabbim inşallah bildiklerimizle amel edip bu müjdeye layık kılSIN bizleri.