Eslemnur
Fri 1 October 2010, 05:25 pm GMT +0200
İlah ve Rab Mefhumları?
Biliyorsunuz ki, İlâh mefhumu, mabûd, ibâdet edilecek kudret mânasına gelir. Fakat şunu da hesaba katmak lâzımdır ki, maalesef siz Mabudun mânasını da unutmuş oluyorsunuz. Mâbud, denilen kelimenin aslı abede kökünden gelir. Abede de Abd'den yâni kul ve köle kelimesinden gelir. İbadetin mânası bildiğimiz ibadet yâni tapınmak değildir. Tam mânasiyle kulluk etmek, kölelik etmek, bütün yaşayışı boyunca, emre boyun eğmek, boyun bükmek, hizmete hazır olmak, fermana itaat etmek için buyruğu yerine getirmek, yolunda hazır bulunmak demektir. İşte bunlar tam bir halde, kül halinde ve hepsi bir arada, ibadettir. Hizmet yolunda hazır bulunmak, karşısında el bağlı divan durmak, kulluğu itiraf ederek boyun bükmek, baş eğmek; (manen ve maddeten) vefakârlık; sadakat cazibesine tam mânasiyle kapılmış olmak; ferman dinlemek için, canla başla ve her şeyi ile fedakârlığa hazır bulunmak; bu yolda mal ve canla çalışmak, bir işe emir verilmekle değil de bir işaretle bile derhal içten gelerek koşmak; efendi ne isterse, derhal tereddüt etmeden ve gecikmeden yapmak; efendinin kuvvet ve kudreti karşısında, kendi acz ve zilletini belirtmek; efendinin koymuş olduğu herhangi bir kanuna, neden ve niçin demeden sorgu sualsiz, canla başla itaat etmek, onun hükmünün haricindeki hiçbir şeye eğilmemek ve böyle şeyleri tamamen hiçe saymak; her nerede efendinin fermanı olursa orada kelleyi koltuğa almak; işte bu gibi vasıflar ibadetin asıl mefhumudur. Ve insanın asıl Mabudu da, kendisine karşı bu şekilde ibadet edilen Mâbud'dur.
Rab mefhumu ne demektir? Arap lisanına göre, Rab kelimesinin mefhumunun asıl mânası, besleyen, besleyici ve koruyucu demektir. Dünyada da bu besleyici ve koruyucuya ibadet edildiğinden; bu besleyici ve koruyucu Rabb de mâbudluk sıfatına haizdir. Yâni, bu besleyici ve koruyucu, insanları beslediğinden, ve koruduğundan kullarının mâliki ve onların efendisi şeklinde bir varlık olur. Nitekim, alelade Arapça konuşmalarda, mal sahibi, mülk sahibi kimseye de yine Rabb - ül -mâl denir. Yahut da bunun gibi evin sahibi ve evin mâlikine de yine Rabb-üd- dar diye söylenir. İnsan, kendisini besleyen, kendisine rızık: (Geçim) veren bir varlığı elbette ki düşünür. Bu varlık, insanı besler, onu korur onun ihtiyaçlarını temin eder, onun sıkıntılarını bertaraf eder. İnsan bundan bir çok şeyler bekler. Meselâ, kendisinin her hususta geçimini, ilerlemesini, sıkıntılardan kurtarılmasını, onun lütfü ve desteği karşısında hayat boyunca karşılaşacağı her türlü problemden kurtulmak ve bu gibi şeyler bekler. Meselâ, ondan kendisinin her hususta geçimini, ilerlemesini, sıkıntılardan kurtarılmasını, onun lütfü ve desteği karşısında hayat boyunca karşılaşacağı her türlü problemden kurtulmak ve bu gibi şeyler bekler. Böyle bir varlığı veya böyle ümit ettiği bir kudreti insan kendisinin sahibi, mâliki ve efendisi olduğunu düşünerek; onun fermanına ve emrine boyun büker; işte bu varlığın bu gibi kudretin de ismi Rab'dır.[30]
Bu iki kelimenin mânalarına göz atıp düşünürsek göreceğiz ki, insan'ın karşısına bir varlık dikilerek, şu iddiada bulunuyor: Senin ilâhın benim, senin Rabb'ın benim, bana kulluk edecek misin? Bana ibadet edecek misin? Yoksa, ağaç mı? Taş mı? Deniz mi? Hayvanlar mı? Güneş mi? Ay mı? Yıldızlar mı? Acaba O'ndan başka kim insanın karşısına çıkıp bu koca davayı ortaya atmak cesaretinde bulunabilir? Asla! Hiçbir kimse!
İnsanın karşısına hiçbir varlık dikilip de, bana ibadet edeceksin, bana kul olacaksın diyemez. Yalnız bir şey vardır; o da insanın kendisi, şu gördüğümüz, şu bildiğimiz, hiçbir şeye yaramıyan bir insan bu cür'eti gösterebilir... Evet bu adamlardan biri, bir ara kalkar da insanın karşısına dikilir ve ben senin Rabbinim, bana ibadet edeceksin diye tutturur. Elindeki büyük imkânlarla şımaran ve ne olduğunu unutan bu adam çılgın bir ihtiras nöbetine tutularak kalkar da Allah'lık iddiasında bile bulunur. Çünkü insan zihniyetinde tahakküm hırsı ve hevesî vardır. Bu azgın ihtiras, insan için, iktidarı ele geçirmek, yahut menfaat temin etmek, her ne şekilde olursa olsun, diğer insanları kendine mahkum etmek, kendine itaatkar eylemek suretiyle başlar; yavaş yavaş bu menfî duygu cinnet derecesine vararak Allahlık: ulûhiyet iddiasına kadar varır. İnsan yâni şu bildiğimiz adamlardan biri, kendisini diğer hemcinsinin Tanrısı yapar da işin içinden çıkar. Çevresini köle haline getirmek, kullar ve esirler gibi onlara boyun eğdirmek, onlara karşı hüküm vermek, bu hükmünü yürütmek, kendi isteklerini onlara kabul ettirmenin neticesinde bir ilâh olarak cemiyete musallat olur.
İnsan, insanlığının başından bu güne kadar, böyle Tanrı olmak gibi cazip bir şeyi, bütün insanlık ömrü boyunca görmemiştir, tatmamıştır. İnsan için, ufacık bir kudret, bir servet; bir parçacık zekâ veya bilgi; yahut da herhangi bir şekilde azıcık bir kol gücü, elde edildi mi, insan kalkar bunu bir büyüklük zannederek kendi haddini aşmaya başlar ve diğer insanların üzerinde, yâni bu saydığımız hususlarda geri kalmış bulunanlara karşı — parasız pulsuz fakir kimselere, zayıf, nahif, güçsüz kuvvetsiz kimselere; bilgisi kıt, cahil kimselere; yahut da elinden iş gelmeyen beceriksizlere — tahakküm etmeye başlar. İşte böyle bir hal, bir nevi Tanrılık iddiasıdır.
Bu şekilde Tanrılık etmek hevesine kapılmaya yeltenen insanlar, iki çeşit Tanrılığa yeltenirler ve iki yoldan giderler.
Doğrudan Doğruya İddia Edenler
İnsanların bazıları çok cesaretli ve ataktırlar; hemen ortaya atılırlar ve uzun boylu düşünmeğe lüzum hissetmeden ve kimseden çekinmeden, peşin hükümlü olarak iddiada bulunurlar. Yahut da onların elinde Tanrılık iddiasında bulunmak için yeterli vasıta bulunduğundan, doğrudan doğruya kendilerine insanüstü ünvanlar verirler. Ve bu şekilde doğrudan doğruya kendilerini Tanrı ilân etmeye yeltenirler. Meselâ, böyle bir hâdiseye örnek olarak Firavunu ele alabiliriz. Görüyoruz ki, bu adam, milletine başkan olunca ve emrine amade duran bir ordu bulununca, kendi idaresindeki halka, "Ene Rabbüküm - ül - a'lâ: Sizin yüce Rabbiniz benim" (En - Nazîat: 24) demedi mi? Yahut da: "Malimtü leküm min ilâhin gayriye: Kendimden başka sizin bir ilâhınız (Tanrınız) olduğunu bilmiyorum." (El-Kasas: 38). Diye beyanda bulunmadı mı?
Hazret-i Musa (A.S.) Firavundan kavminin serbest bırakılmasını istediği zaman, ona sen Rabbülâlemînin kulluğunu kabul et demişti. Firavun da, cevap olarak, "Benden başka birisinin Tanrılığını (ilahlığını) kabul edersen seni hapse attırırım." (Eş-şuara: 29) Tehdidinde bulunmamış mıydı?
İşte aynı tarzda, başka bir hükümdar da Hazret-i İbrahim (A.S.) karşısında buna benzer bir iddiada bulunmuştu. Onun da bahsi Kur'an-ı Kerim'deki şu lafızlarla beyan buyrulmuştur:
"Sen, İbrahim ile Rabbı hakkında çekişmeye girişeni görmedin mi? Allah ona mülk vermişti... Ne zaman, İbrahim, ona dedi: Dirilten de öldüren de benim Rabbımdır; O da (karşılık olarak) söyledi: Ben diriltir ve ben öldürürüm İbrahim de dedi: İşte Allah, güneşi şarktan doğuruyorr sen de garptan doğdur (bakalım)? Küfür yolunu tutmuş bulunan kimse, o zaman afalladı..."
(El – Bakara: 258)
Şimdi o kâfirin niçin afalladığını düşünebiliriz. Afallamış olması hangi sebebe dayanıyordu? Bu şaşkınlığın asıl sebebi şu idi: O, Hak Taalâ'nın kâinatın hükmünü elinde bulundurduğuna, güneşi doğdurup batırdığına bile inanmıyordu. Fakat münakaşa mevzuu, kâinatın mâlikinin kim olduğu meselesi değildi. Bu çatışma asıl şunun üzerinde cereyan ediyordu. İnsanlar üzerinde ve bilhassa o zamanki Irak ülkesinde yaşayan insanlar üzerinde mâlikiyet hakkı kimindi? Bu karşı koymanın sebebi de, o ülkenin hükümdarlığının kendi elinde olması idi. Halkın canı, malı elinde olduğu gibi, istediği gibi de hükmedebiliyordu. Bu sınırsız selâhiyetle yaşatabilme ve öldürme imkânına da sahip olduğunu sanıyordu. Ben canı bağışlarım ve ben istediğimi öldürürüm gibi iddialara kapılmıştı. Kendi sözünün kanun ve bütün tebaasının da kendi arzusuna göre hareket etmesini istiyordu. İşte bunun için de, Hazret-i İbrahim (A.S.) dan, kendisini Rab olarak tanımasını taleb etti. Bana kulluk ve ibadet edeceksin dedi. Hazret-i İbrahim (A.S.) da bu talebe şu mukabelede bulundu: Ben ancak yerin ve göklerin Hâliki ve Rabb'ı olan Allah'a ibadet ve kulluk ederim, dedi. O zaman bu sözler karşısında, yalancı ilâh afalladı. Hazret-i İbrahim de, şaşıran birine ibadet edilip, onun karşısında boyun eğilir mi dedi?[31]
Bu şekilde İlâhlık, Tanrılık iddiasında bulunmak şu iki kişiye, yâni Firavunla Nemruda münhasır değildir. Daha dünyanın muhtelif yerlerinde nice nice Tanrılık iddiasında bulunan ve her şey bizdendir diyenler ve buna benzer vasıfları nefsine mal edenlerin sayıları bir hayli kabarıktır.
İran'da, hükümdara ve padişaha Hüdâvend ve Hûda kelimeleri kullanmak âdet halindedir. Güya bu kelimeleri söylemekle İran şahına karşı tam mânasiyle kulluk ve ubudiyet vecibeleri ifa edilmiş oluyor. Halbuki, hiç bir acem (İranî) onları Tanrıların Tanrısı: (Allah) diye düşünmez. Bu zavallı İran şahının kendisi de bu iddiaya kalkışmaz, fakat bu kelimeler eski zamandan kalma boş laflardan ibarettir.
İşte bunun gibi yine Hindistanın muhtelif yerlerinde bazı hükümdarlar da kendi neseblerini, soylarını devtâ: Tanrıcık'lara ulaştırmak isterler. Nitekim bunun gibi, güneş ailesine mensup olanlar, Ay ailesine mensup olanlar: Sure bensî ve Çand bensî gibileri günümüzde bile şöhretlerini kaybetmiş değillerdir.
Onlar Raca'ya da ann dîtâ: Rızık veren demektedirler. Onun karşısında çok kereler secde bile etmektedirler. Halbuki artık bugün zavallı Racaların çoğu kendilleri dahi bu iddiada değillerdir. Fakat böyle şeyler bu dünyada olagelmiştir. Ve bugün dahi bunun gibilerine rastlamak mümkündür. Bunlara her yerde rastlanamaz.
Ancak, bazı yerlerde yine buna benzer iddialar yok değildir. Hattâ bazı yerlerde, hükümdarlara, o ülkenin diline göre İlah veya Rabb lafızlarının karşılığı olan kelimeler açıkça söylenegelmiştir. Fakat bu kelimeler doğrudan doğruya uluhiyet iddiası için değilse de yine bu kelimelerin altında bu mefhuma benzer bir şey gizlenmiş bulunuyor. Bu gibi uluhiyet iddiasında bulunmak için açıktan açığa ben Rabb'im. Ben ilâhım. Demeye hacet yok. İşte insanlar üzerinde iktidarını sağlamış bulunan başka bir sivrilmiş insan da hükümranlığı ve buyruğu eline geçirince, efendilik ve biraz daha ileri giderek Tanrılık dâvasına kalkıp uluhiyet iddiasında bulunur. Nitekim Firavun da Nemrud da böyle yapmışlardı. Söz ve kelime olarak bunları söylemeye de lüzum yok. Hakikatte ise, onlar İlâhlık ve mâbudluğun mefhumunu iddia ederler, lafzını değil. Esasen lafzın da ehemmiyeti yok, asıl maksad mâna ve mefhumdur. İşte böylece onlara itaat eden ve kulluklarında bulunan halk da hep onları bir çeşit ilâh telâkki ederek, bu adamlara Rabb'lık ve Hanlık sıfatını bilfiil teslim ederler. İsterlerse, dilleriyle bu gibi ilâh ve rabb kelimelerini de söylememiş olsunlar. Bu cemiyeti yöneten kimseler de dilleriyle söylemeseler bile, hal ve hareketleriyle amelen kendilerini ilâh ve rabb addederek işin içinden çıkarlar.