- İkinci Delil sünnet

Adsense kodları


İkinci Delil sünnet

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
YBNGL
Thu 16 September 2010, 08:20 am GMT +0200
İKİNCİ DELİL: SÜNNET

97- Sünnet


Ebû Hanîfe´nin (ıadıyailahu anh) hüküm verirken itimat et­tiği ikinci delili Sünnettir. Mertebe itibariyle Kitaptan - Kur´ân´-dan sonra gelir. Zira dînin esası, asıl ana direği, feyizli kaynağı Ki-tap´tır. Sünnet ondan sonra gelmektedir. Sünnet, Kitab´ın umu­mî ve küllî esaslarını boyan eder, ona yardımcıdır. O, Kitab´a tâ­bidir. Sünnetin Kitab´tan sonra gelen bir delil olduğuna dair eser­ler çoktur. Muaz b. Cebel´in Hadîsi de bunu gösterir. Hz. Peygam­ber, Hz. Muaz´ı Vali gönderirken :

? Ne ile hükmedersin, diye sordu. Muaz da :

? Allah´ın Kitabiyle, dedi.

? Kitab´ta buîamazsan?

?Resûlûllah´m Sünnetiyle .hükmederim.

? Onda da bulamazsan?

? Kendi re´yimlc ietihad ederim.

Burada, Kitap´lan sonra Sünnet gelmektedir.

Hz. Ömer de Kadı Şureyha şöyle yazmıştır: «Sana bir nıes´e-le arzolundukta Kitabullah ile hükmet. Kilabullah´ta delili bulunmayan bir emir olursa ResûIûllah´ın Sünnetinde olanla hükmet.» Abdullah b. Mcs´ud diyor ki: «Sizden birinize hüküm için bir mes´e-le arzolunursa, Allah´ın kitabında olanla hükmetsin; eğer Kur´ân´da delili bulunmayan bir mes´ele gelirse, Rcsûlullah´ın hükmettiği gibi Sünnetle hüküm verirsin,» Abdullah b. Abbas´tan da buna benzer sözler rivayet olunmuştur.

Ebû Hanîfe´nin de fıkıhda mukarrer tuttuğu yol budur. Ebû Hanîfe´nin hüküm verirken esas tuttuğu asıllardan bahsederken geçen sözümüzün başında izah ettiğimiz veçhile, bunu Ebû Hanî-fe bizzat böylece tasrih etmiştir. Hanefiyye fukâhası delâleti kat´i olan Kur´ân´la sabit şeyle zannî olan Sünnetle sabit şey arasında fark yapmaktadırlar. Kur´ân´la sabit olan emirler farzdır. Zannîyül-sübut Sünnetle sabit emirler vâcibtir. Nehiyler de buna göre­dir. Delâleti kat´i olan Kur´ân´la nehydilenler haramdır. aZnnî olan Sünnetle sabit olan nehiyler kerâhet-i tahrimiye ile mekruhtur. Zira hem sübut ve hem de istidlal bakımından mertebece Sünnet Kur´ân´dan sonra gelmektedir.[1]

98- Ebü Hanîfe´nîn Sünneile İstidlali Mes´elest


Ebû Hanîfe´nin fıkhı mes´eleleri hallederken Sünnete ne dere­ce itimat ettiği hususu fukahâ arasında münakaşa mevzuu olmuş­tur. Onun Hadîse itimadını az göstermek istiyenlerden- bâzıları -onun kıyası Sünnete takdim ettiğini bile iddia etmişlerdir.

Bunu etraflıca izah etmek uzun boylu incelemeğe muhtaçtır. Onun hallettiği mes´eleleri, rivayet ettiği Hadîsleri araştırmalı, Hadis rivayet olunan mesele hakkında onun fıkhı görüşü nedir, bunu bilmeli. Hadîse uygun mu, yoksa muhalif mi düşüyor? Eğer Hadîs bulunan şeyde görüşü muhalifse bunu Hadîsi bilerek mi yap­tı, yoksa Hadîs ona ulaşmamış mıydı? Hadîsi bildikten sonra mu­halefet ettiyse, kitaptan veya meşhur Hadîsten bir asla dayana­rak mı muhalefet etti; yoksa böyle bir asla dayanmaksızın mı? Bunları incelemek büyük bir cehd sarfını ister. Bunları hakkiyle beyan eden ve izhar etmek demek Ebû Hanîfe´nin fıkıh görüşünü tam bir surette beyan etmek demektir. Bu suretle onun fıkhının muhayyer vasıfları meydana çıkar. Onun hakkında söylenen öğü-cü ve yerici sözlerin nasıl olduğu görülür. Bu büyük imanın fı­kıhtaki usulünü inceliyen usul ulemasının takdir ettiklerine yönel­meden fürû´ mes´delerinden Sünnete itimadı derecesini Öğrenmeğe kalkışmadan önce İmâm-i A´zam´a edilen bir ithamı reddedelim ki, o da kıyası haber-i vahide takdim etmek, bâzı ulema nezdinde sıhhati kabul edilen Hadîsleri reddeylemek mes´elesidir.

Ebû Hanîfe, Allah ona bol bol rahmet eylesin, sağlığında daba Sünnete muhalefetle itham olunmuştur. Ölümünden sonra onun kadrini küçültmek istiyenlerin bunu sık sık ileri sürdüklerini gö-rüyoruz. Ebû Hanîfe bizzat kendisinden bu töhmeti reddetmektedir. Rahmetli şöyle derdi: «Bizim kıyası nassa takdim ettiğimizi söyleyen yalan söylüyor ve bize iftira ediyor. Nas bulunduktan sonra kıyasa ihtiyaç mı kalır?»[2]

Bu sözüyle Ebû Hanîfe işin hakikatini bildirmektedir. Diyor ki, nas bulunmadığı zaman ancak kıyasa baş vurulur, nas bulunur­sa kıyasa gitmeğe hacet kalmaz.

Hattâ Ebû Hanîfe şunu da tasrîh etmiştir ki: «Şiddetli zaruret olmadıkça kıyas bile yapmaz. Şöyle diyordu: «Biz ddetle zaru­ret varsa ancak o zaman kıyas yaparız. Zira mes´elenin delilini ev­velâ Kitaptan, Sünnetten veya Ashab-ı Kiramın fetvalarından aranız. Onlarda delil bulamazsak meskût bırakılan bu mes´eleyi de hakkında nas olanlara kıyasla hüküm veririz.»[3]

Başka bir rivayette şöyle demektedir: «Biz evvelâ Kitap´tan alırız. Ashabın ittifak ettikleriyle amel ederiz. Eğer ihtilâf ederler­se o zaman aradaki müşterek illet dolayısiyle bir hükrnü diğerine kıyas ederiz, tâ ki mânâ açık olsun.»[4]

Allah razı olsun, Ebû Hanîfe´nin şöyle dediği rivayet olunur: «Biz evvelâ Kitabullah ile, sonra Resulünün Sünneti iîe amel ede­riz. Sonra Ebû Bekir´in, Ömer´in, Osman´ın ve Ali´nin sözleriyle amel ederiz.»

Başka bir sözünde şöyle diyor: «Anamın, babamın başı için Resûlullah´tan gelen can başüstünedir. Bizim ona asla muhalefe­timiz yok. Ashabdan gelenleri ihtiyar ederiz. Başkalarının dedik­lerine gelince, onlar adamsa bizler de adamız.» (Yâni onlar gibi biz de ietihad ederiz.)

Rivayet olunduğuna göre. Halife Ebû Cafer Mansur ona mek­tup yazarak, «Bana ulaştığına göre sen kıyası, Hadîse takdim eder-mişsin» demiş. Ebû Hanîfe buna şöyle cevap vermiş: «Yâ Emîr´el-Mü´mînîn, iş size ulaştığı gibi değildir. Ben evvelâ Kitabullah ile amel ederim. Sonra Resulünün Sünnetiyle, sonra Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali Hazretlerinin hükmettikleriyle, sonra diğer Ashabın ahvâliyle hüküm veririm, Sonra da, eğer aralarında ihtilâf varsa, kıyas yaparım... [5]


99- Kıyası Sünnete Asla Takdim Etmez


İmâm-ı A´zam Ebû Hamfe´den bu hususta rivayet olunan söz-îer bunlardır. Görülüyor ki, ona yapılan iftira ona kadar gelmiş. O bunu reddediyor, inkâr ediyor, hem de şiddetle reddediyor. Ha­lifeye gönderdiği cevapta bunu kaydederek tarih huzurunda res­men tescil ediyor. Onun için kesin olarak diyoruz ki, Ebû Hanîfe´nin Mezhebi kıyası Hadîs üzerine asla takdim etmez, hattâ cesaretle şunu söyliyebiliriz ki, Müslüman fukahâsı arasında kıyası, sahih Hadîs üzerine tercih eden asla yoktur. Bir rivayeti reddederler, Kur´ân-ı Kerîm´e ve din esaslarından birine muhalif râvinin sözü­nü kabul etmezler. Fakat bunun mânâsı kıyası Hadîs üzerine ter­cih etmek, Hadîsi bırakıp ta kıyası almak değildir. Belki de bunun mânâsı, din, ahkâmından kat´i olan bir esasa ve fikrî hüküm nizâ­mına muhalif olan rivayeti tasdik etmemek demektir. Çünkü zan-nî olan delil, kat´i olan asıl Önünde duramaz. Kat´i olan alınır, zannî olanın sıhhati kabul edilmez. Bunun izahı ileride haber-i vâhid bahsinde gelecektir.


100- Delil Olarak Aldığı Hadîsler: Mütevatir Hadîs



Şimdi îmâm-ı A´zam´ın hangi Hadîsleri kabul ve hangilerini reddettiğini beyâna başlıyalım:

Hadîs ve usul uleması râvilerinin sayısına göre Hadîsleri üç kısma ayırırlar; Mütevâtir, meşhur ve haber-i vâhid olan Hadîsler. Hicretin ikinci asrında haber-i. vâhidlere (Ahbâr-ı Hâssa) tabir olu­nurdu.

Mütevâtir Hadîsi ve haberi Fahr´ül-ÎIâm Pezdevî şöyle tarif eder:

«Yalan üzerinde anlaşmalarına ihtimal verilmiyecek ve sayılmayacak kadar sayısı çok bir cemaatın rivayetine mütevâtir denir. Bunlar hem çokluk ve hem de adaletleri ve yerlerinin ayrı ayrı ol­maları bakımından yalan üzerinde birleşmelerine ihtimal bile ve­rilmez. Onun için rivayetleri doğrudur. Yalnız bu rivayetin baştan somına kadar böyle gelmesi şarttır. Bu cemaattan yine böyle bir cemaatın nakli lâzımdır. Kur´ân-ı Kerîm´in nakli işte böyle olmuş­tur. Beş vakit namaz, namaz rek´atlerinin sayısı, zekâtın miktarı, benzerleri de böyle naklolunmuştur.[6] (1)

Mânâ bakımından mütevalir Hadîsler mevcuttur. Fakat metni aynen rivayet olunmuş mütevatir Hadîsler nâdirdir. Ve tevatürün­de ittifak hâsıl olmamıştır. Lâf zan tevatüre misâl şu Hadîs-i şerif­tir: «Bilerek, benim üzerimden yalan söyleyen kimse cehennem­deki yerine hazırlansın.» Manen mütevâtire misâl çoktur: «Ameller niyete göredir. Her kişi niyet ettiğine göre karşılık bulur. Bir kim­se Allah ve Resulü için hicret,ederse hicreti Allah ve Resulüne olur. Hicreti elde etmek istediği dünyalık veya almak istediği bir kadın için olursa, o zaman da hicreti onlara olur,»

Mütevatir Hadîs iîm-i yakîni icabeder. Ulemanın ekserisi «Mütevâtirden hâsıl olan ilim, müşahadeye dayanan ilim gibidir.» demişlerdir. Bir kısmı İse: «Mütevatir olan haber yakın değil, tu-mânîten icabeder» derler. Tumânînetin mânâsı onlara göre şüphe ve vehim arız olma ihtimalini taşır. Bu görüşlerini şöyle izah eder­ler : Tevatür bir takım haber-i yâhidlerin bir yere toplanmasiylc meydana geliyor. Haber-i vâhidlerin her biri teker teker yalan ol­ma ihtimali vardır. Bu muhtemellerin birbirine katılmasiyle ihti­mal kesilmiş olmaz. Eğer ihtimal kesilmiş olsa ve bir araya top­lanmakla yalan muhal olsa, caiz olan şeyin gayri mümkün olması icabeder. Zira caiz ve mümkün olan yalan gayri mümkün oluyor. Bu ise bâtıldır. Bâtıla götüren şey de bâtıldır. Yâni yalan ihtimali kesilmek de bâtıl olur. Mantık da, ameli vakıalar da bunu te´yit ederler.

Doğru olmiyan haberlerin topluluk arasında t e vâ türen yayıl­dığı, kabul edildiği, halkın seleften bunu böylece aldığı olmuştur. Halbuki bunun çürük olduğu meydandadır, yalan olduğuna delil vardır.

Cumhur ise mütevatir haberin müşahadc gibi ilm-i yakın ifa­de ettiğini şöyle isbat ederler: insanlar fıtratları icabı buna alış­mışlardır. İnsanlar babalarını mütevatir haberlerle bilirler. Oğul­larını da müşahade ile görüp bilirler. Kıble-Kâbe cihetini tevatür­le bilirler, evlerinin yönlerini müşahade ile bilirler. Demek teva­tür de müşahade gibi sağlam bilgi kaynağıdır.

Mantık görüşleri de insanların eskidenberi kabul edip uyuş­tukları bu cihetin doğruluğunu isbat etmektedir. İnsanlar çeşit çe­şit tabiatlarda, türlü türlü meşreblerde yaratılmışlardır. Uyuşup birleşemezler. Eğer bir haberde birleşirse bu ya işitme suretiyle olur, yâni hepsi onu Öyle işitmiştir. Veya bu uydurma bir şeydir. Hepsinin ayni şeyi uydurması olamaz. Çünkü öyle sayılmıyacalc kadar çok kalabalık bir insan kitlesinin ayni şeyi uydurup onda birleşmeleri mümkün değildir. Öyle olunca bu birleştikleri haberi behemehal duymuş ve işitmiş olmaları lâzımdır. Böylece mütevâ-tir haber kat´i ilim ifade etmiş olur.[7]

Mütcvâtir Hadîsler Ebû Hanîfe´yc göre şüphesiz ki hüccettir, delildir. Tevâtüren bilinen haberi inkâr etliği duyulmamıştır.


101- Meşhur Hadisler



Meşhur Hadis, birinci veya ikinci tabakada bir râvi tarafın­dan rivayet olunup da sonra yalan üzere ittifak etmelerine ihtimal vcrilmiyen bir cemaatın rivayet ettikleri Hadîstir. Keşf´ül-Esrâr sa­hibi diyor ki:

«Hadîsin meşhur olmasına itibar ikinci ve üçüncü hicret asir-îanndadır. Muteber üç asırdan sonra meşhur olmağa itibar yoktur. Çünkü sonraları bütün haber-i vâhidler şöhret bulmuş, yayılmış­tır, fakat onlara meşhur denilmez. Onlarla kitaba ziyade yapmak caiz olmaz.

Hadîs ve usul ulemasınca Hadîs-i meşhurun tarifi budur. Meş­hur Hadîse müstafiz de denir. Meşhur Hadîsin hükmünde ihtilâf olunmuştur. Bir kısmı onu haber-i vâhid hükmünde sayıp oni´n gi­bi zan ifade eder, demişlerdir. Ve amel hususunda delil tutmuş­lardır. Hanefiyye ulemasından bâzı tahric sahiplerine göre ise, meşhur, mütevâtür gibidir, yakın ifade eder, yalnız müşahede gibi zaruret yoliyle değil de istidlal suretiyle ifade eder. Yine Hanefiy­ye ulemasından bir kısım tahric sahiplerine göre ise: İlm-î yakın değil de, tumânînet ifade eder. Mütevâtirin altında, haber-i vahi­din ise üstündedir. Onunla Kitaba ziyade yapmak caiz olur.

Görülüyor ki, Ebû Hanîfe´nin mezhebindeki tahric uleması meşhur Hadîsle Kitab´a ziyade yapılmasında birleşiyorlar. Çünkü o haber-i vâhid olan Hadîslerden daha kuvvetli bir mertebededir. Yalnız ilm-i yakîn ifade etme hususunda mütevâtir derecesine ulaşıp ulaşmamasında ihtilâf etmişlerdir. Onunla istidlal etme ve Kitab´a ziyade yapma hususunda ise müttefiktirler.

Meşhur Hadisle Kitab´a yapılan ziyadelerden biri reem ceza­sıdır. Bu meşhur Hadîsle sabittir. O da: «Dul dulla zina yaparsa yüz değnek ve taşla recm cezası vardır.» Hadîsidir. Yine meşhur haberle sabittir ki, Hz. Peygamber, Mâiz zina yaptığı zaman onu recm etmiştir. Mest üzerine mest etmek de Hz. Peygamber´dcn meşhur olarak nakille sabittir. Yemin kefareti orucunu birbiri ar­dı sıra tutmak da, Abdullah b. Mes´ud´dan rivayet olunan Hadîs-i meşhurla sabittir. Âyete ziyade bunlarla yapılmıştır..

Bunlardan görülüyor ki, Ebû Hanîfe´nin Mezhebindeki iürû´ mes´eîelerini inceliyen tahric sahipleri onlara bakarak, Ebû Hanî­fe´nin meşhur Hadîsleri yakîn mertebesinde veya ona yakın bir derecede tuttuğuna hükmediyorlar. O derece ki, Ebû Hanîfe meş­hur Hadîsle Kur´ân´ı tahsis yapıyor, onunla Kur´ân´dakı ahkâma ziyade ediyor, demektir. Tahric sahiplerinin tevatür gibi yakîn ifa­de edip etmemesi bakımından meşhur Hadîsin kuvvet derecesin­de ihtilâf etmeleri, rivayet olunan fürû´ ahkâm mes´eleîerinde tesi­rini göstermiyor.


102- Haber-i Vâhît, Haber-İ Hâssa


Haber-i vâhid denen Hadîse gelince - Şafiî ve onun arasında­kiler, buna (Haber-i Hâssa) derler - bu bir veya iki veya daha zi­yade kimsenin rivayet edip şöhret derecesine ulaşmıyan Hadîstir. Haber-i vâhid olan Hadîslerin Hz. Peygamber´e ittisali zann-ı râcıh üzeredir, yoksa ilm-i yakîn yoliyle değildir. Onun için ulema bun­lar hakkında : «İttisal var, fakat şüpheli» demişlerdir. Keşfül-Es-râr sahibi şöyle diyor: «Bu haberin ittisalinde sureten ve manen şüphe vardır. Sureten şüphenin sübutu şöyledir: Hz. Peygamber´e ittisal kat´i olarak sabit olmuş değildir. Manen şüpheye gelince: Ümmet onu kabulle karşılamadı... Bunlarda adede itibar yoktur. Yâni haberin vârisinin müteaddil olması, haber tevatür ve meş­hur derecesine ulaşmadıktan sonra, onu haber-i vâhid olmaktan çıkarmaz.»[8]



103- Haber-i Vahidin Hüccet Olması


Haber-i Vâhid denen Hadîslerde böyle bir ittisal şüphesi mev­cut olduğundan, ictihad yapılan asırlarda bunlarla ihticac yapma­ğı, hunları hüccet tutmağı inkâr eden müetehitler bulunmuştur.[9]

Zira Hz. Pcygamber´in lisanından yalan Hadîs uyduranlar ço­ğalmış, sahih Hadîsler, sahih olmayanlarla karışmış. Hadîsin Hz. Pcygambcr´c ittisali şüphesine bunlar da karışınca onu hüccet saymamışlar. İmam Şafiî bu gibi adamlarla Basra´da bu hususta münakaşalarda bulunduğunu söylüyor. Basra, eskidenberi Mute­zilenin yuvasıdır. Orada muhtelif dinlerden, türlü fırkalardan adam­lar vardı. Bu söze kail olanhir yâni haber-i vahidi delil olarak al-miyanlar şüphesiz ki, Şafiî´den Önce de mevcuttu. İmâm-ı Ebû Ha-nîfe´nin asrında da vardı. Zira Peygamber lisanından yalan söyle­mek, sahih olan ve sahih olımyan Hadîsleri ayırd etmek Ebû Ha-nîfe zamanında da bütün şiddetiyle hüküm sürüyordu. Onun za­manında Hadîsleri ölçen kaideler henüz tamâmiyle kurulmuş de­ğildi. Sahih Hadîsler henüz toplanmamıştı. Çeşitli hevâ´ve delâlet sahipleri takını takım her yerde mevcuttu. Her grup kendisini haklı görüyordu. Ümmet ise fukahâsı ve muhaddisleriyle, kendini korumağa çalışıyordu. Onlar da bu zifiri karanlık ortasında üm­mete Hak yolu gösteriyor, ışık tutuyorlardı.

Onun için cumhur fukahânm görüşü, haber-i vâhid olan Ha­dîs eğer mevsuk ve âdil bir kimse tarafından rivayet edilirse onu kabul etmekti. Onu itikat hususunda değilse def amel hususunda delil ve hüccet sayarlardı. Zira itikat, şüphe bulunmiyan yakînî deliller üzerine kurulmak lâzımdır. Çünkü itikat demek, delile da­yanan kat´î ve sarsılmaz bir bilgiye kanmak demektir. Onun için şüpheli olan zannî bir şey bunda delil olamaz. Amel ise tercih üze­rine kurulur. Mutlak ihtimâli kaldırmak değil de, delilden neş´et etmiyen ihtimâli nefi´ etmek kâfi gelir. Hadîsi rivayet edenin âdil,

mevsuk bir kimse olması doğruluk cihetini yalan cihetine galip kı­lar. Yalan ihtiniali delilden neş´et etmemiş olur. Delilden neş´et etmîyen ihtimâle ise itibar yoktur. Doğruluk ihtiniali delili te´yit eder. Onun için muktezasiyle amel lâzım gelir. İnsanlar dâvaların­da, muamelelerinde ve işlerinde bu yol üzere yürürler. Eğer bu işler hiç şüphe ihtimali olmıyan delillere dayanmak lâzım gelsey­di, bütün işler dururdu, insanların, umuru muattal kalırdı, bir hak­ka hükmedilemez, bir bâtıl def olunamazdı. Çünkü ihtimalsiz delil bulmak güç.


105- Ebû Hanîfe Haber-1 Vahidi Delil Alan Fukahâdandır


Ebû Hahîfe - Allah ondan razı olsun - haber-i vâhid Hadîsleri kabul eden ilk fukahâdandır. Onları hüccet olarak alır, onlara baş vurur, şayet görünüşe muhalif bir sahih Hadîs bulursa, görüşlerini onlara göre düzeltir. Hz. Ömer´in fetvasını öğrenince kölenin verdi­ği aman hakkındaki görüşünden nasıl döndüğünü yukarıda söyle­miştik. Haber-i vâhid voliyle kendisine rivayet olunan Sahabe fet­vası hakkında böyle hareke teden Ebû Hanîfe´nin, ayni yolla riva­yet olunan Peygamber´in Hadîsi hakkında nasıl hareket edeceğini siz söyleyin. Haber-i vâhid Hadîsleri nasıl delil olarak alıp kabul ettiğine misâl getirmek istemiyoruz. Okuyucunun Önünde İmam Ebû Yusuf´un Kitab´ül-Âsân ile İmam Muhatnmed´in Ki-tab´ül-Âsân durmaktadır. Bu iki kitaba şöyle serî´ bir göz atış, Ebû Hanîfe´nin haberi vâhidleri nasıl kabul ettiğini, fıkhım on­ların üzerine nasıl kurduğunu, onların nassile nasıl amel ettiğini, onlardan hükümlerin illetlerini nasıl çıkardığını, sonra kıyas uy­dukça olara nasıl kıyas yaptığını, insanların maslahatına nasıl ça­lıştığını okuyucuya açıkça göstermeğe kâfidir. Biz değerli okuyu­cuya o iki kitaba bakmağı tavsiye ederiz. Bu iki kitabın sıhhatın-da, nisbetinde asla şüphe yoktur.

Ebû Hanîfe bunları talebeleri arasında böylece takrir ederdi. Onlar bunları üstadlanndan aldılar. Görüyoruz ki, imam Muham-med (EI-Asl) kitabında haber-i vahidin delil olduğunu isbat için sahih asardan deliller getiriyor. O, Hanefiyye Mezhebi usulünü bi­len herkesin malûmu olduğu veçhile, mezhebin görüşünü aynen nakleder, en ince teferruatına kadar düşünceleri tasvir eder. As-hab-ı Kiram´ın haber-i vâhidleri nasıl kabul ettiklerine ve Pey­gamber´in onları bu hususta nasıl takrir ve ikrar ettiğine dair Hz. Peygamber´in sözlerinden, Ashabın haberlerinden bir sürü delil gösteriyor. Hz. Peygamber´in irtihalinden sonra haber-i vahidi kabulu kimse inkâr etmemiştir. Bâzıları yalnız bu hususta ihtiyatlı davranmış olmak için bâzan haber-i vahidi başka bir haberle tev­sik etmek ister veya yeminle takviye eder. Bütün bunlar gönlü yatışsın, kalbine kanaat´gelsin diyedir. El-Asl´da istihsan babında bunları hep zikretmiştir.

Irak fıkhının habcr-i vahide nasıl itimat ettiğini göstermek için sana o kitaptan kısaca bâzı örnekler verelim:

îmam Muharnmed, ninenin mîrası hakkında Mugire b, Şa´be´-nin haberini naklediyor. Hz. Ebû Bekir´in Önünde Hz. Peygam-ber´in nineye altıda bir hisse verdiğine şahadet etti. Ebû Bekir de ona: «Seninle beraber başka bir şahit daha göster» dedi, O da Muhammed b. Seleme´yi getirdi. O da ayni tarzda şahitlik yaptı. Bu­nun üzerine Hz. Ebû Bekir nineye altıda bir hisse verdi. İşte bu bir onda haber-i vahidi kabul etti. Yalnız başka bir

Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer b. Hattab´ın yanında Ebû Musa El-Eş´arî şu Hadîs-i şerifi rivayet eder : «Biriniz üç defa izin istersiniz de izin verilmezse dönüp gitsin.» Hz. Ömer, Hz. Peygam-ber´in böyle buyurduğuna başka bir şahit daha getir! dedi. O da Ebû Said Hudri´yi getirdi O da ayni surette şehâdet etti.

İmam Muhammed bu iki haberde Ebû Bekir´in ve Ömer´in şahit isteme mese´îesini şöyle izah ediyor: «Bu şahitleri onlar ihti­yaten istediler, yoksa bir kişinin haberi kâfi idi.»

İmam Muhammed haber-i vahidin kabulü hususuna, kocasının diyetinden kadının mirasçı olmasına dair, Hz. Ömer´in Hadîsiyle de delil getirir. Hz. Ömer baştan kadına ondan mîras vermiyordu. Nihayet Dahhâk b. Süfyan Kilâbi, Hz. Peygamber´in ona Eşyem Dababi´nin diyetinden eşine mîras vermesini yazdığını haber ver­di. 0 da onun sözünü kabul etti.

Yine imam Muhammed şu rivayeti söylüyor: Hz. Peygamber Dihyet´ül-Kelbî´yi İslama davet için bir mektupla Kayser´e gön­derdi. Bu da bir delil idi. Hz. Ali´nin de şöyle dediğini naklediyor: «Hz. Peygamber´den işitmediğim bir Hadîsi bana başka birisi söy­lerse, ondan bunu duyduğuna yemin ettirirdim. Yalnız Hz. Ebû Bekir Hadîs rivayet ederse o doğru söyler.» îmair Muhammed bu­nu rivayet ettikten sonra şöyle izah ediyor: «Yemin istemesi Hz. Ali´nin ayrıca bir mezhebidir. Hattâ o şahide bile yemin ettirirdi, davacıya beyyine ve şahitle birlikte yemin ettirirdi. Râviden de yemin isterdi. O bununla şunu demek isterdi: Râvi´nin haberi yeminiyle tezkiye edilmiş olur. Lâkin hakkında zevçlerden her biri­nin şehâdetleri gibi yekdiğerini tezkiye içindir. Yalandan masun olmıyan bir kimsenin haberi yeminle tezkiye edilmedikçe hüccet olamaz. Ancak Hz. Ebû Bekir müstesnadır. Zira Hz. Peygamber´in ona sıddîk demesi onun haberini tezkiye etmeğe kâfidir.»


106- Haber-i Vahidin Kabulüne Misaller


İşte îmam Muhammed´in din umurunda haber-i vahidin kabul edildiğini isbat için getirdiği misâllerden bir kaçı bunlardır. Hilâl, aybaşı haber-i vâhidle sübut bulur, bir şeyin haram veya helâl ol­duğuna deli! olur: Bu tmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin Mezhebinde kabul edilmiş bir kaidedir. Talebelerine bunu takrir etmiş, onlar da bunu kabul ederek almışlardır. Din bahsinde haram ve helâl hususunda bir çok deliller getirmektedir ki, onlardan bir kaçım yukarıda zikrettik. Ebû Hanîfe´ye göre din umurunda haber-i vâ-hid kabul edilince haber-i vâhid olan Hadîslerin hüküm İstinbatın-dan kabul edilmemesi nasıl olur da makul sayılır? Bu Hadîslerin bâzan müteaddit yollarla rivayet edildiği de olur.


107- Haber-i Vâhîdîn Kabulü Îçîn Şartlar: Zabt Ve Adalet


Ebû Hanîfe´den rivayet olunan füru´ mes´elelerden ve onun usulünden anlaşılıyor ki, haber-i vâhid olan Hadîsleri delil olarak almakta ve onları kabul etmektedir. Kıyasları ve kaideleri için on­ları sened tutmaktadır. Gerek Ebû Hanîfe ve ashabı ve gerekse on­lardan gelen Hanefiyye fukahâsi, rivayetin kabulü için, diğer fukahâ ve bütün muhaddisler gibi râvı de adaleti ve zabtı şart koşarlar. Yalnız Hanefiyye zabtın mânasını tefsirde diğerlerinden daha ti­tiz ve şiddetli davranmaktadırlar. Meselâ Fahr´ül-îslâm Pezdevî usulünde bunu gayet ince tefsir etmektedir. Orada diyor ki:

«Zabta gelince: Bunun tefsiri şöyledir: Sözü lâzım geldiği gi­bi dikkatle işitmektir. Sonra onun mânasını murat olunduğu ve­cih üzere anlatır. Sonra onu büyük bir dikkatle hıfzetmektir. Son­ra onu hıfzında tutmağa devam edip eda edinceye kadar, nefsine itimat etmiyerek onu arasıra müzakere yoliyle kontrol etmektir...

Zabt iki türlü olur: 1- Metnin aynı ibareyle ve lügat mânâ-siyle bellenmesi, 2- Buna ilâve olarak fıkıh ve şeriat mânâsını da bilmesi. Bu zabtın en kâmil olanıdır. Zabt mutlak olarak söylendi mi kâmil mânâsına gidilii. Onun için yaratılışında veya müsamaha gösterişinde gafleti fazla ulan kiirsenin haberi hüccet olarak kabul olunmaz. Zira onda zabtın birinci kısmı yoktur. Yine bunun için­dir ki, muâraza hâlinde, fıkıhla maruf olan kimsenin rivayeti, fı­kıhla maruf olmıyamn rivayetine tercih olunur.»[10]

Bundan da görülüyor ki, Hanefiyye zabtı gayet ince tefsir et­mektedirler. Onun kâmil ve tam mânâsını, râvinin fakıh olmasına şâmil tutmaktadırlar. Bununla beraber rivayetin kabulü için râvi­nin fakıh olmasını şart koşmazlar- Yalnız onu tercih hususunda muteber tutarlar, îki rivayet birbiriyle tearuz ederse: Râvilerden biri fakıhtır, diğeri ise fakıh değil, işte o zaman fakıh olan râvinin rivayetini tercih ederler. Çünkü o daha belleyişli, daha ince araş­tırıcı ve dîni daha çok anlayışlıdır.

Râvinin fıkhı dolayısiyle tercih edilişim Ebû Hanîfe´nin İmam Evzâî ile yaptığı bir mübahasede Ebû Hanîfe´nin lisanından duy­maktayız. O münazarayı nakledelim:

«Süfyan b, Uyeyne rivayet ediyor: Ebû Hanîfe ve Evzâî Mek­ke´de Dâr-üI-Hayyâtinde buluştular. Evzâî Ebû Hanîfe´ye dedi ki:

? Siz rükûa varırken ve rükûdan kalkarken neden ellerinizi kaldırmıyorsunuz? Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:

? Çünkü Resûlullah´ın rükûa giderken ve rükûdan doğrulur-ken ellerini kaldırdığına dair sahih bir rivayet yok ta ondan kal­dırmıyoruz.

? Nasıl olur, Zührî Sâlim´den, o da babasından, o da Resû-lullah´tan olmak üzere rivayet etti ki, Hz. Peygamber namaza baş­larken rükûa varırken ve rükûdan doğrulurken ellerini kaldırdı.

? Hammâd İbrahim´den, o da Alkame´den ve Esved´den, on­lar da îbn-i Mes´ud´dan rivayet ettiler kî; Hz. Peygamber ancak na­maza başlarken ellerini kaldırırdı. Ve bunu artık yapmazdı. Bunun üzerine Evzâî dedi ki:

? Sana Sâlim´den, babasından Hadîs rivayet ediyorum. Sen kalkıp bana Hammâd, İbrahim´den şöyle şöyle rivayet etti diyor­sun. Ebû Hanîfe´nin cevabı şöyle oldu:

? Hammâd, Zührî´den daha fakıh idi. İbrahim Nahaî de Sâ­lim´den daha fakıh ti. Alkame de Abdullah b. Ömer´den aşağı değil­dir. İbn-i Ömer´in Sahabelik fazileti varsa Esved´in de bir çok fa­ziletleri vardır.»

Bu rivayetin sonu başka türlü de rivayet olunur, şöyle ki:

«ibrahim Sâlim´den daha fakıhtır, eğer Sahabelik fazileti ol­masa, Alkame, Abdullah b. Ömer´den daha fakıhtır, Abdullah ise o bildiğin Abdullah[11] Yâni Abdullah b. Mes´ud´un fıkıhtaki dere­cesine bu zikrolunmalardan hiç biri yetişmez.»

Bu münazara da bize gösteriyor ki, Ebû Hanîfe tercih esnasın­da râvinin fıkhını göz önünde tutuyordu. Daha fazla fakıh olanı, fıkıh bilgisi az olan üzerine takdim ederdi. Onun için fakıh ohnı-yan râvinin rivayeti, fakıh olanın rivayetine tearuz edemez. Çün­kü birinci daha iyi beller, daha kuvvetle hıfzeder, daha kâmil ola­rak anlar, uyulmağa daha lâyık olur.

Bu münazaranın işaret ettiği diğer cihet şudur: Her fakıh ken­disinden ilim aldığı ve rivayet ettiği muhaddisten yana olmakla, onun tarafını tutmaktadır. Bu ise muhît taassubunun menşeidir. Daha ince bir tabirle: Her muhitin, oraya gelen Sahabeden aldık­ları ve rivayet ettikleri Hadîsleri tutmağa başlamaları demektir.

Şems´ül-Eimme Serahsî, Ebû Hanîfe nezdinde rivayetin azlı­ğını zabt hususundaki şiddetiyle izah ediyor ve bir de bunun sebe* bini Hadîs rivayetini az yapan selef-i saliha uymasında buluyor. Ve şöyle diyor:

«Ebû Hanîfe´nin rivayetleri azdır. Hattâ ona bâzı dil uzatan­lar, onun Hadîs bilmediğini bile söylerler. Halbuki iş hiç de onla­rın sandıkları gibi değildir. O asrında en iyi Hadîs bilendi. Fakat zabtın kemâl şartına riâyet ettiğinden onun rivayeti az olmuş­tur.»[12]


108- Haber-i Vâhîdle Kıyas Tearuz Ederse


Görülüyor ki, Ebû Hanîfe haber-i vahidi kabul ediyor ve onu almakta asla tereddüt etmiyor. Fakat mezhebinin fukahâsının, râ­vinin zabtı işinde ortaya çıkardıkları gibi, gayet titizlik gösteriyor. Rivayetler tearuz ettiği takdirde fakıh oîan râvininkini tercih edi­yor. Râvilerin içinden fukahânın Hadîsini diğerlerinkine takdim ediyor. Daha fakıh olanın Hadîsini de daha az olandan ileri tutuyor.

Ulema arasında ihtilâf mevzuu olan cihet şudur: Ebû Hanîfe´-ye göre haber-i vâhid kıyasla tearuz ederse kıyasa muhaliftir di­ye haber-i vâhid reddolunur mu´ Kıyasa muhalefet Hadîste illet sayılır mı? Yoksa kıyası oirakıp Hadîs mi kabul olunur. Çünkü nas oian yerde kıyasa yer yoktur. Fakıh râvinin Hadîsi kabul olunup da diğerleri red olunur? Yoksa kıyas kapısını kapamadıkça bu şartla o da kabul edilir mi?

işte görüşlerin çarpıştığı noktalar bunlardır. Evvelâ ulema ara­sında ihtilâf yeri şudur: Kıyasa veya islâm fıkhından maruf her hangi bir umumî asıl ve kaideye muarız olan haber-i vahidin kabul edilip edilmiyeceği ciheti. İkinci olarak Ebû Hanîfe´nin bu husus­taki durumu nedir ve hangi görüş acaba onun re´yidir. Biz evvelâ ihtilâfı anlatalım, sonra da ikinci noktaya gelerek rivayetlerin ışığı altında Ebû Hanîfe´nin görüşünü anlamağa çalışalım.


109- Muhaddîsler Haber-Î Vâhîdî Kıyasa Takdim Ederler


Yukarıda geçtiği üzere haber-i vâhidle kıyas tearuz edince bu hususta ulema ihtilâf etmişlerdir. Hadîs uleması ve fukahâsmca haber-i vâhid kıyasa takdim edilir. Çünkü kıyas ve re´y nas bulun­mayan hususta muteberdir. Halbuki haber-i vâhid dahi olsa ma­demki bii1 nas mevcuttur, öyleyse kıyasa yer yoktur. Çünkü kıyasa ancak zaruret halinde gidilir. Burada Hz. Peygamber´e nisbet edi­len bir nas bulunduğundan zaruret yok demektir. Hem kıyas zan-nîdir. Haber-i vâhid de sübut itibariyle zannîdir. Hz. Peygamber´e nisbet olunan bir zan ile bir fakıha nisbet edilen zan tearuz edince mantık, Hz. Peygamber´e nisbet olunanı tercihi icabeder. Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali gibi kibar ashab onlardan sonra da ki­bar tabiîn, kendi görüşlerine muhalif bir Hadîs naklolunca hemen re´ylerinden dönerlerdi. Meselâ Hz. Ömer kadına kocasının diye­tinden mîras vermezdi, fakat Dahhâk Kilâbi Hadîsini rivayet edin­ce bu re´yini terketti. Abdullah b. Ömer de Râfi´ b. Hadîc´in riva­yet ettiği Hadîsle müzâraa hakkındaki görüşünden döndü. Ömer b. Abdulaziz ayıpla red esnasında mahsulün bayia reddine hüküm etmişken «Haraç damanladır» Hadîs-i şerifi rivayet olunca bu hükmünü bozmuştur. Bunların benzerleri sayılmryacak kadar çoktur.

işte Hadîs fukahâsınm mesleki budur. Hadîs bulunduğu za­man onlar kıyasa yer vermiyorlar, isterse bu Hadîs haber-i vâhid olsun. Râvinin fakıh olmasını da şart koşmuyorlar. Kıyasa muva-fık olmasını da aramıyorlar. Sonraları imam Şafiî bu mesleğe gir­miş, bunu Risalesinde tamamiyle beyan etmiştir. Onun içindir ki, umumî asıllara ve maruf kaidelere muhalif bulunduğundan dolayi imam Mâlik´in bâzısını reddetmiş olduğu bir çok Hadîsleri ka­bul etmiş, onları delil olarak almıştır. Kur´ân âyetlerini ve meşhur Hadîsleri araştırarak bunu söyliyen Hanefiyye fukâhasından Ebû Hasan Kerhî´dir.


110- Râvî Âdil Ve Fakıh İse Haberi Kıyastan Öne Alınır


Hanefiyye fukâhasından îsa b. Ebân da diyor ki: Eğer haber-i vahidin râvisi âdil ve fakın olursa onun haberini kıyasa takdim et­mek vâcibdir. Yoksa ictihad mevzuu olur. Buna delil olarak şun­ları zikreder:

Sahabe arasında kıyas kabul edip fakıh olmıyan râvinin ha­ber-i vahidini reddetmek meşhur bir iştir. Abdullah b. Abbas, Ebû Hureyre´nin ateş değen şeyin abdesti bozduğunu rivayet ettiğini du­yunca :

? Ateşte ısıtılmış sıcak suyla abdest alsak, bu abdest olmaz mı? demiştir.

Keza yine onun : «Cenazeyi taşıyan kimse abdes´t alsın» diye rivayet ettiğini İşitince:

? Kuru çubuklara değmekle abdest bozulur mu? demiştir.

Hz. Ali de (Berva) Hadîsini kıyasla reddetmiştir ki, o da mihir tesmiye edilmiyen kadın, kocası ölünce mihri misil alır, Hadî­sidir. Buna benzer haberler Ashabdan ve tabiînden pek çok riva­yet olunur.

Yine buna delil olarak şunları zikrederler: Kıyas, Sahabenin ve selefin icmaı ile hüccettir. Haber-i vahidin ise Hz. Peygambere ittisalinde şüphe vardır. Öyleyse icmâen sabit olan, kıyasla sabit olan, haber-i vâhidle sabit olandan daha kuvvetli olur. Kıyas ha­ber-i vâhidden daha kuvvetle sübut bulmuştur. Çünkü râvi yanı­labilir, yalan söylemek ihtimâli vardır. Halbuki kıyasta böyle bir-şey yok. Kıyasın tahsise de ihtimali yoktur. İhtimali olmıyan delil ihtimâlli olandan elbette daha evlâdır.

işte onlar böyle bir sürü delil bulup getiriyorlar ki, neticede bunların hepsi haber-İ vahidi zedeleyicidir, şayet mukaddimeleri doğru ise. Hem bunlar yalnız fakıh olmıyan râvinin haberi hakkın­da da değil, umumîdir. Ancak şunu da kaydedelim ki, delillerin esa­sı mukaddemelerinde düşünülecek yerler vardır. Çünkü bunlar hepsi kıyas, kat´idir, onda ihtimal ve şüphe hiç yoktur, esası üzerinden yürümektedirler. Halbuki kıyasa her cihetten ihtimal gire­bilir. Çünkü kıyasın esası: Hükme medar olan vasfı (illeti) bulup çıkarmaktır. Halbuki nasla bildirilen şeyin vasıfları arasından bu vasfı tâyin etmek bir emr-i zannîdir. Zira hükümde müessir olan bu vasıf olması ihtimali olduğu gibi, bu vasfın olmaması da ihti­mal dahilindedir. Belki "hükümde müessir başka bir şeydir. Bun­daki ihtimal de haber-i vâhiddeki ihtimalden az değildir. Belki bundaki ihtimal ondan daha kuvvetlidir. Çünkü sübutun aslına gir­mektedir, halbuki haber-i vahide dahil olan ihtimal asılda değil­dir. Çünkü şüphe yanılma ve unutma gibi arızî şeylerden geliyor. Halbuki aslolan: zabtı, belleyişi yerinde bir şahısta bunların bu­lunmamasıdır.

Kıyasın bâzan haber-i vahide takdim eden bu görüşü izahı bı­rakmazdan önce şu ciheti belirtmeliyim ki: «Onlar, râvi Sahabî fa-kıh olmadığı takdirde kıyas, onun rivayet ettiği haber-i vâhidlerin hepsine takdim olunur, demiyorlar. Belki de râvi fakih olmadığı takdirde kıyassa muhalif olan haber-i vâhid birdenbire reddolun-maz, müctehid onda i´mâl-i fikir eder, ictihad yapar, eğer bu ha­bere tahric vechi bulursa, meselâ kıyas kapısını büsbütün kapamı­yorsa, onu kabul eder. Bakarsın bir kıyasa muhaliftir, fakat bâzı bakımdan başka bir kıyasa uygundur, o zaman da terk zabtı sağ­lam olan râvinin haberi terk olunmaz, ancak her bakımdan kıyasa karşı ise o zaman zaruretten bırakılır.» sözlerinin mânâsı budur.

Bütün bunlar, râvi âdil olduğu takdirdedir. Fakat râvi mechulse, adaleti bilinmiyorsa, böyle olan râvinin kıyasa muhalif olan haberi bu görüş sahiplerine reddolunur, kıyas alınır, Müctehid de her hangi bir suretle kıyasa uygun bir çıkış aramağa uğraşmaz.[13]

Fahr´üMslâm, Isâ b. Ebâ´nm bu görüşünü müdafaa etmekte­dir. Hattâ bu görüş, Ebû Hanîfe´nin ve ashabının görüşü olduğunu bile iddia etmiştir. Bizim bu husustaki görüşümüz başkadır. Onu bu mevzuun sonunda açıklayacağız.


111- Ebû Hüseyin Basrî´nîn Güzel Bîr Îzahı


Ebû Hüseyin Basri haber-i vahidin muhalefeti mes´elesini ga­yet güzeî izah etmektedir. O kıyası dört kısma ayırmaktadır:

1- Kat´i nassa dayanan kıyas : Mensus olan hüküm, sübutu kat´i olan bir nasla sabittir, illet de bu nasta tasrih edilmiştir ve­ya nasta söylenmiş gibidir. Böyle bir esasa dayanan kıyasa, haber-i vâhid tearuz edemez. Çünkü bu kıyasla sabit olan, nasla sabit olmuş hükmündedir. Nasla bildirilen hüküm kat´i illet nasta soy leniyor, haber-i vâhid ise zannîdir, kat´i nas önünde duramaz. Ha-ber-i vâhid reddolunur. Hz. Peygamber´e nisbeti doğru değilmiş demek olur.

2- Kıyas zannî bir asla dayanır, illet de nasla değil de, istin-bat voliyle sabittir. Bu takdirde arada tearuz varsa haber-i vahit kıyasa takdim edilir. Çünkü haber-i vâhid hükme sarahatiyle de­lâlet ediyor, kıyas ise hükme bilvasıta delâlet eder. Kıyasa her ba­kımdan zan girmektedir. İlletin istinbatma zan giriyor, kıyasın dayandığı asıl da zannî idi. O da haber-i vâhid gibi sübut bakımın­dan da zannî. Böylelikle onu her taraftan zanlar kaplamış oluyor.

Haber´i vâhid kıyasa tercih olunur.

Ebû Hüseyin Basri´ye göre birinci kısımda haber-i vahidi, ikinci kısımda da kıyası reddetme hususunda ulema arasında ic-ma1 vardır.

3- Kıyasın aslı zannî bir nasla sabittir, illet de bu zannî nas-da tasrih edilmiştir. Bu halde haber-i vâhidle kıyas arasında tea­ruz olur. Bu takdirde haber-i vahidin kıyas üzerine tercih edilme­sinde ulemanın icma´ım müellif iddia ediyor. Çünkü sübut bakı­mından her ikisi de zannî, fajtat haber-i vahidin hükme delâleti sarahat yoliyledir.

4- İllet tasrih edilmeyip çıkarılmıştır. Kıyasın dayandığı asıl kat´idir, Kur´ân veya mütevâtir Hadîstir. İşte bu suret ulema arasında ihtilâf mevzuudur.[14]

Ebû Hüseyin Basri´nin kıyasın haber-i vahide muârazası hak­kında zikrettiği kısımlar bunlardır. îlk üç kısımda gösteriyor. Fakat ulema, fukahâ arasındaki ihtilâfı böyle bir suretle kaydet-meksizin mutlak olarak zikrederler.



112- Her Devirde Ulema Kendi Usulüne Uymfyan Haber-i Vâhidleri Kabul Etmemiştir


Hakikaten, İmam Şafiî´yi ve ondan sonra gelen Zâhiriyve fu-knbâsmı bir tarafa ayırarak, görüyoruz ki, Sahabe asrından baş-lıyarak ietihad asırlarının sonuna kadar bütün fukahâ, Kur´ân´ dan veya meşhur Hadîslerden aldıkları her hangi bir usul ve esas f;âideye muhalif olan haber-i vâhidlcri bırakmışlar ve onların Hz. Peygamber´e nisbetini kabul etmemişlerdir.

Hz. Âışe: «Ailesinin ağlaması yüzünden ülü azap görür.» Ha­dîsini reddetmiştir. Çünkü Kur´ân-ı Kerîm: «Hiç kimse başkası­nın günahını yüklenmez,» diye bir esas koymuştur. Keza «Gözler onu kavrayamaz» Âyetinden anladığına göre Hz. Peygamber´in Kabbını görmesi Hadisini reddetmiştir. Yine o İbn-Abbas´ia bir­likte: Ebû Hureyre´nin rivayet ettiği Kaba daldırmadan önce el­leri yıkama Hadisini reddetmiştir. Çünkü İslâm ahkamının mec-mûmdan anlaşılan bir asıl vardır ki, o da güçlüğü kaldırmak ko­laylık göstermektir. Bunda ise güçlük olduğundan bu esasa aykı­rıdır. Buna benzer misaller çoktur.

Medine fukahâsının üstadı olan İmanı Mâlik Hazretleri de umumi asıllara muhalif olan bâzı haber-i vâhidleri reddederdi. ´(Üzerinde oruç borcu olan bir kimse ölürse velisi ondan ötürü oruç tutar.» Hadîsini reddetmiştir. Ganimetin taksiminden önce deve ve koyun efi pişirilmiş olan çömleklerin dökülmesi hakkın­daki Hadîsi, güçlüğü gidermek esasına dayanarak reddetmiştir. İhtiyacı olanlara taksimden önce yemek yemeğe müsâade etmiş­tir. Ibn´ül-Arabî diyor ki: Hadîs sabit olduğu halde sedd-i zerâyi

aslına dayanarak Şevvalden altı gün oruç tutmaktan menelmiştir... Köpeğin yaİadîğı kabı, bir temiz toprakla olmak şartivle, yedi de­fa yıkamak lâzımdır diyen Hadîsi reddetmiş ve şöyle demiştir: "Hadîs bize kadar geldi. Fakat hakikati nedir, bilmiyorum.» Ibn´ül-Arabî diyor ki, çünkü Hadîs iki esasa muâzırdır; Birisi «Av köpeklerinin tuttukları avı yeyin» Âyeti, diğeri de: Temizlik illeti biriliktir. Köpek de diridir. îmarn Mâlik de Irak fukahası gibi Mu-sarrât Hadîsini reddetmiştir ki o da şudur: «Develeri ve koyunla­rı,, yelinîerine süt toplasın diye sütlerini sağmamazhk yapmayın. Böyle bir hayvan alan müşteri, sağdıktan sonra sütü az bulursa muhayyerdir, isterse onu ahkor, isterse reddeder, süt için bir sâ burma da verir.» Çünkü bu: Haraç tazminledir, kaidesine aykırı­dır. Birde b\r şeyi telef eden ya onun mislini verir, yahutta kıymetini verir. Başka cinsten bir yiyecekle o borç ödenmez. Mâlik bu Hadîs hakkında şöyle diyor: «O Mutâvat´da yoktur, sabit de de­ğildir.»

Bu nakl. ettiklerimizden görülüyor ki, Hicaz ehlinin imamı olan Sünnet fakıhı Mâlik Hazretleri de kat´i bir kaideye muhalif bulduğu haber-i vâhidleri bazan reddetmektedir.


113- Îbn-i Abdulber´e Göre Ebû Hanîfe´nîn Görüşü


Kıyasa muarız olan haber-i vâhidler hakkında ulemanın gö­rüşleri ve ihtilâfları bunlardır. Şimdi bu karışık ve kalabalık gö-. rüşler içinde Ebû Hanîfe´nin görüşünü bilip Öğrenmek istiyoruz.

Bu mes´elede Ebû Hanîfe´nin görüşünün hakikati nedir, bun­da ulema ihtilâf etmişlerdir. İbn-i Abdulber şöyle diyor: «Hadis ulemasından bir çokları, âdil râvİlerin haber-i vâhidlerinden çoğu­nu reddettiğinden dolayı Ebû Hanîfe´ye taanda bulunmağı caiz görürler. Zira o, nezdinde toplanan Hadîslere ve Kur´ân´ın mâna­sına bu haber-i vâhidleri arzederdi. Onlara uymuyanları reddeder ve ona şaz adım verirdi.»

Bu sözden çıkan netice şudur: Ebû Hanîfe Kur´ân-ı Kerîm´in mânasına muhalif olan Hadîsleri reddederdi, ister nasdan alınmış olsun, isterse ahkâmın illetlerini araştırmak suretiyle çıkarılmış olsun. Kur´ân´m mânalarına ve herkesçe kabul olunan hadîslere uygun düşmiyen Hadîslere şaz adını veriyor.


114- Fahr´ül-Îslâm Pezdevî´ye Göre Ebû Hanîfe´nîn Görüşü


Fahr´ül-îslâm, Ebû Hanîfe´nin ve ashabının mezhebini şöyle anlatıyor: Haberi vahidin râvisi maruf Ashabdan biri olursa, me­selâ: Hulefâyi Râşidîn (Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali), Ab­dullah b. Mes´ud, Abdullah b. Ömer, Zeyt b. Sâbİt, Muâz b. Cebel,

Ebû Mûsâ el-Eş´arî, müminlerin anası Hz. Aişe ve emsali gibi fıkıh ve dikkati iie meşhur olan Ashabdan birisi rivayet ederse, o zaman kıyas üzerine tercih olunur. Şayet Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik ve Emsali gibi adalet ve hıfz ile maruf; fakat fıkıh ile tanınmamış bir Sahabî tarafından rivayet edilirse, eğer kıyasa uygun düşerse onunla amel olunur .kıyasa muhalif ise ancak zaruret ve kıyas ba­bını kapaması sebebiyle terk olunur. Fahr-üi-îsîâm bu sözünü şöy­le açıklıyor: Bunun izahı şöyledir: Hz: Peygamber´in Hadîsini bel-lemek gayet mühimdir. Manen nakil aralarında şayi idi. Eğer râvinin fıkhı noksansa, Uz. Peygambcr´in Hadîsinin mânâsını iyi kavrayamaz, onu güzel ihata edemez. Ondan bazı şeylerin gitme­sinden emin olunmaz. Ona böyle bir şüphe arız olur, halbuki kı­yasta bu yoktur. İhtiyatlı hareket olunur. Râvinin fıkhı noksansa, sözünden maksadımız mukayesedir, yoksa onları hâkîr görmek Allah korusun, aklımızdan bile geçmez. İmam Muhammed, Ebû Hanîfe Hazretlerinden onun Enes b. Mâlik´in mezhebini hüccet tuttuğunu, onu taklit ettiğini nakleder. Ebû Hureyre´yi elbette daha muteber tutar. Bizim ashabımızın mezhebi şudur: Onların emsalinin Hadîsleri red d olunmaz. Ancak kıyas kapısı tıkanırsa o zaman başkadır. Çünkü kıyas kapısı tıkanırsa Hadîs, kitabı veya meşhur Hadisi nâsih olmuş olur, icmâa muarız olur. Nasıl ki Ebû Hureyre´den rivayet olunan Musarrat Hadisi böyledir.»[15]


115- İbn-i Emîr Hac Ne Dîyor?


İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin ve ashabının mezhebi olmak üzere Fahr´ül-tslâm´m zikrettikleri bunlardır. Fakat Tahrir şerhi Takrir ve Tahbirde zikrolunanlar bunlara uymaz. Orada Ebû Ha-nîfe´nin Mezhebinin de Şafiî ve Hadîs fukahâsının mezhebleri gibi olduğu kaydolunuyor ki: Haber-i vâhid kıyas üzerine mutlak su­rette takdim edilir, ister râvi fakih olsun, ister olmasın, ister kıyas kapısı tıkansın, ister tıkanmasın. İşte oradaki ibare aynen şöyle­dir: «Haber-i vâhid kıyasa tearuz ederde aralanın te´Iif de müm­kün olmazsa ekseriyete göre haber mutlak surette takdim olunur, Ebû Hanîfe, Şafiî, Ahmed b. Hanbel böyle diyenlerdendir.»[16]


116- Haber-i Vâhîdîn Kıyasla Tearuzunda Ulemanın Çeşîtli Görüşleri


Bu naklettiğimizden görülüyor ki, kıyasla haber-i vâhid teâruz ettiği zaman Ebû Hanîfe´nin füru´ mcs´elelerden çıkarılan gö­rüşleri hususunda ulema ihtilâf etmişlerdir. îbn-i Abduîber´in sö­zü, Ebû Hanîfe´nin kıyası takdim ettiğine işaret ediyor. Fahrül-ts-lâm yukarıda kaydettiğimiz izahatı veriyor. Diğerleri ise onun her ahvalde haber-i vahidi taktım ettiğini söylüyor. Hatla haberle kı­yas arasını bulmak mümkün olmasa, râvi fakıh olmiyan bir Sa-habî dahi olsa böyle yapıyormuş.

İşin doğrusu bu hususta Ebû Ilanîfe´den türlü türlü füru´ me­seleler nakîolunmaktadir. Bâzısında Hadisi alıyor, kıyası terk edi­yor. Diğer bâzısında kıyası alıyor, haber-i vahidi bırakıyor.

Birinci neviden olarak şunları kaydedelim: Habcr-i vahidi alıp kıyası terk ediyor: Namazda kahkahayla gülmek abdesii boz­duğuna dair Hadîsi alıp kıyası terk ediyor. Rivayet- olunduğuna göre kör bir adam bir kuyuya yuvarlanmış, Hz. Peygamber de Ashabiyle namaz kılarlarmış, bâzıları gülmüşler. Hz. Peygamber on­lara abdest alıp yeniden namazı kılmalarını buyurmuş. Namaz kı­larken kahkahayla gülmenin abdesti bozması kıyasa muhaliftir. Çünkü kahkaha namaz dışında abdesti bozmaz. Zira abdesti bo­zan, mahallerden çıkan birşey değildir. Bununla beraber Ebû Hanîfe ve ashabı bu haberi tercih edip almışlar, haber-i vahidi kıyasa takdim etmişlerdir. Namaz kılarken kahkahayla gülmek abdesti bozar demişlerdir. Namaz dışında bozmasa da burada haber-i vâ-hid kıyasa tercih olunmuştur.[17]

Yine bu neviden biri de Ebû Hureyre´nin Hadîsidir. Bir kim­se orucunu unutarak yiyip içse orucu bozulmaz. Bu Hadîsi Ebû Hureyre rivayet eder. Bu bir habcr-i vâhiddir. Kıyasa takdim olun­muştur. Kıyasa göre yiyip içmek orucu bozar. Ebû Hanîfe bu ha­ber-i vahidi kıyasa takdim ettiğini tasrih etmiş ve şöyle demiştir: «Eğer bu rivayet olmasaydı, kıyasla bozulur derdim.»

Bu nev´iden misâlleri pek çoktur: Onları saymağa lüzum da yok. Zira fıkıhta mukarrer bir kaidedir ki Hadîsle kıyas terk olu­nur ve buna istihsan namı verilir.

îkinci nevi misâller: Yani haber-i vahidi bırakıp kıyasla amel olunan mes´eleler de vardır. Yukarıda zikri geçen[18] develeri ve koyunları sütlü göstermek için sağmamak Hadîsi bu nevidendir.

Bu haber kıyasa muhalif olduğundan reddedilmiş, kıyasla amel olunmuştur.[19]

Memeye süt toplansın diye sağmamayı ayıp ve akdde aldatma da saymıyorlar. Müşteri kendisi aldanryor, hurma [20]Hadisi de bu nevidendir. Onu da Zeyd b. Sabit rivayet eder. Hz. Peygamber hurma üzerindeki hurmaların götürü-pazar kuru hurma ile müba­delesine müsâade etmiş... Ebû Hanîfc ve ashabı kıyasa muhalif diye bu Hadîsi reddederler. Çünkü hurma ribâ cereyan eden mal­lardandır. Ancak misli misline olursa caizdir, fazlası haramdır. Halbuki götürü satışta ribâ şüphesi vardır, haram olur.

Kur´â Hadîsi de bu nevidendir. Hadis şöyle rivayet olunur: Aliı köleyi, efendileri öldürürken azat etmiş, başka malı da yok, üçte birine tasarruf edebileceğinden Hz. Peygamber köleler ara­sında kur´a çekmiş, ikisine isabet etmiş, dördü köle olarak kalmış­lar. Ebû Hanîfe bu Hadîsi reddediyor. Çünkü; kıyasa muhaliftir; Çünkü efendileri boşaymca azatlık bu kölelerin hepsine vâki ol­du .îcmâen sabittir ki azatlık bir defa vâki oldu mu artık bozul­maz. Hürriyet ve neseb öyle şer´î hakikallerdir ki bir defa sabit oldular mı bozulmazlar. Öyle ise bu altı kölenin hepsi de azat olmuştur. Yalnız ölen kimsenin tasarrufu malının 1/3 ün de câri ol­duğundan dört kölenin kıymeti nisbetinde mirasçılar bu altı köleden para isterler. İşte kıyasa muhalif olduğundan haber-i vâhidleri Ebû Hanîfe böyle rededdiyor.

Fakat burada şunu kaydedelim ki, ikinci misâlde haber-i vâ­hid reddolunuyor. Halbuki onu Zeyd b. Sabit rivayet ediyor. O ise Sahabe arasında fıkhı en iyi bilenlerdendir. Ferâiz ilminde yüksek bir mevkii var. Onun rivayet etmiş olduğu Hadisin red sebebi kı­yasa muhalefet olmaz. Çünkü fakın olmiyan râvinin haberi reddo-

lunur. Halbuki Zeyd b. Sabit fakıhtır, hem de ne fakıh! Öyleyse bu tahlil doğru değildir.


117- İki Görüşün Münakaşası


İşte bir kısım misâl getirdik. Bâzılarında haber-i vâlıîd alını­yor, kıyas bırakılıyor, diğerlerinde kıyas alınıyor, haber-i vahi d terk ediliyor. Umumî ve küllî kaidelere uyuluyor. Bunlara benzer misâller daha çoktur.

Önümüze iki türlü görüş çıkıyor : Biri İsâ b. Ebân´m gö­rüşü ki; ona göre, haber-i vahidin reddi sebebi, kıyasa karşı olma­sı ve râvinin de fakıh olmamasıdır. İkincisi Kerhî´nin görüşü ki; ona göre de Ebû Hanîfe âdil ve mevsuk olan râvinin haber-i va­hidini daima tercih etmektedir. Şayet o bâzı haber-i vâhidleri red-dettiyse bu kıyasa muhalefetinden başka bir sebepledir.

Getirdiğimiz misâller ışığında ve Ebû Hanîfe´nin bize kadar ulaşan sözleri ışığı altında şimdi bu iki görüşü birbiriyle ölçelim. Şunda şüphe yok ki gösterilen misâller ve Ebû Hanîfe´nin naklo­lunan sözleri İsâ b. Ebân´ın ve Fahr´ül-İslâmın çıkardıkları neti­celere uymamaktadır. Bu da üç sebepten ileri geliyor:

1- Kahkaha Hadîsini Ma´bed Cühcnî rivayet ediyor. Halbu­ki o fıkıhla maruf olmıyan bîr râvidîr. Hadîsin meşhur olduğunu iddia hiç delile dayanmamaktadır.

2- Hurma Hadîsini Zeyd b. Sabit rivayet ediyor. Eğer fakıh olrmyan râvinin Hadîsi kıyasa muhalif olması re d sebebi olsaydı, onların kaidesince bunun kabul edilmesi lâzımdı. Çünkü, fakıh olan râvinin Hadîsi kıyasa muhalif de olsa, muvafık da oîsa kabul olunur diyorlar. Zeyd b. Sabit ise fakihtır.

3- Oruçlu kimse unutarak yeyip içse orucu bozulmaz Ha­dîsi hakkında; Ebû Hanîfe bunu kabul ettiğini ve kıyası reddet­tiğini söylüyor. Hadîsin râvisi Ebû Hurcyrc´dir, Fahr´ül-İslâm ve İsâ b. Ebân onun Ashabın fukahâsından olmadıkını söylüyorlar. Demek kıyasa muhalifte olsa burada gayri fakıh râvinin Hadîsi kabul olunuyor.

Bunlardan başka şu cihette var. Ebû Ifanîfe´den ve ashabın­dan nakloîunana göre: Kıyas nas olmıyan yerde yapılır. Kıvasa muztar kalınca gidilir. Onun için bizce Fahr´ül-İslâm´ın´ ve îsâ b. Ebân´ın ortaya attıkları Ebû Hanîfe´nin görüşünü ´;ım açıklıyor değildir.

Biz, Ebû Hanîfe´nin re´yi haber-i vâhid dahi olsa Sünneti; il­leti müstenbat olan kıyasa tercih etmektir, deyen görüşü kabul fdiyoruz. Ulemanın ekserisi de Ebû Hasan Kerhî´nin çıkardığı gö­rüşe meyletmişlerdir. Keşf´ül-Esrâr, Ebû Hasan Kerhîden m şöyle naklediyor:

«Bu söz (Yâni îsâ b. Ebân´ın sözü) bizim ashabımızdan nak­lolunmuş değildir. Onlardan naklolunan kavil, haber-i vahidin kı­yasa takdim edilmiş olduğudur. Görmüyor musun, onlar oruçlu kimse unutarak yiyip içerse orucunun bozulmadığı hakkında Ebû Hureyre´nin haberiyle amel ediyorlar, halbuki bu kıyasa muhalif­tir. Onun için Ebû Hanîfe: «Eğer rivayet olmasaydı kıyasla bozu­lur derdim» demiştir. Ebû Yusuf´tan naklolunduğuna göre o Mu-sarrat Hadîsini kabul etmiştir. Müşteriye muhayyerlik hakkı tanı­mıştır. Ebû Hanîfe´nin şöyle dediği sabittir: «Allah´tan ve Resu­lünden gelen can baş üstüne.» Seleften hiç birisinden râvinin fakıh olmasının şart koşulduğu duyulmamıştır. Anlaşılıyor ki bu söz, sonradan çıkmıştır. Yeline süt biriktirme ve hurmayı götürü mü­badele ve emsali Hadîsler için şöyle cevap veriyor: Bunlarla ame­li bizim ashabımız, kitaba ve meşhur Hadîse muhalif oldukların­dan dolayı terk etmişlerdir, yoksa râvinin fakıh olmaması yüzün­den değil. Çünkü satılık hayvanı sağmak Kitap ve Sünnetin zahi­rine muhaliftir.[21] Ağaç üzerindeki hurmaları mübadele keza Sün­nete muhaliftir, yoksa râvinin fakıh olmaması yüzünden reddedil­miş değildir. Şu da var ki biz Ebû Hureyre´nin fakıh olmadığını kabul edemeyiz. O fakıh idî. içtihat şartlarından hiç biri onda noksan değildi. Sahabe zamanında fetva verirdi. O zaman yalnız fakıh müctehit olanlar fetva verebilirdi. Ashab-ı Kiramın yücele-rindendi. Hz. Peygamber ona hıfzla dua etti. Allâhu Teâlâ da dua­sını kabul buyurdu. En çok hadîs belleyenlerden oldu. Hadîsleri ve namı âleme yayıldı.»[22]


118- Haberi Vâhîde Muhalif Kıyasların Sebebî


Bu tahlilden çıkardığımız netice şudur: Ebû Hanîfe illeti r.ıüstenbat olan kıyası, vasıflar tearuz edip emareler uyuşmayınca Hadîse tercih etmezdi. Râvi olan Sahabî fakıh değilse haber-i va­hidi kıyasa takdim ettiğine dair sonradan mezhep adamlarının, daha doğrusu bâzılarının çıkardıkları neticenin îmam´ı A´zam Ebû

Ranîfe´ye nisbeti doğru değildir. Çünkü bu onun dayandığı esas­lara uymuyor, ondan naklolunan sözlere muhalif düşüyor, onun hallettiği mes´elelere aykırı geliyor.

Ebû Hanîfe´den naklolunan öyle mes´eleler buluyoruz ki, on­lar haber-i vâhidlçre muhaliftir. Acaba onlara bilerek mî muhale­fet etti? Onları bilmiyorsa acaba neden terk edip başkalarını de­lil tuttu?

Bunlara cevap verebilmek için şu i-ki şekli farzedelim:

Şöyle farzedersek iş hiç dolaşık olmaz: O Hadîsleri bilmi­yordu, onun için içtihat ederek re´yle hüküm verdi. İçtihat ve is-tinbat ederken o Hadîsler malûmu olsaydı, onları gqz önünde tu­tar, nazarı itibare ahr, mes´elelerin hükümünü onlara göre verir­di! Böyle farzetmek kolay birşey, fakat buna Hanefî Mezhebinde­ki içtihatların büyük kısmı sağlam olmıyan bir esasa dayanmış oîur. Onun için haber-î vâhidlere her muhalefet ettiği yerde bu fa­raziyeyi yürütemeyiz.

Onun için başka türlü düşünmek ve bu haber-i vâhidlerden bâzısına bilerek muhalefet ettiğim farzetmek icabediyor. Hüküm verirken o haber-i vâhidleri bildirdi, fakat bâzı bakımdan onları reddediyordu. Bâzı ulemanın dediği gibi, bu reddin sebebi râvi Sa-babînin fakıh olmaması, kıyasa karşı gelmesi değildi.


119- Irak Fıkhının Hususiyetleri


Hz. Peygamber´e nisbet olunan bâzı rivayetleri Ebû Hanîfe Hazretlerinin ne gibi sebepler altında reddettiğini anlıyabilmek için Irak fıkhının içtihadını bütün nevileriyle şöyle bir gözden ge­çirmemiz icabediyor :

Ebû Hanîfe nazarında ilim olacağı olan Küfe fıkhı; Abdullah b. Mes´ud, Ali b. Ebû Tâlib ve Ömer b. Hattâb (Allah cümlesinden razı olsun) hazerâtının fetvalarına dayanmaktadır. Hz. Ali Efen­dimiz Hilâfeti esnasında Kûfe´de ikamet ederken ilmi oraya ya­yıldı. Abdullah b. Mes´ud´un hayatının uzun bir kısmı orada geç­ti. Ibn-i Mes´ud içtihad ve fetva yolunda Hz. Ömer´in meslekini tutuyordu. Re´ye kıymet veren bu zatların ilmi Kûfe´de yayıldı. Ashabın fukahasından olan bu büyük simaların fıkhım Kûfe´de Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Meşruk b. Ecda´ gibi zatlar alıp neşrettiler. İbrahim Nahaî de onlardan aldı. Ebû Hanîfe´nin üsta­dı olan Hammâd geldi, bu zikrolunan zatlardan İbrahim´in aldığı fıkhı alıp talebesine aktardı. Bununla beraber Hadîs ehline daha yakın olan Şa´bî´nin ilminden de kattı. Fakat Hammâd´da; Hz. Ümer, Hz. Ali ve îbn-i Mes´ud´un fıkhını hâmil olan ibrahim Na-Jıaî´nin tesiri daha çoktur.

Madem ki ibrahim Nahaî Hammâd´a bu üç zatın (Ömer, Ali ve îbn-i Mes´ud Hazeratmm) fıkhım nakletmiş, Hammâd da son­ra o fıkhı öylece Ebû Hanîfe´ye aktarmıştır, Öyleyse onların Hadîs Lenkidî hakkındaki düşünce tarzları ve rivayete gösterdikleri son derece dikkat ve titizlik görüşü behemehal naklolunmuş, onlara geçmiştir. îbn-i Mes´ud, Hz. Peygamber´in bir Hadîsini nakleder­den, onun demediği bîr şeyi nakletmiş olmak korkusuyla kendini bir titreme alırdı. Re´yle fetva vermekten çekinmezdi. Hz. Ömer de, Hz. Peygamber´in demediği birşey söylerler de yalan yaparlar korkusuyla halkı az rivayet etmeğe davet ederdi. Hz. Ali, âdil ve mevsuk dahi olsa Hz. Peygamber´den bir Hadîs rivayet eden kimseyi rivayetini yeminle tezkiye etsin diye yemin vermeğe davet ederdi. Bundan yalnız Hz. Ebû Bekr´is-Siddîk´ı müstesna tuttu. İş­le onlar, Hadis hakkında böyle titiz davranırlardı.

Madem ki Ebû Hanîfe bunların kendisine naklolunan fetva­ların ve hüküm verme tarzlarının tesiri altında kalmıştır, öyleyse râvilerin rivayetlerini kabul hususunda gösterdikleri fazla dikkat tarzı da onun üzerinde aynı tesiri bırakmış olacağı şüphesizdir. Râvileri tanımazsa, adalet derecelerini bilmezse elbette titiz dav­ranır. Belki de Ebû Hanîfe sözlerini gönlü yatışmadığı bâzı kim­selerin rivayetlerini reddetmiştir, her nekadar bunu açıklamıyor­sa da, red sebebi bu olsa gerektir. Zira o, kimseye dil uzatmaz, in­sanlar etrafında şüphe uyandırmak istemezdi. Gönlünün yatıştığı şekilde fetva verip onların rivayetlerini bırakmakla iktifa etti, ses çıkarmadı.


120- Muhtelif Fıkıh Medreselerînîn (Ekollerinin) Kurulması


Hakikaten Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn devirlerintJe .:ikıh ekolleri­nin kısımlara ayrılması sebebiyle her ekol kendi râvilerine fazla itimadîa sarıldı. Başkalarının naklettikleri ilim ve rivayetleri öyle kolay kolay kabul etmezlerdi. Bu hususta Şahveliyyullah Dehlevî şöyle diyor:

«Tabiîn ulemasından her bir âlimin kendi seviyesine göre bir mezhebi oldu. Her memlekette bir adam meydana çıktı. Meselâ Medine´de Said b. Musayib ve Salim b. Ömer, bu ikisinden senra 7,ührî, Kadı Yahya b. Said, Rebia b. Abdurrahman geldi. Mekke´de

Atâ b. Ebî Rebâh meydana çıktı, Kûfe´de İbrahim Nahaî ve Şa´bî doğdu. Basra´da Hasan Basri, Yemen´de Tavus b. Keysân, Şam´da Mekhûl yetişti. Halk, ilim aşkiyle yanan ciğerlerinin susuzluğunu söndürmek şevkiyle onların ilimlerine sarıldılar. Bu ulemanın rnezhebleri ve tahkikatları kendiliklerindendir. Onlardan fetvalar sordular, mes´elelerin hallini istediler. Onlardan hüküm vermele­rini dilediler. Onlar da bunu yaptılar, Said b, Museyyib, İbrahim Nahaî ve emsali bütün fıkıh bablan hakkında bilgi sahibi idiler. Fıkhı toplamışlardı. Her babda seleften aldıkları bir usulleri var­dı. Said b. Musayyip ve arkadaşları Mekke ve Medine halkının fıkıhta en kuvvetli olduğuna kani idiler. Onların mezhebi erinin esas dayandığı: Abdullah b. Ömer´in, Hz. Aişe´nin ve Abdullah b. Abbâs´ın fetvâlariyle Medine kadılarının verdikleri karar ve hü­kümlerdir. Allâhu Teâlâ´nm nasib etliği kadar onları topladılar, sonra onları ibret ve mukayese nazariyle gözden geçirip inceledi­ler.»

«İbrahim Nahaî ve arkadaşlarına göre ise: Abdullah b. Mes´-ud ve arkadaşları fıkıhta en kuvvetli, en müdakkîk idiler. Nasıl ki Alkame, Mesruk´a şöyle demiştir; «Onlardan bir tanesi olsun Ab­dullah (İbn-i Mes´ud) tan daha kuvvetli midir?» Said b. Musayyib Medine fukahâsmm konuşan lisanı idi. Hz. Ömer´in hükümlerini, Ebû Hureyre´nin Hadîslerini en iyi belleyen o oldu. İbrahim Nahaî ise Küfe fukahâsımn lisanıdır.[23]

Böylece her Sahabenin rivayetlerini, fetvalarını, hükümlerini, içtihat yollarım ve kıyas tarzını alan her muhît onların tesirinde kalarak her muhitin kendine mahsus bir görüşü oldu, muhît ay­rılıkları başladı. Her muhitteki fukahâ, menkul ve müstenbat fı­kıh hükümlerini kendinden öncekilerden tevarüs etti. Ve işte bu muhit ayrılığı yüzünden her mühît kendi ulemasının naklettikle­rine, hükümlerine ve fetvalarına daha çok itimat etti. Her muhi-lm halkı, orada daha fazla şüyu, bulan Hadîsleri, fetvaları aldı ve fukahâ onlara göre hüküm verdiler. Başka muhitte kabulü pek kolay değildi. Herkes kendi muhitinde olana daha güveniyordu.

Yukarıda Şahveüyyullah Dehlevî´nin ileri sürdüklerinden, Ebû Hureyre´nin rivayetleri Irak fıkhında neden bu kadar azdır ve ay­ni mevzuda Ebû Hureyre´den rivayet olunmuş Hadîs varken ne­den Irak fukahâsi yine kıyasa gitmiştir, bunu anlamış oluyoruz. Zira Ebû Hureyre´nin rivayet ettiği Hadîsleri belleyip hafz ve rivayet edenler Said b. Museyyip ve Medine´liler olmuştur. Kûfe´li-ler Abdullah b. Mes´ud´un Hadîslerini ve fetvalarını belleyip riva­yete kendilerini vermişlerdir. îsa b. Ebâ´nin ve Fahr´ül-îslâm´ın dedikleri gibi Ebû Hanîfe´nin Ebû Hureyre Hadîslerine bâzan mu­halefeti, onun fıkhı olmayışından değil ,bu Hadîslerin muhît ayrı­lıkları yüzünden Irak halkına ulaşmamış olmasındandır. Çünkü muhît ayrılıkları araya öyle setler çekiyor ki onları aşmak biraz güç oluyor.

Sonraları ise ekoller birbiriyle karıştı, tanıştı, fukahâ ulema temasa geçtiler, bir memlekette olan Hadîsler başka memlekete de yayıldı. Görüşler birbirine yaklaştı. Her biri diğerinde olanı al­dı. Irak fıkhıyla Hicaz fıkhı karıştı. Muhtelif istikâmetlere yöne­limler birbirine yaklaşmağa başladı. Fakat bunlar Ebû Hanîfe´den sonra oldu.


121- Irak Fukahâsının Rivayetlerinde Dikkatli Hareket Sebebleri


Muhît başkabği yüzünden olan türlü yönelimler sebebiyle h j muhît kendi fukahâsımn rivayetine muhalif olan başka muhitin rivayetini reddederdi. Çünkü talebeler -daLnâ üstadlarından aldık­larını tercih ederler. Bundan başka üstadlanni tanımış ve onlara gönülleri yatışmış olduğundan onların rivayetlerini elbette hiç ta­nımadıkları kimselerin rivayetlerinden daha üstün tutarlar. On­ların meslekleri, üstadlarının mesleğine uygundur.

Irak fukahâsı rivayeti kabul hususunda sıkı davranmağı Ab­dullah b. Mes´ud, Ali b. Ebû Tâlib, Ömer b. Hattâb gibi Ashabın ulularının mesleğinden aldılar. Bu sebeple Sahabe fetvasını Hz, Peygamber´e nisbetinde şüphe ettikleri rivayete tercih ederlerdi. Hattâ Küfe fukahâsımn âsâr Hadîse en fazla sarılanlarından olan İmam Şa´bî bile şöyle derdi:

«Peygamber zikrolunmaksızın Ali bize daha sevgilidir.» yâni Hadisin nisbetinde şüpheli olduğu halde Hz. Peygamber dedi de­mektense güvenerek Hz. Ali dedi demek bana daha sevgilidir, çünkü Hz. Peygamber´e bilmiyerek yalan söz nisbet etmekten kor­kardı. Rey fukahâsımn imamlarından olan İbrahim Nahaî şöyle diyor: «Abdullah dedi ki, Alkame dedi ki demek bize daha sevgi­lidir.»[24]

Görülüyor ki onlar rivayeti kabul hususunda gayet titiz ha­reket ettiklerinden, Hz. Peygamber´e nisbetinde şüpheli oldukları bazı rivayetleri reddedip Sahabi fetvalarını aldılar.

Irak fukahâsının rivayeti kabul hususunda bu kadar şiddetli hareket etmelerinin diğer bir sebebi de şudur: Onlar Hadîs riva­yeti işinde.titiz davranan Sahabeden ilim aldıklarından başka, Irak, gerek Tabiîn ve gerekse onlardan sonra gelen Tebe-i Tabiîn ve diğer fukahâ zamanlarından muhtelif din erbabının ve çeşitli fırkaların merkezi idi. Bütün Şia fırkaları, Haricîler, Mürcie, Ceh-ıniye, Kaderiyye hep orada idi. Dehrîler ve zındıklar da orada çık> ti. Bunlar din ile eğlenmek ve kendi grublannı desteklemek için Hz. Peygamber´in ağzından yalan uydurup, yalan Hadîsler söylü­yorlardı, Peygamberin demediklerini rivayetten çekinmiyorlardı* Irak fukahâsı bunları gördüler, Hz. Peygamber adına yalandan Hadîs uydurduğuna şahit oldular. Bu sebeple Hz. Peygamber´e yalan nisbetinden kaçınmak için onlarda şüphe uyandı. Yalan nîs-bet etmemek için rivayetten kaçındılar. Günahtan korktular. Din umurunu gayet iyi muhafaza etmek için yalnız tanıdıkları ve ilmî usullerini doğru buldukları kimselerden rivayeti kabul ettiler. Bu yüzden öyle rivayetleri reddettikleri oldu ki, onlar tanıdıkları kimselerce mevsukturlar. Fakat Irak´lılar onları tanımadıkların­dan reddetmişlerdir. Çünkü Iraklılar çok yalan Hadîs uydurul­duğunu gördüklerinden çok titiz idiler, hassas davrandılar. .


122- Irak Fukahâsının Kur´ân´a Verdiği Önem


Görüyoruz ki, Irak fıkhı kelimelerin ?elfâzm? umum ve şümulünü alıyor. Kur´ân-ı Kerîm´in beyânlarına sarılıyor. Yine yukarıda geçen bahislerde öğrendik ki, onlara göre Kur´ân-ı Ke­rîm´in hâslarının beyâna ihtiyacı yoktur. Bu itibarla hâssın mev­zuuna dair olan Hadîsleri kabul etmediler. Hicaz fukahâsınca, o Hadîsler hâssın beyanı kabilindendir. Fakat Iraklılar onları al­mıyor. Onlarca Kur´ân´ hâsları açık olup beyâna hiç ihtiyaç bu­lunmadığından hâssı beyan eder mânada olan Hadîslerin Hz. Pey­gamber´e nisbetini reddederler. Bu da râviîerin çoğunun rivaye­tinde şüphe etmelerinden ileri gelmiş olacak.

Yine onlarca haber-i vâhidler, Kur´ân-ı Kerîm´in umumlarına muânz olacak bir dereceye yükselemezler. Bunun için haberi vahid âmmı tahsis edemez. Kur´ârı´m umumları şümulü üzere yü­rür. Ve ona -muhalif olan rivayetin Hz. Peygamber´e nisbeti red-dolunur. Çünkü Hadîs Kur´ân-ı Kerîm´in nassını nesih edemez.

Tahsîs ise onlara göre nesih mertebesine yakındır. Hattâ Ashab-tian ve Tabiînden bîr çokları tahsîs yerine nesih tabirini kulla­nırlardı. Onların hükmüne göre Kur´ân´daki âmlara haber-i vâhid muarız olamaz, çünkü rivayette şüphe vardır. Hâs da onlarca be­yâna muhtaç değildir. Rivayetlere böyle bir zanla baktıklarından i´ctvâ verirken hükümlerini Kur´ân´m eîfâzmm umumundan veya hususundan aldılar. Bu mevzuda başkalarınca sıhhati kabul olu­nan Hadîsler de mevcuttur. Onlarca sıhhati sabit olmadığından almadılar. Sonra gelenler zannettiler ki. Hadîs dururken kıyasla hüküm vermeleri kıyası haber-i vahide takdim etmelerinden ileri geliyor. Halbuki mese´le hiç de öyle değil.


123- Haberi Vâhid Usule Dayanan Kıyaslara Tercih Olunur Mu?


Demek, oluyor ki, Ebû Hanîfe kıyası haber-i vahide alelıtlak tercih ediyor değildi. Zira Ebû Hanîfe´nin kıyaslarına muhalif bu­lunan haber-i vâhidler esasında bu rivayetlerin doğruluğunu bile­rek kıyas onlara tercih etmiş değildir. Kıyasla amelin sebepleri, bâzılarına kısaca işaret ettiğimiz veçhile bambaşkadır.

Şunu da söyleyelim ki, öyle kıyaslar yar ki, İslâm Şeriatının ^hkâmmm mecmûu´ndan alınmıştır, ulema onları kabulde birle­şiyor, kat´ı naslar o usulü beyan ve ifade ediyor, bu usul kat´î usu­le dayanan kıyaslara da takdim olunur mu? Bu usullere dayanan kıyaslan bu hususa dair varit olan haber-i vâhidlere bakarak red­deder miyiz? Acaba Ebû Hanîfe bu gibi usule dayanan kıyaslan, haber-i vahide taâruz ediyor diye reddeder miydi? tetkik isteyen noktadır. Ebu´I-Hüseyin Kerhî yukarıda söylediğimiz gibi, kıyasın illeti nasta varsa veya kat´î bir asla dayaniyorsa-ki asi kat-i olun­ca feri´ de kat´î olur-böyle olan kıyasın haber-i vahide takdim edil­diğinde ulemanın ittifak üzere olduklarını söylüyor. Böyle olan haber-i vâhid şaz addolunur diyor. Acaba Ebû Hanîfe de bu itti­fak eden ulema arasında mıdır?

İşte bu noktanın biraz aydınlanması ve izahı icabe