- İctihad

Adsense kodları


İctihad

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
ayten
Wed 29 September 2010, 10:31 pm GMT +0200
İctihad

BİRİNCİ TARAF: İCTİHÂD

Bu bölümde:

1) İctihâd yönünden müctehide müteallik taraf,[1]

2) Müctehidin verdiği fetvaya müteallik taraf,[2]

3) Müctehidin verdiği fetva üzerinde i´mali fikir etme ve ona uymaya müteallik taraf olmak üzere üç ayrı konu üzerinde durulacaktır.

Birinci Taraf, on dört mesele altında işlenecektir:

BİRİNCİ MESELE:

İctihâd iki kısımdır:[3]

a) Yükümlülük diye bir şey kalmayıncaya kadar ki bu ancak kıyamet gününde olur devam edecek olan ictihâd.

b) Dünyanın sonu gelmeden önce kesintiye uğraması mümkün olan ictihâd.

Birinci türden olan ictihâd, tahkîku´l-menâta müteallik olan ictihâddır.[4]Ümmet arasında kabulü konusunda ihtilaf bulunma­yan kısım işte budur. Tahkîku*l-menâtm mânâsı şudur: Hüküm, şer´î delili ile[5] sabit bulunmakta; ancak geriye hükmün mahallinin belirlenmesi için[6] i´mali fikir etme kalmaktadır. Meselâ şöyle: Sâri´ Teâlâ: "Sizden âdil iki şahit tutun![7] buyurmaktadır. Biz şer´an "adâlet"in[8] mânâsını biliyoruz. Ancak bu vasfın kimde bulunup bu­lunmadığı noktasının belirlenmesine ihtiyaç vardır. İnsanlar adalet vasfında hep aynı düzeyde değillerdir. Aksine bu konuda araların­da çok farklılıklar bulunmaktadır. Şöyle ki: Biz adalet sahibi insan­ları bir araya getirip ele aldığımızda onların iki uçta bulundukları­nı ve bu iki ucun da bir ortası olduğunu görürüz. En üst tarafı, Hz. Ebû Bekir´in sahip olduğu adalet vasfı gibi hakkında en ufak bir problem bulunmayan uç tarafttır. Diğer uç taraf ise, adalet vasfının gereğinden çıkışın ilk derecesi olmaktadır. Sırf müslüman olmakla henüz çizgiden içeri girmiş bulunan (fakat üzerinden hayra mı yoksa şerre mi sapacağına dair henüz bir vakit geçmediği için durumu bilinmeyen) kimsenin hali gibi. Büyük günah işlemiş ve bu yüzden de hadde maruz kalmış kimselerin ise elbette bu çizgi içerisinde hiç yeri yoktur (ve onlar adalet vasfından gittikçe uzaklaşmış olacak­lardır.) Bu iki uç[9] arasında ise sayılamayacak kadar çok mertebeler bulunmaktadır. Bu orta kısmın belirlenmesi pek net değildir.[10] Bu vasfin bulunup bulunmadığının belirlenmesi için bütün gücün orta­ya konması gerekir ki, ictihâd da budur. Bu, hâkimin her şahit hakkında ihtiyaç duyduğu bir şeydir.

Keza bir kimse malını fakirlere verilmek üzere vasiyette bu­lunsa yine bu kabilen bir içtihada gerek duyulacaktır. Şöyle ki: Kuşkusuz, insanlardan bazıları vardır ki hiçbir şeyleri yoktur ve bu kimseler için "fakirlik"[11] sıfatının tahakkuku açıktır. Dolayısıyla bu gibi insanlar vasiyete hak kazananlar listesine gireceklerdir. Bazılan da vardır ki, her ne kadar nisap miktarı malları olmasa da bir ihtiyaç ve fakirlikleri yoktur. Bu iki zümre arasında ise ortada bu­lunan kimseler vardır. Meselâ, malı olan fakat kendisi için yeterli olmayan kişi gibi. Bu durumda onun haline bakılır: Acaba onun hakkında zenginlik tarafı mı, yoksa fakirlik tarafı mı daha ağır basmaktadır (İşte yapılacak bu değerlendirme sonucunda o kişinin vasiyete hak kazananlar listesine girip girmeyeceğine karar veri­lir.)

Aynı şekilde zevce ve akraba nafakalarının miktarının belir­lenmesi de bu kabildendir. Zira bu konuda hem nafaka yükümlüsü­nün, hem nafakaya hak kazananın hallerinin dikkate alınması, hem de zamanın gereklerinin göz Önünde tutulması gerekecektir. Buna benzer belli bir sayı altına sokulamayacak kadar çok mesele konunun Örneğini teşkil edecektir ve bunların teker teker ele alın­masına imkân yoktur. Bu gibi durumlarda ictihâd yapılmaksızın taklid ile işi bitirmenin imkân ve ihtimali bulunmamaktadır. Çün­kü taklid, ancak taklid edilen konuda hükmün menatının (daya­nak) tahkiki sonucunda düşünülebilir. Menât burada ise henüz ta­hakkuk etmiş değildir. Çünkü meydana gelen olaylardan her biri, haddizatında yepyeni bir olaydır ve hiçbir şekilde nazîrlerinin daha önce geçmesi mümkün değildir. Vakıada geçmiş olsa bile, en azın­dan bizim için öyle değildir. Şu halde olaylar üzerinde hükmün menâtını belirlemek için mutlaka içtihada ihtiyaç vardır. Biz olayın benzerinin daha önce geçmiş olduğunu kabul etsek, o takdirde bile, bunun o olayın benzeri olup olmadığı konusunda yine değerlendir­me yapma zarureti bulunmaktadır ki, bu da ictihâd olmaktadır.

Cinayetler hakkında .yapılan "erş" (yani diyet) takdirleri ile itlaf edilen malların kıymetlerinin tesbiti konuları da aynı şekilde­dir.

Btınun böyle olduğu konusunda şu noktanın dikkate alınması dahi yeterlidir: Şeriat her cüzî olayın hükmünü ayrı ayn koyma­mış, buna mukabil belli bir sayı altına sokulamayacak kadar çok cüz´îleri içine alacak küllî esaslar ve mutlak ibareler getirmekle ye­tinmiştir. Öte yandan her muayyen olan şeyin de, bir başkasında bulunmayan kendisine ait bir ayrıcalığı bulunacaktır. Bu, isterse bizzat belirleme hakkında olsun. Bir ayrıcalığı olan şeyler, ne mut­lak olarak hüküm içerisine girer; ne de mutlak olarak hüküm dışın­da kalır. Aksine bunlar, iki kısma ayrılırlar ve aralarında da her iki tarafla bir yüzde müşterek olan üçüncü bir kısım bulunur. Bu du­rumda varlık âlemine çıkan belirli hiçbir suretin, şöyle ya da böyle derinlemesine ya da yüzeysel âlimin değerlendirmesi dışında kal­masına imkân yoktur. Çünkü o şeyin hangi delil altına gireceğinin belirlenmesi için bu değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Eğer değerlendirme konusu olan o şey, her iki tarafla bir yüzde müşterek oluyor­sa o zaman durum daha da zor olacaktır. Bütün bunlar, ilimden bi­raz nasibi olanlar için son derece açıktır.

Kaza (yargı) ile ilgili kurallardan biri şudur: "Beyyine yani de­lil ikâmesi müddet yani davacı tarafına düşer, yemin de inkâr eden tarafa verdirilir."[12] Kadı´nın herhangi bir olay hakkında hükmet­mesi, hatta delilleri yönlendirilmesi ve taraflardan kendilerinin yapmaları gereken şeyleri isteyebilmesi, her şeyden önce mutlaka davacı ile davalıyı birbirinden ayırdetmesine bağlıdır. Bu nokta, kazanın esasını teşkil eder.[13] Bu da ancak değerlendirme, ictihâd, davanın delillere vurulması yoluyla belirlenebilir. Yapılan bu iş ise bizzat "tahkîku´l-menâf olmaktadır.

Kısaca bu tür içtihadın her değerlendirici, hâkim ve müftiye nisbetle bulunacağı, hatta her mükellefe nisbetle kendisini ilgilen­diren konuda olacağı zarurî olmaktadır. Çünkü sıradan bir mükel­lef (âmmî) meselâ fıkıhta "namaz kılarken sehven fazladan işlenilen fiiller namazdaki fiillerin cinsinden olabilir veya olmayabi­lir eğer az miktarda ise affedilmiştir; namazı bozmaz, ama çoksa namazı bozar" diye bir hüküm işitse ve namazında fazladan bu tür hareketlerde bulunsa, bu durumda mutlaka yaptığı bu hareketlerin namazı bozacak kadar çok olup olmadığı konusunda değerlendirme yapması ve ona göre iki tarafttan birinin hükmüne katması gereke­cektir. Bu ise ancak ictihâd ve değerlendirme yoluyla olacaktır. Bu­nun sonucunda kıldığı namazın hangi kısımdan olduğu belirince, o kimse için hükmün menâtı (dayanağı) gerçekleşmiş olacak ve artık fiilini ona göre icra edecektir. Diğer yükümlülükleri hakkında söy­lenecek söz de aynıdır. Eğer bu tür içtihadın kalkmış olduğu farze-dilecek olsa, o zaman şer*î hükümler hiçbir zaman mükelleflerin fi­illeri üzerine inmeyecek, hep zihinlerde kalacaktır. Çünkü şer"î hü­kümler mutlaktır ve umumîlik özelliği arzeder; dolayısıyla ancak aynen kenileri gibi mutlak olan fiiller üzerine inebilir. Fiiller ise, varlık âleminde hiçbir zaman mutlak olmaz; aksine muayyen ve müşahhas olarak meydana gelir. Bu durumda mevcut şer*î hükmün onun üzerine indirilmesi, ancak ve ancak o muayyen fiilin, o mut­lak ya da âmm hüküm tarafından kapsandığına dair bir değerlen­dirme sonucunda mümkündür. Bu değerlendirme de yerine göre kolay, yerine göre de zor olur. Bütün bunlar ictihâd olmaktadır.

Taklidi sahih olan şeylerin, bu kısımdan olması da mümkün­dür. Bu da öncekilerin muayyen cüzîlere yönelik değil de nev´ilere yönelik tahkıku´l-menât hakkında ictihâdda bulundukları konular­da olur. Meselâ, avın cezası konusunda dengi keffâretle hükmetme gibi. Bu konuda şeriatta gelen: "Sizden bile bile onu öldürene, ehli hayvanlardan öldürdüğünün dengi olduğuna içinizden iki âdil kimsenin hükmedeceği, Kâ´be´ye ulaşacak bir kurbanı ödeme... var­dır"[14] âyetidir. Bu denkliğe itibar konusunda zahirdir. Ancak den-gin nev´inin ve öldürülen av türü için denk olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Meselâ, sırtlana karşılık koçun, geyiğe karşılık ke­çinin, tavşana karşılık oğlağın, yaban öküzüne karşı sığırın, ceylana karşı koyunun denk olduğunun belirlenmesi gibi. Keffâretler için getirilen köle[15] âzâdı, erkek ve kızın ergenliklikleri (bulûğ[16]) vb. konularda da durum aynıdır. Ancak nev´iler hakkında yapılmış bulunan bu ictihâd, muayyen cüzîler hakkında yapılması gereken ictihâddan müstağni kılacak değildir. Dolayısıyla bu türden ictihâd her zaman mutlaka olacaktır.[17] Zira yükümlülüğü onsuz düşünmek mümkün değildir.[18] Eğer bu türden içtihadın kaldırılması ile birlikte yükümlülüğün sürdürülmesi düşünülecek olsa, o zaman muhal ile yükümlü kılmak gibi bir sonuç lâzım gelecektir. Bu ise, şer´an mümkün değildir. Öte taraftan bu akîen de mümkün değildir. Bu, konu ile ilgili en açık delil olmaktadır.

b) Zaman içerisinde kesintiye uğraması mümkün olan ikinci kısım içtihada gelince, bunlar üç türlüdür[19]

1) Tenkîhul-menât: Hükümde dikkate alınan vasfın, nassda diğerleri ile birlikte zikredilmesi ve ictihâd yoluyla gerçek illet olan vasfın diğerlerinden ayıklanması ve böylece muteber olanın mülga olandan ayırdedilmesi işlemidir. Saçını yolarak, döşünü döverek ge­len ve (Ramazanda eşi ile cinsel ilişkide bulunduğunu) söyleyen bedevi hadisinde[20] yapılan işlemde olduğu gibi. el-Gazzâlî bunu, Şifâu´l-ğalîl´de zikretmiş olduğu kısımlara ayırmıştır.[21] Bu konu usûl kitaplarında etraflıca açıklanmıştır. Usûlcüîer bunun kıyas konusu dışında olduğunu söylemişlerdir. İşte bu yüzdendir ki Ebû Hanîfe, keffâretler konusunda kıyası kabul etmemekle birlikte[22], onunla hükmetmiştir. O, sadece zahirin tevili anlamına gelen bir nev´i olmaktadır.

2) Tahrîcu´l-menât: Bu kısımda hükmü belirleyen nass, menâta yani illete temas etmemekte ve sanki o ayrı bir araştırma sonucu çıkarılmış olmaktadır. Bu kıyası ictihâd[23] olmaktadır ve malumdur.[24]

3) Daha Önce sözü edilen tahkîku´l-menâtm bir nev´i. An­cak tahkîku´l-menât iki kısımdır[25]:

etkinlikleri yoktur. " Meselâ âzâdın sirayeti konusunda cariyenin erkek kö­leye katılması örneğinde şöyle denir:

Birincisi, cüzilere değil de nev´ilere yönelik olan kısım. Meselâ, av keffâreti konusunda öldürülen av hayvanına denk olarak belirle­necek cezanın nevinin, keffâret olarak âzâd olunacak kölenin nev´i-nin vb. belirlenmesi gibi. Buna daha önce kısaca işaret edilmişti.

ikinci kısım, hükmün menâtmm tahakkuk ettiği konuda me-nâtın (yeniden ve başka bir nazarla) tahkiki mânâsına gelen kısım. Bu durumda (cüzîyyât konusunda) tahkîku´l-menât sanki iki kisım-mış gibi olmaktadır:

a) Genel tahkik ki bu, zikredilen kısım oluyor.

b) Bu genel tahkik içerisinde daha özel bir tahkikin bulunması.

Şöyle ki: Birincisinde değerlendirme, bütün mükelleflere nis-betle genel olarak yapılır. (Her mükellefin kendi özel durumuna ba­kılmaz.) Meselâ, müctehid adalet vasfına baktığı ve falanca şahsın zahiren onunla muttasıf bulunduğunu gördüğü zaman, nassın ada­let sıfatına bağlı olarak gerektirdiği şehâdet, kamu velayeti, özel velayetler[26] gibi yükümlülükleri o şahsm üzerine tatbik etmede bir sakınca görmez. Mendupluk için olan emir ve nehiyler, mübahlık için olan durumlar karşısında da aynı şeyi yapar ve onlarla yüküm­lü ve muhatap olan kimseler hakkında ilgili nasslarm hükümlerini uygular. Nitekim vaciplik ve haramlık hükümleri getiren nassların gereklerim de aym şekilde, zahirî mükellefiyet şartı dışında her­hangi bir şeye iltifat etmeksizin uygular. Bu bakış açısından, bütün mükellefler eşit olmaktadırlar.

ikinci kısma, yani daha özel anlamda olan bakış açısına göre ise, durum bundan daha ince ve derindir. Bu bakış aslında: "Ey in­sanlar! ALLAH´tan sakınırsanız (takva sahibi olursanız), O size iyiyi kötüden ayırdedecek bir anlayış verir"[27]âyetinde sözü edilen "tak­vamın bir sonucu olmaktadır. Bazen bu anlayışa "hikmet" adı veri­lir ve: "Hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilmişse, şüphe­siz ona çokça hayır verilmiştir"[28] âyeti de buna işaret eder. İmam Mâlik şöyle demiştir: "Âdemoğlunun özelliğinden biri de, bilmez iken bilir olmasıdır." ALLAH Teâlâ´mn: "Ey insanlar! ALLAH´tan sakı­nırsanız (takva sahibi olursanız), O size iyiyi kötüden ayırdedecek bir anlayış verir"[29] buyruğunu işitmediniz mi " O yine şöyle demiştir: "Şüphesiz hikmet, bir melekin, kulun kalbine mesh etmesidir." Yine o: "Hikmet, ALLAH´ın kulun kalbine attığı bir nurdur" demiştir. Yine o: "Kalbime, hikmetin ALLAH´ın dininde üst düzeyde bir anlayışa (fıkıh) ulaşmak olduğu doğuyor. O ALLAH´ın rahmeti ve lütfü so­nucu kalblere soktuğu bir şeydir" demiştir. İmam Mâlik, ilmin fetva kabilinden olan şeylerin yazılmasını hoş karşılamazdı. "Peki ne yapalım " diye sorduklarında da: "Ezberlersiniz, anlarsı­nız, bunun sonucunda kalbleriniz aydınlanır. Ondan sonra ise ar­tık yazıya ihtiyacınız kalmaz" derdi.

Kısaca, Özel anlamda tahkîku´l-menât, her mükellefin içerisin­de bulunduğu özel hallerin değerlendirilmesi ve onlarla özel olarak ilgili olan teklifi delillerin dikkate alınması, şeytanın, arzu ve he­veslerin, peşin zevklerin etkinliklerinin hesaba katılması ve bütün bunların sonucunda o mükellef hakkında yükümlülüklerin mutlak olarak değil de, üzerinde etkin bulunan unsurlardan kaçınması kaydı ile getirilmesi demektir. Bu hem kesinlik arzeden, hem de ke­sinlik arzetmeyen yükümlülükler hakkında böyledir. Kesinlik ar-zetmeyeıi yükümlülükler hakkında bir başka bakış açısı daha var­dır; o da her mükellefin kendi kişiliğine, içinde bulunduğu vakte, hale vb. uygun olan hükümlerin seçilmesidir. Çünkü nefisler, belirli amellerin kabulü konusunda, hep aynı konumda değillerdir. Nite­kim ilim ve zenaatler karşısında insanların durumu da aynı şekil­dedir. Nice yararlı işler vardır ki, onlar yüzünden bazı insanların başına zarar ya da fütur gelir. Halbuki bir başka işe karşı aynı tep­kiyi göstermez. Nice ameller de vardır ki, onu işleyen kimseye nis-betle nefsin ve şeytanın payı, bir başka amele göre çok daha güçlü olur. Oysa ki bir başka amelde, bu gibi unsurlardan tamamen uzak bulunur. İşte bu özel tahkiki gerçekleştiren kimse, basiret nurun­dan nasibini almış ve böylece nefisleri ve onların hazlarını, onların anlayışlarmdaki farklılıkları ve yükümlülükler karşısındaki sabır ve tahammül güçlerini, zaaflarını, peşin zevklere iltifat edip etme­diklerini gören ve bilen kimsedir. Bu şekilde o, her kişiye kendisine uygun olan nassın hükmünü getirir; çünkü yükümlülüklerin getiri­lişinde gözetilen şer´î maksat da budur. Sanki o, bu özel tahkik so­nucunda mükelleflerin ve yükümlülüklerin umûmunu tahsis etmiş olmaktadır. Ancak umûmluktan maksat, birinci genel tahkik sonucunda umûmluğu sabit olandır. Keza o, birinci genel tahkikte mut-laklığı sabit olan şeyi kayıtlamış olmakta, veya daha önce kısmen kayıtlı bulunanlara ilave bir veya daha fazla kayıt eklemektedir.

Buradaki tahkîku´l-menâttan kastettiğimiz mânâ işte budur.

Geriye bu içtihadın doğruluğunu gösterecek delillerin getiril­mesi kalmıştır. Diğer konularla ilgili olanların açıklanması ve delil-lendirilmesi konusunu usûlcüler üstlenmişlerdir. Aslında bu, tahkîku´1-menâtın umûmu içerisine dahil olmak hasebiyle, onun hakkın­da olan mutlak delâlet altma girmektedir. Buna rağmen, konu ile ilgili hususî deliller arzu edenler varsa, bu konuda deliller fazlasıy­la mevcut bulunmaktadır. Biz ALLAH´ın izniyle onlardan sadece bir kısmını zikredeceğiz:

Bu delillerden biri şudur: Rasûlullah´a çeşitli zaman­larda en faziletli amelin, en hayırlı işin ne olduğu sorulmuştur. Ba­zen de bu konuda bir soru olmaksızın açıklamalarda bulunmuştur. Sorulan sorulara karşı tamamen farklı cevaplar vermiştir. Eğer bu cevaplardan her biri mutlaklığı ve umumluğu üzere alınacak olsa­lar, aralarında çelişki meydana gelirdi.

Sahîh´te rivayet olunduğuna göre Rasûlullah´a "Han­gi amel daha üstündür " diye sorulmuştu. Rasûlullah"Al­lah´a imandır" buyurdu. "Sonra nedir " diye sordular. "ALLAH yo­lunda cihâddır" buyurdu. "Sonra nedir " diye sordular. "Hacc-ı mebrûrdur"[30] buyurdu.[31]

Bir başka zaman ona: "Hangi amel daha üstündür " diye sorul­du. Rasûlullah: "Vaktinde kılınan namazdır" buyurdu. "Sonra hangisidir " dediler. "Ana-babaya iyiliktir" buyurdu. "Sonra hangisidir " dediler. "Allahyolunda cihâddır"buyurdu.[32]

Nesâî´de Ebû Ümâme´den şöyle rivayet edilir: Rasûlullah´a geldim ve: "Bana doğrudan senden öğreneceğim birşey em­ret" dedim. Bana: "Oruca sarıl! Çünkü onun gibisi yoktur" buyur­du.[33]

Tirmizî´de de şu hadis yer alır: Rasûlullah´a "Kıyamet gününde ALLAH katında derece bakımından en üstün amel hangisi­dir " diye soruldu. "ALLAH´ı çok zikreden erkekler ve kadınlar" bu­yurdu.

Sahîh´te de: "La ilahe illallahu vahdehû lâ şerike leh..." zikri hakkında: "Hiçbir kimse, ondan daha üstün bir şey getirmemiştir" fioo] buyurduğu nakledilir.

Nesâî´de şu hadis bulunmaktadır: "ALLAH katında duadan da­ha üstün başka bir şey yoktur. "[34]

Bezzâr´da ise şu hadis yer almaktadır: "Hangi ibadet daha üs­tündür " diye soruldu. "Kişinin kendisi için duasıdır" buyurdu.

Tirmizî´de ise: "Kıyamet gününde mü´minin terazisinde güzel ahlâktan daha üstün bir şey bulunmaz"[35] hadisi yer alır.

Bezzâr´da: "Ey Ebû Zerr! Sana sırtta hafif, fakat terazide baş­kalarından daha ağır olan iki şeyi bildireyim mi Sen güzel ahlâka ve sessiz kalmaya özen göster. Canımı elinde tutana yemin ederim ki, mahlukât bu ikisinden daha faziletli hiçbir şey işlememiştir"^ ri­vayeti vardır.

Müslim´de de şu hadis vardır: "Müslümanların hangisi daha hayırlıdır " sorusuna Rasûlullah: "Müslümanların, dilin­den ve elinden emin oldukları kimsedir" buyurdu.[36]

Yine ona: "Hangi müslümanlık (özelliği) daha hayırlıdır " diye sordular: "Yemek yedirmen, tanıdığın tanımadığın herkese selâm vermendir" buyurdu.[37]

Sahîh´te: "Kişiye sabırdan daha hayırlı ve geniş başka bir ba­ğışta bulunulmamıştır´[38] hadisi vardır.

Tirmizî´de: "Sizin en hayırlınız, Kur´ân´ı öğrenen ve öğreteni-nizdir´[39] buyurulm aktadır.

Yine Tirmizî´de: "ibadetlerin en üstünü, (ALLAH´tan) kurtuluş (feree) beklentisidir´[40] hadisi bulunmaktadır.

Bunlara benzer daha başka hadisler de vardır ki bunlar sözü edilen üstünlüğün mutlak olmadığını, aksine göreli olduğunu göste­rir ve üstünlükten kas dm belli bir vakte ve soruyu soran kimsenin haline nisbetle öyle olduğuna işarette bulunur.[41]

Rasûlullah, Enes hakkında çok malı olması için dua etmiş ve o bu duanın bereketini de görmüştür. Kendisinden çok ma­lı olması için dua isteyen Sa´lebe b. Hâtıb´a[42] ise: "Şükrünü ifa etti­ğin az, şükrüne güç yetiremeyeceğin çoktan daha hayırlıdır" buyur­muştur.[43]

Ebû Zerr´e: "Ey Ebû Zer! Ben, seni kuşkusuz zayıf görüyorum ve ben elbette ki, kendim için sevdiğim şeyi senin için de severim. Sakın ola ki, iki kişi (de olsa) üzerlerine emir (yönetici) olma ve asla yetim malı idaresini üstlenme!"[44]demiştir. Halbuki, her iki amel de, bihakkın yerine getirecek kimseler için en üstün amellerden ol­duğu bilinmektedir. Yöneticilik ve yargı hakkında meselâ Rasûlul-lah "Şüphesiz âdil olan (yönetici ve hâkim)ler, ALLAH ka­tında Rahman´ın sağında nurdan minberler üzerinde olacaklar­dır"[45] "Ben ve yetime kefil olan kimse cennette şöyleyiz´[46] buyur­muştur. Buna rağmen Rasûlullah Ebû Zerr´in özel duru­munu dikkate alarak, bu iki şeyi üstlenmesini ona yasaklamıştır.

İsmail b. İshâk´ın Ahkâm adlı eserinde İbn Sîrin´den şöyle de­diği nakledilir; Hz. Ebû Bekir (namazda) alçak, Hz. Ömer ise yük­sek sesle okurdu. Ebû Bekir´e: "Niçin böyle yapıyorsun " dediler. "Ben Rabbime münacâtta bulunuyor ve O´na tazzarru ediyorum" diye cevap verdi. Hz. Ömer´e: "Niçin böyle yapıyorsun " dediler. O da: "Uykusu gelenlerin uykusunu kaçırıyor, şeytanı çaresiz kılıyor ve Rahmân´ı razı ediyorum" dedi. Hz. Ebû Bekir´e: "Sesini biraz yükselt"; Hz. Ömer´e de: "Sen de biraz indir" denildi.[47] O şöyle bir yorum yaptı: Bununla Rasûlullah onlardan her birini aslında kasıtları doğru ve yerinde olsa da kendi tercihinden çı­karmayı kastetmiş oldu.

Sahîh´te geldiğine göre bazı kimseler Rasûlullah´a ge­lerek: "Biz içimizde, konuşarak dışımıza vurmayı göze alamadığı­mız şeylerin geçmekte olduğunu görüyoruz" dediler. Rasûlullah onlara: "Böyle bir düşünce geçmekte mi " diye sordu. Onlar: "Evet!" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Rasûlullah: "O açık imandır" buyurdu.[48] Başka bir hadiste de: "Kimin içinden böyle şeyler geçerse şöyle desin: ´Hüve´l-evvelu ve´l-âhiru ve´z-zâhiru ve´l-bâtın ve hüve bi külli şey´in alîm´[49] Böylece Rasûlullah´ın farklı ce­vaplar verdiğini görmekteyiz. İbn Abbâs da daha başka bir şekilde cevap vermiştir. Halbuki ele alınan konu hep aynıdır.[50]

Sahîh´te şu hadis yer almaktadır: "Ben, adama (mal) veririm. Halbuki başkaları bana ondan daha makbuldür. Bunu ALLAH´ın onu yüzüstü ateşe sürmesinden korktuğumdan yaparım. [51] Rasûlul­lah, (ganimet taksimi sırasında) bazı insanlara mal ver­miş, diğer bir kısmını ise imanlarıyla başbaşa bırakmıştır.[52] Çünkü bu iki grubun durumlarım yakînen biliyordu. Rasûlullaht Hz. Ebû Bekir´den malının tümünü kabul etmiş, fakat diğerleri İçin mallarının bir kısmını bırakmalarını, hepsini tasadduk etmemeleri­ni tavsiye etmiş ve onlar hakkında: "Malının bir kısmını kendin için tut; bu senin için daha hayırlıdır" buyurmuştur.[53]Bir baş-ka-sı yumurta büyüklüğünde külçe altın getirmiş, fakat Rasûlullah kabul etmemiştir.[54]

Hz. Ali: "İnsanlara anlayabilecekleri dille konuşun. ALLAH ve Rasûlünün tekzip edilmesini ister misiniz " diyerek ilmin sunulu­şuna bir kayıt getirmişti. Öyle meseleler vardır ki, bazı insanlara uygun gelirken, diğer bazılarma uygun gelmez. "Rabbani" yani ger-Çek eğitimci[55] hakkında, "ilmin büyük meselelerinden önce küçük meselelerini öğeten kimse"dir demişlerdir. Buradaki tertip de bu kabildendir. el-Hâris b. Yakûb´dan şöyle dediği rivayet edilir: "Ger­çek fakih, Kur´ân´ı tam anlayan ve şeytanın hilelerini kavrayan kimsedir." Buradaki "şeytanın hilelerini kavrayan kimsedir" sözü, meselemizle ilgili kısmı teşkil etmektedir. Ebû Recâ el-Atâridî´den rivayet edilmiştir: Zübeyr b. el-Awâm´a: "Ey Muhammed´in asha­bı! Ben niye sizi insanlar içerisinde namazı en hafif tutan kimseler olarak görüyorum " dedim. O bana cevaben: "Biz vesveselerin önü­nü almak istiyoruz" dedi. Halbuki namazı uzatmak müstehap bir-şeydir. Ancak, onun müstehaplığını ortadan kaldıracak ters bir du­rum sebebiyle onlar namazlarını kısa kılmışlardı. "Ey Muâz! Yoksa sen insanları dinlerinden mi etmek istiyorsun´ " hadisi de bunun benzeridir.[56]

Eğer araştırılacak olsa, gerçekten bu türün çok olduğu görülür. Sahabe, tabiîn ve ilk imamlardan nakledilen birçok şey de bu kabil­den olmaktadır. Bunlar çoktur.

Nev´iler hakkında tahkîku´l-menâtın yapılması ve bunun üze­rinde âlimlerin kısmen ittifak halinde olmaları, geçtiği üzere bu ko­nuya tanıklık eden hususlardan biridir. Alimler bu esas üzerine ayrıntılara da girmişlerdir. Meselâ: "ALLAH ve peygamberiyle sava­şanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürül­mek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir"[57] âyeti aslında mutlak muhayyerlik hükmü getirmektedir. Ancak ulemâ onun ictihâd yoluyla kayıtlı ol­duğunu görmüş ve öldürme hükmünün bir duruma, asılma hükmü­nün başka bir duruma, kesme ve sürgün hükümlerinin de daha başka durumlara ait olduğunu belirtmişlerdir. Aynı şekilde esirler­le ilgili getirilen karşılıksız serbest bırakma ve fidye alma hüküm­leri hakkında da durum aynıdır. Yine şeriatta nikâhın emredildiği ve sünnet olduğu sabit iken âlimler onu (kişinin durumuna göre farzdan harama kadar) beş farklı hükme ayırmışlardır. Bu gibi ko­nularda onlar, her mükellefin kendi özel durumuna bakmışlardır. Her ne kadar hüküm, nevi itibarıyla ele alınmakta ise de, bu ancak kişinin durumunun ele alınması ile tamamlanabilmektedir. Bu du­rumda hepsi de aynı mânâdadır. Hepsine istidlal de aynıdır. Şu kadar var ki, ilk bakışta ve ilk yaklaşım ile yaklaşıldığında bu uzak görülebilir. Ancak bu intiba, dayanağı ve şeriattaki yeri ortaya ko­nuluncaya kadar devam eder. Yukarıda verdiklerimiz ve emsali ör­nekler, bu tür içtihadın yerinde ve sahih olduğunu ispat için yeter­lidir. Burada bizim ayrıca üzerinde durmamızın sebebi, âlimlerin bu konuya özel olarak çok az işaret etmiş olmalarıdır. Tevfîk, ancak ALLAH´tandır.

İtiraz: Hakkında delil getirilen bu ictihâd türü[58] ile öbür icti-hâdların arası nasıl ayrılabilir Halbuki her iki kısım da hüküm iti­barıyla aynıdır. Çünkü eğer bu tür içtihadın kesintiye uğramadan sürmesi söz konusu ise, diğer kısım da aynıdır. Zira "kesintiye uğ­ramamak" ifadesiyle içtihadın ancak; ne küll olarak, ne de cüz ola­rak kalkmaması kastedilmiş olabilir. Başka bir ihtimal bulunma­maktadır. Her iki takdire göre de, diğer ictihâd türlerinin durumu da aynıdır.

Birinci (yani içtihadın kül olarak kalkmaması anlamında ke­sintiye uğramaması) ihtimalini ele alalım: Varlık âleminde meyda­na gelen olaylar sonsuz niteliktedir ve onların sınırlı nasslar altına girmesi mümkün değildir. Bu yüzden de kıyas vb. yollarla ictihâd kapısının açılmasına ihtiyaç duyulmuştur. Hükmü nass ile belir­lenmemiş, öncekiler tarafından da (ictihâd yoluyla) ortaya konma­mış olayların meydana gelmesi kaçınılmazdır. Bu durumda ya in­sanlar kendi heva ve hevesleri ile başbaşa bırakılacak ya da şer´î bir ictihâd olmaksızın onların işlerine bakılacaktır ki, bu da heva ve heveslere uymak demektir. Bu tavırların tamamı yanlıştır. Bu durumda gayesi olmayan bir duraksama (tevakkuf) kaçınılmaz ola­caktır. Bu ise zorunlu olarak teklifin askıya alınması (ta´tîli) de­mektir. Bu da teklîfu mâ lâ yutâka[59] (takat üstü yükümlülüğe) gö­türür. Şu halde ictihâd, her zaman (ve mekân) için zorunludur. Çünkü olaylar sadece belli bir döneme has bulunmamaktadır.

ikinci (yani içtihadın cüz olarak kalkmaması anlamındaki) ih­timale gelince, o da bâtıldır. Çünkü bazı cüziyyâtta içtihadın imkânsız olması sebebiyle mutlak mükellefiyet, işlerliğini yitirmez. Zira onun, sadece o hususî nev´ide ve diğer bazı nev´ilerde kalkmış olması mümkündür.[60]Bu durumda iki tür ictihâd arasında herhan­gi bir fark kalmamaktadır.

Cevap: Aralarındaki fark açıktır. Çünkü bu özel nev´i .(yani tahkîku´l-menât) her zaman hakkında küllidir ve olayların tümü ya da büyük çoğunluğu hakkında âmmdır. Eğer o tür içtihadın kalktı­ğı farzedüecek olsa, o zaman şer´î yükümlülüğün büyük çoğunluğu ya da tümü ortadan kalkmış olur. Böyle bir sonuç ise sahih değil­dir. Zira bu herhangi bir zamanda farzedilecek olsa, şeriatın bir an­da tümden kalkmış olması lâzım gelir. Diğer ictihâd türlerinin du­rumu ise böyle değildir. Çünkü ilk dönemlerde görülmeyen yeni olaylar, daha önce geçenlere nisbetle çok azdır. Zira öncekilerin de­ğerlendirme ve ictihâd alanları çok geniştir. Bu durumda o konuda onları taklit etme mümkündür ve şeriatın büyük çoğunluğunu o tür ictihâdlar sonucu ulaşılan hükümler oluşturmaktadır. Hal böyle iken bazı cüziyyâtm çözümsüz kalması ile şeriatın ortadan kalkma­sı gibi bir sonuç lâzım gelmez. Durum aynen sadece bazı cüz´îlerin menâtının asla bulunamaması halindeki gibi olur. Çünkü bu durumda şeriatın bir zarar görmesi gibi bir sonuç lâzım gelmez. So­nuçta bu iki tür içtihadın aynı olmadıkları ve aralarında farkın bu­lunduğu ortaya çıkar.[61]

ALLAH´tı alem! [62]

İKİNCİ MESELE:

İctihâd derecesi, ancak kendisinde şu iki vasfı[63] bulunduran kimseler hakkında gerçekleşir:

1) Tam anlamıyla şer´î maksatları kavramış olmalıdır.[64]

2) Bu anlayış üzerine bina edeceği hüküm istinbatına kudreti bulunmalıdır.

Birinci vasıf: Makâsıd bölümünde, şeriatın maslahatlara riayet esa­sı üzerine kurulu olduğu, maslahatların maslahat olabilmesi için de, Sâri´ Teâlâ´nın onları o şekilde koymuş olması gerektiği, mükel­leflerin takdir ve değerlendirmelerine bağlı olmadığı, zira o takdir­de maslahatların yapılan nisbet ve izafiyete göre tamamen farklı­lıklar arzedeceği, birine göre maslahat olan şeyin, diğerine göre mefsedet olabileceği geçmiş[65], tam olarak yapılan istikra sonucun­da maslahatların üç mertebede bulunduğu ortaya konmuştu.[66] İn­san belli bir seviyeye geldiği zaman, şer´î bütün mesâil ve konular ile ilgili olarak Sâri´ Teâlâ´nın onlardan gözettiği maksatları kavra­yabilir.[67]Böylece onda bir meleke meydana gelmiş olur ve bu meleke, onu ALLAH´ın kendisine gösterdiği doğrultuda dinin öğretilmesi, fetva verme ve hüküm çıkarma konusunda Nebi´nin hale­fi olmaya elverişli kılan sebep[68] olur.

İkinci vasfa gelince, bu birinci vasfın yardımcısı durumunda­dır. Çünkü içtihada kadir olma keyfiyeti, öncelikli olarak şeriatı kavramak için kendisine ihtiyaç duyulan bilgiler vasıtasıyla tahak­kuk edebilecektir. Bu noktadan hareketle bu ikinci vasıf birinci için yardımcı (hadim[69]) konumda olmaktadır. İkinci olarak da hükümle­rin istinbatmda kullanılmaktadır. Ancak kavramanın semeresi an­cak istinbat sırasında ortaya çıkar. O yüzden de bu ikinci vasfı, ictihâd için ikinci derecede bir şart olarak kabul etmiştir. Birinci vasfın, ictihâd mertebesine ulaşılması için asıl sebep kılınması, nihaî maksad, ikincinin ise vesile olması sebebiyledir.

Ancak bu ilimler, her zaman için bir kimsede toplanmayabilir; bazen insan bu ilimlerde âlim ve onlarda müctehid olur, bazen on­ları ezberlemiş ve ictihâd derecesine ulaşmamış olmakla birlikte onlarda gözetilen maksatlara vâkıf olmuş olabilir. Bazen de onları ne ezberlemiş, ne de onlara vâkıf olmuştur; ancak onların gayesini bilmektedir ve o kimsenin ictihâd edeceği meselesi ile ilgili olarak onların bilgisine ihtiyacı bulunmaktadır. Böyle bir kimse ictihâd et­me durumunda kaldığı bir mesele ile karşılaştığı zaman ona bakar ve meselesi ile ilgili ilimlerde ihtisası bulunan kimselerle müzake­rede bulunur ve onlarla mesele hakkında danışmadıkça bir sonuca varmaz. Bu üç mertebenin ötesinde, sözü edilen ilimlere ulaşma ko­nusunda dikkate alınabilecek başka bir mertebe bulunmamaktadır.

Eğer o ilimlerde müctehid ise, meselâ hadis ilminde İmam Mâlik, usûl ilminde İmam Şafiî gibi, o zaman onun içtihadı konu­sunda bir problem bulunmayacaktır. Eğer o ilimlerden gözetilen maksatlara vâkıf biri ise, nitekim meselâ, hadis ilmine nisbetle İmam Şafiî ve İmam Ebû Hanîfe hakkında öyle demektedirler bu durumda da yaptığı içtihadın sıhhati konusunda herhangi bir prob­lem bulunmayacaktır. Yok üçüncü kısımdan ise, eğer içtihadına mesned olarak kullanacağı bilgiler, o ilimde içtihada ehil olan birin­den sâdır olmuşsa, o zaman içtihadı ikinci mertebedeki müctehidle-rin içtihadı gibi muteber olacak; aksi takdirde içtihadının hiçbir de­ğeri olmayacak, sanki yokmuş gibi işlem görecektir.[70]

Fasıl:

Verilen bu kısa izahtan anlaşılmaktadır ki, şer´î hükümlerde ictihâd için müctehidin, içtihadın uzaktan yakından taalluk ettiği her ilimde ictihâd derecesinde olması gerekmemektedir. Aksine (bu gibi ilimlerin) durumu ikiye ayrılmaktadır: a) Eğer ictihâd merte­besine ulaşılması, ancak o ilmin künhüne vakıf olmaktan geçiyorsa, o takdirde ictihâd mertebesine ulaşılmış olmak için mutlaka o ilim­de ictihâd derecesinde bulunmak gerekmektedir, b) Bu kabilden ol­mayan diğer ilimlere gelince, o ilim her ne kadar ictihâd için yar­dımcı konumda olsa bile, onlarda taklid içtihadın hakikatini zedele­meyeceğinden, müctehidin o ilimlerde ictihâd derecesinde mahir ol­ması gerekmemektedir.

Bu durumda karşımızda beyan edilmesi zarureti bulunan üç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: İctihâd ile alakası bulunan her ilimde ictihâd de­recesinde bulunma şartı yoktur. Delilleri:

(1)

Eğer böyle bir şart olsa, o zaman sahabe dışında[71] gerçek an­lamda hiçbir müctehid bulunmaz, istisnaî olarak ortaya çıkabilirdi. Meselâ, dört imamı örnek olarak ele alalım: Onlara göre İmam Şafiî, hadis ilminde mukallid olup, hadis kritiği ve ilimleri konu­sunda ictihâd derecesine ulaşmış değildir. İmam Ebû Hanîfe de ay­nı şekildedir. Bu ilimde, sadece İmam Mâlik´i ictihâd mertebesinde kabul etmişlerdir. Buna rağmen onun birçok konuda başkalarına atıfta bulunduğunu görmekteyiz; meselâ tıp, hayız, tecrübî ilimler vb. gibi alanlarda bunların erbabına göndermelerde bulunmakta ve onların verileri üzerine hükümler bina etmektedir. Onun bu kabil­den hükümlerini, hükme mesned olan o ictihâddan bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir.[72] Eğer ictihâd mertebesi için müctehi-din hüküm için ihtiyaç gösterdiği her ilimde mahir olması şart olsaydı[73], o zaman hiçbir hâkimin, hüküm vermek için ihtiyaç du­yulan her ilmi ictihâd derecesinde bilmedikçe davaya taraf olanları yargılamak üzere harekete geçmesi sahih olmazdı. Halbuki durum icmâ ile öyle değildir.

(2)

İkinci[74] delil şudur: Şer´î hükümlerin istinbâtı konusunda ictihâd, haddizatında müstakil bir ilim olmaktadır[75] ve her ilimde, o ilme temel teşkil eden öncüllerin (mukaddime) herhangi bir şekil­de delillendirilmesi gerekmemektedir. Aksine ulemâ, bunu yapan kimseler hakkında: "İlmine başka bir ilmi sokmuştur ve onun özü ile uğraşmak yerine arazları ile uğraşmaktadır" demektedirler. Nasıl ki bir tabibin, tabiat ilminin verilerini alması ve bu meyanda temel unsurların dört (anâsırı erba´a) olduğu, insan mizacının, insan için en uygun mizaç olduğu ve buna benzer öncülleri kabullen­mesi nasıl doğru ise, aynı şekilde müctehidin de diğer ilim erbabın­dan bazı verileri alması öylece sahihtir. Buna göre müctehid meselâ kıraat âliminden abdest âyetindeki "ayaklarınızı da" anlamına ge­len kelimenin "ercütiküm" şeklinde mecrûr okunduğunun sahih olarak rivayet edilmiş olduğunu[76], muhaddisten, falanca hadisin sahih ya da zayıf olduğunu, nâsih ve mensûh âliminden, "Birinize [mı Ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara uygun bir tarzda vasiyet etmesi size farz kılındı´[77]âyetinin, miras âyetleri ile mensûh bulunduğunu, dil âliminden "el-Kur´ " (ya da "el-Kar´ (ç.) el-Kurû"7} kelimesinin hem temizlik süresi hem de ha­yız anlamında kullanıldığını[78] vb. alması sahih olacak, sonra da bu veriler üzerine ictihâdda bulunarak hüküm binasında bulunabile­cektir. Dahası geometri (hendese) ilmine ait burhanlar, yakın mer­tebesinin en üst düzeyinde yer alır; buna rağmen bu ilim, bir başka ilimde kabullenilmiş olan ve geometri ilmince taklit yoluyla alınan öncüller üzerine kurulu olmaktadır. Matematik ve benzerî kesinlik arzeden diğer ilimler de aynı şekildedir. Bununla birlikte ne geo­metri âlimi (mühendis) ne de matematikçi için, kendi ilimlerine ait bahislerde kesin sonuçlara ulaşılmaması gibi bu durum söz konusu olmaz. Cedelciler, yaratıcının varlığım, peygamberlik müessesesini ve şeriatı inkâr eden kâfirden bile içtihadın vuku bulabileceğini ca­iz görmüşlerdir.[79] Zira ictihâd, sıhhati farzedilen[80] Öncüller üzerine bina etme işleminden başka birşey değildir; bu öncüllerin vakıada da öyle olup olmaması farketmemektedir. Bu konu açıktır, o yüzden de konuyu uzatmaya gerek yoktur.

İtiraz: Miictehid, içtihadı için temel teşkil edecek öncülleri bi­len biri olmadığı zaman, yaptığı içtihadının sahih olup olmadığım bilemez.

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü biz, aksine içtihadının sahih olacağına dair kendinde bir bilgi oluşacağını iddia ediyoruz. Zira ictihâd, o öncüllerin sahih olduğu varsayımı[81] üzerine bina edilmektedir. Aksi delil (burhânu´1-hulf)[82] ise, haddizatında bâtıl olan öncüller üzerine sahih farzedilerek bina edilmiştir. Öncüller üzerine binada bulunmak, elde edilmek istenilen şeye dair bilgi ifa­de eder. Bizim buradaki meselemizde de durum aynıdır.

(3)

Üçüncü delil şudur: İçtihadın bir türü vardır ki, müctehidin bu türde sözü edilen ilimlerde ictihâd mertebesine ulaşmış olması bir yana, onlardan hiçbirşeye ihtiyaç bile duyulmaz. Bu ictihâd tü­rü, tenkîhu´l-menât[83] kabilinden olanıdır. Bu türde sadece şeriatın maksatlarına vakıf olmaya ihtiyaç duyulur.[84] O ilimlerde ictihâd mertebesinde bulunmak bir yana, onlara hiç ihtiyaç hissedilmeden bir tür ictihâd sabit oluyorsa, onlar olmaksızın mutlak ictihâd da sabit olur. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.

İtiraz: Müctehid, içtihada taalluk eden bazı ilimlerde mukal-lid olursa, onun için bilinen hiçbir meselenin varlığından söz edile­mez. Çünkü bazı öncülleri taklit yoluyla alman bir mesele, mutlak anlamda üzerinde ictihâd edilmiş bir mesele olmaz. O mesele üze­rinde çalışan kimsenin de mutlak anlamda müctehidlik vasfı ile ni­telenmesine imkan olmaz. Bizim burada sözünü ettiğimiz ise, içti­hadına mutlak anlamda güvenilen müctehiddir. İçtihadına temel teşkil edecek bazı ilimlerde mukallid olan bir kimsenin bu vasıfta olmayacağı ise aşikârdır.

Cevap: Sözünü ettiğiniz şey, bir meseleye dair olan ilimde şart­tır ki, o meselede müctehid olan mutlak anlamda müctehid olsun, yoksa içtihadın sıhhati konusunda şart değildir Çünkü söz konusu bilgiler, içtihadın mahiyetinden bir parça değildir; aksine içtihada kendisi ile ulaşılabilecek vasıtalardır. Dolayısıyla taklit veya icti­hâd ya da farzımuhal[85] gibi bir yolla bu bilgiler elde edilecek olursa (vasıtalara, bunlar aracılığı ile de amaca yani içtihada ulaşılmış olur). Burada olan şudur: O bilgilerin gerçek sahibi o meselede ictihâd eden kimseye, elde ettikleri verileri teslim etmiş olmakta, müctehid de sonra onlar üzerine hüküm binasında bulunmaktadır. Bu durumda yapılan bu bina işlemi sahih olacaktır. Çünkü ictihâd, hükme ait kesin ya da kesine yakın bilgi elde edebilmek için bütün Eii4] gücün ortaya konmasıdır. Bu şart da gerçekleşmiştir. İkinci delil sı­rasında geçen husus da bu noktayı açıklamaktadır. Keza bütün in­sanlar tarafından ictihâd derecesine ulaşmış oldukları kabul gör­müş olan İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ebû Hanîfe gibi mücte­hid imamları ele alalım. Bunların tabileri vardı ve bu imamlar on­lardan ilim almışlar ve yararlanmışlardı. Onların tabileri zamanla ictihâd ehli olan kimseler arasına girmişlerdi; halbuki onlar insan­lar katında usûlde imamlarım taklit eden kimseler oluyorlardı. Bunlar, sonra taklit ile almış oldukları mukaddimeler (usûl) üzeri­ne istinaden ictihâdda bulunmuşlardı; buna rağmen onların bu tür­den olan görüşleri kabul görmüş, ictihâdlarına (re´y) tâbi olunmuş ve onlar doğrultusunda amel edilmişti. Onlar bu görüş ve ictihâd-larında imamları ile kâh muvafık, kâh muhalif durumda bulunu­yorlardı. Bunun sonucunda Îbnu´l-Kâsım veya Eşheb ya da benzeri tâbi âlimlerin görüşleri, imamları İmam Mâlik´e muhalefet konu­sunda dikkate alınır olmuştur. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. el-Ha-sen´in İmam Ebû Hanîfe; el-Müzenî ve el-Buvaytfnin İmam Şafiî karşısındaki durumları da aynı şekildedir. Şu halde, ictihâd edilen meselenin taalluk ettiği bazı esasların taklit yoluyla elde edilmesi­nin içtihada bir zararı yoktur.[86]

İkinci bahis: İçtihadın sahih olması kendisine bağlı olan ilim­lerin bulunması halinde, o ilimlerin ictihâd derecesinde tahsili zo­runlu olmaktadır. Bir ilim bulunur ve şeriatta ictihâd mertebesine ulaşmak, ancak o ilimde ictihâd mertebesine ulaşmak ile mümkün olursa, o ilmin tahsili zarurî olacaktır. Çünkü bu özellikte bir ilmin bulunması farzedildiğinde, âdeten o ilim olmaksızın ictihâd mertebesine ulaşmak mümkün olmayacaktır. Bu durumda da o ilmin en üst düzeyde tahsili gerekecektir. Bu husus açıktır.

Ancak bu ilim, genelde müphemdir ve belirlenmesi için üzerin­de durulması gerekir.

İlimler içerisinde bu özelliğe en yakın olanı, Arap dili ilmidir. Ben bu tabirle, ne sadece Nahiv ilmini ne Sarf ilmini, ne Meânî il­mini ne de dille ilgisi bulunan diğer ilim dallarını kastetmiyorum. Aksine amacım, hem lâfız hem de mânâ bakımından her yönüyle dilin kendisini kastediyorum. Bundan garîb[87] ilmi, fiil diye isimlen-dirilen tasrif ilmi ve şiirle ilgili aruz, kafiye vb. gibi ilimler müstes­na olmaktadır. Çünkü bunlar her ne kadar bu gibi ilimlere sahip olma Arap dilinde bir kemâl ifadesi ise de ictihâd için ihtiyaç du­yulmayan şeylerdir. Bu yüzden, onları da bilmek şart değildir. Bu ilmin taayyün edişi ve ictihâd için kaçınılmazlığının beyanı, Makâ-sıd bölümünde geçmişti ve orada özetle şu noktalar üzerinde durul­muştu: Şeriat Arapça´dır; Arapça olunca da onu gerçek anlamda an­layabilme ancak Arap diline gerçek anlamda vukûfiyetle mümkün olur, çünkü şeriat ve Arap dili şeriatın i´câz yönü hariç aynı tarz ve üslup üzere olma bakımından birbirlerine eşittirler.[88] Bu durumda biz, bir kimsenin Arap dilini anlama konusunda henüz mübtedi olduğunu farzedecek olursak, o kişi şeriatı anlama ve kav­rama konusunda da mübtedi olacak, dilde orta seviyede olan kimse, şeriatı anlamada da orta seviyede bulunacaktır. Orta yolda olan kimse, en son noktaya ulaşmış olmayacaktır. Arap dilinde son nok­taya ulaştığında ise, aynı şekilde şeriatta da öyle olacaktır. Bu du­rumda olan kimsenin şeriattaki anlayışı hüccet olacaktır; aynen sahabenin ve Kur´ân´ı gerçek anlamda anlayan diğer fesahat ve be­lagat sahibi kimselerin anlayışlarının hüccet oluşu gibi.[89] İnsanlar,Arap dilini anlama konusunda onların derecesine ulaşamadıkları zaman, taksirleri ölçüsünde şeriatı anlamalarında da eksiklik ola­caktır. Anlayışında kıtlık olan kimsenin şeriat hakkındaki sözleri ise hüccet olmaz ve ileri sürdüğü görüşleri dikkate alınmaz.

Sonra müctehidin Arap dilinde, bu konuda imam kabul edilen el-Halil, Sibeveyh, el-Ahfeş, el-Cermî, el-Mâzenî... vb. gibi kimseler ayarında olması zorunludur. el-Cermî şöyle demiştir: "Ben, otuz se-[ii6] nedir insanlara Sibeveyh´in el-Kitâb´ından fetva veririm." Alimler, onun bu sözünün sabit olduğunu kabulden sonra yoruma gitmişler ve onun hadis âlimi olduğunu, Sibeveyh´in kitabından değerlendir­me (nazar) ve araştırmayı yani yöntemi öğrendiğini ifade etmişler­dir. Yani Sibeveyh, her ne kadar kitabında nahivden bahsetmekte ise de, onda Arab´ın sözdeki maksatlarına, gerek lâfız ve gerekse mânâ bakımından istimal şekillerine dikkat çekmiştir. Sadece, failin merfû, mefûlün mansûb olduğunu belirtmekle kalmamış, ak­sine o, her konu ile ilgili olarak münasip düşen hususları da açıkla­mıştır. Bunun sonucunda onun kitabı, Meânî ve Beyân ilimlerini, mânâ ve lâfızların kullanılış biçimlerini içeren bir eser olmuştur. el-Cermî, yukarıdaki sözünü işte bu noktadan hareketle söylemiş­tir. Onun bu ifadesi, Sibeveyh´in kitabının başında hiçbir kimseden tepki görmeksizin nakledilegelen sabit bir sözdür.

İtiraz: Usûlcüler, Arap diline vukûfiyet konusundaki bu aşırı­lığı kabul etmemektedirler ve: "Usûlcünün, Arap diline vukûfiyet konusunda el-Halîl, Sibeveyh, Ebû Ubeyde, el-Asmaî gibi i´râb ince­liklerini ve lügavî problemleri derinlemesine araştırma konusu yapmış kimseler seviyesinde olması gerekmez. Onun için yeterli olan, Kitap ve sünnetten kolayca hüküm çıkarabilecek bir seviyeye ulaşmasıdır" demektedirler.

Cevap: Burada itiraz sadedinde ileri sürülen nokta ile, a.z önce bizim açıkladığımız şey[90] farklıdır. el-Gazzâlî, bu şart hakkında şu­nu söylemiştir: "Bunun ölçüsü, Arab´ın hitabını ve onların istimal şekillerini bilecek kadar bir seviyeye sahip olmasıdır ki, bunun so­nucunda sözün sarihini, zahirini, mücmelini, hakikatini, mecazını, âminim, hâssını, muhkemini, müteşâbihini, mutlakını, mukayyedi-ni, nassım, fahvâsını, lâhnmı, mefhûmunu ayırabilsin." Onun ileri sürdüğü bu şart, ancak Arap dilinde ictihâd mertebesine ulaşan kimseler için mümkün olabilir. O sonra şöyle devam eder: "Şartın biraz hafifletilmesi, müctehidin el-Halîl ve el-Müberred seviyesinde olmasının, bütün lügatleri bilmesinin ve nahivde derinleşmiş olmâsının şart olmamasıdır." Bu da sahihdir. Çünkü onun lâzım olmadı­ğını söylediği şey[91] şart ileri sürme konusunda maksûd bulunma­maktadır; asıl maksat, Arabi´nin anlayışına müsavi bir anlayışa sahip olmaktır. Arabî olmak için, bütün lügatleri bilmek ve incelikleri kullanmak şartı yoktur. Arap dilinde müctehid olan kimseler için de durum aynıdır. Şeriatta müctehid olan kimseler hakkında da va­ziyet aynıdır. Bazı insanlar belki de, Arap dilinde ictihâd konusun­da el-Halîl ve Sibeveyh derecesine ulaşmış olmanın şart olmadığı düşüncesine kapılabilir ve dolayısıyla Arap dili ile ilgili konularda mahza taklit üzerine binada bulunabilir. Bunun sonucunda da şer´î mesâil ile ilgili olarak öyle sözler eder ki, sükûtu ondan daha hayır­lıdır. İsterse o kimsenin, dinde ve imamlar arasında önemli bir yeri olsun. İmam Şafiî, er-Risâle´sinde bu konuya temas etmiş ve orada ALLAH Teâlâ´nın, Arab´a kendi dilleri ile ve anlayacakları manâsıyla hitap ettiğini belirtmiş, ondan sonra dilin genişliğini ortaya koya­cak şeyleri zikretmiş, bu meyanda zahiri murad olan âmin ile hitap edildiğini, kendisinden âmm murad olmakla birlikte hususun da bir" şekilde dahil olduğu hitapların bulunduğunu belirtmiş ve bunu ispatlamak için bazı deliller getirmiş, kendisinden hâssın murad ol­duğu ânımdan söz etmiş ve bunun sözün akışından anlaşılabileceği­ni veya sözün başının sonunu, ya da sonunun başını belirlemesi yo­luyla öğrenilebileceğini, bazen aynen işaretlerin anlaşılması gibi lâfız olmaksızın mânâyı belirleyecek şekilde bir hitap şeklinin ola­bileceğini, tek birşeyin pek çok isim ile adlandırılabileceğini, bazen de aynı isimle birden fazla mânânın kastedilebileceğini açıklamış­tır. Sonra şöyle demiştir: "Kim Arap dilinin bu özelliklerini bilmez­se, ki Kur´ân ve sünnet Arap dili ile gelmiştir buna rağmen o-nunla ilgili söz söyleme gibi bir tekellüfe girerse, o kimse kısmen bi­lip, kısmen bilmediği birşey hakkında tekellüfe giriyor demektir. Kim de, cahil olduğu ve tam olarak vâkıf olmadığı bir dalda söz söy­leme gibi bir tekellüfe girerse, bu durumda doğruyu elde etmesi ha­linde eğer isabet etmişse tabiî bu bilinçsizce/tesadüfi olacağı için övgüye değer olmayacaktır. Doğru ile yanlış arasındaki farkı bilmeden konuşması durumunda edeceği hatada ise mazur görül­meyecektir."

Onun sözü böyledir ve bu sonuç, kaçınma imkânı olmayan bir gerçektir. Fıkıh usûlünde tasnif edilen ilimlerin büyük çoğunluğu, Arap diline ait ve müctehidin cevap için tekellüfe girmesi gereken dallar olmaktadır. Bunların dışında kalan diğer öncüllere gelince, onlarda taklit yeterlidir. Hükümlerle ilgili tasavvur (kavram) ve tasdik (önerme)den, nesih ve hadisle ilgili hükümlerden vb.[92] söz etme gibi.

Kısaca, müctehid için, Arap dilinde ictihâd derecesine ulaşması zorunluluğu vardır. Bunun da ölçüsü, bu dille söylenilmiş sözlerin tekellüfsüz ve duraksamadan zeki birinin akıllı birinin sözünü anlaması gibi anlayabilecek bir seviyeye sahip olmaktır.

Üçüncü bahise gelince, bu Arap dili dışında kalan diğer ilim dallarında müctehidin, ictihâd derecesinde âlim olmasının gerek­mediği idi. Buna delâlet eden deliller daha önce geçmişti. Çünkü müctehid, içtihadını daha önceden taklit yolu ile aldığı bazı öncül­ler üzerine bina etmesi halinde, bu durum o meselede onun ictihâd ehli oluşuna halel getirmiyordu. Aynen mühendisin durumunda ol­duğu gibi. Meselâ o, bazı burhanlarını, meselâ dâirenin varlığının sıhhati üzerine bina etmiş olduğunda, onun temelde dairenin varlı­ğını ispatlayan metafiziğin verilerine taklit yolu ile dayanması her ne kadar mühendis, bunu burhan yolu ile bilmiyorsa da burhanının sıhhatine zarar vermez. Keza, İmam Şafiî´nin hadis il-mindeki taklidi konusunda da aynı şeyi söylemişlerdir. O, bu ilmi taklit yolu ile almış olmakla birlikte bu durum, onun içtihadının sıhhatini zedelememektedir. Aynı şekilde meselâ kadı, itlaf edilen bir malın tazmini konusunda hükmünü, her ne kadar bunu ken­disi bilmiyor ise de bilirkişinin takdir ve içtihadı üzere bina et­mekte ve bu durum onu ictihâd derecesinden çıkarmamaktadır. Ay­nı şekilde İmam Mâlik de böyle davranmış ve hayız, nifas ile ilgili hükümleri, her ne kadar kendisi bunlara vâkıf değilse de ka­dınların kadın halleri ile ilgili bilgileri üzerine bina etmiştir. [93]

ÜÇÜNCÜ MESELE:

Şeriat, usûlde olduğu gibi furû alanında da, pek çok görüş ayrı­lığı olsa bile, sonuçta tek bir görüşe çıkar.[94] Bunun dışında başka bir şekil doğru olamaz.

Delilleri:

(1)

Kur´ân delilleri: Bu meyanda şu âyetleri zikredebiliriz: "Kur´-ân üzerinde durup düşünmüyorlar mı Eğer o, ALLAH´tan başkasın­dan gelseydi, onda çok aykırılıklar (ihtilâf)[95]bulurlardı."[96]Bu âyette ALLAH Teâlâ, Kur´ân´da ihtilâfın bulunduğunu kesinkes red­detmiştir. Eğer onda iki farklı görüşü gerektiren birşeyler olsaydı, o zaman bu âyet o duruma hiçbir zaman uygun düşmezdi.

Yine Kur´ân´da şu âyet bulunmaktadır: "Eğer birşeyde çekişir­seniz, onun hallini ALLAH´a ve peygambere götürün...[97] Bu âyet, çe­kişme ve görüş ayrılığına düşmenin kaldırıldığı[98] konusunda gayet açıktır. Çünkü o, farklı düşünüp tartışma halinde olanların şeriata başvurmalarını âmirdir. Bu da elbette ki ihtilâfın kaldırılmış olma­sı için olacaktır. İhtilâf ise, ancak tek birşeye başvurmak durumun­da ortadan kalkabilir. Zira eğer onda ihtilâfı gerektiren unsurlar ol­saydı, o zaman ona başvurmada tartışma ve görüş ayrılıklarının kalkması durumu olmazdı. Bu ise bâtıldır.[99]

ALLAH Teâlâ, bir başka âyette şöyle buyurmuştur: "Kendilerine belgeler (beyyinât) geldikten sonra ayrılan[100] ve görüş ayrılığına (ihtilâfa) düşenler gibi olmayın..[101] Ayette sözü edilen "beyyinât"-tan maksat şeriattır.[102]Eğer onlar, kesin bir surette ihtilâfı gerek­tirmez ve onu kabul etmez bir özellikte olmasaydı onlar hakkında: "Kendilerine belgeler (beyyinât) geldikten sonra..." şeklinde bir ifa­de kullanılmaz ve onların bu konuda son derece haklı mazeretleri olurdu. Bu ise doğru değildir. Dolayısıyla şeriatta ihtilâfa mahal yoktur.

ALLAH Teâlâ yine şöyle buyurmuştur: "Bu, dosdoğru olan yolu­ma uyun. Sizi ALLAH yolundan ayrı düşürecek yollara uyma­yın..[103]Bu âyette ALLAH Teâlâ, hak yolunun tek olduğunu ifade buyurmuştur ve bu şeriatın hem tümü hem de ayrıntıları konusun­da âmmdır; hepsini içine alır.

Yine ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İnsanlar bir tek ümmet-ti. ALLAH, peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insan­ların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak kitaplar indirdi."[104] Gönderilen kitapların, aralarında hâkim olabilmesi, ihtilâf edenler arasında kesin çözüm getirici tek bir hüküm olması halinde ancak mümkün olabilir.

Bir başka âyette ise: "ALLAH, Nuh´a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur..." buyurduktan sonra ALLAH Teâlâ, İsrai-loğullarının durumunu zikreder ve ümmeti onların gidişatına uy­mamaları konusunda uyarır ve: "Kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düşmeleri ancak, birbirini çekememekten oldu"[105] buyu­rur.

Bir diğer âyette de: "Bu da, ALLAH´ın Kitab´ı doğru olarak indirmesinden ileri geliyor. Kitap hakkında ayrılığa düşenler, doğru­su derin bir çıkmazdadırlar"[106]buyurur.

Kısaca ihtilâfı yeren ve şeriata başvurulmasını emreden âyet­ler çoktur ve hepsi de şeriatta ihtilâfın bulunmadığı ve onun tü­müyle tek bir yaklaşım ve hüküm üzere olduğu konusunda kesin­dir. İmam Şafiî´nin arkadaşı el-Müzenî şöyle demiştir: "ALLAH Teâlâ, ihtilâfı yermiş ve görüş ayrılığı bulunduğunda Kitap ve sünnete başvurulmasını emretmiştir."

(2)

İslâm âlimlerinin hemen hemen tamamı[107]Kur´ân ve sünnette nâsih ve mensûhun bulunduğu konusunda görüş birliği etmişler ve bu konudaki cehaletten ve bu yüzden hataya düşmekten sakındır-mışlardır. Bilindiği üzere nâsih ve mensûh, hiçbir şekilde cemi mümkün olmayan birbiri ile tearuz halindeki iki delil arasında olur. Aksi takdirde bunlardan birine nâsih diğerine de mensûh den­mez. Halbuki nesih konusunda farzedilen durum böyle değildir. Eğer dinde ihtilâfa mahal bulunsaydı o zaman nâsih ve mensûhun kat´î bir nass bulunmadıkça isbatının bir faydası olmazdı ve bu konuda söz etmenin hiçbir pratik faydası bulunmazdı.[108] Zira her iki delil ile de daha baştan ve devamlı surette amel etmek sa­hih olurdu. Çünkü o vakit ihtilâf, zaten dinin esaslarından biri olurdu ve bu esasa dayanılarak da tearuz halindeki her iki delil ile aynı anda amel etmek caiz olurdu. Ancak bütün bu sonuçlar bâtıldır. Dolayısıyla bu, şeriatta ihtilâfa bir temelin bulunmadığını gösterir. Muarızı bulunması halinde bütün deliller hakkında söyle­necek söz de aynıdır; umûm-husûs[109], mutlak-mukayyed vb. arasın­daki durumlarda olduğu gibi. Eğer durum iddia edildiği gibi olsaydi, o zaman bütün bu esasların zedelenmesi gerekirdi ki bu sonuç sakattır. Böyle bir sakatlık sonucunda doğuran şey de aynı şekilde sakat olacaktır.

(3)

Eğer şeriatta ihtilâfa mahal ve cevaz olsaydı, bu takat üstü yü­kümlülüğe neden olurdu. Çünkü iki delilin birbiriyle tearuz halinde bulunduğu ve her ikisinin de aynı anda Sâri´ Teâlâ´ca maksûd oldu­ğu farzedildiğinde bu durumda şu ihtimaller söz konusu olacaktır:

a) Ya mükellef, bu iki delilin her ikisinin de gereği ile yüküm­lü tutulacaktır.

b) Ya da öyle olmayacaktır.

Birinci ihtimal, aynı mükellefin aynı yönden olmak kaydı ile birşey hakkında hem: Tap!" hem de "Yapma!" şeklinde emir ve nehye muhatap olmasını gerektirecektir. Bu ise takat üstü yükümlülüğün tâ kendisidir. İkinci ihtimal de bâtıldır; çünkü vaz´ edilen konu öyle değildir. Üçüncüsü de aynı şekildedir. Zira farzedilen ko­nu, talebin her ikisine de birden yönelik olmasıdır. Bu durumda bi­rinci seçenekten başkasına mahal kalmamaktadır. Ondan da, sözü edilen sonuç doğmaktadır.

Burada, söz konusu iki delilin iki kişiye ve iki hale yönelik ola­bileceği şeklinde bir itiraz ileri sürülebilir. Ancak bunun yeri yok­tur; çünkü farzedilen konu öyle değildir. Hem, eğer öyle olsaydı o zaman iki görüşten değil tek görüşten söz edilirdi. Çünkü deliller­den her biri ayrı bir yöne tevcih edilince, ortada ihtilâf diye birşey kalmayacaktır. Halbuki farzedilen meselede durum böyle değildir.

(4)

Usûlcüler, delillerin tearuzu durumunda tercihe gidileceği, ye­terli araştırma ve değerlendirme yapılmaksızın rastgele iki delilden birinin imali cihetine gidilemeyeceği[110]konusunda görüş birliği içerisindedirler. Şeriatta ihtilafa yer olduğunu kabul etmek, tercih ko­nusunu tümüyle ortadan kaldırır. Zira o zaman tercihin hem fayda­sı olmayacak; hem de ona zaten ihtiyaç duyulmayacaktır. Zira ihtilâfın varlığı şeriatta bir esas olacak ve o zaman tearuzun bulun­ması haddizatında sahih olacaktır. Ancak bu sonuç sakattır; böyle bir sonuca götüren şey de sakat olacaktır.

(5)

İhtilâf, aslında tasavvuru imkânsız olan birşeydir. Çünkü bir­birine zıt iki delilin Sâri´ Teâlâ tarafından kastedilmiş olduğunu düşündüğümüz zaman, maksadı gerçekleşmez. Aynı şey hakkında hem "Yap!" hem de Tapma!" dediği zaman, bundan anlaşılan fiilin işlenmesi olamaz; çünkü Tapma!" yasağı var; keza terkinin isten­diği de anlaşılamaz; çünkü Tap!" emri var. Bu durumda mükellef için yükümlülük konusu anlaşılamaz bir hal alacaktır ve hiçbir şe­kilde onun yerine getirilmesi düşünülemeyecektir.[111]

Şeriatta ihtilâfın fesadını gösteren daha başka deliller de var­dır. Ancak onları burada zikretmek suretiyle sözü uzatmaya ihtiyaç yoktur.

İtiraz: Şeriatta ihtilâfın bulunmadığını gösteren delillerin ya­nında, onun varlığını gerektiren deliller de vardır ve fiilen vuku bulmuştur da. Buna şu hususlar delâlet eder:

1) Müteşâbih[112] âyetlerin indirilmiş olması. Bunlar ihtilâfa

mahaldirler. Çünkü bunlar karşısında bakışlar ayrı, anla­yış ve görüşler farklıdır. Bunun sonucunda ihtilâf da kaçınılmaz olacaktır. Bu gibi âyetler karşısında tevakkuf et-

mek ve bir yoruma gitmemek, her ne kadar övgüye değer görülmüşse de, bu gibi alanlarda ihtilâf fiilen vukubulmuş-tur. Sâri´ Teâlâ´mn onları koymuş olması, O´nun maksadı sonucudur. Onların konulması O´nun maksadı olunca da ki bunun nereye varacağını bilendir O ihtilâfa yol aç­mış olmaktadır. Bu durumda şeriattan ihtilâfa mahal olan alanları tümden kaldırıp atarak onda ihtilâf yoktur, diye kesip atmak doğru değildir.

2) İçtihada mahal olan alanların[113] bulunması: Bunları Sâri´ Teâlâ ihtilâfa bir mahal kılmıştır. Çoğu zaman tek bir me­sele hakkında hem kıyâsî[114] olan, hem de kıyâsı olmayan deliller bulunmakta, bunun sonucunda aralarında tearuz doğmaktadır. Sâri´ Teâlâ´mn şeriatı koyusu sırasında kıya­sı delillerden biri kılması ve emsalinde araştırmacıların maksadı yakalamaya çalışmak için ictihâd etmeleri ve bu­nun sonucu olarak da ihtilâfa düşmeleri kaçınılmaz olan zahirleri (zavâhir) şeriatın bir parçası olarak getirmesi ihtilâfa şer´an zemin hazırlanmasından başka birşey değil­dir.[115]Bunun içindir ki, "Hâkim, ictihâd eder ve hata eder­se bir sevabı vardır; eğer isabet ederse iki sevabı vardır"[116] hadisinde Rasûlullah bu maksada işaret buyur­muş olmaktadır. Bu nokta, zemin hazırlaması bakımından ihtilâfın konulusunu gösteren bir başka yer olmaktadır.

3) İlimde yüksek payeye ulaşmış takva sahibi büyük imamlar ihtilâf etmişlerdir: "Acaba her müctehid, içtihadında isa­betli midir Yoksa müctehidler arasında isabet eden tek biri midir "[117]Ama hepsi de bu ihtilâfı benimsemişlerdir. Bu da genel anlamda şeriatta ihtilâfa mahal bulunduğuna bir delil olur. Öbür taraftan her müctehidin içtihadında isabet­li olduğu görüşü şu mânâya gelmektedir: Her görüş isabet­lidir ve ihtilâf haktır; o inkâr edilemez, şeriatta yasak bir­şey olamaz.

Yine âlimlerden bir grup, şeriatta birbirine zıt iki deli­lin gelmesinin caiz[118] olduğunu söylemişlerdir. Bunun caiz görülmesi, ihtilâf konusunda kendilerince kabul görmüş bulunan bir esasa müstenid olmaktadır.

Yine bir grup, sahâbînin görüşünün hüccet olduğu ka­naatindedir. Buna göre her sahâbînin görüşü, başka bir sahâbî görüşü ile çelişse de, hüccet olacaktır ve mükellefin birbirine zıt olan görüşlerden her biri ile amel etmesi caiz­dir. Bu mânâ Rasûlullah´tan da rivayet edilmiştir. Çünkü o bir hadislerinde: "Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisine uysanız, hidayet bulursunuz"[119] buyurmuşlardır. Bir cemaat, sahabenin ihtilâf etmeleri halinde kişinin on­lardan dilediğinin görüşünü alabileceğini caiz görmüştür.

el-Kâsım b. Muhammed şöyle demiştir: "ALLAH Teâlâ, Rasûlullah´m ashabının amellerindeki ihtilâfı sa­yesinde bizleri faydalandırmıştır. Bunun sonucunda bir fiil işleyen kimse mutlaka kendisini bir çıkar yol içerisinde bu­lur ve kendisinden daha hayırlı birinin o şeyi işlemiş oldu­ğunu görür." Yine o şöyle demiştir: "Onların görüşlerinden hangisini alsan, ondan dolayı sana birşey gerekmez." Aynı anlamda bir söz, Ömer b. Abdulaziz´den de rivayet edilmiş­tir. O şöyle demiştir: "Kırmızı develerimin olması, onların ihtilâf etmiş olmaları kadar beni sevindirmez." el-Kâsım ise şöyle demiştir: "Ömer b. Abdulaziz´in şu sözü benim çok ho­şuma gitmektedir: "Rasûlullah´m ashabının ih­tilâf etmemiş olmaları beni sevindirmezdi. Çünkü onlar tek bir görüş üzere olsalardı, o zaman insanlar sıkıntı içerisine düşerlerdi. Hem onlar kendilerine uyulan önderlerdir; dola­yısıyla bir kimse onlardan birinin görüşünü aldığı zaman bir çıkar yol içerisine girmiş olur." Ulemâdan bir grup da aynı mânâda sözler etmişlerdir.

Sonra mukallitlere nisbetle ulemânın sözleri, mücte-hidlerin sözleri gibidir. Bir gruba ait görüşe göre onlardan her birinin, dilediği[120] âlimi taklit etmesi caizdir ve o bu ko­nuda bir genişlik üzeredir. İbnu´t-Tayyib ve diğerleri şöyle demişlerdir: Deliller tearuz eder ve herbiri diğerinin hük­münün tam zıddını gerektirecek durumda olur ve tercihe İmkân bulunmazsa[121] o zaman müctehidin onlardan dilediği ile amel edebilme imkânı vardır. Çünkü o deliller kendisine nisbetle keffâret hükmündeki şıklardan birini isteğe bağlı olarak seçme özelliğini almıştır. Ulemâ arasında ihtilâf, ancak delillerin tearuzu halinde ortaya çıkar. Şerî-atta delillerin tearuzu ise sabittir. Şeriatta ihtilâfın bulun­madığına dair serdediîen yukarıdaki deliller, dinin furûuna değil, aslına yönelik olan ihtilâfa yorulur. Çünkü sahabe zamanından zamanımıza kadar şeriatta ihtilâfın vukuu bir gerçektir.

Cevap: İtiraz sadedinde ileri sürülen bu kaideler üzerinde bu mesele açısından tekrar durulması zarureti vardır. Çünkü onların mesele ile ilgisi sadece var sanılmaktadır. Aslında ise öyle değildir.

Önce müteşâbihler konusunu ele alalım: Onların şeriatta ihtilâfa temel teşkil etsin diye kasıtlı olarak konulmuş olduğunu söylemek doğru olamaz. Çünkü daha önce geçen delillerde bu iddia­nın sakatlığı ortaya konmuştu. Onların: "...ALLAH, mahvolan, apa­çık belgeden ötürü mahuolsun, yaşayan da apaçık belgeden ötürü, yaşasın diye..."[122]konulduğu hakkında söz edilmemektedir.[123] Al­lah Teâlâ: "Eğer Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Fakat, Rabbinin merhamet ettikleri bir tarafa, onlar hâlâ ayrılıkta­dırlar; esasen onları bunun için yaratmıştır"[124]buyurmuş ve kul için bir hüccete mahal olmayan vaz´ı kaderi ki bu çevrilme imkânı bulunmayan irâdeye uygun olarak konulmuş olandır ile iradeye uygunluğu gerekmeyen vaz´ı şer´î arasını ayırmıştır.[125] ALLAH Teâlâ: "Takva sahipleri için bir hidayettir[126]"O, bu misal­le birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola getirir"[127]buyurmaktadır. Bu konunun izahı, Emir bahsinde geçmişti. Müteşâbihât konusu bi­rinci kısımdan[128]olmayıp ikinci kısımdandır.[129] Durum böyle olunca da bu, ihtilâfın şer´an matlup olduğu için konulmadığını[130], aksi­ne onun bir imtihan unsuru olmak üzere konulduğunu gösterir. Bu­nun sonucunda ilimde yüksek payeye erenler (râsihûn) ALLAH Teâlâ´nın kendilerine haber verdiği şeye uygun olarak amel ederler, sapıklar ise kendi heva ve heveslerine uyarlar ve sapıtırlar. Açıktır ki, bunlar içerisinde doğruya isabet edenler ilimde yüksek payeye ulaşan rüsûh erbabıdır. Onların mânâsını bilsinler veya bilme-sinler müteşâbihlere iman konusunda aynı yaklaşım üzere olduk­ları, sapıkların ise hata edenler olduğu bildirilmiştir. Bu durumda mesele hakkında ne iki, ne üç, sadece tek bir durum vardır. Şu hal­de müteşâbihlerin indirilmesi, ihtilâf için ne zemin ne de alem ko­numunda değildir. Keza eğer öyle iddia ettikleri gibi olsaydı, o za­man onlar hakkında ihtilâf edenler, isabet edenler ve hata edenler diye ikiye ayrılmazdı.[131] Aksine hepsi isabet edenler olurlardı. Çün­kü bu halleriyle onlardan hiçbir kimse, şeriatı vaz´edenin kasdı dı­şına çıkmamış olacaktı. Zira daha önce de geçtiği üzere isabet, an­cak Sâri´ Teâlâ´nın kasdına uygun düşme ile, hata da onun kasama muhalif düşme ile olur. Onlar madem ki isabet edenler ve hata edenler diye iki kısma ayrılmaktadırlar; öyleyse bu, müteşâbihâtın şer´an ihtilâfa mahal bir konu olmadığını gösteren bir delil olur.


ayten
Wed 29 September 2010, 10:36 pm GMT +0200

İçtihada mahal olan alanlara gelince, onlar da müteşâbihlik mânâsına çıkar. Çünkü ictihâd, şer´î nefy ve isbat arasında dönmek (yani birşey hakkında müsbet ya da menfi bir hükme ulaşmaktır). Bazen hatalı taraf ile doğru taraf kapalı kalır ve birbirinden ayırde-dilemez. Her takdire göre, eğer isabet eden tek kişidir görüşü üze­rinden yürünecek olursa, bu görüşün sahipleri, içtihada mahal olan yerin ihtilâf alanı olmadığını ve dolayısıyla ihtilâfın varlığı için bir hüccet olamayacağını söylemektedirler. Aksine içtihada mahal olan yerler, Sâri´ Teâlâ´nın tek olan maksadınının elde edilmesi uğrunda bütün gücün ortaya konduğu ve var olan takatin en sonuna kadar kullanıldığı bir alan olmaktadır. Bu grubun düşüncesi, herşeyden önce ortaya konulan delillere uygun düşmektedir. Eğer her mücte-hidin isabet edeceği görüşü üzerinden yürünecek olursa, o zaman da bu mutlak olmamakta, aksine her müctehide ya da onları taklit eden her bir kimseye nisbetle böyle olmaktadır. Çünkü her mücte-hidin, içtihadı sonucunda ulaştığı hükümden vazgeçmesinin caiz ol­madığı ve vereceği fetvanın mutlaka onunla olması gerektiği konu­sunda görüş birliği vardır. Bunlara göre isabet, hakiki olmayıp izafîdir.[132] Eğer ihtilâf (her bir müctehidin dilediği müctehidin görüşünü almasının caiz olması şeklinde) mutlak anlamda caiz olsay­dı, işte o zaman itirazcılar için delil olabilirdi. Ancak durum öyle değildir.

Kısaca, bu görüşe göre de ancak tek bir hüküm caiz olabilir. Şu kadar var ki, o izafîdir. Dolayısıyla bu görüşe müsteniden hiçbir şe­kilde kabullenilmiş bir ihtilâf sabit olmaz. Her müctehid, kendisine göre Sâri´ Teâlâ´nın kasdı olan tek bir hükme iki ayrı görüşe de­ğil ulaşmak peşindedir. Şu halde içtihada mahal alanların bıra­kılmasından hareketle Sâri´ Teâlâ´nın kasdmda, ihtilâfa bir mesned aranması gibi bir sonuç ortaya konamaz. Aksine O´nun içtihada mahal alanlar koymasmdaki maksadı, tek olan Şâri´in kasdını elde edebilmek için çaba göstermelerini temindir. Bu noktadan hareket­ledir ki, hiçbir müctehidin kendisi için aynı anda asla iki farklı gö­rüşe sahip olduğu görülemez; aksine onları hep tek bir görüşü be­nimser ve diğerlerini reddeder buluruz.[133]

Bütün müctehidlerin ictihâdlarında isabetli olacağı (tasvîb), sadece bir müctehid hariç diğerlerinin ictihâdlarında hata etmiş olacağı (tahti´e) meselesinin cevabı da geçmiş oldu.[134]

Birbiri ile tearuz halinde bulunan iki delilin bulunabilmesi noktasına gelince, eğer bu görüşün sahipleri, bununla aslında öyle değil de sadece görünüşte ve müctehidlerin değerlendirmelerinde birbirine zıt görünen delilleri kastediyorsa, durum dedikleri gibi ca­izdir. Ancak bununla şer´î deliller arasında tearuzun cevazına hük-medilemez. Eğer onlar bu sözleriyle, işin aslında da tearuzun bulu­nabileceğini kastediyorlarsa, şeriatı az çok anlayan hiçbir kimse böyle bir görüşü benimseyemez. Zira onun sakatlığım sözü edilen deliller ortaya koyar. Böyle bir görüşte olan birinin olacağını da sanmıyorum.

Sahâbî görüşü meselesine gelince, iki noktadan dolayı delil ola­maz:

1) Sahabî görüşü, ilgili hadisin sahih olduğunu bir an kabul etsek bile ki senedi tenkide uğramıştır zanniyyâttandır. Bizim meselemiz ise kat´î esaslardandır; zannî olan bir şey ile kati arasında tearuzdan söz edilemez.

2) Onun kabul edilmesi halinde bile bundan murad, onlardan her birinin teker teker ele alınması takdirine göre hüccettir, şeklindedir. Yani bir kimse onlardan birinin görüşüne isti-nad ederse, müctehidlerden birini taklit etmiş olması açı­sından isabet etmiş demektir. Yoksa onun anlamı, onlardan her biri haddizatında ve herkese nisbetle hüccettir[135] şek­linde değildir. Çünkü bu, geçen esaslara ters düşer.

Onların ihtilâflarının ümmet için bir genişlik olduğu görüşüne gelince bu konuda, İbn Vehb, İmam Mâlik´ten şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Rasûlullah´ın ashabının ihtilâfında genişlik yok­tur; şüphesiz hak tektir." Ona: "Her müctehidin içtihadında isabet­li olduğunu söyleyenler var" dediler. O şöyle cevap verdi: "İki farklı görüşün ikisi de doğru olmaz. Öyle kabul edilse bile, bunun ictihâd kapısının açılması yönünden olması muhtemeldir. İçtihadı mesele­leri Allah Teâlâ bizim hakkımızda bir genişlik kılmıştır; bu bir baş­ka sebepten dolayı değil, sadece ictihâd alanlarını geniş tutması yö­nünden böyledir." el-Kâdî İsmail şöyle demiştir: "Rasûlullah´ın ashabının ihtilâfı hakkındaki genişlik, sadece re´y ictihâdındaki genişlik olmaktadır. İnsanın onlardan herhangi biri­nin isabet edip etmediğine bakmaksızın görüşü ile hükmetmek an­lamında bir genişliğe gelince, buna hayır. Onların ihtilâf etmeleri, onların ictihâd ettiklerini ve ihtilâfın da bunun sonucunda ortaya çıktığını gösterir." İbn Abdilberr: "İsmail´in bu sözü gerçekten gü­zeldir" demiştir. "Onların ihtilâfları rahmettir" şeklinde düşünenle­rin görüşü de, onların ictihâd kapısını açmış olmaları yüzünden olabilir. Bunu böyle anlamak zorundayız; çünkü şerîatta ihtilâfa mahal olmadığı, onun, hem şeriata hem de dine müteallik olan her konuda ihtilâfa düşenler arasında hüküm vermek, ihtilâfı gidermek için geldiği sabittir. Bu esas, pek çok açık nasslar ve kat´î delillerin bir gereği olarak onların yanında hem usûl hem de furû konusunda geneldi. Karşılarına tam vâkıf olamadıkları bir mesele çıktığı za­man, eğer o bir amele taalluk etmeyen konulardan ise: "İlimde yüksek payeye erenler ise: ´İnandık, hepsi Rabbİmizin katındandır´ derler.[136]âyetinin gereği olarak onu bilene havale ederlerdi. Amele taalluk eden konularda ise çaresiz düşünme ve değerlendir­meye başvurmaları gerekiyordu. Çünkü şeriat tamamlanmış, her­hangi bir konuda şeriatın, hükümden hâlî kalması da caiz değildi. Bu durumda kendilerine göre Sâri´ Teâlâ´nın maksadına kendileri­ni ulaştıracak en kestirme yolu aramaya koyuldular. Tabiî ki kabi­liyetler ve bakışlar farklıdır. Bunun sonucu olarak da aralarında ihtilâflar doğmuştur; yoksa bu ihtilâflar Sâri´ Teâlâ´nın maksadı ol­duğu için doğmamıştır. Eğer farzedilecek olsa ki, sahabe bu tür hükmü açık olmayan fer´î mesâil üzerinde çalışmış olmasalar, şöyle ya da böyle onlar hakkında söz etmeselerdi ki onlar, şeriatın an­laşılması ve onun maksatları doğrultusunda yürünmesi konusunda önderler olmaktadır o zaman kendilerinden sonra gelecek olan nesiller için ictihâd kapısı aralanmış olmayacaktı. Çünkü ihtilâfı yeren ve şerîatta ihtilâfa yer olmadığını gösteren deliller vardı. Du­rumu kapalı kalan konular, hakka isabet konusunda ihtilâfların muhtemelen kaynaklanabileceği alanlardır. O zaman böylesine riskli olan alanlara girmekten çekineceklerdi. Ancak sahabe ictihâd edip, ictihâdları sonucunda doğruyu elde etme yolunda ihtilâflar belirince, kendilerinden sonra gelen nesiller için de o yola girme ko­laylaşmış oldu. İşte bunun içindir ki Allah´u a´lem Ömer b. Ab-dulaziz: "Rasûlullah´ın ashabının ihtilâf etmemiş olmaları beni sevindirmezdi..." sözünü söylemiştir.

Mukallitlere nisbetle ulemânın ihtilâfına gelince, onda da du­rum aynıdır; müctehidin delile isabet etmesiyle âmmînin (sıradan biri) müftîye icabeti arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla âmraî hakkında iki fetvanın tearuzu, müctehid hakkında iki delilin tearuzu gibidir. Nasıl ki müctehid için, aynı anda her iki delile de tâbi olması veya ictihâdsız ve tercihe gitmeksizin ikisinden birisine keyfî olarak uyması caiz değilse, âmmînin de iki müftîye aynı anda tâbi olması veya kendince ictihâd ve tercihte bulunmaksızın ikisin­den birine uyması caiz olmayacaktır. "Tearuz ederlerse istidigini seçer" şeklindeki görüş, iki sebepten dolayı doğru değildir:

1) Bu söz, zahiren değil de işin aslında iki delil arasında tearuzun bulunabileceği mânâsına gelir. Bunun yanlışlığı az önce ortaya kondu.

2) Daha önce şer´î bir esas geçmişti. Bu, şeriatın konulmasın­da gözetilen amaçlardan birinin, mükellefi kendi heva ve heveslerinin egemenliğinden kurtarmaktı. Kişiyi iki görüş arasında keyfî olarak muhayyer bırakmak, bu esasa ters düşer ve bu caiz değildir. Çünkü şeriat, daha önce de orta­ya konulduğu gibi her mesele ile ilgili olarak biri cüz´î biri de küllî olmak üzere iki maslahat içermektedir. Cüz´î olanı, her hükmün hususî delilinin ortaya koyduğu fayda ve o hükmün hikmetidir. Küllî olan ise mükellefin hem inanç, hem söz, hem de fiil olarak bütün tasarruflarında şer´î yü­kümlülükler getiren belli bir kanunun altına girdiğinin şu­uruna varması ve hiçbir zaman başıboş hayvan gibi heva ve heveslerinin peşinde koşan bir yaratık olmadığının, bü­tün davranışlarının şeriatın getirmiş olduğu kayıtlar içerisinde olması gerektiğinin bilincine varmasıdır. Eğer biz sı­radan insanları, imamların mezheplerini taklit konusunda, kendilerince en güzel olanını seçmede başıboş bırakırsak, o zaman bu tercih konusunda onların kendi heva ve hevesle­rinden başka başvuracakları bir merci bırakılmamış ola­caktır. Bu ise şeriatın konulusunda gözetilen temel maksa­da ters düşer. Dolayısıyla onların kendi tercihlerine bırakı­lacaklarını söylemek hiçbir şekilde doğru olmaz. Bu konu­da el-Gazzâlî´nin el-Mustazher adlı kitabına bakınız.

Böylece şeriatın aslında ihtilâf olmadığı ve onun ihtilâf esosı üzerine kurulmadığı, ihtilâfın onda Sâri´ Teâlâ´nm maksadı olmak üzere kendisine başvurulan bir esas olmadığı, aksine var olan ihtilâfların şer´î bir esastan kaynaklanmayıp, mükelleflerin bakış­larından ve onların imtihan edilmeleri amacından kaynaklandığı sabit olmuş, şeriatta hem usûlde hem de furûda mutlak ve genel anlamda ihtilâfın bulunmadığı ve onun yerilmiş olduğu tezi sıhhat kazanmıştır.[137]Zira eğer tek bir fer´in ihtilâf kasdı üzerine konul­muş olması sahih olsaydı, o zaman şeriatta mutlak anlamda ihtilâfın varlığı sabit olurdu. Çünkü bir tür ihtilâfın sabit olması halinde, tüm ihtilâfın sabit olması sahih olur. Bunun sakatlığı ise açıktır. Böyle bir sonuca götüren şey de aynen onun gibi sakat ola­caktır.

Fasıl:

Bu esas üzerine[138] bazı kaideler bina edilir:

(1)

Mukallid[139] olan bir kimsenin ihtilaflı konularda kendince bir seçime gitme yetkisi yoktur.[140] Meselâ, bir konuda müctehidler iki görüşe ayrılsalar, mukallid bunlardan keyfince dilediği birini seçe­mez. Bazıları, mukallide nisbetle bu iki görüşün, aynen keffâret hükmündeki seçenekler mesabesinde olduğunu, dolayısıyla dilediği birini seçebileceğini söylemişlerdir. Bu durumda onun heva ve he­veslerine tâbi olacağı, garazına ters düşeni değil de uygun düşeni alacağı kaçınılmazdır. Bu görüşün taraftarları, iddialarını destekle­mek için bazı müteahhir müftîlerin sözlerine dayanmışlar ve Rasûlullah´tan rivayet edilen: "Ashabım yıldızlar gibidir­ler; hangisine uysanız, hidayet bulursunuz"[141] hadisi ile görüşlerini teyide çalışmışlardır. Eğer bu hadisin sahih olduğunu farzedecek olursak, gerekli cevap daha önce geçmişti. Bu hadis, mukallidin bir ayınm yapmaksızın herhangi bir sahâbîye gidip ondan fetva iste­mesi ve lehinde ya da aleyhinde her nasıl olursa olsun aldığı fetva ile amel etmesi durumuyla ilgili bir delil olur. Ancak mukallid kar­şısında iki müftîden farklı iki görüşün bulunması halinde, doğru olan bunun hadisin kapsamına girmeyeceğidir. Çünkü müftîlerden her biri, karşı taraftakinin delilinin zıddını gerektiren bir delile tâ­bi olmaktadır. Bu halleriyle onlar, birbirine zıt olan iki delile tâbi kimselerdir. Bunlardan birine keyfî olarak tâbi olmak, heva ve he­veslere tâbi olmak anlamına gelir. Bunun da dinde yeri olmadığı geçmişti. Bu durumda onlardan birinin diğerine nisbetle daha âlim olduğu ya da benzeri bir gerekçe ile aralarında tercihte bulunması gerekmektedir.

Sonra avamdan birine nisbetle iki müctehid, müctehide nisbet-îe iki delil mesabesindedir. Nasıl ki, müctehidin tearuz eden deliller karşısında tercihte bulunması, buna imkân yoksa tevakkuf yani durup beklemesi gerekiyorsa, mukallidin durumu da aymdır. Eğer bu gibi konularda şehvetin peşinden gitmek, arzu ve heveslere tâbi olmak caiz olsaydı, o zaman aynı şey hâkim için de caiz olurdu ki, bu icmâ ile bâtıldır.[142]

Sonra ihtilaflı meşeler hakkında, hevâ ve heveslere uymayı ke­sinlikle reddeden Kur´ânî bir kıstas bulunmaktadır. O da: "Eğer birşeyde çekişirseniz, onun hallini Allah´a ve peygambere götü­rün.[143] âyeti kerîmesidir. Burada mukallidin meselesinde iki müctehid birbirleri ile çekişme halindedir; dolayısıyla meselenin Allah´a ve Rasûlüne götürülmesi gerekecektir. Bu da şer´î delille­re[144] başvurmak demektir ve bu, heva ve hevese, şehvete tâbi olma­dan daha salim bir yoldur. İki görüşten birini heva ve hevese, şeh­vete uyarak seçmek, Allah´a va Rasûlüne başvurma esasına ters düşer. Bu âyet, Tâgût´un (put, şeytan vb.) hükmüne başvurmak su­retiyle heva ve heveslerine uyan kimse hakkında inmiştir. O yüz­dendir ki akabinden: "Ey Muhammedi Sana indirilen Kur´ân´a ve senden önce indirilenlere inandıkların iddia edenleri görmüyor mu­sun Tâgût´un (putların, şeytanın) önünde muhakeme olunmaları­nı isterler. Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı."[145] Böyle­ce bu kısmın, "Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisine uysanız, hi­dayet bulursunuz" hadisinin altına girmeyeceği ortaya çıkar.

Öbür taraftan bu görüş, şer´î bir delile dayanmaksızın mezhep­ler içerisinde mevcut ruhsat hükümlerin derlenmesi ve onlara uyul­ması sonucunu doğurur. İbn Hazm, bunun asla helâl olmayacak bir fâsıklık olduğuna dair icmâ bulunduğunu nakletmiştir.

Yine bu, ihtilaflı bulunan her meselede yükümlülüğün düşü­rülmesi gibi bir sonuca götürür. Çünkü işi mukallidin seçimine bı­rakmanın mânâsı, mükellefin hükmü isterse alması, isterse terket-mesi demektir. Bu ise yükümlülüğü düşürmenin ta kendisidir. Ter­cihle kayıtlanması hali ise böyle değildir; çünkü o vakit delile tâbi olacaktır, dolayısıyla ne hevâ ve heveslerine tâbi durumunda ola­cak, ne de yükümlülüğü düşürmüş olacaktır.

İtiraz: İki müctehidin ihtilâf etmesi halinde, diğeri ile karşı­laşmadan önce birini taklid etmesi[146] caiz olmaktadır. Dolayısıyla karşılaştıktan sonra da caiz olması gerekir. İçtimâ tardîdir (yani ikisinin bir arada bulunması halinde, her birinin yalnız başına bu­lunması halinde söz konusu olan hüküm de bulunur).

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Aksine bir arada bulunma (içti­mâ) halinin etkisi bulunur. Çünkü iftirâk, yani ayrı ayrı bulunma halinde her biri ulaştırıcı bir yol olmaktadır. Aynen bir delil bulup, araştırma sonucunda onun muarızına rastlamama neticesinde o de­lil ile amel etmenin caiz olması gibi. Ancak içtimâ ederler ve ihtilâf halinde de bulunurlarsa, o zaman müctehidin muttali olduğu her biri diğeri ile tearuz halinde bulunan iki delil gibi olur. el-Kâdî İbn [isa et-Tayyib´e nisbet edilen mukallidin seçimine bırakma (tahyîr) gö­rüşü müşkil bulunur ve onun mutlak değil, mukayyed olduğu ma­zereti ileri sürülebilir. Dolayısıyla iki delilden biri ile amel konu­sunda ancak bir şartla muhayyer kılınır: O da şudur: Mezkûr amel­de sadece delilin gereğini kastetmiş olması, ne heva ve heveslerine uymuş olmayı, ne de genel anlamda muhayyer kılmanın gereğini kastetmiş olmamasıdır. Çünkü ibâha anlamında muhayyer kılma burada bulunmamaktadır. Heva ve heveslere uyma da yasaktır. O zaman mutlaka bu kasdın bulunması kaçınılmaz olacaktır. Bu ma­zerette (kabul edilemeyecek ) hususlar vardır ki bu bir çelişkidir. Çünkü tercihe gitmeden iki delilden birine tâbi olmak muhaldir. Zi­ra tercih olmaksızın tearuzun bulunduğu farzedildiği zaman delili bulunmaz. O zaman da heva ve heveslere tâbi olmaktan başka bir ihtimal kalmaz.

Fasıl:

Bu esastan gaflet, fukahâyı taklid edenlerden birçoğunu, yakı­nına ya da dostuna, bir başkasına vermeyeceği görüşle fetva verir hale getirmiştir.[147]Tabiî bu, kendi garaz ve şehvetine ya o yakını­nın ya da dostunun çıkarma tâbi olmasının bir sonucu olmuştur.

Bu tavır bırakın bizim zamanımızı, geçmiş dönemlerde de ol­muştur. Nitekim, dünyevî çıkarlara ve nefsânî arzulara uyularak mezheplerde yer alan ruhsatların derlenmesi ve onlara uyulması konusu böyle olmuştur.

Bu tavır hem kazâî konuların taalluk ettiği, hem de etmediği konularda cari olabilir.

Kazâî bir hükmün taalluk etmediği ve sadece insan ile kendi nefsi arasında ibadetlerinde ya da itiyatlarında cereyan eden konu­larda, bu tavrın sözü edilen kusurları bulunmaktadır. (Kadı) Iyâz, el-Medârik´te şöyle nakleder: Mûsâ b. Muâviye şöyle anlatır: Behlûl b. Râşid´in yanında idim. O sırada Falanca oğlu geldi. Behlûl ona: "Seni getiren nedir " diye sordu. O: "Başıma gelen bir olay. Bir ada­ma sultan zulmetti. Ben de onu gizledim ve onu gizlemediğime dair üç talâk üzerine yemin ettim" dedi. Behlûl ona: "İmam Mâlik, (böy­le birinin) zevcesi hakkında hânis olacağını[148]söylüyor" dedi. Soruyu soran: "Ben onun ne dediğini biliyorum, ancak ben başka bir cevap istiyorum" dedi. Behlûl: "Benim yanımda işittiğinden başkası yok" dedi. Adam sorusunu üç defa tekrarladı, Behlûl ise her defa­sında aynı sözünü tekrarlıyordu. Üçüncü^ya da dördüncüsünde idi ki o ( ) şöyle dedi: "Ey Falanca oğlu! Siz insanlara insaflı davranmı-yorsunuz. Onlar başlarına gelen olaylar sebebiyle size geldiklerin­de: ´Mâlik böyle dedi, Mâlik şöyle dedi´ diyorsunuz. Fakat bizzat kendi başınıza birşey geldi mi, onun için ruhsatlar arıyorsunuz, el-Hasen, böyle bir kişinin yemininde halis olmayacağını söylüyor." Bunun üzerine soru soran kişi tekbir getirdi[149] ve kendisinin mesul olmadığını, mes´ul kişinin el-Hasen olduğunu ve bu konuda kendi­sinin onu takip edeceğini söyledi.

Taraflar arasında verilmesi gereken kazâî bir hükme taalluk eden bir konuda ise durum daha da ağırdır.

el-Mewâziyye´de Hz. Ömer´in şu sözü yer alır: "Tek bir konuda iki hükümde bulunma; yoksa işin karışır (içinden çıkamazsın)."

İbn Mevvâz da: "Kadının, görüşlerin ihtilaflı olduğu bir konuda ictihâd etmesi uygun değildir" demiştir. İmam Mâlik, bunu mekruh görmüş ve hiçbir kimse için caiz olmayacağını söylemiştir. Bunun anlamı bence şudur: Bir kişi hakkında önceki nesillerden birisinin verdiği hüküm ile hükmetmesi, sonra aynı konuda bir başkası hak­kında onun hilafı ile olan bir diğerinin hükmü ile hükümde bulun­masıdır. Verdiği bu hüküm de daha önce geçenlere ait olmaktadır ve aynı konudadır. Eğer bir kimse hakkında bu caiz olsaydı, o za­man aynı konuda, falancanın fetvası ile bu kişi, filancanın fetvasıy­la da şu kişi hakkında hükmetmek istese buna yetkisi olurdu. Bu ise öncekilerin ayıpladıkları ve İmam Mâlik´in mekruh görüp doğru kabul etmediği birşeydir. Onun dedikleri de doğrudur. Çünkü hâkimlerin tayininden maksat, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları kaldırmak, davaları çözüme bağlamaktır; ancak bunu yaparken ta­raflardan birine zarar gelmemesi, hâkimin de töhmet altında kal­masını gerektirecek bir tavırın olmaması gerekmektedir. Görüşler içerisinden keyfî bir seçimin yapılması ise, bütün bu maksatlara ters düşer.

Ahmed b. Abdilberr anlatır: Kurtuba kadılarından biri, Yahya b. Yahya´ya aşırı derecede bağlı idi. Fukahâ arasında muhalefet ol­duğu zaman, hep onun görüşleriyle amel ederdi. Bir olay oldu ve o olayda Yahya tek başına kaldı ve tüm şûra ehline muhalefet etti. Kadı, onların çokluklarından utandığından o meselede vereceği hükmü erteledi. Arkasından bir olay daha oldu ve onunla ilgili ola­rak Yahya´ya yazdı. Yahya, haberciyi geri çevirdi ve ona: "Ona hiç­bir işarette bulunmayacağım. Zira, falan hakkındaki davada benim işaret ettiğim şey sebebiyle tevakkuf etti; hüküm vermeden kaçın­dı" dedi. Habercisi kendisine gelip, Yahya´nın sözünü kendisine ulaştırınca o bundan rahatsız oldu ve bineğine atlayarak doğru Yahya´ya gitti. Ona: "Senin işi bu kerteye getireceğini düşünmemiş­tim. Ben inşallah yarın onun hakkında hüküm vereceğim" dedi. Yahya ona: "Bunu gerçekten yapacak mısın " dedi. O da: "Evet!" di­ye cevap verdi. Bunun üzerine Yahya: ´İşte şimdi öfkemi harekete geçirdin. Çünkü ben senin, arkadaşlarım bana muhalefet ettikleri zaman hüküm vermekten geri durmanı, Allah´a istiharede bulun­man ya da görüşler içerisinden birini tercihte bulunman sebebiyle olduğunu sanmıştım. Madem ki sen böyle değil de, heva ve hevesle­rin peşinde koşuyor ve (benim gibi) zayıf bir yaratığın rızası doğrul­tusunda hükmediyorsun, o vakit senin getirdiğin şeyde hiçbir hayır olmayacaktır; senden razı olmam halinde de bende hiçbir hayır kal­mayacaktır. Bu itibarla o görevden affını iste; çünkü bu senin için daha uygun olacak ve senin içyüzünü ortaya dökmeyecektir. Aksi takdirde azledilmen için ben dava edeceğim" dedi. Bunun üzerine o istifasını istedi ve görevden alındı.

eş-Şeyh İbn Lübâbe´nin kardeşi olan Muhammed b. Yahya b. Lübâbe´nin hikâyesi meşhurdur. Onu Kadı Iyâz anlatmıştır: Bu zat makamından uzaklaştırılmıştı. Kendisi el-Bîre kadılığından, şehir sakinlerinin şikâyeti üzerine azledilmişti. Sonra üzerine şimşekleri çektiği bazı sebeplerden ötürü şûra üyeliğinden de azledilmişti. Ka­dı Habîb b. Ziyâd, onu öfkesi yüzünden sahte siciline aldı ve onun adalet sıfatının düşürülmesini ve evinde oturup hiçbir kimseye fet­va vermemesini emretti. O bir süre böyle ikâmet etti. Sonra (melik olan) en-Nâsır, Kurtuba´da nehir kenarında bulunan hastalara ait vakıf arazisinden bir bölümün satın alınmasına ihtiyaç duydu. Ka­dı İbn Bakiyy´e durumu ve o yere olan ihtiyacını ileterek bir çözüm bulmasını istedi. Çünkü orası, mesire yerinin tam karşısına düşü­yor, yukarıdan bakınca onları görüyor ve bu durum dinleneceği yer­de kendisini rahatsız ediyordu. İbn Bakiyy ona: "Bence buna bir ça­re yok. Vakıfların dokunulmazlığını gözetmek en ihtiyatlı olanıdır" dedi. en-Nâsır: "Bu konuda fukahâ ile bir konuş. Onlara benim arzumu ve oraya karşı kıymetinin kat kat üstünde ödeme yapacağımı anlat. Belki bir çare bulurlar" dedi. îbn Bakiyy onlarla bu konuda konuştu; fakat sonuç aynıydı ve bir çare bulunamadı. Bunun üzeri­ne en-Nâsır onlara kızdı ve vezirlerine onlarla sarayda bir araya gelmelerini ve onları azarlamalarını emretti. Vezirlerle arasında bir tartışma yapıldı; fakat en-Nâsır amacına bu yolla da ulaşamadı. Bu haber İbn Lübâbe´ye ulaştı. en-Nâsır´a arkadaşları fukahânın gadirlik ettiklerini ve kendisini kısıtlılık altına aldıklarını, eğer kendisi o mecliste hazır bulunsa, mübadelenin cevazına dair fetva verreceğini, melikin de bu fetvaya uyabileceğini, bu konuda fukahâ ile tartışmada bulunabileceğini iletti. en-Nâsır´ın içine bir ümit düştü ve Muhammed b. Lübâbe´nin eski hali üzere tekrar şûra mec­lisine iade edilmesini emretti. Sonra kadıdan mesele hakkında ye­niden meşverette bulunmasını istedi. Kadı ve fukahâ toplandılar, İbn Lübâbe en son gelenleri oldu. Kadı İbn Bakiyy, onlara toplantı konusu olan meseleyi ve mübadelenin (maddî açıdan) cazipliğini anlattı. Hepsi de caiz olmayacağı ve vakfın eski halinden değiştinlemeyeceği şeklindeki ilk görüşleri doğrultusunda söz ettiler. İbn Lübâbe susmaktaydı. Kadı ona: "Sen ne dersin ey Ebû Abdullah!" diye sordu. O şöyle dedi: "İmamımız Mâlik b. Enes´in görüşünü di­yorsanız, o arkadaşlarımız fakihlerin dediği gibidir. Iraklı fakihlere gelince, onlar vakıfların esastan bağlayıcı olmadığı görüşündedir­ler.[150] Onlar büyük âlimlerdir ve ümmetin çoğunluğu onlara tâbi ol­maktadır. Madem ki mü´minlerin emirinin bu yere ihtiyacı vardır, dolayısıyla onun eliboş geri çevrilmesi uygun olmaz. Bunun sünnet­te de geniş yeri vardır. Ben bu konuda Irak´lı fakihlerin görüşünden yanayım ve görüş olarak onlarmkini taklit etmekteyim." Bunun üzerine fukahâ ona: "Sübhânallah! Seleflerimizin fetva veregeldik-leri ve üzerinde yürüdükleri, bizim de onlardan sonra aynı şekilde itikat edip fetva verdiğimiz ve hiçbir zaman sapmadığımız (imamı­mız) Mâlik´in görüşünü terk mi ediyorsun O aynı zamanda mü´minlerin emîrinin ve kendisinden önce geçen ataları emirlerin görüşü de olmaktadır" dediler. Bunun üzerine Muhammed b. Yahya şöyle dedi: "Yüce Allah aşkına doğru söyleyin! Sizden birini­zin başına bir olay geldiğinde, İmam Mâlik´in görüşleri dışına çıka­rak, başkalarının görüşleri arasında bir seçim yapıp, kendinize ruhsat hükümler bulduğunuz olmadı mı " Onlar: "Evet, oldu" dediler. O: "Buna mü´minlerin emiri daha layıktır. Onun hakkında da ken­dinize gösterdiğiniz tavrı gösteriniz ve âlimler arasında onun hali­ne uygun düşenin görüşünü alınız. Zira o âlimlerin hepsi birer ön­derdirler" dedi. Bunun üzerine onlar sustular. O kadıya: "Benim fetvamı, mü´minlerin emirine ulaştır" dedi. Kadı, mü´minlerin emîrine celsede geçen sözlerin zabtını gönderdi ve adamlarıyla bir­likte orada cevabı bekledi. Sonunda emirden, Muhammed b. Yahya b. Lübâbe´nin fetvasını kabul ettiğini belirten ve onun yürürlüğe konmasını isteyen, alınan yere mukabil hastalara Minyet Aceb´deki emlâkinin ki oranın kat kat fazlasını edecek çok değerli bir mülktü verilmesini emreden cevap geldi. Sonra mü´minlerin emirin-den sözü edilen İbn Lübâbe´ye, noterlik (huttatu´l-vesâik) vazifesine getirildiğini içeren bir yazı geldi. Böylece yapılacak olan bu müba­dele akdinin üstlenicisinin kendisi olması isteniyordu. Bu görevden dolayı o tebrik edildi ve kadı, hükmü onun fetvası üzere uyguladı; onun üzerine şahit oldu ve dağıldılar, ibn Lübâbe üçyüz otuzaltı yı­lında vefat edinceye kadar hem bu noterlik görevinde, hem de şûra meclisi üyeliğinde kaldı.

Kadı Iyâz der ki:

Bir üstadla bu haberi aramızda müzakere ettik, o şöyle dedi: "Sahte siciline geçen bu haberin, sahte siciline eklenmesi uygun olur. O, sahtelik konusunda onun içermiş olduğu şeyden daha evlâ ve şiddetlidir."

el-Bâcî, et-Tebyîn li-süneni´1-mühtedîn adlı kitapta, bu mesele­den söz ederken, benzeri bir olay daha anlatır ve şöyle der: Muhte­melen bazıları değerlendirme (nazar) ve istidlalden maksadın, faki-hin İmam Mâlik ve tâbilerinin görüşlerinden dilediğini alması, on­ların dışına herhangi bir şekilde çıkmaması, meylettiği görüşü al­masını gerektiren bir durumun bulunmaması olduğunu sanmışlar­dır. Buna göre meselâ bir olay hakkında İmam Mâlik´in görüşü ile hükmeder, sonra o olay tekerrür ederse, bu kez o konuda birinci gö­rüşe muhalif olarak İbn Kâsım´ın görüşü doğrultusunda kendisi için oluşmuş yeni bir re´y olmaksızın hükmedebilir ve bu sadece onun değerlendirme ve içtihadı değil seçimi sonucudur, O şöy­le devam eder: Güvendiğim biri bana şöyle anlattı: Ben, bir arazi­nin şayi´ bir hissesini kiralamıştım. Sonra bir başkası da kalan kıs­mını kiraladı. Ben (ilk kiracı olarak) kalan kısmı şuf a hakkımı kul­lanarak almak istedim ve sonra memleketten ayrıldım. İkinci kira­cı hakkında, İmam Mâlik´in iki görüşünden biri doğrultusunda ve icârede şuf a hakkı bulunmadığı şeklinde fetva verilmiş. Sonra ben yolculuktan döndüm ve fukahâya meselemi sordum. Vakıa onlar, fikhî mesaili bilen ve dinde iyi hal sabihi oldukları bilinen kimselerdi. Bana: "Biz onun seninle ilgili olduğunu bilmedik. Madem ki mesele seninle ilgili, o zaman senin için İmam Mâlik´in Eşheb yo­luyla gelen rivayetini alırız" dediler ve hepsi de benim için şuf a hakkı olduğuna dair fetva verdiler. Bunun sonucunda da bu şekilde benim lehime hükmedildi. O şöyle dedi: Bir adam bana şöyle bildirdi: Bu sınıf fukahâdan fıkhı mesaili iyi bilmek ve onların ileri ge­lenlerinden olmakla meşhur büyük biri, gizli kapaklı değil, alenen şöyle dedi: "O, benim dostumdur. Onunla ilgili bir hüküm verilmesi gerektiği zaman, onun haline uygun gelecek rivayet ile fetva ver­mem benim için bir borçtur."

el-Bâcî şöyle der: Eğer bu sözün sahibi, böyle bir davranışın kendisine helâl olmadığına inansa, o şeyi caiz görerek yapmaya kalkmazdı. Şayet buna rağmen yapmışsa, o zaman da bunu alenen söyleyip, kendi durumunu başkasına bildirmezdi.

Yine o şöyle der: Yemin ve benzeri konularda meselesi olan kimseler çoğu zaman bana şöyle derler: "Belki bu konuda bir riva­yet vardır" veya "Belki bu konuda bir ruhsat vardır." Onlar bu ha­liyle, bu yaptıklarının caiz ve yaygın birşey olduğunu düşünmekte­dirler. Eğer fukahâ bu gibi sözlere karşı tepki gösterir olsalardı, o zaman onlar böyle bir talebe muhatap olmaz, ne benden ne de bir başkasından bunun gibi bir istekte bulunmazlardı. Bu konu, İslâm ümmeti içerisinde icmâ konusunda sözleri dikkate alınan kimseler arasında hakkında ihtilâf bulunmayan konulardandır ve herkes, hiçbir kimsenin Allah´ın dini konusunda kesin olarak hak olduğuna inandığı şey ile olmadıkça fetva vermesinin caiz ve helâl olmayaca­ğında görüş birliği içerisindedir. Verilen hükme razı olan olsun, kı­zan da kızsın, hak ne ise onunla hükmedilmesi gerekir. Müftî, şüp­hesiz ki hüküm konusunda Allah´tan haber verir konumdadır. Ke­sin olarak onun hükmü olduğuna ve öylece vacip kıldığına inanma­dığı birşeyi Allah adına nasıl bil dire rebilir ! Allah Teâlâ, peygam­berine şöyle buyurmaktadır: "O halde Allah´ın indirdiği kitap ile aralarında hükmet. Allah´ın sana indirdiği Kur´ân´ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, onların heva ve hevesle­rine uyma!"[151] Bu durumda müftînin kendi arzusu doğrultusunda fetva vermesi veya aralarındaki dostluk ya da başka bir amaç sebe­biyle A için B´ye vermediği fetvayı vermesi nasıl caiz olabilir Müftî kesin olarak bilmelidir ki, Allah Teâlâ´nın kendisine emri, indirmiş olduğu hak ile hükmetmesi ve bu uğurda çaba göstermesidir. Ken­disine yasakladığı şey de, hakka muhalefet etmesi, ondan sapması­dır. Onun yapacağı şey, ilim ve ictihâd ehli biri olmasına rağmen, kurtuluşunun ancak ve ancak Allah Teâlâ´nın lütfü, tevfîki, yardı­mı ve koruması ile olacağını aklından çıkarmamasıdır.

Onun zikrettikleri böyle. Bu alıntı daha önce geçen esası beyan etmektedir. Buna göre fakîhin[152] görüşler içerisinden herhangi bir içtihada gitmeksizin sırf heva ve heveslerine, şehvetine uyma sonu­cu keyfî bir seçimde bulunması ve onunla bir kimse hakkında fetva vermesi asla helâl olmaz. Görüşlerin ihtilaflı olması halinde mukal­lidin alacağı tavır da, aynen müftînin sözü edilen tavrı gibi olacak­tır. Bunun, müctehid olmayan kimse hakkında yerilmesi, bir müc-tehidden kendi arzusunca nakilde bulunmuş olması sebebiyledir. Dolayısıyla bu konuda yani nefsânî arzuları doğrultusunda mücte-hidin ictihâdda bulunmasının hükmü daha da ağır olacaktır.

Fasıl :

Bu konu üzerinde lüzumundan fazla durulmuş ve hatta bir [i4i] meselede müctehidler arasında ihtilâfın bulunması, o şeyin mübah-lığına dair delil olarak kullanılır olmuştur. Zaman içerisinde hem Önceleri hem de sonraları, bir fiilin caizliği konusunda, o fiilin ilim erbabı arasında ihtilaflı bulunup bulunmadığı (muhtelefun fîh) noktasına dayanılmıştır. Bu, ihtilâfların gözönünde bulundurulma­sı mânâsına değildir; çünkü bu mânâ için başka bir bakış açısı var­dır.[153] Bazen mesele hakkında men´ine dair fetva verilir, buna kar­şılık: "Nİçin mene diyorsun Halbuki mesele, üzerinde ihtilâf edilen bir konudur" denilir ve böylece mevcut ihtilâflar, o meselenin üzerinde mücerred ihtilâf vuku bulmuş olması hasebiyle caizlik delili kılınır; oysa ki ortada caizliği gösteren bir delil yoktur. Keza caizdir diyenlerin görüşünü taklit etmek, men görüşünü taklitten daha evlâ da değildir. Bu, şerîata karşı işlenilen bir hatadır; çünkü şer´an muteber olmayan birşey muteber yapılmakta, delil olmayan birşey de delil kılınmaktadır.

el-Hattâbî, hadiste geçen bita´, yani bal şarabı hakkında bazı­larından şu nakilde bulunur: "İnsanlar içecekler konusunda ihtilâf etmişler, üzüm şarabının haramlığı konusunda icmâ etmişler, diğer içkiler hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Bu durumda biz, haramlığı hakkında icmâ ettiklerini haram kılar, diğerlerini de mubah kıla­rız." Bu açık ve çirkin bir hatadır. Allah Teâlâ, bir mesele hakkında ihtilâfa düşen kimselere, meselelerini Allah´a ve Rasûlüne götür­melerini emretmiştir. O devamla şöyle der: Eğer bu görüşün sahip­leri hakikaten isabetli olsaydı, o zaman aynı şey ribâ, sarf, müt´a nikâhı... hakkında da lâzım gelirdi; çünkü ümmet bunlar hakkında ihtilâf etmiştir. Yine o: "İhtilaf, hüccet değildir. Sünnetin beyanı ise hem öncekilerden, hem sonrakilerden ihtilaf edenlere karşı hüccet­tir" demiştir. Özetle onun söyledikleri böyle. Bu görüşün sahibi nefsanî arzularına uymayı, garazına uygun olan görüşü kendisine delil kılmayı ve onunla kendisini temize çıkarmayı amaçlamakta­dır. Bu haliyle o, arzularına uygun olan görüşü heva ve heveslerine tabî olmak için bir vesile edinmekte, aksine takvaya bir yol edinme­mektedir. Bu durumda o, Sâri´ Teâlâ´nın emrine uymuş olmaktan oldukça uzak, kendi heva ve heveslerini mabud edinenlerden olma­ya ise daha yakındır.

Bazı kimselerin ihtilâfı, görüşler içerisinde bir genişlik, tek bir görüş üzerine donup kalmama mânâsında bir rahmet telakki etme­leri de bu kabildendir. Bunlar görüşlerine el-Kâsım b. Muhammed, Ömer b. Abdülaziz ve daha başkalarından nakledilen sözleri delil olarak kullanırlar ki, biz daha önce bu rivayetlere değinmiş ve on­lardan maksadın ne olduğunu açıklamıştık.[154] İhtilaf rahmettir diyen bu görüş sahipleri, meşhur olan veya delile uygun düşen görüşe veyahut da değerlendirme sonucunda daha üstün (râcih) bulunan ve ümmetin büyük çoğunluğu tarafından benimsenen görüşe bağlı kalan kimselere zaman zaman saldırmaktan çekinmez ve: "Geniş olanı daralttınız, insanları sıkıntıya soktunuz; halbuki dinde zorluk yoktur" derler ve buna benzer sözler ederler.

Bu görüş tamamıyla hatalıdır ve şeriatın konuluş amacını bil­memekten kaynaklanır. Tevfik, Allah´ın elindedir. Onların bu gö­rüşlerinin aksini ortaya koyan deliller geçmiştir ve bunlar yeterli­dir. Bu vesile ile Allah´a hamd ederiz. Ancak burada daha önce te­mas etmediğimiz bir kaç noktaya değinmek istiyoruz. Şöyle ki:

Meselâ iki görüşten birini mücerred kendi garazına uygun ol­ması sebebiyle seçme durumunda olan kimse, ya hâkimdir, ya müf-tîdir ya da müftînin verdiği fetva ile amel etme durumunda olan bir mukalliddir.

a) Hâkim olması halinde böyle bir seçime gitmesi asla sahih ol­mayacaktır. Çünkü hâkimin bir delil olmaksızın iki görüş­ten birini seçmesi halinde, davaya taraf olanlardan biri hük­mün kendi lehinde verilmesi konusunda diğerinden daha üstün değildir. Zira bu durumda, onlardan birinin hakhlığı tercih etmeyi gerektirecek keyfî arzusu dışında bir delil (müreccih) bulunmamaktadır. Hal böyle iken biri lehinde meyli, mutlaka Öbürüne zulmetmesi sonucunu beraberinde , getirecektir. Sonra aynı olay başka iki kişi hakkında daha meydana gelse ve yine aynı şekilde hükmedecek olsa, sözü edilen sakınca kaçınılmaz olacak, her ikisinde de öbürü lehi­ne hükmetse durum bu kez Öbürü aleyhine olacaktır. Birin­cide biri, ikincide diğeri lehine hükmetse bu hiç olmayacak, kısaca ne yapsa hepsi sakat ve sayısız mefsedetlere kapı açacaktır. İşte bu noktadan hareketledir ki, hâkimlik için ictihâd mertebesine ulaşma şartını ileri sürmüşlerdir. Müc-tehid hâkimin bulunmaması halinde ise, yargıda kaosu ön­lemek için muhakeme usûlü getirmişler ve uyulması gere­ken şartlar ileri sürmüşlerdir. Meselâ, Kurtuba valileri hâkimleri tayin ederlerken, mutlaka falancanın[155] görüşü üzere hükmetmelerini, eğer onun görüşleri arasında hükme mesned olacak birşey bulamazlarsa, ondan sonra falancanın görüşleriyle... hükmetmelerini şart koşarlardı ve böylece ve­rilen hükümleri zabtu rabt altına alırlar, muhtemel kaosun önüne geçerler ve bunun sonucunda beklenti halinde olan mefsedetler ortadan kalkmış olurdu. Bu husus açıktır; o yüzden bu konuda sözü uzatmaya ihtiyaç duymuyoruz.

b) Müftî olması halinde, "ikisinden birini seç" diye aynı anda iki görüşle birden fetva verecek olursa, o zaman olay hak­kında ibâha ve dizginlerin salınması hükmüyle fetva vermiş olur ki, bu iki görüşün dışında üçüncü bir görüştür.[156] Bu ise, eğer müftî ictihâd derecesine ulaşmamışsa ittifakla caiz değldir. Eğer ictihâd derecesine ulaşmış ise, tek bir olay hakkında aynı zaman içinde iki görüşün bulunması usûl-cülerin genişçe üzerinde durdukları gibi sahih değildir. Sonra fetva talebinde bulunan kimse, müftîyi kendisine nisbetle hâkim yerine koymaktadır, şu kadar var ki müftînin verdiği fetva, hâkimin hükmü gibi bağlayıcı değildir. Bu du­rumda nasıl ki hâkim için keyfî tercih caiz olmamaktadır; aynı şekilde müftî için de caiz olmayacaktır, c) Eğer avamdan biri ise, o zaman amel edeceği fetvada nefsâ-nî arzularına, arzu ve heveslerine dayanmış olacaktır. Heva ve heveslere uyma, şeriata muhalefetin tâ kendisidir. Sonra avamdan birinin, kendisi hakkında ilmi hâkim kılması, he­va ve heveslerine tâbi olma durumundan çıkmış olması için­dir. Peygamberlerin gönderilişi, kitapların indirilişi hep bu amaç içindir. Çünkü kul, hayatının her safhasında iki dürtü arasında yaşar: Meleğin dürtüsü, şeytanın dürtüsü. O imti­han edilmesinin bir gereği[157] olarak bu iki taraftan birine doğru meyletme hakkına sahip olmaktadır. Yüce Allah bu konuda: "Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki..[158] "Şüphesiz ona yol gösterdik; buna kimi şükreder, kimi de nankörlük.[159] "Biz ona eğri ve doğru iki yolu da gösterdik"[160] buyurmakta­dır. Fıkhî mesâil içerisinde yer alan görüşlerin tamamı, nefy (men´) ve isbat arasında döner.[161]Arzular ise bunları aşmaz. Bu durumda avamdan biri, başına gelen olayı müftîye arzet-tiği zaman, bu haliyle şöyle demiş olmaktadır: "Beni heva ve heveslerime tâbi olmaktan çıkar ve bana hakka uymanın yolunu göster." Hal böyle iken, müftînin: "Senin meselen hakkında iki görüş vardır; dolayısıyla sen onlardan hangisi arzularına daha uygun geliyorsa onu tercih et" demesi doğ­ru olamaz. Çünkü böyle bir cevabın mânâsı, şeriatın değil, arzu ve heveslerin tahkimi demektir. "Bunu ben sadece falanca âlimin görüşü sebebiyle yaptım" demesi, kendisini bu sonuçtan kurtarmaz; çünkü bu nefsin kendisini dedikodu­lardan kurtarması için kurduğu bir tür hiledir, onunla dünyevî maksatlarına ulaşmayı amaçladığı bir tuzaktır. Avamdan birinin müftîye gelip kendisini heva ve hevesleri­ne uymaktan kurtarma talebinden sonra müftînin onu tek­rar heva ve heveslerinin peşine takması, karanlığa taş at­maktır; şerîatı bilmemektir, müslüman kardeşe yapılması gerekli olan nasihat borcuna hıyanet etmektir. Bu mânâ hem hâkim için, hem de diğerleri için geçerlidir. Tevfîk, an­cak Allah Teâlâ´nın eliyledir.

Fasıl:

Bazı müteahhir âlimler, mezheplerdeki ruhsat hükümlerin derlenmesini ve onlara uyulmasını (tetebbu´u´r-ruhas) caiz gör­meyen, bir mezhepten başka birine intikâlin ancak tümü ile caiz olaca-ğını[162] söyleyen kimselere itiraz etmişler ve şöyle demişlerdir: Eğer men´ cihetine gidenler, kadının hükmünün iptalini gerektiren dört duruma muhalif olan şeyleri kastediyorlarsa kabul; yok mü­kellef hakkında genişlik mânâsını içeren bir davranışı kastediyor­larsa o zaman sözleri kabul edilemez. Aksine Rasûlullah´in "Ben hoşgörü ve kolaylık esasına dayalı (İslâm şeriatı) ile gö´nderildim"[163] hadisi, bunun caiz olmasını gerektirir. Çünkü bu bir nevi kula karşı lütufta bulunmaktır ve şeriat kullara meşakkat yükle­mek için gelmemiştir; aksine onların çıkarlarını kollamak ve mas­lahatlarını gerçekleştirmek için gelmiştir. Siz de görüyorsunuz ki bu sözler isabetli değildir. Çünkü kolaylık ve hoşgörü öyle sanıldığı gibi mutlak değil, usûlü dairesinde cari olmakla kayıtlıdır. Ne ruh­satların derlenmesi ve onlara uyulması ne de görüşler içerisinden nefsânî arzular doğlutusunda keyfî seçimler yapılması, şeriatın ge­nel esasları tarafından belirlenmiş sabit şeyler değildir. İtirazcının söyledikleri zaten isbatı gerekli iddialardan öte başka birşey değil­dir. Sonra şu da var: Hep ruhsat hükümlere uyulması, nefsânî ar­zular doğrultusunda olan bir meyildir. Şeriat ise, insanı heva ve he­veslere tâbi olmaktan çıkarmak amacı ile gelmiştir. Bu itibarla id­dianız, üzerinde ittifak sözkonusu olan bu genel esasla çelişki ha­lindedir. Aynı şekilde o, Allah Teâlâ´nın: "Eğer birşeyde çekişirse­niz, onun hallini Allah´a ve peygambere götürün[164]buyruğuna da uymamaktadır. İhtilâf alanı, çekişme alanıdır; dolayısıyla onla­rın nefislerin heva ve heveslerine götürülmesi sahih olmaz. Bu gibi konular ancak ve ancak şeriata götürülür. İki görüş arasından üs­tün (râcih) olanını o belirler ve artık nefsânî arzularımıza ya da çı­karlarımıza uygun düşene değil, o görüşe uyulması vacip olur.

Fasıl:

Bazıları bunu belli yerlerde caiz görmek istemişler ve gerekçe olarak da bunda zaruret ve ihtiyaç bulunduğunu, çünkü zaruretle­rin yasak olan şeyleri mubah kılacağını ileri sürmüşlerdir. Böylece garaza uygun düşen görüşün alınması sonucuna ulaşmak istemiş­lerdir. Bunlar iddialarının kabul görmesi için devamla şöyle derler: Eğer mesele, zaruret bulunmayan bir hal üzere meydana gelirse, mercûh (zayıf) ya da mezhep dışı bir görüşü almak için bir ihtiyaç bulunmazsa, o zaman mezhebin görüşü ile, ya da mezhep içerisinde râcih (üstün) olan görüşle amel edilir.

Bu da, biraz önce geçen tarzda bir yaklaşım biçimidir. Çünkü bunun da varacağı sonuç, peşin arzu ve isteklere uygun olan görüş­le amel etme noktasıdır. Zaruret mahalleri, şeriatta bellidir. Eğer bu mesele de o yerlerden ise, mezheb imamı, şeriatın sahibinden al­dığı verilerden hareketle onun hükmünü zaten açıklamış olacaktır. Dolayısıyla ondan intikâle bir ihtiyaç yoktur. Yok mesele, şer´î zaruret mahallerinden değilse ve kişi onun zaruret mahalline girdi­ğini sanıyorsa, bu apaçık ve çirkin bir hatadır; kabul edilmesi mümkün olmayan bir iddiadır.

İbn Rüşd´ün Nevazil adlı kitabında, bu kabilden olmak üzere müt´a nikâhı meselesi yer almıştır.

İmam el-Mâzerî´den de şöyle nakledilir: Ona şöyle sorarlar: "Zamanımızda insanların kuraklık yıllarında çaresiz başvurmak zorunda kaldıkları bir muamele var. Bilindiği gibi zaruretler yasak olan şeyleri mubah kılar. Fakir bâdiye ehlinin yapmakta oldukları bu muamele hakkında hüküm ne olur Bunlar (tahıl ve hurma gibi) gıda maddesine ihtiyaç duyarlar; hasat ve meyve toplama mevsimi­ne kadar borca onu satın alırlar. Vade gelince, alacaklılarına: "Biz­de tahıl veya hurmadan başka birşey (yani para) yok" derler, muh­temelen doğru da söylerler. Bu durumda alacaklılar, onlardan tahıl ya da hurma almak zorunda kalırlar; çünkü almadıkları zaman onu da yiyip tüketecekler ve ellerinde borca karşılık alacak birşeyleri kalmayacağından haklarının zayi olacağından korkarlar. Keza şe­hir halkından olan bu alacaklılar uzun süre bâdiyede de kalamaz­lar ve şehre dönmek zorunda kalırlar, bâdiyede hâkim de bulunma­dığından alacaklarını bu şekilde kapatmak zorundadırlar. Zaten bu konuda bir şart ya da âdetin bulunmaması halinde mezhepte ruhsat da bulunmaktadır. Çeşitli şehirlere mensup bulunan fuka-hânın birçoğu da, bu ve diğer sebeplerden ötürü ı´yne satışlarına (büyûu´1-âcâl[165]), sedd-i zerâi´ ilkesinin gereği olan görüş hilafına olarak cevaz vermişlerdir.

O şöyle cevap verdi: "Eğer bu söylediklerinizle, (tahıl ya da hurma gibi) gıda maddesinin bedeli yerine aldığı maddenin cinsine muhalif yine gıda maddesinin alınmasının mubah olduğuna işaret etmek istiyorsanız, bu işlem mezhebe göre yasaktır[166] ve bu konuda sandığınız gibi, mezhepte bir ruhsat bulunmamaktadır."

O devamla şöyle dedi: "Ben insanları, İmam Mâlik ve ashabı­nın mezhebinde yaygın olarak bilinen görüş dışında öyle şâz görüş­lere yöneltemem. Çünkü takva azaldı, hatta nerdeyse kalmadı, ki­şinin diyanetine havale edilen konuların korunması da aynı şekilde zayıfladı, şehvetler arttı, ilim iddiasında bulunanlar çoğaldı ve bil­gisizce fetvaya cüret edenler arttı. Eğer böyle bir ortamda, mezhebe muhalefet konusunda bir kapı aralanacak olursa, o zaman delik giderek büyüyecek ve yama imkânı kalmayacak, mezhebin heybeti çiğnenmiş olacaktır. Böyle bir sonucun ortaya çıkaracağı mefsedet-lerin büyüklüğü ise açıktır.[167] Ancak borcu almak için tahıldan baş­ka alacak birşey bulamazsa, o zaman bu tahılı sahibi adına şehirde satacak biri alsın ve satıcı alacağını tahılın parasından tahsil etsin. Bunu da caiz olmayan birşeyin sûretâ caiz kılınması için hile yolu­na başvurmaksızın şahit tutarak yapsın."

Bak! İmamlığı hakkında ittifak bulunan el-Mâzerî, mezhep içe­risinde meşhur olan ve bilinen görüş dışında bir başkasıyla fetva verilmesini caiz görmemiştir. Bunu yaparken o, zarurî maslahat [147] kaidesine dayanmıştır. Zira ilim öğretmek ve fetva vermek için gö­revlendirilmiş kimselerin birçoğunda takva azalmış ve diyanet duy­gusu zayıflamıştır. Eğer onlara böyle bir kapı açılacak olursa, mez­hebin hatta bütün mezheplerin şirazesi kopacak, işler çığırından çı­kacaktır. Çünkü birşey için gerekli olan, onun benzeri için de ge­rekli olur. Dolayısıyla soruda var olduğu iddia edilen zaruretin ger­çekten bir zaruret olmadığı ortaya çıkar.

Fasıl:

Burada, mezheplerin ruhsat hükümlerine tâbi olma[168] konu­sunda daha önce sözü edilenlerin dışında daha başka mefsedetlerin de ortaya çıkacağını hatırlamakta yarar vardır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Delile[169] tabî olmayı terk etmek ve ihtilaflara uymak sure-- tiyle dinden sıyrılmak, dini küçümsemek. Çünkü bu du­rumdaki kişi belli bir karar üzere bulunup nefsini arzu ve heveslerine karşı gemleyemez.

2. Yaygın olarak bilinen mezhebin görüşü terkedilerek bilinmeyen bir görüş alınmış olur.[170] Çünkü bu ülkelerde[171] İmam Mâlik´in mezhebi dışında kalan diğer mezhepler bi­linmemektedir.

3. (Mezhep içerisindeki) bilinen durumun terkedilmesi suretiyle sert siyaset[172] kanunun bozulması.

4. İcmâ noktalarını ortadan kaldıracak şekilde mezheplerin telfîkine[173] gidilmesi.Buna benzer daha pek çok mefsedet söz konusudur. Eğer sözü uzatma ve maksattan çıkma korkusu olmasaydı daha fazla üzerin­de dururdum. Ancak bu kadarı yeterlidir. Bu vesileyle Allah´a hamd ederiz.

Fasıl:

Bu mânâ üzerine bir başka mesele daha bina etmişlerdir. O da şudur:

Acaba iki görüş arasından daha hafif olanın mı, yoksa daha ağır olanın mı alınması gerekir [174]

Daha hafif olan görüşün alınacağı inancında olanlar tezlerine: "Allah, sizin için kolaylık diler,[175] "Allah, dinde sizin üzerinize bir zorluk kılmadı"[176] âyetleriyle Rasûlullah´ın "Zarar ve zarara zararla mukabele yoktur.[177] "Ben hoşgörü ve kolaylık esa­sına dayalı (İslâm şeriatı) ile gönderildim[178]hadislerini delil ola­rak kullanmışlar ve şöyle demişlerdir: Bütün bu deliller, zor ve ağır müküllefıyetler getirilmesi esasıyla bağdaşmaz. Kıyas açısından da bakıldığı zaman şöyle denir: Allah Teâlâ zengindir ve kerem sahibi­dir, kul ise ihtiyaç içerisindedir ve fakirdir. İki taraf arasında bir tearuz bulunması halinde, zengin tarafından feragat etme ve fakir tarafını tutma daha uygun bir davranış olacaktır.

Bunun cevabı yukardaki ile aynıdır.[179]Ayrıca bu düşünce, tek­lifin tümden düşürülmesi gibi bir sonuca da götürür. Çünkü teklif,tümüyle zor ve meşakkatlidir. O yüzdendir ki "teklif[180] diye isim lendirilmiştir. Teklif, meşakkat mânâsına gelen "külfet" kelimesin dendir. Eğer bu deliller, meşakkat içeren tekliflerin kaldırılmasın gerektirecekse, bu durum taharet, namaz, zekât, hac, cihâd ve ben zeri her konuda kendisini göstecek ve mükellef üzerinde tek bir vü kümlülük kalmayıncaya kadar belli bir sınırda durmayacaktır Bu tabiî ki muhaldir. Böyle bir sonuca ulaştıran şey de aynıdır. Çünkü şeriatın hem konulmuş hem de kaldırılmış olması muhaldir. Sonra bu görüş taraftarları şöyle demektedirler: "Sonuç itibarıyla bu gö­rüş, ´Yararlı olanlarda asıl olan izin, zararlı olanlarda da haramlık-tır´ esasına çıkar. Bu, başka bir konu hakkında konulmuş bir asıl olmaktadır. Makâsıd bölümünde[181] onun ne mânâya geldiğine dik­kat çekilmişti. Eğer biz bu aslı burada hâkim kılarsak, o zaman on­dan "Asıl olan, teklifin mükellef üzerine konulmuş olmasından son­ra kaldırılmasıdır" gibi bir sonuç lâzım gelecektir. Bütün bunlar sözü edilen görüşe iltifat edilmemesini gerektiren noktalardır.

Fasıl:

İtiraz:[182] Peki, Mâliki mezhebi içerisinde sözü edilen hilafa riâyetin mânâsı ne olmaktadır Göründüğü kadarıyla bu mezhepte hilafa riayet edilmekte yani ihtilaflı bir meselede karşı görüşün de­lili dikkate alınmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da, üzerinde it­tifak edilen meselelerde delilinden başka birşeye bakılmazken, ihtilaflı olması halinde o konuda muhalifin görüşü de her ne ka­dar Mâliki mezhebince üstün görülen delile ters düşme durumda ise de dikkate alınmaktadır. Üzerinde ihtilâf edilen meseleler, üzerinde ittifak edilen meseleler gibi muamele görmez. Dikkat edi­lirse onlar şöyle derler: Üzerinde ihtilâf bulunan her fâsid nikâh ile, miras hükümleri sabit olur, feshi için talâka ihtiyaç duyulur. [183]Ki­şi, rükûya imamla birlikte girer ve iftitah tekbirini unutarak rükû için tekbir alırsa, o imam ile birlikte namaza devam eder; çünkü rükû tekbiri iftitah tekbiri yerine geçer diyenler vardır. Aynı şekil­de nafile namaz kılan biri, üçüncü rekate kalkarsa, dört rekat şek­linde kılınan nafile namazlarını caiz görenlerin görüşlerine istinaden bir rekat daha ilave eder ve namazını öylece tamamlar.[184]Üzerinde ittifak edilen meseleler ise böyle değildir; onlarda ancak delile riayet edilir Aynı durum alış veriş akitleri ve diğer konularda da 11 rlidir- Bunlar içerisinden fâsitliği üzerinde ihtilâf edilenler, fe-dı hakkında ittifak edilenler gibi işlem görmez.[185]Aralarındaki S rımı hilafa riâyet ilkesi ile izah ederler. Görüldüğü gibi onlar, h lâfa riayet etmektedirler. Bu ise meselede ortaya konulan esasa ters düşmektedir.

Bil ki: Mesele bir grup âlimce problem kabul edilmektedir. Bunlardan biri de İbn Abdiiber´dir. O: "Hüâf, şeriatta hüccet olmaz" demektedir. Onun bu sözü açıktır. Çünkü iki görüşün delilleri mut­laka birbiriyle tearuz halinde olur ve her biri diğerinin gerektirdiği­nin zıddını gerektirir. Onlardan her birine diğerinin gereğini, ya da gereğinin bir kısmını vermek hilafa riayet demektir. Bu ise daha Önce de geçtiği üzere[186] birbiri ile bağdaşmayan iki şeyin arasını birleştirmek demektir. Ben onu yetişdiğim üstadlardan bir cemaata sordum. Onlardan kimisi, sözü geçen ifadeyi tevil etti ve zahiri üze­re almadı. Aksine bir dayanağı yok gerekçesiyle gereğim inkâr etti. Şöyle ki: Meselenin delili başlangıç itibariyle men´i gerektirmekte ve üstün (râcih) olan da, o olmaktadır. Fiilen vukuundan sonra ise râcih, muhalifin delininin üstünlüğünü gerektiren bir başka delilin tearuzu sebebiyle mercûh (zayıf) hale dönmekte ve bu durumda iki görüşten biri ile hükmetmek diğer görüşle hükmetme yönünden farklı olmaktadır: Birincisi[187] vuku sonrası ile, diğeri ise vuku önce­si ile ilgilidir. Bunlar ayrı ayrı iki meseledir.[188] Dolayısıyla birbiriyle bağdaşmayan iki şey arasını birleştirmek, ya da her ikisi ile birden hükmetmek sözkonusu olmaz. Bu Fas ve Tunus ulemâsın­dan mesele hakkında sorduğum kimselerin verdikleri cevabın kısa bir özeti olmaktadır. Onlardan biri bana, onun karşılaştığı şeyhler­den birinin görüşü olduğunu, onu da kendisine Ebû İmrân el-Fâsî´nin işaret ettiğini söyledi. Bu cevapla hilâfâ itibar edildiğine dair soru berteraf edilmiş olur. Mesele için daha sonra inşaallah başka bir izah gelecektir.[189]

Kaldı ki el-Bâcî, ahkâmda hilafa itibar konusunda görüş ayrılı­ğı bulunduğunu nakletmekte ve eş-Şîrâzî´nin itibar ettiğini zikret­mektedir. Buna şöyle delil getirmektedir: Nutk ile illet olması caiz olanın, istinbât ile illet olması da caizdir. Sâri´: "Ümmetimin, ha-ramlığı üzerinde icmâ etmediği ve yenmesinin caizliğinde ihtilâf et­tiği herşeyin derisi tabaklama yoluyla teiniz olur" deseydi, bu sahih olurdu. Aynı şekilde bu hükmün, ona istinbât yolu ile bağlanması halinde de durum aynı olur.[190]

Onun bu söyledikleri iki husustan dolayı açık değildir:

a) Bu delil her iki tarafı da ilzam eder ve onu delil olarak kullanana geri teper. Zira karşı taraf, "Nutk ile illet olma­sı caiz olanın, istinbât ile illet olması da caizdir" sözünü kabullenip arkasından şöyle diyebilir: Şayet Sâri´ Teâlâ: "Ümmetimin helâlliği üzerinde icmâ etmediği ve yenmesi­nin caizliği konusunda ihtilâf ettikleri herşeyin derisi ta­baklama yoluyla temiz olmaz" deseydi bu sahih olurdu. Aynı şekilde bu hükmün ona istinbât yolu ile bağlanması halinde de durum aynı olur. Bu tersine çevirme daha ye­rinde olur. Çünkü ihtiyat tarafına mail olmaktadır. Bu şe­kilde olduğu farzedilen her meselenin durumu da aynıdır.

b) Her caiz olan vaki değildir; aksine vukûun delile ihtiyacı vardır. Görülmez mi ki biz şöyle diyoruz: "Sâri´ Teâlâ´nm duvara elini sürenin abdesti bozulur; sıcak su içenin haccı fâsid olur, pabuçsuz yalın ayak yürümek, eşlerin arasını ayırır... vb" deseydi bu caiz olurdu." Bunun caiz görülmesi, sözü edilen şeylerin istinbât yoluyla şer´î illetler yapılması konusunda sebep olmaz. Bu sahih olmayınca, onun caiz gö­rülmesi, ileri sürdüğü şeyi caiz kılıcı olmaz.

Denildi ki: Sen, bu ayırımı yapmadın. Sonra istinbat yolların­dan biri de, dayanılacak mânânın zuhurunun gerekli olmadığı ıttırâd, in´ikâs ve benzeri şeylerdir.[191] Muhtemeldir ki el-Bâcî, ce­vaz konusunda hilaf hakkında bulunan ve sözü edilen mânâya[192] işaret etmek istemiştir ve o zaman iki görüş arasında mânâ bakı­mından bir hilaf bulunmaz.

Men´ taraftarları şöyle delil getirmişlerdir: Hilaf[193], hükmün (Rasûlullah´tan telakki edilen delillerin gereği olarak) tak­ririnden sonradır. Hükmün illetine tekaddüm etmesi caiz değildir, el-Bâcî bunun icmâ gibi mümteni´ olmadığını söylemiştir. Çün­kü zamanımızda vuku bulsa bile icmâ ile hüküm sabit olmaktadır. Sonra "muhtelefun fîh" sözünden maksadımız da, üzerinde- ictihâd caiz olan şey demektir. Bu, Rasûlullah zamanındaki hali idi; dolayısıyla illetine tekaddüm etmedi.

el-Bâcî´nin sözüne cevap da şöyledir: İcmâ, hüküm için illet değil, aksine hükmün aslı yani dayanağadır.[194]Bizim "muhteleüın fîh" sözünden maksadımız da, üzerinde ictihâd caiz olan şey demektir" sözüne gelince, bu iddiamızın dışında kalmaktadır.

Fasıl:

Bu mesele üzerine bina edilen kaidelerden biri de şudur: Aca­ba müctehidin, iki delil arasını herhangi bir cem yoluyla birleştirme yetkisi var mıdır Ki bunun sonucunda her birinin gereği doğrultusunda gerek fiil ve gerekse terk olarak amel müm­kün olabilsin. Aynen bazı takva sahiplerinin terkler konusunda yaptıkları gibi.[195] Yoksa böyle bir yetkisi yok mudur Her ikisi ile birlikte bir arada ya da ayrı ayrı olarak amel etmenin terki konusuna gelince, bu ikisinden birinin gereği ile hükmetmeyip tevakkuf etmek demektir ve tercihin gerçekleşmemesi halinde yapılacak olan da budur. Amel konusuna gelince, eğer delili ile birlikte cem etme imkânı varsa, aralarında tearuz yok demektir. Tearuzun var oldu­ğu farzedilecek olursa, o zaman aralarının cem edilmesi birbiri ile bağdaşmayan iki şeyin cemi ve şeriatta ihtilâfın isbatı mânâsına gelecektir. Bunun da şerîatta yeri olmadığı geçmişti. Mukallide nis-betle iki müctehidin tearuz etmesi halinde de hüküm aynı minval üzere clari olacaktır. Bu konu inşallah Tearuz ve Tercih bahsinde tekrar ele alınacaktır. [196]

DÖRDÜNCÜ MESELE:


Şer´an muteber olan ictihâd mahalli, Sâri´ Teâlâ´nın birinde müsbet, diğerinde de menfi olmak üzere kasdının açıkça belli oldu­ğu iki uç arasında kalan, ne isbat tarafının ne de men´ tarafının hükmünü açık ve seçik olarak almayan konulardır.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Mükelleflerin fiilleri[197] ya da terkle­ri hakkında ya Sâri´ Teâlâ´dan gelen bir hitap[198]vardır veya yok­tur. Bir başka ihtimalden söz etmek mümkün değildir. Eğer onlar hakkında bir hitap gelmemişse, o ya berâet-i asliyye üzere buluna­cak ya da fiilî varlığı bulunmayan bir varsayım olacaktır. Berâet-i asliyye aslında "avf´ ya da daha başka bir yolla şer´î hitap altına girmektedir.[199] Eğer hakkında bir hitap gelmişse, onda Sâri´ Teâlâ´nın nefy veya isbat hakkındaki kasdı ya açık olacaktır ya da olmayacaktır. Eğer o şeyde Sâri´ Teâlâ´nın kasdı kesin olarak orta­ya çıkmıyorsa, o şey müteşâbihât kısmındandır. Eğer ortaya çıkı­yorsa, bu bazen kat´î şekilde olacak, bazen de kafî olmayan biçimde gerçekleşecektir. Eğer Sâri´ Teâlâ´nm kasdı kat´î biçimde açıksa, nefy ya da isbat hakkında hak apaçık ortada iken değerlendirme yapmaya ihtiyaç yoktur ve bu gibi konular içtihada mahal değildir. Bunlar durumu açık seçik olan kısmı teşkil eder. Çünkü bunların hükmü hakikaten açıktır ve bunların dışına çıkan kesin olarak ha­talıdır. Açıklığı kat´î olmayan kısım ise böyle değildir ve onda mut­laka Sâri´ Teâlâ´nm zıddını murad edip etmediğine dair bir ihtimal bulunur. Dolayısıyla bunlar mutlak anlamda açık seçik olan kısım­dan değildir. Bilâkis kendilerinden daha kapalı olanlara nisbetle göreli bir açıklık kazanırlar. Nitekim kendilerinden daha açık olana nisbetle de yine göreli olarak kapalı sayılırlar. Çünkü nefy ve isbat konusunda zan mertebeleri, en güçlüsünden en zayıfına göre deği­şiklik arzeder ve sonunda ya ilme yani kesin bilgiye ya da şekke yani şüpheye ulaşılır.[200]Ancak bu ihtimal bazen iki taraftan birine yakınlık konusunda güçlü olur, bazen de güçlü olmaz.[201] Eğer güçlü olmazsa, o zaman müteşâbihât kısmına katılır. Bu gibi konular üzerine yeltenenler, yasak koruluk etrafında dolaşan gibidir ve ora­ya düşmesine ramak kalır. Eğer iki yönden biri güç kazanırsa, işte o içtihada mahal olan kısımdan olmaktadır. Bu, kendisi hakkında ve müctehidlerin bakış açılarına nisbetle izafî olarak açık olmaktadır. Bu kısım, onu ele alan kişi eğer içtihada ehil biri ise, nefy ya da isbat konusunda onun hakkında her müctehidin içtihadında isa­betli olduğu görüşünü benimsememiz halinde açık olacaktır. Bir müctehid hariç diğerlerinin hatalı olduğu görüşüne göre ise, eğer o konuda isabet eden kimse kendisi ise onun hakkında açık, aksi tak­dirde mazur olacaktır. Bu esastan anlaşılmaktadır ki, müteşâbih, nefy ve isbatın tearuzundan mürekkep birşeydir. Zira eğer birşey hakkında bunların tearuzu olmasa, o şey durumu açık olan kısım­dan olacaktır. Mutlak anlamda açık olan kısım, kendisinde nefy ve isbatın tearuz halinde bulunmadığı; aksine ya kesin olarak menfî ya da kesin olarak müsbet olan kısımdır. İzafî olan kısımda ise, hükmü açık olan iki taraf arasında gidip geldiği için göreli olarak müteşabihlikten söz edilmektedir. Bu durumda, bazılarına göre bu iki taraftan birine yakın olur, bazılarına göre de öbür tarafa yakın olur. Bazı kimseler[202] de bu kısmı müteşâbihâttan sayabilir. Dola­yısıyla bu kısım haddizatında sabit bir duruma sahip değildir. Bu yüzden de, kuvvet ve zayıflık konusunda zan mertebelerinin farklı­lığı sebebiyle izafî olmuştur.[203] İki taraftan biri hakkında nefy mec- [îeaı rasmda diğerinin zıddının isbatı cari olacaktır. İlmin bulunması ve aynı anda da nefyedilmesi birbirine zıt olan iki şeydir. Yükümlülü­ğün hem vuku bulması hem de vuku bulmaması gibi. Birşeyin hem vacip olması, hem vacip olmaması... gibi. Hem kesin bilginin sabit olması, hem de zan ya da şekkin sübutundan söz edilmesi birbirine zıt iki şeydir; mendupluk ya da ibâha hükmü ile birlikte vaciplik hükmünün de aynı şey hakkında isbat edilmesi... vb.[204] gibi.

Bu esas aslında açıktır ve isbatı için delile ihtiyaç yoktur. An­cak anlaşılmasını kolaylaştırmak, yerine oturtmak ve alıştırma yapmış olmak için birkaç örnek vermek gerekmektedir:

Bu cümleden olmak üzere garar satışı yani bilinmezlik içeren akitler yasaklanmıştır. Ulemâ, ana karnındaki ceninin, havadaki kuşun, sudaki balığın satışının yasak olduğu konusunda icmâ ettik­lerini; cübbenin tek başına satılması caiz olmayan ve bakınca gözle de görülmeyen içiyle birlikte satışının caizliğini, ay yirmi dokuz ve­ya otuz gün olması muhtemel olduğu halde aylığına kiraya verme­nin caizliğini, kullanılacak suyun miktarının ve içeride kalınacak sürenin belirsizliğine ve bu konudaki âdetlerin farklılığına rağmen hamama girmenin caizliğini, kandıracak miktarın kişiden kişiye farklı olmasına rağmen susuzluğu gidermek üzere su kabından üc­retle su içmenin caizliğini icmâ ile kabul etmişlerdir. Bu iki kısım­dan birincisi, gararm dikkate alındığı taraf; ikincisi de gararın dik­kate alınmadığı taraf olmaktadır. Birincisinde garar çok olduğu için yasaklanmış, ikinci kısımda ise az olduğu ve kaçınmak imkâ­nı[205] da bulunmadığı için itibara alınmamıştır. Garar konusu ile il­gili olarak ihtilâfın vuku bulduğu her konu, hükmü belli bu iki uç arasında ortada bulunmakta ve her iki tarafa da benzer bulundu­ğundan şüphe mahalli olmaktadır. Kim bu gibi ihtilaflı olan mese­lelere caiz diyorsa, gararın önemsizliği (ve kaçınılmasının imkânsız­lığı) yönüne meyletmiş; kim de caiz değildir diyorsa, öbür tarafa meyletmiş olmaktadır.

Ziynet eşyalarının zekâtı meselesi de bu kabildendir. Alimler, kullanılan eşyalara (uruz) zekât gerekmeyeceği, altın ve gümüşe (nakdeyn) ise zekât gerekeceği[206] konusunda icmâ etmişlerdir. Bu durumda kullanılması mubah olan ziynet eşyalarının hükmü bu iki taraf arasında yer almaktadır. Bu yüzden de hakkında ihtilâf mey­dana gelmiştir.

Âdil kimsenin rivayetinin ve şahitliğinin kabulü, fâsık birinin ise ne rivayetinin ne de şahitliğinin kabul edilmeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir. Hali meçhul olan kimsenin durumu ise bu iki ta­raf arasında belirsiz kalır ve bu yüzden de ihtilâfa mahal olur.

Hür insanın mülkiyet sahibi olacağı, hayvanın ise böyle bir özelliği olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Köle, bu iki taraf­tan her ikisine de benzerlik arzedince hükmünde ihtilâf edilmiştir: Acaba kölenin mülkiyet hakkı var mıdır Yoksa yok mudur İki ta­raftan hangisinin hükmü galebe çaldınlmışsa onun hükmü verile­cek ve bu yüzden de ihtilâfa mahal olacaktır.Namaza başlamadan önce su bulan kimsenin abdest alacağı ve teyemmüm ile namaz kılamayacağı konusunda, keza namazını ta­mamladıktan ve vakit çıktıktan sonra su bulması halinde ise ab­dest alıp namazı yeniden kılmasının gerekmeyeceği konusunda itti­fak bulunmaktadır. Bu ikisi arasında ise yer alan durumlar vardır ve onlar hakkında ihtilâf meydana gelmiştir.[207]

Ağacın meyvesi, eğer henüz ortaya çıkmamışsa, aslına tâbi ola­rak satış akdi içine gireceği, toplanması halinde ise akde dahil ol­mayacağı konusunda ittifak bulunmaktadır. Meyvenin ortaya çık­ması halinde ise ihtilâf etmişlertir.

Biri fetva verir ve icmâ ehli onu anlar ve kabul ile karşılarlar­sa, ittifak ile icmâ meydana gelir. Böyle olmaz da karşı çıkarlarsa, o zaman da ittifak ile icmâ meydana gelmez. Ancak sükût eder­ler[208] ve açıktan kabul göstermezler ya da karşı çıkmazlarsa, o za­man bu iki taraf arasında yer alır; onun için de İhtilâfa konu olmuş­tur.

Açıkça inkârda bulunmaksızın kâfirliği gerektirecek bir bid´at işleyen kimsenin hali, hükmü belli iki taraf arasında yer alır. Çün­kü kâfirliği gerektirmeyen bir bid´at[209] işleyen kimse, İslâm ümrae-tindendir. Kâfirlik içeren ve bunu da açıkça tasrih eden[210] ise, İslâm ümmetinden değildir. Ortada kalan[211] durumu belirsiz kısım [îeoı hakkında ise ihtilâf bulunmaktadır. Acaba böyle biri ümmetten mi­dir Yoksa değil midir

Bütün din ve mezhep salikleri, Allah Teâlâ´mn mutlak kemâl sıfatlan ile muttasıf olduğunda, her türlü noksan sıfatlardan mut­lak surette münezzeh olduğunda müttefiktirler. Bununla birlikte kemâldir diye bazı özelliklerin O´na izafesinde,[212] keza noksanlıktır diye de bazı şeylerin O´na izafe edilmemesi konusunda ihtilâf et­mişlerdir. Keza izafe edilmemesi O´nun için kemâldir diye bazı du­rumların izafe edilmemesi[213], veya izafe edilmesi O´nun için kemâldir diye izafe edilmesi hakkında ihtilâf etmişlerdir. Buna benzer daha başka Örnekler de vardır.

Bütün bu meselelerde ihtilâf meydana gelmiştir; çünkü bunlar kendisinden Sâri´ Teâlâ´mn maksadı açıkça belli olan iki uç taraf arasında belirsiz ve mütereddit bulunan, her iki uca da katılması mümkün olduğu için problem ve tereddütler doğuran bir kısımdır. Belki de aklî ya da naklî konularda yer alan, ne zan ne de kesin bil­gi üzerine kurulu olmayan sağduyu sahiplerince dikkate alınan hiç­bir ihtilâf konusu yoktur ki, üzerinde asla ihtilâf söz konusu olma­yan hükmü açık iki uç taraf arasında belirsiz ve mütereddit bir hal­de bulunmasın.

ayten
Wed 29 September 2010, 10:39 pm GMT +0200
Fasıl:

Bu mânâ yani hilaf üzerinde iyice tefekkür ve derinleşme suretiyle, ictihâd derecesine ulaşılmaya aday olunur. Çünkü bu sa­yede kişi, ihtilâf mahallerine vâkıf olur ve karşılaştığı her olay hak­kında hak açıklık kazanmaya namzet hal alır. Bu yüzdendir ki îbn Mesûd hadisinde şöyle gelmiştir: Rasûlullah bana: "Ey Abdullah İbn Mesûd!" dedi. Ben: "Buyur yâ Rasûlallahî" dedim. O: "insanlardan kimin daha âlim olduğunu biliyor musun " dedi. Ben: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedim. O şöyle buyurdu: "İn­sanların en âlimi, insanların ihtilâf ettikleri bir konuda hakkı en iyi görendir; amel konusunda eksiği olsa da, arkası üstü kaçsa da."[214] Bu hadis, ulemâ arasındaki ihtilâf mahallerinin bilinmesi­nin önemini vurgulamaktadır.[215]Bu noktadan hareketledir ki âlimler, ilmi, ihtilâf bilgisinden ibaret saymışlardır. Bu meyanda olmak üzere Katâde şöyle demiş­tir: "Kim ihtilâfı bilmiyorsa, onun burnu fıkhın kokusunu bile al­mamıştır."

Hişâm b. Ubeydullah er-Râzî de: "Kim kıraat ihtilâflarını bil­mezse o kâri´ değildir; kim de fukahâ arasındaki ihtilâfları[216] bil­mezse, o da fakîh değildir" demiştir.

Atâ ise: "Alimlerin ihtilâfları konusunda âlim olmayan bir kim­senin insanlara fetva vermeye yeltenmesi uygun değildir. Çünkü eğer öyle olmazsa o zaman, daha sağlam ve güvenilir olan şeyi, elindekine istinaden reddetmiş olabilir."[217]

Eyyûb es-Sahtiyânî ve İbn Uyeyne´den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Fetva verme konusunda insanların en cüretkâr olanla­rı, ulemânın ihtilâfı konusunda en az bigiye sahip olanlardır."

Eyyûb şu ilavede bulundu: "İnsanların fetva vermekten en faz­la geri duranları da, ulemânın ihtilâfı konusunda en fazla bilgiye sahip olanlarıdır."

İmam Mâlik´ten şöyle dediği nakledilmiştir: "Fetva vermek, ancak insanların üzerinde ihtilâf ettikleri konuları bilen kimseler için caizdir." Kendisine: "Rey ehlinin ihtilâfını mı " diye soruldu. O: "Hayır, Hz. Muhammed´in ashabının ihtilâfını, Kur´ân´da ve Rasûlullah´ın sünnetinde bulunan nâsîh ve mensûh il­mini..." diye cevap verdi.

Yahya b. Sellâm: "Ulemâ arasındaki ihtilâfı bilmeyen bir kimsenin fetva vermesi uygun değildir. Bütün görüşleri bilmeyen bir kimsenin: ´Bu bana daha sevimlidir´ demesi caiz değildir" demiştir.

Saîd b. Ebî Arûbe de: "İhtilâfı dinleyip öğrenmemiş kimseyi, âlim sayma" demiştir.

Kabîsa b. Ukbe´den de: "Ulemânın ihtilâfını bilmeyen bir kim­se (hataya düşmekten) kurtuluşa eremez" dediği nakledilmiştir.Âlimlerin bu konudaki sözleri çoktur. Kısaca bunlar, ihtilâf alanlarının sadece ezberlenmesinin değil, aynı zamanda kavranma­sının da gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu seviyeye ulaşmak da an­cak geçen meselede verilen yaklaşım ile mümkün olur; dolayısıyla hilaf ilmi her müctehid için zarurîdir. Çoğu kez bu özelliğin, değer­lendirme (nazar) konusunda el-Mâzerî ve benzerleri gibi tahkik er­babı olan kimselerde mevcut olduğunu görürüz.[218] [219]

BEŞİNCİ MESELE:

İctihâd, eğer nasslardan istinbât işine bağlı ise, o zaman mut­laka Arap dilinin (ictihâd düzeyinde) bilinmesi şart koşulacaktır. Eğer nasslarla ilgisi bulunmuyor veya nasslar hakkında ictihâd sa­hibi birinin verileri üzerinden yürünüyor ve maslahat ve mefsedet-lerle ilgili mânâlara taalluk ediyorsa, o zaman Arap dilini bilme şartı yoktur.[220] Bu durumda ictihâd için gerekli olan, şeriattan gö­zetilen şer´î maksadlan hem genel olarak hem de özel[221] olarak bil­me ilmidir.

Arap dili ilminin şart koşulması veya şart koşulmaması hak-[i63j kındaki delil şudur[222]: Arap dili ilmi, lâfızların gereklerini, şer´î lâfızlardan nasıl anlaşılması gerekiyorsa o şekil üzere ortaya koyar. Gereklerini içeren Sâri´ Teâlâ´nın lâfızları Arapça´dır. Bu itibarla Arabî olmayanın Arap dilini anlaması mümkün değildir; nitekim Arabî ile Berberi, Rûm, ya da İbranî arasında biri diğerinin dilini öğreninceye kadar anlaşma imkânı bulunmamaktadır. Mücerred mânâlara gelince, sağduyu sahibi insanlar, bunların anlaşılması konusunda müşterektirler. Bu konuda belli bir dilin hususiyeti yok­tur. Şu halde hükümlerin konulusu sırasında gözetilen şer´î maksatları kavrayan ve bu konuda ilim mertebesine ulaşan kimse, makâsıd konusu ile ilgili alanlarda ictihâd mertebesine ulaşmış olur. Bu mertebeyi yabancı bir dile yapılan tercüme yoluyla da elde edebilir ve tercüme yoluyla elde etmesi ile Arap dili vasıtasıyla elde etmesi arasında bir fark yoktur.[223] Bu yüzdendir ki, müctehidler Arap dili ile olmayan sözlü olaylar halanda şer´î hükümler koymak­tadırlar ve pek çok olaylarda lâfızlar(da gözetilen mânâlara) itibar etmektedirler.[224]

Sonra, kıyâsî ictihâdda, lâfızların gereklerini bilmeye ihtiyaç bulunmamaktadır.[225]Ancak ictihâd makîsun aleyh ile ki kıyasta asıl olmaktadır ilgili ise o zaman Arap dilini bilmeye gerek duyu­lur. Kaldı ki bu da bazen bir başkasından hazır olarak alınabilir. Ya da aslın illeti nass ile belirlenmiş veya işaret edilmiş olabilir ve böylece onu hazır olarak bulabilir. Kıyasın bunun dışında kalan di­ğer işlemleri ise, aklî değerlendirmeye tabidir.[226]

Müctehid imamların tâbi arkadaşlarına nisbet edilen ictihâd, işte bu türden[227] olmaktadır. Meselâ Mâlikî mezhebinde İbnu´l Kasım ve Eşheb; Hanefî mezhebinde Ebû Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen; Şafiî mezhebinde el-Müzenî ve el-Buveytî gibi tâbi mücte-hidlerin durumu böyledir. Bunlar, kendilerinden nakledildiği üzere tâbi oldukları imamlarının usûlünü ve şeriatın lâfızlarının anlaşıl­ması konusunda belirledikleri esasları hazır olarak alıyorlar[228] ve bunlar üzerine çeşitli meselelerin tefrî´i yoluna gidiyorlar ve onların gereği doğrultusunda fetvalar veriyorlardı. İnsanlar, onların fetva ve görüşlerini imamlarının görüşlerine muhalif olsun ya da uygun olsun kabul ile karşılamışlar ve onların gereği ile amel etmişler­dir. Onların bu durumda olması şundan di: Onlar hükümlerin ko­nulması konusundaki şer´î maksatları kavramışlardı. Eğer öyle ol­masalardı, o zaman ictihâd ve fetvaya yeltenmeleri kendilerine helâl olmazdı, keza ne kendi zamanlarındaki ne de daha sonraki dönemlerdeki âlimlerin onların bu halini onaylamaları helâl olmaz­dı ve özel olarak onlara karşı tepki göstermekten geri durmazlardı. Böyle birşey olmadığına göre, onların girişmiş oldukları ictihâd ve fetva işine ehil oldukları anlaşılmış olur. Onlardan ve onlar gibi olup, şer´î maksatların kavranması konusunda onların seviyesine ulaşan kimselerden sâdır olan ictihâd, hiç problemsiz sahih olmak- tadır. Bu izah, onların Arap dilinde ictihâd mertebesine ulaşmış ol­madıkları varsayımı üzerine mebnîdir. Ancak onların Arap dilinde ictihâd mertebesine ulaşmış oldukları kabul edilecek olursa, o za­man onların ictihâdlarının mutlak anlamda sahih olacağında bir kuşku bulunmayacaktır. [229]

Allah´u alem!

ALTINCI MESELE:


Bazen ictihâd tahkîku´l-menât ile ilgili olabilir. Bu durumda ictihâd için, Arap dilini bilmeye gerek olmadığı gibi, şer´î maksatla­rı (hikmet-i teşri´ ilmini) bilmeye de gerek yoktur. Çünkü bu tür ictihâddan maksat, sadece mevzuyu olduğu hal üzere öğrenmektir. Bu tür ictihâdda muhtaç olunan şey, o mevzunun ancak kendisi vasıtalı ile bilinebileceği ilimdir.[230] Bu durumda müctehidin meseleyi ele aldığı o yönü çok iyi bilmesi, konunun belirlenmesi için gerekli olan o ilimde mahir ve ictihâd derecesinde bulunması gerekir ki, böyhce şer´î hükmü olması gerektiği şey üzere koyabilsin. Meselâ, had slerin senetlerinin hallerini ve yollarını, sahihini, zayıfını, me­tin itibarıyla delil olarak kullanılabilecek olanını, olmayanını... bi­len muhaddisi ele alalım: Bunun kendi sahasındaki olan içtihadına itibar edilir; o kişinin Arap dilinde ve hikmet-i teşri* (makâsıd) il-mindd âlim olup olmamasına bakılmaz. Aynı şekilde kıraat şekille­rinin/edası konusunda kıraat imamının, zanaatler ve bu alandaki kusurların öğrenilmesi konusunda zanaatkarın, dertler ve bedenî kusurların bilinmesi konusunda doktorun, ticarî malların fiyatları /ve onlarda bulunabilecek kusurların bilinmesi konusunda çarşı de­netçisinin, taksimin doğru yapılıp yapılmadığı konusunda taksim uzmanının, arazi takdiri konusunda ölçüm uzmanının... vb. du-rumlarJ da aynı şekildedir; bunların kendi sahaları ile ilgili verdik­leri bilgilere dayanılır ve bütün bunlarda hükmün dayanağını tes-bit (tahlîkul-menât) için ne Arap dilini ne de hikmet-i teşrî (makâ­sıd) ilmini bilmeye gerek vardır. Mamafih, onların müctehidde top­lanması ğildir.

Bunjm[231] delili daha önce de geçtiği üzere şudur: Eğer bu şart gerekli olsaydı o zaman müctehidin çıkması çok ender olurdu, hatta âdeten ibıkânsız olurdu.[232]Olsa bile bu bir harikuladelik sonucu olurdu. Nitekim Hz. Âdem´in durumu böyledir. Çünkü Allah Teâlâ ona esmayı (yani ne var ne yoksa hepsini) öğretmişti. Bu konuda söz yoktur.onun kemâline işaret olmakla birlikte ictihâd için şart de keza eğer bu ictihâd türünde hikmet-i teşri´ (makâsıd) ilrtıini (ve Arap dilini) bilmek şart olsaydı, o zaman her ilim ve zanaattın, önce makâsıd ilminin tahsilinden sonra öğrenilmesi lâzım gelirdi. Zira bu ilimlerin[233] varlığından şer´î makâsıd ilminin de Iâzın ge­leceği farzedilmektedir. Bu ise bâtıldır. Bâtıl bir sonuca ulajşt ran şey de aynen onun gibi bâtıldır. Bu ilim ve zanaatlar vardn- ve (bı­rakın hikmet-i teşri´ ilmini) ne şeriattan ne de Arap dilinden haberi olmayan kimselerin hatta şeriatı inkâr eden kâfirlerin bunlart elde ettikleri vakıadır.

Üçüncü bir yön daha var: Ulemâ bu konularda, fakih olnlayan (fakat sahasının uzmanı olan) kimseleri taklit edegelmişlerdi. On­lar uzmanlık alanları ile ilgili konularda, yetkili kimse/erf merci kabul etmişler ve ictihâdlarında onların verilerine dayanmışlardır. Bu, hükmün dayanağının tesbiti (tahkîku´l-menât) kohusurida on­ları taklit olmaktadır.

Kısaca, bu tür (yani tahkîku´l-menât şeklindeki) ic/ihâdda ge­rekli olan şey, sadece üzerinde ictihâd edilen şeyde gözetilen şer´î maksatları bilmektir. Nitekim ilk iki kısımda (yani nasslâfdan ve mânâlardan hareketle yapılan ictihâdda) da aynı şekildedir. Dola­yısıyla şer´î lâfızlardan istinbât suretiyle yapılacak olan ictihâdda, sadece o menât (hükme dayanak) hakkındaki maksatlaA hükmün taalluk ettiği yönden başka bir yönden değil bilmek g rekecektir ki, bu açıktır. [234]

YEDİNCİ MESELE:

Şeriatta vuku bulan ictihâd iki kısımdır:

1) Şer´an muteber olan ictihâd. Bu, gerekli olan ilimleri kendilerinde bulunduran ve böylece içtihada ehil bulunan kimseler­den sâdır olan kısımdır. Şimdiye kadar sözü edilen kısım bu olmak­tadır.

2) Şer´an muteber olmayan ictihâd. Bu, ictihadüçin gerekli olan vasıfları kendisinde bulundurmayan, dolayasıyla bu işe ehil ol­mayan kimselerden sâdır olan kısım olmaktadır. Çürirçû böyle bir kimsenin ictihâd diye ileri sürdüğü şey aslında, şehvet ye garazının eseri olarak ortaya atılan indî bir görüştür, körükörüne atılan bir adımdır, heva ve heveslere uymadır. Bu tarzda ortajja çıkan her­hangi bir görüşün, muteber olmayacağı konusunda en ufak bir kuş­ku yoktur. Çünkü bu tür keyfî görüşler, Allah Teâlâmn indirdiği hakkin zıddı olmaktadır. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmuş­tur "Allah´ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet, Allah´ın sana indirdiği Kur´ân´ın bir kısmından seni vazgeçirmeye çalışanlardan saftın, heva ve heveslerine uyma[235]"Ey Davudi Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle ´hükmet, heva ve hevese uyma, yoksa seni Allah´ın yolundan saptı­rır.[236]Bu konu üzerinde genel anlamda bir problem bulunma­maktadır. Ancak her bir kısımdan bir başka kısım daha doğabilir. Şimdi bunlar üzerinde duralım.

Önce birinci kısmı ele alalım: [237]

SEKİZİNCİ MESELE:


İctihatta hata:

a) Ya bazı delillerin kapalı olması ve bu yüzden ne kastedüdi-y t ğinin anlaşılamaması yüzünden kaynaklanır.

b) Ya da delili hiç görmemekten kaynaklanır.[238]

Bu/kısmın hükmü, eğer cüz´î bir konu hakkında ise, usûlcü-lerin sözlerinden bellidir.[239] Ancak eğer hata bir küllî hakkında ise[240], o zaman durum daha da kötü olacaktır. Bu gibi durumlar hakkında âlimin zellesinden sakındırılmıştır. Nitekim bazı hadis­lerde bu konuda dikkatler çekilmiş ve ümmet bu gibi hatalar karşı­sında uyarılmıştır. Rasûlullah´tan şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Şüphesiz ben, ümmetim hakkında benden sonra üç şeyden gerçekten endişe etmekteyim." "Nedir onlar Yâ Rasûlallah!" dediklerinde: "Onlar hakkında âlimin sürçmesinden (zelle), zâli­min hükümranlığından ve arkasına düşülen arzu ve heveslerden endişe ediyorum" buyurdu.[241]

Hz. Ömer´den şöyle söylediği nakledilmiştir: "Üç şey vardır ki dini yıkar: Âlimin sürçmesi, münâfikın Kur´ân ile tartışmaya gır-mesi ve saptırıcı imamlar."

Ebûd´-Derdâ ise: "Sizin hakkınızda endişe ettiklerimden biride âlimin sürçmesi veya münâfikın Kur´ân ile tartışmaya girmesidir., Kur´ân haktır, Kur´ân´da yol işaretleri gibi işaretler vardır" demiştir.

Muâz b. Cebel hutbesinde çoğu kez şöyle derdi: "Aman ha, hakîmin[242] sapıtmasından sakının. Çünkü şeytan, bazen hakîm\kimselerin dili ile konuşur ve bâtıl söz eder. Bazen de münafık hat söz söyler; dolayısıyla hakkı kimden gelirse gelsin alın. Çünkü Iaakd4 (kendisini tanıyacağınız) bir nur vardır." Ona: "Hakimin sapAmasA da nasıl olur " diye sordular. O şöyle cevap verdi: "O bir kelimedir ki, sizi ürpertir ve siz onu yadırgarsınız ve bu nedir dersiniz. Onun sapıtmasından sakının ve onun sapıtmış olması sizi ondan da yüz çevirtmesin, çünkü onun dönmesi ve hakka yönelmesi uzakl değil­dir."

Selmân el-Fârisî de şöyle demiştir: "Üç şey karşısında acaba ne , yapacaksınız; Alimin sürçmesi, münâfikın Kur´ân ile tartışmaya girmesi ve boyunlarınızı uçuracak olan dünya. Âlimin sürçmesi ko­nusu şöyle: Eğer o doğruyu bulsa da, (onu masum yerine koyup) fa­lanın yaptığı gibi yaparız, onun durduğu yerde dururuz diyerek di­ninizde onu taklit etmeyin. Eğer hata edecek olursa da ondan ilişki­nizi kesmeyin, yoksa ona karşı şeytana yardımcı olmuş olursu nuz."[243]Hadis böyle.

İbn Abbâs: "Âlimin sürçmesi yüzünden tâbilerin durumuna ya­zık!" dedi. Ona: "Bu nasıl oluyor " dediler. O: "Âlim reyi ile birşey söyler, sonra Rasûlullah´ı (yani sünneti) kendisinden da­ha iyi bilen birisini bulur ve görüşünü terkeder; fakat,1 tabileri eski reyine uymaya devam ederler" diye izah etti.

İbnu´l-Mübarek şöyle anlatır: el-Mu´temir b. Süleyman bana şöyle anlattı: Babam beni şiir inşâd ederken gördü ve bana: "Yavru­cuğum, şiir inşâd etme!" dedi. Ben ona: "Babacığım! el-Hasen inşâd ederdi, İbn Şîrîn inşâd ederdi" dedim. Babam bana: "Bak yavrum! Eğer sen el-Hasen´de bulunan özellikler içerisinden kötü olanını, İbn Sîrîn´de bulunan özellikler içerisinden kötü olanını alırsan, bü­tün kötülük sende toplanmış olur" dedi.

Mücâhid, el-Hakem b. Uyeyne ve İmam Mâlik şöyle demişler­dir: "Mahlukât içerisinde hiçbir kimse yoktur ki, onun sözü kabul de red de edilebilir olmasın. Bundan sadece Hz. Peygamber müstesnadır."

Süleyman et-Teymî ise: "Eğer her âlimin ruhsat görüşünü der­leyecek olursan, o zaman kötülüğün tamamı sende toplanmış olur.

İbn Abdilberr: "Bu bir icmâdır ve bu konuda bir görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum" demiştir.[244]

Bütün bunlar ve benzerleri, âlimin zellesinden sakınmanın şer´an istendiği konusunda delildir. Bu tür hataların sebebi çoğu kez, ictihâd etmiş olduğu konu hakkında Sâri´ Teâlâ´mn gözetmiş olduğu şer´î maksattan gaflet ve o konuda bulunabilecek nasslarm araştırılmasında gerekli olan çabanın yeterince ortaya konmamış olmasıdır.[245] O her ne kadar bunu kasıtsız olarak yapmış da olsa, kendisi mazur hatta me´cûr da olsa, ancak görüşüne tâbi olma üze­rine terettüp edecek tehlike büyük olacaktır.

İmam el-Gazzâlî: "Âlimin zellesi, aslında küçük günah olduğu halde büyük bir hal alabilir" demiş ve buna örnekler zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Bunlar, peşinden başkalarının gittiği günah­lardır; âlim ölür, fakat şerri bütün dünyaya yayılır ve o görüşe tâbi olundukça bu böyle devam eder. Öldüğü zaman günahları da kendi­siyle birlikte ölen kimseye ne mutlu! Aynı şekilde bu hüküm fetva­da sürçme hakkında da evleviyetle geçerli olur ve süreklilik arze-der. Çünkü bazen âlime sünnetten bir kısmı ya da ictihâd etmekte olduğu husûsî mesele ile ilgili gözetilen genel maksatlardan bir kısmı kapalı kalabilir ve onlara muttali olamaz. Buna rağmen, onun görüşü tâbi olunacak şer´î bir hüküm, ihtilaflı meselelerde dikkate alınacak bir görüş durumuna gelebilir. Belki kendisi daha sonra doğruyu elde eder ve görüşünden dönebilir. Ancak ülkenin dört bir tarafına yayılmış olan o görüşün düzeltilmesi ve böylece hatanın te­lafisi imkânı yoktur. İşte bu noktadan hareketledir ki, âlimin sürç­mesinin vehametini belirtmek üzere darb-ı mesel olarak: "Zelletu´l-âlimi madrubun bihi´t-tabl"[246] denmiştir.

Fasıl:

Bu nokta sabit olduğuna göre, şimdi bu esas üzerine bina edi­lecek konular üzerinde durmak gerekecektir. Bunlar:

1) Âlimin zellesi, herhangi bir yönden itimada şayan değildir ve onun taklit edilmek üzere alınması sahih olmaz. Çünkü o, şeriata muhalefet halindedir ve bu yüz­den de "zelle" yani sürçme diye isimlendirilmiştir. Aksi takdirde muteber olur ve bu mertebeye konmaz, sahibinede zelle nisbetinde bulunmazdı. Öbür taraftan zelle sahibi hakkında taksir gösterdiği söylenmez[247], bu yüzden haka­rete maruz kalmaz ve değerini kaybetmez veya onun hak­kında şeriata sırf muhalefet olsun için bunu yaptığı inan­cında bulunulmaz. Çünkü bütün bunlar, onun dinde sahip olduğu makamının gerekleriyle bağdaşmayan şeylerdir. Muâz b. Cebel ve diğerlerinin sözlerinde bu mânâya[248] işa­ret eden hususlar geçmişti.

(Alimlerin zellelerinin muteber olmadığı konusu ile ilgili ola­rak) İbnu´l-Mübârek´ten şöyle anlattığı rivayet edilir: Kufe´de idik ve ihtilaflı olan nebîz hakkında benimle münazaraya girdiler. Ben onlara: "Gelin, sizden delil getirecek olan, Rasûlullah´m ashabından dilediği kimseden ruhsat hükmünü benimsediğini ileri sürmek suretiyle delil getirsin. Eğer o kişiden gelen ruhsat hükmü­ne mukabil olarak yine onlardan sahih olarak gelen daha şiddetli bir hükmün olduğunu ortaya koyamazsak (iddianız kabul)" dedim. Onlar sahâbî görüşleri ile delil getirmeye başladılar. Onlar bir sahâbîden ruhsat hükmü getirdi iseler, biz onlara daha şiddetlisini getirdik ve böyle böyle ellerinde sadece Abdullah b. Mesûd kaldı. Ondan nebize ruhsat verildiği hakkında getirdikleri delil ise, asla ondan sahih olan birşey ile değildi. Bunun üzerine nebizin helâlliği konusunda delil getirmeye çalışan kimseye dedim ki: "Ey ahmak! Farzet ki İbn Mesûd şurada oturuyor olsa ve: *O senin için helâldir´ dese, Rasûhıllah ve ashabından naklettiklerimiz onun ya-saklığı hakkındadır. Bu durumda sana yaraşan, ondan sakınman, veya şaşkınlık göstermen veyahut da korkuya kapılman olmalıdır" Onların bir sözcüsü: "Ey Ebâ Abdirrahman! Yani en-Nehaî, eş-Şa"bî daha başka bazı isimler de saydı haram mı içiyorlardı (demek istiyorsun" dedi; Ben: "Delil getirme sırasında öyle insanların isim­lerini zikretmeyi bırakın. Nice insan vardır ki İslâm hakkında şöyle şöyle menkıbeleri bulunur; bununla birlikte bazı konularda sürç­müş de olabilir. Şimdi çok yüksek yerleri var diye onların sürçmele­ri ile kim istidlalde bulunabilir Eğer buna yanaşmıyorsanız peki, Atâ, Tâvûs, Câbir b. Zeyd, Saîd b. Cübeyr ve İkrime hakkında ne dersiniz Söyleyin bakalım " dedim. Onlar: "Hayırlı kimselerdi" de­diler. Bu kez ben: "Peki, bir dirhemi elden ele iki dirhem karşılığın­da satma hakkında ne dersiniz " dedim. Onlar: "Haramdır" dediler. Bunun üzerine ben: "Bu saydığım insanlar, onu helâl gördüler ve haram yiyerek öylece öldüler. Öyle mi " dedim. Cevap veremediler ve delilleri böylece iptal edilmiş oldu. Onun anlattıkları böyle.

Doğru olan İbnu´l-Mübârek´in söyledikleridir. Çünkü Allah. Teâlâ: "Eğer birşeyde çekişirseniz Allah´a ve âkiret gününe inan-mışsanız onun halini Allah´a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibarıyla en güzeldir"[249] buyurmaktadır. Eğer müctehi-din görüşünün, Kur´ân ve sünnete muhalif olduğu açık ve iyice beli ise, onun muteber kabul edilmesi ve üzerine hüküm binasında bu­lunması sahih değildir. İşte bu yüzden de, nass ve icmâa muhalefeti durumunda kadının hükmü bozulmaktadır; halbuki kadının hük­mü zevahir üzerine kuruludur [250] ve zahirin hilafı da imkân dahi­lindedir. İctihâdda hata etmesi durumunda ise hatası ortaya çıksa bile hükmü bozulmamaktadır. Çünkü hâkimin tayininde göze­tilen maslahat, verdiği hükmünün bozulması ile bağdaşmaz.[251] De­lillere muhalefet durumunda ise bozulur; çünkü bu durumda Al­lah´ın indirdiğiyle hükmetmiş olmamaktadır.

Fasıl:

2) Alimin zellesi şer´î mesâilde dikkate alınacak muha­lif bir görüş olarak da kabul edilmez. Çünkü âlimin zellesi, aslında ictihâddan sâdır olmamıştır, o içtihada ma­hal olan mesâilden de değildir. Her ne kadar zellenin sahi­binden ictihâd vücuda gelmişse de, mahalline isabet etme­miştir. Dolayısıyla zellenin şeriata olan nisbeti, müctehid olmayan kimselerin görüşlerinin nisbeti gibidir. Hilaf ko­nusunda dikkate alman görüşler, sadece şeriatta güçlü olsun zayıf olsun muteber olan delillerden doğan görüş­lerdir. Ancak mücerred delilin gizli kalmasından ve tesa­düf olunmamasından kaynaklanan görüşler ise ihtilâf alanlarında dikkate alınmazlar. Dolayısıyla böylesi görüş­lerin hilaf konusunda dikkate alınmayacağı söylenmiştir. Nitekim selefi sâlih ribe´1-fadl, müt´a, kadınlara arkalarm-dan yanaşılması[252] vb. gibi meselelerde ileri sürülen muhalefetlere itibar etmemişlerdir.

Soru: Görüşler içerisinden böyle olanlarla, olmayanlar nasıl birbirinden ayrılacaktır

Cevap: Bu, müctehidlerin yapacağı bir iştir. Onlar görüşler içerisinden hangisinin Kur´ân ve sünnete uygun olduğunu, hangisi­nin uygun olmadığını bilirler. Diğerleri ise, bu konuda bir ayırım yapamazlar.

Bunu şu da destekler: Seri delillere muhalefetin de dereceleri vardır: Görüşlerden bir kısmı vardır ki, küllî bir konuda mütevatir bir nassa veya kat´î bir icmâa muhalif bulunur. Bir kısmı da vardır ki, zannî bir delile muhalif bulunur. Zannî deliller de derece itiba­rıyla farklı farklıdır; vâhid haberler, cüzî kıyaslar gibi. Kat´îye mu­halif olanın atılacağı konusunda en ufak bir problem yoktur. Ancak ulemâ, bunlara da bazen dikkatte alıp, Önem verdiklerinden değilde görüşü belirlemek ve içeriğine dikkat çekmek için atıfta bulu­nurlar. Zannîye muhalif olana gelince, bu konu içtihada mahaldir. Çünkü zannî olan delil ile, o görüşün sahibinin dayandığı kıyas ya da başka bir delil arasında denge bulunabilir; bunlardan biri diğeri­ni tartmayabilir.[253]

Soru: Müctehid olmayan diğer fakihler için bu konuda dayanı-labilecek herhangi bir kıstas yok mudur

Cevap: Kesin değil de yaklaşık sonuç almayı sağlayabilecek bir kıstas vardır ve o da şudur: Görüşler içerisinde bir delile dayan­mayan ve hata ya da zelle sayılanlar, şeriatta gerçekten çok azdır. Çoğu kez bu tür görüşlerin sahipleri tek başlarına kalmaktadırlar ve bir başka müctehid tarafından desteklenmiş olmaları çok ender­dir. Bu durumda, bir görüş sahibi eğer ümmetin tümünden ayrı tek başına kalıyorsa, inanmalısın ki hak, müctehidlerden mukallidlerden değil oluşan büyük topluluk (sevâd-ı a´zam) ile beraber­dir.

Fasıl:

İbn Seyyid, bu yeri ihtilâf sebeplerinden biri saymıştır. O rivayet cihetini sayarken sekiz tane illet bulunabileceğini belirtmiş­tir. Bunlar: İsnâd bozukluğu, hadisin mânâ üzerine rivayeti, tashîf ile meşhur olan bir kitaptan nakil, i´râb yönünü bilmeme, tashîf[254], hadisin bir kısmını ya da sebebini düşürme[255], hadisin bir kısmın işitmiş olup, bir kısmını kaçırmış olma. Bunlar, eğer ihtilaflı konularda gerçekten illet oldukları sahih olacak olursa sonuç itibarıyla zikredilen mânâya çıkar.[256] Çünkü[257] onların hilaf mahallinde mevcut olup olmadıkları konusunda ictihâd yüzünden hilaf meydana gelebilir. Durum bu şekil üzere olunca da, birinci şeklin aksine bu durumdaki hilaf muteber sayılır.

İkinci kısma gelince: [258]

DOKUZUNCU MESELE:


(İctihâdda hatanın meydana gelmesinin diğer bir sebebi, ehil olmayan kimselerin bu işe yeltenmeleriydi.) Bu, kişinin arkadaşın­da ya da bizzat kendisinde içtihada ehil olduğu ve ileri süreceği gö­rüşünün muteber sayılacağı inancının oluşması sebebiyle olur. Böyle birinin Kur´ân ve sünnete muhalefeti bazen cüzî bir meselede olur ve bunun zararı hafiftir. Bazen de şeriatın küllî esaslarından ve genel kurallarından birinde olabilir. Bunlar hem itikat hem de amel konusunda olabilir. Bunun sonucunda onun bazı cüziyyâtı, küllî esasları yıkacak şekilde kullandığını görürürüz.[259] Bu haliyle o, mânâlarına vukufiyeti olmaksızın, onlara ihtiyacı olan biri gibi başvurmaksızın, onların anlaşılması konusunda kendinden önceki­lerden nakledilen rivayetlere kulak asmaksızın, durumu hakkında "Eğer birşeyde çekişirseniz Allah´a ve âhiret gününe inanmışsa-nız onun halini Allah´a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve ne­tice itibarıyla en güzeldir"[260]buyruğunun gereği olarak Allah ve Rasûlüne müracaatta bulunmaksın bir hükme varır. Onu böyle bir davranışa sevkeden şey, açık delillerle yol almayı terke, hak ve na-safet duygularını atmaya iten, araştırmacının ilminin yetişmediği yerde kendi aczini itirafa yaklaşmayan nefislerde gizli olan heva ve heveslere uyma tutkusudur. Bu davranışa yardımcı olan hususlar­dan biri de, hikmet-i teşrî´ (makâsıd) ilminin bilinmemesi ve ilim tahsilinin semeresini vaktinden evvel derleyebilmek için acele etme ve bunun sonucunda kendisinin ictihâd derecesine ulaştığı kurun­tusuna sahip olmadır. Çünkü[261]aldı başında bir kimsenin, tehlikeli olduğunu bile bile kendisini tehlike içerisine atması az görünür bir­şey dir.

Bu kısmın esası, "Sana Kitab´ı indiren O´dur. Onda Kitab´ın temeli olan muhkem âyetler vardır; diğerleri de müteşâbihtir. Kalb-lerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yo­rumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar..."[262] âyeti kerîmesinde zikredilmiş olmaktadır. Sahîh´te rivayet edildiğine gö­re Rasûlullah bu âyeti okumuş ve şöyle buyurmuştur: "Ondan müteşâbih olanlarına uyan kimseleri gördüğünüzde, bilin ki onlar Allah´ın kendisinden söz ettiği kimselerdir. Dolayısıyla on­lardan sakının."[263] Kur´ân´da müteşâbihlik, ulemânın belirttiği sadece ne teşbihi anımsatan Allah Teâlâ ile ilgili durumlardan, ne mücmel ibarelerden, ne nâsih ve mensûhla ilgili konulardan, ne de daha başka zikrettikleri şeylerden ibaret olmayıp daha genel bir anlam içermektedir.[264] Aksine ondan maksat, âyetin gereği altına giren herşeydir. Zira müteşâbihâtın şöyle ya da böyle sınırlandırıl­masına dair bir delil yoktur. Onlar bu konu ile ilgili olarak âdetleri üzere sırf örnek vermiş olmak için, şer´î nassların altına giren ör­neklerden bazılarını zikretmiş olmaktadırlar; yoksa bununla bir sı­nırlamaya gitmiş olmamaktadırlar. Çünkü şeriatın büyük çoğunlu­ğu hakkında bidüziyelik gösteren, sabit ve açık bir esas bulunmak­tadır. Eğer bazı yerlerde ilk bakışta bu esasa ters düşen durumla­rın bulunduğu görülür ise, işte bunlar da tâbi olunmaktan kaçınıl­ması istenilen müteşâbihâttan olmaktadır.[265] Bu gibi yerlerde genel esasın bırakılarak, ona uymayan cüzîlere uyulması, şeriatta sa­bit, bidüziye ve yerleşik temel esaslarla, onlar arasında tearuzun bulunduğu sonucuna götürür. Bu gibi durumlarda temel esaslara dayanılır, nadirâttan olan şeylerin durumu bir tarafa bırakılır ve çözümü ilgili mütehassıslarına bırakılırsa[266], ya da tâbi olduğu baş­ka esaslara irca edilirse, o zaman mükellef müctehid üzerine her­hangi bir zarar terettüp etmeyecek ve onun hakkında bir tearuz da olmayacaktır. Buna âyetin, "Onda Kitab´ın temeli olan muhkem âyet­ler vardır..." ifadesi delâlet etmektedir. Buna göre muhkem ki bunlar mânâsı açık olup herhangi bir problem içermeyen, karıştır­maya meydan vermeyen kısım olmaktadır kitabın anası yani te­meli ve başvurulacak asıl kılınmış sonra "...diğerleri de müteşâbihtir" buyurulmuş, bununla onların temel olmadıkları, ço­ğunluk da olmadıkları bildirilmiştir. Şu halde onlar az olmaktadır.Arkasından onlardan müteşâbih olanlara uymanın, haktan sapan, doğru yoldan çıkan kimselerin özelliklerinden olduğu, ilimde yük­sek payeye erişmiş kimselerin ise, öyle olmadıkları bildirilmiştir. Onların bu ayrıcalığı ve Övgüye değer halleri, sadece Kitab´ın anası olan muhkemlere uymuş olmaları ve müteşâbihe uymayı terketme-leri sebebiyledir.

Kitabın anası, hem itikadı esasları hem de amelî esasları içine alır.[267] Zira ne Kitap ne de sünnet böyle bir tahsise gitmemiş­tir. Aksine Ebû Hureyre´den şu rivayet sabit olmuştur: Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmiş bir veya iki fırka­ya bölünmüşlerdir. Hristiyanlar da yetmiş bir veya iki fırkaya bö­lünmüşlerdir. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya bölünecektir"[268] Tirmizî´nin Ebû Hureyre´den başkasına dayanan garîb bir isnâd ile yaptığı rivayette bunun tefsiri[269]bulunmaktadır. Bu hadiste Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Yahudiler, yet­miş bir veya iki millete bölünmüşlerdir. Ümmetim ise yetmiş üç millete bölünecektir. Hepsi de ateştedir; bir millet müstesna" "Onlar kim Yâ Rasûlallah!" dediklerinde: "Benim ve ashabımın üzerinde olduğudur" buyurmuştur. Rasûlullah´ın ve ashabının üze­rinde olduğu şey, itikâdî ve amelî esaslardır ve bu açıktır; bunlar­dan sadece bir kısmı değildir. Ebû Dâvûd´da: "Şüphesiz bu millet, yetmiş üçe ayrılacaktır; yetmiş ikisi ateştedir, biri de ki o cemâattir cennettedir"[270] rivayeti vardır. Bu da bir önceki riva­yetin mânâsındadır.[271] Bu mânâyı tefsir eden bir rivayet de bulunmaktadır ki onu İbn Abdilberr, beğenmediği bir senet ile[272] her ne kadar başka rivayet yolları yöneltilen tenkidi biraz hafifletmiş olsa da rivayet etmiştir. Buna göre hadis şöyledir: "Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır. Onların fitne bakımından en bü­yüğü, işleri kendi re´yleri ile kıyas edenler ve böylece haramı helâl, helâli da haram kılanlardır."[273] Bu, amelî esasların, "Benim ve ashabımın üzerinde olduğudur" sözü altına girdiği konusunda nassdır ve durumu açıktır. Çünkü şer´î amelî esaslardan birine mu­halefet eden kimse, şer´î kaideleri yıkmak konusunda itikâdî esas­lardan birine muhalefet edenden daha az kusurlu olmayacaktır.

Fasıl:

(Şeriatın sapık fırkaları belirlemesi tafsîlî değil, icmalidir.)

Şeriatta, hadisin kapsamı altına girdiği zannedilen bazı fır­kalara delâlet eden unsurlar bulmaktayız. Kur´ân´da, bazı özellikle­re işaret eden şeyler vardır ki, bunlardan hareketle o özelliklerle nitelenen kimselerin bid´at yoluna girdiği ve şeriatın gereğinden çıkmış olduğu anlaşılır. Keza sahih hadislerde de bu durum bulun­maktadır. Kim onları araştıracak olursa, ehl-i bid´at ile ilgili bir hayli hadis bulabilir ve muhtemelen bazılarında bid´at sahiplerini belirleyici özellikler de açık olarak belirtilmektedir. Nitekim Rasû­lullah Haricîler hakkında şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz bunun soyundan bir kavim gelecek; onlar Kur´ân okuyacaklar fakat hançerelerini geçmeyecek; müslümanları öldürecekler, putperestleri terkedecekler, İslâm´dan, okun av hayvanını delip geçtiği gibi çıkacaklar." Bir başka rivayette: (Hz. Ömer´e, ZüT-Huvaysıra´yı[274] kas­tederek): "Bırak onu; çünkü onun adamları vardır, sizden biriniz onların namazı yanında kendi namazını, oruçları yanında kendi orucunu küçük görür. Kur´ân okurlar, köprücük kemiklerini Öteye geçmez, onlar İslâm´dan, okun av hayvanını delip geçtiği gibi çıka­caklar." ... Hadisin sonunda şöyle buyurmuştur: "Onların alâmeti, kara bir adamdır, pazularından biri kadın göğsü gibi veya et par­çası gibi sağa sola oynar.[275]

Böylece Rasûlullah onlarm vasıflarım tarif etmiş ve önderlerinde bulunan bir alâmeti de zikretmiş, şeriata karşı olan görüşleri arasında iki temel yaklaşımlarını açıklamıştır:

a) Düşünmeden, araştırmaya gerek duymadan, gözettiği mak­satları dikkate almadan, Kur´ân´uı zevahirine uymaları, ilk bakışta anladıkları mânâ ile kesinkes hükme varmaları. Hadiste geçen: "Onlar Kur´ân okuyacaklar fakat hançerele-rini geçmeyecek..." ifadesi ile işaret edilmek istenen mânâ budur. Açıktır ki bu görüş, mahza hakka tâbi olmaktan saptıracak, sırat-ı müstakim üzere yürüme yolunda engel teşkil edecektir. İşte bu noktadan hareketledir ki bazı âlim­ler, Davûd ez-Zâhirî´nin mezhebini yermişler ve onun hicrî ikinci yüzyıldan sonra çıkmış bir bid´at olduğunu söylemiş­lerdir.[276] Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, nassları mücerred zahiri üzere alanlar, sûre ve âyetlerin birbiriyle tenakuz teşkil ettiklerini sanmışlardır.[277] Bunun sonucun­da da ellerinde bulunan deliller mutlak surette ve genel olarak tearuz halinde bulunur olmuştur. el-Kutbî´nin kitabı Müşkilul-Kur*ân ile Müşkil´I-hadîs´in baş tarafında zik­rettikleri hususlar üzerinde düşünülecek olursa, bu sonu­cun kaçınılmaz olduğu anlaşılacaktır. Çünkü onun orada zikrettikleri, nassların mücerred zevahiri hakkında ilk bakışta akla gelen mânâyı alanlar hakkında olmaktadır.

b) Müslümanları öldürmek, putperestlere dokunmamak. Halbuki şerîat, genel kurallar ve tafsîlî deliller itibarıyla bu­nun zıddına delâlet etmektedir. Çünkü Kur´ân ve sünnet sadece müslümanların dünya ve âhirette kurtulmuş olduk­larına, putperestlerin de helak olacaklarına hükmetmek için gelmiştir. Böylece müslümanların masum, putperestle­rin de kanlarının heder olduğunu mutlak ve genel bir surette ortaya koymuştur. Şeriat hakkındaki değerlendir­me, bu kasda zıd bir sonuca götürüyorsa eğer, o zaman de­ğerlendirme sahibi, şeriatın kaidelerini yıkma ve onun yo­lundan sapma durumunda demektir. Tahkim (hakem kıl­ma) ve diğer meseleler hakkında Hz. Ali ve İbn Abbâs ile yaptıkları konuşmalar üzerinde düşünüldüğü zaman, onla­rın hak ve adâ-letten çıkmış oldukları, doğrudan saptıkları, kaideleri yıktıkları görülecektir. Ömer b. Abdulaziz ve di­ğerleri ile yaptıkları münazaralarda da durum aymdır.

Bu iki husus, müteşâbihâta uymaları sonucu şer´î küllî kaide­lere muhalefetlerinden olmak üzere hadiste zikredilmiş olmaktadır.

Alimler, bu türden olan onların daha başka görüşleri olduğunu da zikretmişlerdir: Meselâ şu görüşleri bunlardandır:

Onlara göre sahabe ve diğer nesillerin büyük çoğunluğu kâfir­dir. Müslümanları öldürmeleri bu görüşlerinin bir sonucu olmakta­dır.

Bir fiili işleyen kimse, eğer yaptığı şeyin helâl ya da haram ol­duğunu bilmiyorsa o mü´min değildir.

"Ey Muhammedi De ki: Bana vahyolunanda murdar, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir - ve günah işlenerek Allah´tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum[278] âyetinde ismi geçen şeylerden başka haram yoktur ve onların dışında kalan herşey helâldir.

İmam (devlet başkanı) kâfir olduğu zaman, tebası da tümüyle hazır olanı olmayanı kâfir olur.

Söz ya da fiilde takiyye, mutlak ve genel olarak caiz değildir.

Zina eden bir kayıt olmaksızın recmedilmez.

Erkeklere iftirada (kazif) bulunan kimseye had gerekmez. Sa­dece kadınlara iftira eden kimse kazif haddine maruz kalır.

Cahil, fer´î hükümleri bilmeme konusunda bir kayıt olmaksızın mazurdur.[279]

Allah, acemden bir peygamber gönderecek, ona bir defada top­tan indireceği bir kitap verecek ve o Muhammed´in şeria­tını terkedecek.

Mükellef bazen, Allah´ın rızasını kastetmeksizin bir taat fiili işlemek suretiyle de itaatkâr olur.

Yûsuf sûresi Kur´ân´dan değildir.

Buna benzer daha başka görüşleri de vardır ki, bunların tümü, şer´î aslî (itikadı) ve amelî küllî esaslara muhalefet olmaktadır.

Ancak çoğu kez yapılan, sakınılması için bu fırkaların özellik­lerine işaret edilmesi ve kimliklerinin belirlenmesi işinin ise geriye atılmasıdır; nitekim şeriattan anladığımız budur. Muhtemelen kim­liklerinin belirlenmemesi, benimsenmesi uygun olan daha evlâ bir yoldur; böylece ümmetin üzerinde bir Örtü olacak, kimin ne olduğu açıkça belli olmayacaktır. Nitekim günahlar örtülmekte ve galip ve genel olan hüküm doğrultusunda dünyada iken kişiler işledikleri günahlar yüzünden rezil rüsvay edilmemektedirler. Bize, açıkça muhalefet etmedikleri sürece günahkârların teşhir edilmemesi ve hallerinin örtülmesi emredilmiştir. Bizim şerîatımızdaki durum Is-railoğullan hakkında .zikredilen gibi değildir. Onlardan biri bir gü­nah işlediği zaman, sabahleyin kapısının üzerine işlediği günah ya­zılmış olur ve böylece teşhir edilirlerdi. Kurbanları hakkında da du­rum böyle idi. Çünkü onlar kurbanlarını takdim ettikleri zaman bir ateş gelir ve onlardan makbul olanlarını yer, makbul olmayanları­na ise dokunmazdı. Bunda ise günahkâr olanların rezil ve rüsvay-lıkları vardır. (Günahların örtülmesi, adem-i teşhir gibi) yukarıda sözü edilen şeylerden bir çoğu bu ümmete has özelliklerden olmuş­tur. Hatta bazıları şöyle demişlerdir: Bu ümmetin diğerlerinden sonraya bırakılmasının hikmetlerinden biri de, günahlarını diğer ümmetlerden gizli tutmaktır. Böylece bu ümmetin onların günahla­rına muttali oldukları gibi, diğerlerinin de bu ümmetin günahları­na vâkıf olmaları istenmemiştir.

Örtmenin de bir hikmeti vardır: O da şudur: Eğer günah sahibi ümmetten olmasına rağmen açıklanacak olsaydı, o zaman bu, ayrılık ve yalnız yaşamaya, ademi ülfete sebep olurdu. Oysa ki Al­lah ve Rasûlü bunları emretmiştir. Bu meyanda olmak üzere Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Toptan Allah´ın ipine sarılın ve dağıl­mayın[280] "Allah´tan sakının ve aranızı düzeltin[281]"Dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan, her fırkanın da kendisinde bulu­nanla sevindiği müşriklerden olmayın.[282] Hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Birbirinize hased etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize buğz etmeyin, ey Allah´ın kulları, kardeşler olun.[283] Hz. Peygamber , araların düzeltilmesini emretmiş ve ara­ların bozuk olmasının traş edici[284] olduğunu ve bunun dini ustura gibi kazıyacağını bildirmiştir. Şeriat bu mânâda olan nasslarla do­ludur ve bu konuda muhaddislerin ael-Birru ve´s-sılâ" ismini ver­dikleri bölümde zikrettikleri hadisler yeterlidir. Allah Teâlâ´nm: "Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz´[285] buyruğu hakkında şu rivayet gelmiştir: Hz. Âişe ve Ebû Hureyre anlatırlar. Hadis Hz. Aişe´nin ifadesiyle verilmektedir: Rasûlullah bana: "Ey Âişe! ´Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlar´ kimler " dedi. Ben: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" de­dim. O: "Onlar, bu ümmetten heva ve heves sahipleri, bid´at sahip­leri, dalâlet sahipleridir. Ey Âişe! Her günahın bir tevbesi vardır. Heva ve heveslerininin peşinden gidenler ve bid´at sahibi olanlar müstesna. Onlar için tevbe imkânı yoktur. Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktırlar"[286] buyurdu.

Bid´at ehlinin tayin üzere belirlenmesi âdeten kin, düşmanlık, ayrılık ve ülfetin kesilmesi gibi sonuçlar doğurunuca, bu şekilde be­lirlemenin yasak olması lâzım gelirdi. Ancak bid´at Hâricîlerinki gibi gerçekten çok fahiş bir durumda olursa, o zaman onların içyü­zünün ortaya konmasında ve müntesiplerinin tayin üzere belirlen­melerinin caizliğinde bir problem bulunmayacaktır. Nitekim Rasûlullah Haricîleri teşhir etmiş ve onları alâmetleri ile zik­retmiştir. Böylece ümmetin onları tanımaları ve gerekli Önlemleri almaları amaçlanmıştır. Müctehidin nazarında çirkinlikte onlara müsavi olan ya da onlara yakın bir özellik arzeden diğer bid´at şe­killeri de onlara katılır. Bunun dışında kalanlar hakkında ise tayin üzere belirleme yönüne gitmeyerek sükût etmek daha uygundur.[287]

Ebû Dâvûd, Ömer b. Ebî Kurre´den şöyle rivayet eder[288]: Hu-zeyfe, Medâin´de idi. Hz. Peygamber´ingazap halinde iken, ashabından bazı insanlar için söylemiş olduğu şeyleri zikrederdi. Huzeyfe´den bunu işitenlerden bir grup insan ondan ayrıldılar ve Selmân´a gelerek ona Huzeyfe´nin söylediklerini anlattılar. Selmân: "Huzeyfe kendi söylediğini kendi daha iyi bilir" dedi. Onlar Huzeyfe´ye tekrar döndüler ve ona: "Sözünü Selmân´a anlattık; o ne seni tasdik etti, ne de yalanladı" dediler. Bunun üzerine Huzeyfe, Sel­mân´a geldi, o bir bostanda idi. Ona: "Ey Selmân! Benim Rasû-lul-lah´tan işittiğim şeyi tasdik etmene engel olan şey nedir " diye sordu. O: "Şüphesiz Rasûlullah kızar ve ashabından bazı insanlar için birşeyler söyler, hoşnut olur ve hoşnutluk hali içerisinde ashabından bazı kimseler hakkında birşeyler söyler. Sen bu yaptığından vazgeçmez misin Bak bunun sonunda sen, insanla­ra bazı insanların sevgisini, bazı insanların da buğzunu miras bıra­kacaksın, ihtilâf ve ayrılıklara neden olacaksın. İyi biliyorum ki Rasûlullah bir defasında hutbe irad etti ve; ´Öfke halinde iken, ümmetimden her kime hakaret etmiş veya lanette bulunmuş-sam, şüphesiz ki ben de Ademoğlundanım; onların kızdığı gibi ben de kızarım. Beni Allah, âlemlere ancak rahmet olmam için gönder­di. Ve ben onu kıyamet gününde sizin için dua (şefaat) olarak kul­lanacağım ´ buyurdu. Vallahi, ya sen bu tutumundan vazgeçersin, ya da ben durumu Ömer´e yazarım."[289]

Bu, Selmân´m ortaya koyduğu güzel bir değerlendirme olmak­tadır ve meselemiz hakkında da aynen geçerlidir.

İtiraz: Bid´atler, kaçınılması emredilen, sahiplerinden uzak durulması istenen birşeydir ve onlara karşı sakındırılmış, hakların­da ağır ifadeler kullanılmıştır, üzerinde oldukları yolun çirkin bir-şey olduğu belirtilmiştir. Bu durumda nasıl olur da onların zikre­dilmesi ve durumlarına dikkat çekilmesi caiz olmaz

Cevap: Rasûlullah, onlara genel olarak temas etmiş ve dikkat çekmiştir; ancak Haricîler gibi onlardan az bir kısmı hak­kında tafsilata da girmiştir. Bid´atler hakkında detaya girmeden, icmâlî olarak dikkat çekmiş ve ümmetin yetmiş üç kadar fırkaya bölüneceğini belirtmiş ve onların umûmî ve husûsî bazı özellikleri­ne işarette bulunmuş, bununla birlikte çoğu kez tayin üzere onları belirleme yoluna gitmemiştir. Bunu da onlara telafi kapısının kapanmaması[290]için yapmıştır. Onlar hakkında karıştırılmayacak kesin bir alâmet de zikretmemiştir.[291] Bu durumda ümmet olarak bizim de aynı davranışı göstermemiz daha uygun olacaktır.

Mütekaddim ulemânın bu kabilden zikretmiş oldukları şeyler, o bid´atlerin aşırı derecede çirkin olmaları ve onların ismen belirtilmeleri caiz oları Haricîler ve benzeri fırkalara mülhak bulunmaları hasebiyledir. Kaldı ki tayîin üzere belirleme, içtihada göre olunca, onun tamamen ya da kısmen vakıada murad olan olması mümkün­dür. Kim ictihâd mertebeSiine ulaşırsa ictihâd eder, bu konuda asıl olan daha önce süzünü ettiğimiz örtme hükmüdür. Bir durum orta­ya çıkınca onun bir hükmü olur. Geriye bu ortaya çıkanın hadisin altına giren şeyler cümlesinden olup olmadığı[292] konusuna bakmak kalır. Bu da bir ictihâd mahallidir.

Sonra ihdas edı´üen bid´atler farklıdır ve sapıklık bakımından hepsi de aynı mertebede değildir. Görülmez mi ki Haricîlerin bid´ati ile İmam Mâlik´in hakkında sapıklıktır dediği namaz için çağrı yenilemesi olan.[293]bid´ati arasında dağlar kadar fark vardır.

Mütekaddim âlim ler bid´ati iki kısma ayırmışlardır:

a) Mekruh olan b id´atler.

b) Haram olan b id´atler. Eğer tümü onlara göre aynı mertebe­de olsaydı, o zaman böyle bir ayırıma gitmezler ve hepsini tek bir kısım sayarlardı. Durum böyle olunca, ümmetin yet­miş iki fırka; fa ayrılmasına sebep olacak bid´atler, çirkinlik bakımından hep aynı mertebede değil, farklı farklı düzey­dedirler. Bu yüzden de onlar, sayıca gerçekten pek çok ola­rak ortaya yıkmıştır. Hadiste olan ise sınırlıdır. Dolayısıyla bazlarının Jhadiise dahil olmaması mümkündür veya bir kıs­mı bir bid´atterA bir cüz olur ki, onun üzerindeki ondan da­ha büyüktür veya dahil olmaz çünkü o, ulemâya göre mekruh olan bid´at kısmındandır.[294] Bu durumda onların hususiyetleri hakkında kesin bir hükme varmak konusun­da değerlendirme ve karıştırma söz konusu olur. Bu sebep­le kesin bir delil olmadan böyle bir hükme yeltenmek müm­kün olmaz. Bu da neredeyse imkânsız gibidir. İşte bu yön­lerden dolayı evlâ olan tayin üzere belirleme yoluna gitme­mek olacaktır.

İtiraz: Ulemâ, bunun aksini söylemektedirler. Vacip olan, bid´atlerinden dönmemeleri halinde onlara karşı şiddet göstermek, onları engellemek, Öldürmek ve hatta savaş açmaktır. Aksi takdir­de bu, dinin fesadı sonucuna götürür.

Cevap: Sizin dediğiniz bu şeyler, onlar hakkındaki hükümdür. Nitekim durum büyük ya da küçük olsun herhangi bir masiyetîe ortaya çıkan ya da ona çağında bulunan kimse hakkında da aynıdır ve böyle bir kimse te´dip edilir, engellenir eğer vacip bir fiilden kaçı­nıyor veya haram bir fiili işliyorsa öldürülür; meselâ farzlığını ka­bul etse bile namazı terkedenin öldürülmesine hükmedilmesi böyle­dir. Burada bizim sözünü ettiğimiz, bid´atm, sahiplerinin cehen­nemlik olduklarını ifade eden hadisin altına giren bid´at türünden olduğunun tayin üzere belirlenmesi hakkındadır. Hükümlerin yö­nelmesi başka birşey, hadisin altına girmesi için tayin üzere belir­lenmesi daha başka birşeydir.[295]

Fasıl:

Bu firkalar hakkında hem icmâlî olarak hem de ayrıntılı ola­rak gelen özellikler ve alâmetler bulunmaktadır.

İcmâlî olan özellik ve alâmetler üç tanedir:

Birinci özellik/ Ayrılma: Buna, şu âyet-i kerimeler işaret et­mektedir: "Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz[296] "Kendilerine belgeler geldikten sonra dağılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın"[297] Bunlara benzer daha başka deliller de vardır.

Tefsir âlimlerinden biri şöyle demiştir: "Onlar, heva ve heves­lerine tâbi oldukları için fırkalara ayrıldılar; dinden ayrıldıkları için arzu ve hevesleri farklı farklı oldu ve bunun sonucunda da ayrılığa düştüler. "Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlar.[298] âyetinin mânâsı budur. Sonra Allah Teâlâ, âyetin devamında pey­gamberini onlardan uzak kılmış ve onun onlarla hiçbir ilişiği ola­mayacağını ifade etmiştir. Onlar bid´at sahipleri ve ne Allah´ın ne de Rasûlünün izin vermediği şeyler hakkında konuşanlardır." De­vamla şöyle demiştir: "Rasûlullah´ashabının, kendisin­den sonra dinin hükümleri hakkında ihtilâf etmiş olduklarını gör­mekteyiz. Bununla birlikte onlar dağılmamışlar, ayrılığa düşerek fırkalara bölünmemişlerdir. Çünkü onlar dinden ayrılmamışlar, sa­dece nass olarak bulamadıkları zaman kendileri için izin verilen re´y içtihadı ile Kitap ve sünnetten istinbâtta bulunma konularında ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu gibi konularda farklı görüşlere sahip ol-malarına rağmen övgüye mazhar olmuşlardır. Çünkü onlar emro-lundukları konularda ictihâd etmişlerdir. Bu ihtilâflara şunları ör­nek verebiliriz: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Zeyd arasındaki anne[299] ile birlikte dedenin mirastaki durumu hakkındaki görüş ayrılığı, ümmüveledler hakkındaki Hz. Ömer ve Hz. Ali arasındaki görüş ayrılığı[300] yine mirasta "Haceriyye"[301]meselesi olarak bili­nen konudaki ihtilâfları, nikâhtan önce talâk[302], alış-veriş ve buna benzer daha başka konulardaki ihtilâfları gibi. Aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen onlar birbirlerine karşı saygı ve sevgi besler, hayırhahlık gösterirlerdi, aralarındaki İslâm kardeşliği ayakta idi. Ne zaman ki, Rasûlullah´m sakındırdığı helake düşürücü heva ve hevesler ortaya çıktı, düşmanlıklar başgösterdi, müslü-manlar hizipleşmeye başladılar fırkalar halinde bölündüler. Bu da gösterir ki, ayrılıklar, şeytanın dostlarının ağzı üzere ortaya atmış olduğu sonradan ihdas edilmiş meselelerden kaynaklanmıştır."

Şöyle devam etmiştir: "İslâm´da ortaya çıkan ve hakkında in­sanların ihtilâfa ayrıldığı herhangi bir mesele, eğer ümmet arasın­da kin, buğz, düşmanlık ve ayrılığa sebep olmamışsa, onun İslâmî mesâilden olduğunu anlarız. Keza ortaya çıkan ve düşmanlık doğu­ran, kin ve nefret uyandıran, karşılıklı ağır ithamlara ve ayrılıkla­ra neden olan her meselenin de İslâmî olmadığını, o şeyin din ile ilgisi bulunmadığını anlarız. Rasûlu onların, "Fırka fır­ka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz"[303]âyetinden kastedilen kimseler olduğunu açıklamıştır. Bu durumda her akıl ve din sahibi kimselerin onlardan kaçınması gerekecektir. Bunun delili: "Allah´ın size olan nimetini anın! Düşmandınız, kalb-lerinizin arasını uzlaştırdı da O´nun nimeti sayesinde kardeş oldu­nuz"[304] âyetidir. Eğer onlar ihtilâfa düşüp, birbirinden alâkayı kes-mişlerse, bu heva ve heveslerine tâbi olma sonucunda ihdas ettikleri bir meseleden dolayı olacaktır."

Onun dedikleri böyle. Bu, İslâm´ın karşılıklı ülfet ve muhabbe­te, merhamet ve şefkate çağında bulunduğunu gösterir. Dolayısıy­la bu sonucun aksine götürecek her görüş, dinin çerçevesi dışında­dır.

Bu özellik, (hadisin içermiş olduğu) firkalarm tümünde mevcut bulunmaktadır. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, bu özellik Rasûlullah´m haklarında, "...müslümanları öldürecekler, putperestleri terkedecekler, İslâm´dan, okun av hayvanını delip geçtiği gibi çıkacaklar"[305]buyurduğu Hâricîler´de son derece açık­tır. Böyle bir fırka ile, ancak ve ancak İslâm ile küfür arasında yer alan bir firka aynı doğrultuda bulunabilir.[306] Bilinen ya da hakla­rında böyle bir iddia bulunan diğer fırkalar hakkında da durum ay­nı olur.

İkinci özellik: fitne çıkarmak için müteşâbih. nassslara uyma. Buna "Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar.[307]âyeti kerîmesi delâlet etmektedir. Kalblerinde eğrilik bulunan ve haktan sapan kimseler, müteşâbihâta uyma özelliğine sahip kimselerden kılınmıştır. Bunun mânâsı açıklanmıştı. Rasû-iullah bunlar hakkında: "Ondan müteşâbih olanlarına uyan kimseleri gördüğünüzde, bilin ki onlar Allah´ın kendisinden söz ettiği kimselerdir. Dolayısıyla onlardan sakının"[308] buyurmuş­tur.

Üçüncü özellik: Hevâ ve heveslere uyma: Buna da yine "Kalblerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar.[309] âyeti delâlet etmektedir. Bu, hevâ ve heveslere tâbi olmak suretiyle hak­tan sapmak demektir. "Allah´tan bir yol gösterici olmadan hevâ ve hevesine uyandan daha sapık kim vardır [310]"Hevâ ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah´ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü " [311]

Ancak bu özellik, herkesin kendi içinde bulunan duruma dö­nük olur, çünkü bu özellik gizli bir iştir ve sahibinden başka kimse onu bilemez. Ancak ona delâlet edecek açık bir delilin olması hali müstesna. Bir Önceki özellik ise, ilimde yüksek payeye erişen ulemâca bilinir. Çünkü muhkem ve mdteşâbihin beyanı onlara tev-di edilmiştir. Dolayısıyla onlar müteşâbihi ve onlara tâbi olanları, sahip oldukları ilim sayesinde bilirler. Birinci özelliğe gelince, onu sağduyu sahibi her müslümVn bilebilir. Zira birlik halde olma veya ayrılma herkesçe bilinebilen bir özelliktir. Dolasıyla bu bilgi ile o özelliğe sahip olan kimseler tanınmış olur.

Herhangi bir fırka hakkında gelen ayrıntılı Özelliklere gelince, onlar hakkında da dikkat çekilmiş ve işarette bulunulmuştur. Meselâ aşağıdaki âyet ve hedisler bu türden örneklerdir:

"Eğer birşeyde çekişirseniz Allah´a ve âhiret gününe inan-mışsanız onun hallini Allah´a ve peygamberine bırakın. Bu ha­yırlı ve netice itibarıyla en güzeldir. Ey Muhhammed! Sana indiri­len Kur´ân´a ve senden önce indirilenlere inandıklarını idda edenle­ri görmüyor musun Putların önünde muhakeme olunmalarını is­terler. Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister. "[312]

"Onlar sadece zanna uyuyorlar ve ancak tahminde bulunuyor­lar. Doğrusu Rabbin, yolundan kimin saptığını daha iyi bilir.[313]

"Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygamber­den ayrılıp, inanların yolundan başkasına uyan kimse, döndüğü yöne döndürür ve onu cehennme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!"[314]

"Sapıtmak için hürmetli ayların yerlerin değiştirip geciktir­mek, küfürde gerçekten ileri gitmektir. İnkâr edenler Allah´ın haram kıldığı ayların sayısına uydurmak için onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah´ın haram kıldığını helâl kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü."[315]

"Onlara: ´Allah´ın size verdiği rızıktan sarfedin´ denince inkâr edenler inanlara: ´Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım. Doğrusu siz apaçık bir sapıklıktasınız´ derler. [316]

"Ey inananlar! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın... Siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse sîze zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah´adır.[317]

"Beyinsizlikleri yüzünden, körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah´ın kendilerine verdiği nimetleri Allah´a iftira ederek haram sayanlar mahvolmuşlardır. Onlar sapıtmıştardır.[318]

"Allah sekiz çift yaratmıştır: Koyundan iki ve keçiden iki.... Al­lah, zâlim milleti doğru yola eriştirmez.[319]

Hadiste de durum aynıdır:

"Yüce Allah, ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıka­rarak almaz. Ancak ulemâyı alır, öyle ki geride tek bir âlim bırak­maz. Sonunda onlar cahil başlar edinirler, onlara sorarlar, onlar da bilgisizce cevap verirler. Böylece hem kendileri sapar, hem de başkalarını saptırırlar.[320]

Aynı şekilde âlimin zellesinden söz edilirken bu mânâda zikredilen hadisler de buraya örnek teşkil eder.

Onlara dikkat çekilmesi, şeriatın üzerlerine dikkat çekmesi ve mutlak surette onları tasrih[321] cihetine gitmemesi sebebiyledir. Eğer onlara ulaşabilirse ne âlâ; aksi takdirde onları bilmemesi yü­zünden kendisine birşey gerekmez. Doğruya muvaffak kılan Allah Teâlâ´dır.

Fasıl:

Bu noktadan hareketle, hak olduğu bilinen herşeyin şeriat ilimlerinden olsa ve ahkâmla ilgili bir bilgi içerse de neşredilme­sinin matlup olmadığı anlaşılır. Bu açıdan bilgiler ikiye ayrılır:

1) Neşri matlup olanlar. Şeriatla ilgili bilgilerin çoğunluğu bu özelliktedir.

2) Mutlak olarak neşri istenmeyen, ya da neşri bazı hallere, zamanlara ya da şahıslara nisbetle istenmeyen bilgiler.

Söz konusu fırkaların tayin üzere belirlenmesi de bu kısımdan­dır1. Çünkü her ne kadar onlar hakkında verilecek hüküm hak ise de fitneye sebep olur. Nitekim bu nokta daha önce açıklanmış­tı. Bu noktadan hareketle de onların tayin üzere belirlenmeleri, neşri yasak olan bilgi kısmından olur.

Müteşâbihât ilmi ve bu konu üzerinde söz etmek de bu kabil­dendir. Çünkü Allah Teâlâ, onlara tâbi olanları zemmetmiştir. Eğer onlar zikredilir ve üzerinde söz edilmeye başlanırsa, bu belki de kendisine ihtiyaç duyulmayan şeylere götürebilir. Hz. Ali´den gelen rivayette: "insanlara anlayabilecekleri dille konuşun. Allah ve Rasûlünün tekzip edilmesini ister misiniz [322] buyurulmuştur.

Sahih´te Muâz´dan rivayet edilir: "Ya Muâzl Allah´ın kulları üzerinde, kulların da Allah´ın üzerinde hakkı nedir, bilir misin " buyurdu. Beri: "Allah ve Rasûlü bilir" dedim. "Gerçekten Allah´ın kulları üzerindeki hakkı: Allah´a ibadet etmeleri ve O´na hiçbirşeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah Teâlâ üzerindeki hakkı ise, O´na hiçbirşeyi ortak koşmayan kimseye azap etmemesidir" buyur­du. Ben: "Yâ Rasûlallah! Bunu insanlara müjdelemiyeyim mi " de­dim. Rasûlullah: "Müjdeleme, zira güvenirler (ve amelden geri kalırlar)[323] buyurdu. Yine Muâz´dan gelen bir başka rivayette: "Yâ Rasûlallah! Ben bunu haber vermiyeyim mi ki, onlar sevineler" dedim. Rasûlullah: "O zaman güvenirler (ve amelden geri kalırlar)" buyurdu. Enes der ki: "Muâz bunu, günaha girerim korkusuyla ölümü sırasında haber vermiştir.[324]

Benzeri bir olay da Hz. Ömer ile Ebû Hureyre arasında yaşan­mıştır. Müslim ve Buhârî´de yer alan bu hadisin sonlarına doğru anlatıldığı üzere Hz. Ömer, Rasûlullah´a gelerek şöyle demiştir: "Yâ Rasûlallah! Anam babam sana feda olsun! Sen, ´kalbi yüzde yüz inanmış olarak Allah´tan başka hiçbir ilâh yoktur diye şehâdet getiren kime rastlarsan onu cennetle müjdele´ diye Ebû Hureyre´yi ayakkabıların]a gönderdin mi " dedi. Rasûlullah "Evet" buyurdu. Hz. Ömer: "Aman yapma! Zira korkarım insanlar buna güvenip (amelden geri) kalırlar. Binaenaleyh bırak şunları amel et­sinler" dedi. Rasûlullah da: "Öyle ise bırak şunları" bu­yurdu.[325]

İbn Abbâs´ın Abdurrahman b. Avftan rivayeti de bu kabilden­dir: Şöyle demiştir: Keşke mü´minlerin emirini görseydin. Ona bir adam geldi ve: "Filan kimse: ´Eğer mü´minlerin emİri ölseydi, falan­caya bey´at ederdik´ dedi" diye haber verdi. Hz. Ömer: "Akşam el­bette kalkacağım ve asabiyet gütmek isteyen şu grubu uyaracağım" dedi. Ona: "Bunu yapma! Çünkü (hac) mevsimi, ayak takımı insan­ları burada toplamaktadır ve onlar mecliste seni dinlemezler ve sa­na galebe çalarlar. Dolayısıyla onların senin söyleyeceğin sözü an­layamayacaklarından ve anladıkları yanlış mânâyı da her tarafa yayacaklarından korkarım. Sen şimdilik bunu bırak. Ne zaman ki Medine´ye, hicret yurduna, sünnet evine varırsın, Rasûlullah´m as­habından muhacir ve ensâr ile başbaşa kalırsın, onlara söylersin, onlar da sözünü yerine koyarlar ve gereği şekilde anlarlar" dedim. O: "Vallahi, Medine´de ilk firsatta bunu yerine getireceğim" dedi. Selmân ile Huzeyfe arasında geçen olay da bu kabildendir.[326]Bu kabilden bir diğer şey de, ilim tahsili sırasında henüz yeni başlayan bir kimseye, ancak tahsil hayatının sonuna gelmiş bir kimsenin anlayabileceği bahisleri vermemek, aksine ilim tahsiline yeni başlayan kimseye, ilmin basit ve ilk konularından başlayarak tedricî bir program izlemektir. Ulemâ bazı farazi meseleler koy­muşlardır ki, fıkhî değerlendirme bakımından yerinde de olsa bunlarla fetva vermek caiz değildir. Nitekim İzzuddin b. Abdisse-lâm´ın talâkta devr meselesi[327] hakkında zikrettiği şey bu türden­dir. Çünkü o, talâk hükmünün kesin olarak ortadan kaldırılması sonucunu doğurmaktadır ki bu bir mefsedetttir.

Yine bu kabilden olan şeylerden bir diğeri de, avamın fıkhî mesâilin illetlerinden ve teşrî´î hükümlerin hikmetlerinden sual et­meleridir. Her ne kadar sahih illetler ve yerli yerinde hikmetler varsa da, bunlar avama söylenmez. Bu noktadan hareketledir ki, Hz. Aişe kendisine: "Hayızlı kadın orucu kaza ediyor da namazı ni­ye kaza etmiyor " diye sorana, sert çıkmış ve onu: "Sen Harûra meşrepli misin "[328]diye azarlamıştır. Hz. Ömer de, kendisine her­hangi bir amel taalluk etmeyen Kur´ân ilimleri hakkında çokça so­ru soran Sabîğ´i dövmüş ve onu kovmuştur. Çünkü o bu gibi sorula­rıyla, her ne kadar yerinde de olsa bir yanlış anlama ve fitneye se­bep olabilirdi. Hz. Ömer, "...ve fâkiheten ve ebben´[329]âyetini oku­duktan sonra: "Fâkiheyi (meyveyi) anladık; peki "ebb" ne oluyor " demiş sonra: "Biz bununla emrolunmadık" diyerek bu gibi şeylerle uğraşmanın yerinde olmadığını belirtmek istemiştir.

Bunlara benzer daha pek çok, her bilginin doğru da olsa yayıl­ması gerekmediğini gösteren delil bulunmaktadır. İmam Mâlik, bu konudaki tutumunu: "Bende öyle hadisler ve bilgiler vardır ki, ben onları anlatmadım ve rivayet etmedim" sözüyle ifade demiştir. O, bir amele taalluk etmeyen herhangi bir konu hakkında konuşmayı sevmezdi, kendinden önceki âlimlerin de aynı şekilde bu gibi şey­lerden hoşlanmadıklarını söylerdi.

Bu nokta üzerinde düşün. Bunda yani hangi bilginin neşrinin uygun olmayacağı konusunda kıstas şudur: Meseleni önce şeriata arzedeceksin. Eğer onun terazisinde sahih olduğunu görürsen, bu kez o şeyi işleyen kişiye ve işleneceği zamânâ nisbetle sonuçlarının ne olacağını düşüneceksin. Eğer söylenmesi bir mefsedete neden ol­mayacaksa, bu kez onu zihninde sağduyu sahiplerinin kabul ile karşılayıp karşılamayacakları noktasını düşünmelisin. Eğer müs-bet bir cevap alırsan o zaman o şeyi; eğer herkesin kabullenebilece­ği birşey ise herkese, yok belli kimselerin kabullenebileceği birşey ise belli kimselere söyleyebilirsin. Eğer meselen hakkında bu sözü­nü ettiğimiz cevaz yoksa, o zaman şer´î ve aklî maslahata uygun olan onun hakkında sükût etmen olacaktır.

Fasıl:

Bu fırkalar, her ne kadar sapıklık üzerinde bulunuyorlarsa da, yine de ümmetin dışına çıkmış değillerdir. Buna hadisteki "Ümme­tim fırkalara ayrılacaktır" ifadesi delâlet etmektedir. Çünkü bun­lar, eğer bid´atleri yüzünden ümmetin dışına çıkmış olsalardı, o zaman onları "ümmetim" diye kendisine nisbet etmezdi. Haricîler hakkındaki hadiste[330]"Fi hâzihVl-ümmeti keza = Bu ümmet içeri­sinde şöyle şöyle..." ifadesi kullanılmış ve bu, onların ümmet içinde ve onların cümlesinden olduğunu belirten "fi" edatı ile ifade edil­miştir.[331]Hadiste: "Tetemârâ fi´l-fâk", yani "Okun avı delip geçti­ğinden şüphe eder" buyurulmuştur. Eğer onlar ümmetin dışına çıkmış olsalardı, o zaman onların küfür üzere oldukları konusunda şüpheye mahal kalmazdı ve o zaman: "Onlar müslüman olduktan sonra kâfir oldular" denirdi.

İtiraz: Ulemâ Haricîler[332], Kaderîler[333]vb. gibi ehl-i bid´atın tekfiri yani kâfir olup olmadıkları konusunda ihtilâf etmişlerdir.

Cevap: Şer´î nasslar içerisinde onların İslâm´dan çıkmış olduk­larını açık ve kesin olarak gösteren bir delil bulunmamaktadır. Asıl olan, aksini ispat edecek kesin bir delil bulununcaya kadar, on­lar hakkında İslâm hükmünün var olmaya devam etmesidir. Eğer biz onların kâfir olduklarını söylersek, o zaman onlar hadiste sözü edilen fırkalar cümlesinden olmayacaklardır. Zira fırka demek; bid´atleri kendilerini küfre götürmeyen gruplar demektir.[334] Bu bid´atler, daha önceden İslâm üzerinde bulunan bu kimselerden, İslâm´a ait özellikleri tümden gidermemekte, onlardan bir kısmını ibkâ etmektedir. Haricîlerle ilgili hadiste onlann Öldürülmelerinin [1943 emredilmesi, onların kâfir olduklarına delâlet etmez. Zira öldürme­nin, küfürden başka sebepleri de bulunmaktadır; eşkiyânın (muhâ-rib), te´vîlsiz isyana kalkışan grubun... vb. öldürülmesi gibi. Sonuç olarak diyebiliriz ki, hak olan, böyle kimselerin kâfir olduklarına hükmetmemektir.

Bütün bu izahlar sonucunda ortaya çıkıyor ki, onların tayin üzere hadisin kapsamı altına girmiş olduklarını söylemek zordur ve bu iş, kesin olmayan içtihadı bir konudur. Ancak bu engeli ortadan kaldıracak kesin bir delilin bulunması hali bir istisnadır. Böyle bir delilin bulunması da ne kadar azdır! [335]

ONUNCU MESELE:


Değerlendirme sırasında fiillerin sonuçlarını gözönünde bulun­durmak şer´an muteberdir ve arzulanır.[336] Fiillerin muvafik (yani hakkında izin verilen türden) ya da muhalif (yani yasaklanmış bu­lunan türden) olması arasında fark yoktur. Şöyle ki: Müctehidin, mükelleften sâdır olan bir fiil hakkında, onu işlemeye cevaz veren ya da meneden bir hükümde bulunması, ancak ve ancak o fiilin ne­ye sonuç vereceğine bakmasından sonra mümkün olabilecektir. Bir fiil, bazen elde etmek istenen bir maslahat ya da uzaklaştırılmak istenen bir mefsedet sebebiyle meşru kılınmış olabilir; bazen de kendisinden doğabilecek bir mefsedet ya da kendisi sebebiyle elden gidecek bir maslahat yüzünden meşru kılınmamış olabilir. Buna rağmen, bu amacın tam aksine sonuçlar doğurabilir. Hal böyle iken birinci durumun mutlak olarak meşruluğunu söylemek halinde, el­de edilmek istenen maslahat (veya uzaklaştırmak istenilen mefse­det), kendisine denk veya daha büyük bir mefsedete neden olabile­cektir. İşte bu durum, o şey hakkında mutlak olarak meşru deme­mize engel olur. Aynı şekilde ikincisi hakkında da yine mutlak ola­rak gayrı meşru demek, belki de defedilmek istenen mefsedete denk ya da daha büyük başka bir mefsedetin irtikabına neden ola­bilir. Bu itibarla herhangi bir kayıt getirmeksizin mutlak olarak o şeyin gaynmeşrû olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Bu konu, müctehid için içtihada mahal bir alandır; ulaşılması zor, fakat içimi oldukça güzel, sonucu övgüye değer, makâsıd-ı şerîa yolu üzere akar bir kaynak gibidir.

Bunun doğruluğuna aşağıdaki hususlar delâlet eder:

(1)


ayten
Wed 29 September 2010, 10:43 pm GMT +0200
(1)

Yükümlülükler daha önce de geçtiği gibi , kulların maslahatları için konulmuştur.[337] Kulların maslahatları da, ya dünye­vîdir ya da uhrevîdir. Uhrevî maslahatlar, mükellefin âhiretteki so­nucu ile ilgili maslahatlardır; onun cennet ehlinden olmasını, ce­hennem ehlinden olmamasını temin için konulmuştur. Dünyevî maslahatlara gelince, ameller dikkat edilecek olursa maslahat­ların neticeleri için mukaddimelerdir. Çünkü onlar, Sâri´ Teâlâ´ca maksûd olan müsebbebler için konulmuş sebeblerdir. Müsebbebler ise, sebeblerin sonuçları olmaktadır. Şu halde sebeblerin cereyanı esnasında onların (müsebbeberin) dikkate alınması matluptur. Fiil­lerin sonuçlarını dikkate almanın mânâsı da işte budur.

İtiraz: Hükümler bölümünde bunun aksine şöyle denmişti: "Sebeblerin işlenilmesi sırasında mükellefin müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatta bulunması gerekmez. Mükelleften istenilen şey sadece konulan hükümler doğrultusunda hareket etmektir."

Cevap: Daha önce, sebebler işlenirken müsebbeblerin dikkate alınmasının gereği de geçmiş ve bu konuda söz edilmiş ve iki nokta arasının cem ve telifi yapılmıştı. Meselemiz ise birinciden değil, ikincidendir. Çünkü bu, nefsânî nazlardan uzak olmak üzere baş­kalarıyla ilgili olan hüküm üzerinde değerlendirme yapan müctehi-de yöneliktir. Müctehid mükelleflerin fiillerine ait hükümlerin be­lirlenmesi konusunda Sâri´ Teâlâ´nın naibidir. Daha önce Sâri´ Teâlâ´nın sebeblerin konulusu sırasında müsebbeblere yönelik kas-dmın bulunduğu geçmişti. Bu sabit olunca, müctehidin de aynı şe­kilde müsebbeblere ki bu sebeblerin sonucu ve neden olacağı şey olmaktadır yönelik kasıt bulundurması zorunlu olacaktır.

(2)

Amellerin sonuçları, şer´an ya dikkate alınmıştır ya da alınma­mıştır. Eğer dikkate alınmış ise, bizim dediğimiz de budur. Eğer dikkate alınmış değilse, o zaman amellerin, kendilerinden beklenen maksatlarla ters düşen sonuçları olması mümkün demektir ki bu sahih değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, yükümlülükler kul­ların maslahatları içindir. Eğer maslahat ile birlikte kendine eşde­ğer ya da daha büyük bir mefsedetin bulunması imkânı varsa, o za­man bir maslahattan söz etmek mümkün değildir. Sonra bu, meşru bir fiil işleyerek bir maslahat beklentisi, yasak bir fiil işleyerek de bir mefsedet beklentisi içinde olmamız sonucuna götürür.[338] Bu ise

daha önce de geçtiği gibi şeriatın konuluş gayesinin aksine bir du­rumdur.

(3)

Şer´î deliller ve istikra göstermektedir ki, sonuçlar teşrî´ esna­sında dikkate alınmaktadır. Meselâ, şu deliller bunun böyle olduğu­nu göstermektedir:

"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kul­luk edin. Umulur ki böyece korunmuş olursunuz."[339]

"Oruç sizden Öncekilere yazıldığı gibi size de yazıldı. Umulur ki böylece korunmuş olursunuz."[340]

"Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin, bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere aktarmayın.... ALLAH´tan sakının. Umulur ki böylece kur- tuluşa ermiş olursunuz."[341]

"ALLAH´tan başka yalvardıklarına sövmeyin, ki onlar da bilme­yerek aşırı gidip ALLAH´a sövmesinler."[342]

"insanların ALLAH´a karşı bir hüccetleri olmaması için, gönde­rilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir kısmını daha önce sa­na anlatmıştık."[343]

"Savaş, hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir..."[344]

"Kısasta sizin için hayat vardır."[345]

Bunlar, genel olarak[346] sonuçların dikkatte alındığını gösteren delillerden olmaktadır.

gerekmez; aksine o fiilden tesadüfi olarak maslahat gerçekleşebilir de gerçekleşmeyebilir de.

Mesele hakkında husûsî olarak gelen delillere gelince, bunlar çoktur. Rasûlullah kendisine açıktan münafıklık yapan kimseleri öldürtmesi işaret edilince: "İnsanların ´Muhammed, adamlarını öldürüyor´ diye konuşmalarından korkarım" buyur­muştur.[347] Bir başka seferinde Hz. Âişe validemize şöyle buyur­muştur: "Eğer kavminin henüz cahiliye devri ile olan anıları taze olmasaydı[348] ve kalplerinin yadırgamasından korkmasaydım, (bu­gün dışta kalan eski) duvarları Kâ´be´ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapardım"; bir başka rivayette de: "Kâ´be´yi Hz. İb­rahim´in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim" buyurmuştur.[349]İmam Mâlik, emîrin kendisine, Kâ´be´yi Hz. İbrahim´in temelleri üzerine yeniden inşa etme fikrini açtığı zaman işte bu prensipten hareketle fetva vermiş ve ona: "İnsanların, ALLAH´ın evi ile oynama-maları için sakın bunu yapma!" demiş ya da bu mânâda birşey söy­lemiştir. Mescide işeyen bedevi hadisi de böyle. Hz. Peygamber işemeşini bitirinceye kadar ona dokunmamalarını emretmiştir.[350] İbadetten tümden kesilir endişesiyle nefis üzerine işkenceye varacak ölçüde ibadet altına girilmesini yasaklaması da böyledir.

Husûsî menâtm tahkîki hakkında sözü edilenlerin tamamı bu kabilden olmaktadır. Şöyle ki bu gibi yerlerde fiil aslında meşru ol­makta fakat, ona arız olacak bir mefsedetten dolayı yasaklanmakta veya aslında yasak olmakta fakat bir maslahata mebnî o yasağın terki cihetine gidilmektedir. Aynı şekilde sedd-i zerâi´ ile ilgili tüm deliller de bu kabildendir. Çünkü onların çoğu, caiz olmayan bir fii­le caiz olan bir yolla ulaşılması şeklinde olmaktadır. Aslında yasak­lanan o fiilin meşru olması gerekirdi, ancak sonuçta yasak olan şe­ye götürdüğü için yasaklanmış olmaktadır.

Genişletme ve kolaylaştırmaya, zorluk ve meşakkatin kaldırıl­masına delâlet eden delillerin tamamı da bu kabildendir. Çünkü onların çoğunda, aslında meşru olmayan bir fiilde müsamaha gös­termek mânâsı hâkimdir; zira ona yönelen ve şer´an gösterilmesi gereken yumuşaklık ve merhamet bunu gerektirmektedir. Bu delil­lerin çokluğu ve herkesçe bilinmesi sebebiyle burada onları zikrede­rek sözü uzatmanın bir mânâsı yoktur,

İbnu´i-Arabî, bu meselenin izahına başladığı zaman şöyle de­miştir: "İnsanlar kendi zanlan sebebiyle bu konuda ihtilâf etmişler­dir; halbuki mesele ulemâ arasında üzerinde ittifak edilen bir ko­nudur. Dolayısıyla onları anlayın ve saklayın."

Fasıl:

Bu esas üzerine bazı kaideler bina edilir:

1) Sedd-i zerâi[351] İmam Mâlik, bu prensibi fikıh bâblarının çoğunda dayanılacak bir esas olarak kabul etmiştir. Zerîanın aslı,maslahat olan birşeyi, mefsedet olan birşeye vesile edinmek demek­tir. Meselâ bir kimse bir malı veresiye on dirheme satın alsa, bu­nun caiz olacağı açıktır. Çünkü bu akitle meşru olan bir maslahatı gerçekleştirmek istemektedir. Sonra bu adam aynı malı, satıcıya peşin olarak beş dirheme satmış olsa, bu alış veriş, sonuç itibarıyla beş dirhemin veresiye on dirhem karşılığında satılması şekline dö­nüşmüş olacaktır. Aradaki mal olduğu yerde durmakta, dolayısıyla dikkate alınmamaktadır; zira satış akdinin meşru kılınmasına ge­rekçe olan maslahat burada bulunmamaktadır. Ancak bu dedikleri­miz, kasdın âdet gereği insanlar arasında çokça yapılır olması yo­luyla zahir olması şartına bağlıdır.[352]

İmam Şafiî gibi zerâi´ hükmünü düşüren kimseler de fiilin so­nucunu dikkate almaktadırlar.[353] Çünkü alım satım akdi, eğer bir maslahat ise caizdir. İkinci satım akdi ile yapılan, birinciden ayrı başka bir maslahatın elde edilmesi içindir. Dolayısıyla bu surette bulunan her bir akdin bir sonucu vardır. Onların sonucu da, İslâm´ın hükümlerinin zahirine göre maslahat olmaktadır; öyle ise bunda bir mania yoktur. Zira bu takdire göre ortada mefsedet olan bir sonuç yoktur. Ancak bu, yasak olan sonuca yönelik açık bir kas-dın bulunmaması şartıyla böyledir.[354]

Fiillerin sonuçlarını dikkate aldıkları içindir ki, her iki grup da, düşmanlık ve günah konusunda dayanışmanın mutlak surette caiz olmadığında müttefiktirler. Keza husûsî olarak putlara sövme­nin caiz olmadığı konusunda da, "ALLAH´tan başka yalvardıklarına sövmeyin, ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip ALLAH´a sövmesin­ler "[355] âyetinin gereği olarak müttefiktirler; çünkü bu onların Al­lah´a sövmelerine sebep olmaktadır. Daha başka İmam Mâlik ile İmam Şafiî´nin görüşbirliği ettikleri meseleler de öyle.

Sonra İmam Şafiî´nin, "Herhangi birşeyin kalkan yapılarak ribâya ulaşılması caizdir " demesi doğru değildir. Şu kadar var ki o, yasak olan şeye karşı kasdı açık olmayan kimseyi töhmet altına sokmamaktadır. İmam Mâlik ise, abes (lağv) bir fiilin zuhuru[356] se­bebiyle onu itham etmektedir; zira bu abes (lağv), yasak olana yö­nelik kasdın bulunduğuna delil olmaktadır.

Böylece sedd-i zerâi´ kaidesinin genel anlamda dikkate alındığı konusunda ittifak bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Aradaki görüş ayrılığı bir başka husus hakkında olmaktadır.[357]

2) Hiyel: Hiyel, aslında zahiren caiz olan bir fiilin, şer´î bir hükmün iptali ve zahirde başka bir hükme çevrilmesi için işlenmesi demektir. Bu durumda işlenen fiil, sonuç itibarıyla aslında şer´î ka­idelerin zedelenmesine yol açmaktadır.[358]Meselâ: Zekâttan kaç­mak için yılın dolması sırasında[359] malını (bir yakınına) hibe eden kimsenin durumu gibi. Hibe aslında caizdir. Eğer bu yola başvur­madan zekâtı vermeyecek olsa, bu da yasaktır. Her birinin içerdiği maslahat veya mefsedet açıktır. Şimdi böyle bir kasıt ile aralarının birleştirilmesi halinde hibe, zekâtın edasının iptali sonucuna var­maktadır. Bu ise bir mefsedettir. Ancak sözünü ettiğimiz bu du­rum, şer´î hükümlerin iptaline yönelik bir kastın bulunması şartıy­la böyledir.

Ebû Hanîfe gibi hiyeli caiz görenler de, fiillerin sonuçlarını dik­kate almış olmaktadırlar. Ancak bunlar, olayı bir bütün olarak de­ğil de, her fiili kendi başına tek tek ele almaktadırlar. Çünkü hibe, hangi kasıt ile olursa olsun zekâtın vücûbiyetini düşürür; aynen yı­lın dolması sırasında zekâta tâbi olan malın harcanması, onunla borcun ödenmesi veya zekâta tâbi olmayan herhangi bir mal satın alınması... gibi, Bu iptal işi sahih ve caizdir. Çünkü bu, hibe edene ve harcama yapana dönük bir maslahat olmaktadır. Ancak, bir şartla ki, hükmün iptaline yönelik bir kasıt bulundurmamalıdır. Yasak olan husûsiyle bu kasıttır. Çünkü bu Sâri´ Teâlâ´ya. karşı bir tavır almaktır ve aynen zekâtın edasından kaçınma gibi bir tutuma düşmektir. Ebû Hanîfe, açıktan şer´î hükümlerin iptaline yönelik bir kasdın yasak olacağında diğerlerine muhalefet etmemektedir. Hükmün zımnen iptali ise hiç dikkate alınmaz; zira eğer öyle olsay­dı o zaman yılın dolması sırasında hibenin (herhangi bir kasıt aranmaksızın) mutlak surette imkânsız olması gerekirdi.[360]Böyle bir görüşte olan kimse de bulunmamaktadır.

Fiillerin sonucunu dikkate almaları sebebiyledir ki, bütün fukahâ, iman, namaz vb. amellerle münafık ve mürâîlerin yaptığı gibi sırf can ve mal emniyetini sağlama kastının haramlığı konu­sunda ittifak etmişlerdir. Böylece, şer´î hükümleri düşürmeye yöne­lik hilelere başvurmanın, sonuçlarını dikkate alma nokta-ı nazarın­dan genel anlamda bâtıl olduğu konusunda görüşbirliği bulunmak­tadır. Ulemâ arasındaki ihtilâf ise, bir başka noktada olmakta­dır.[361]

3) Hilafa riâyet[362] kaidesi:

Şer´an yasak olan birşeyin işlenmiş olması, o yasağı önlemek için konulmuş olan müeyyideden daha ağır bir yolla onu işleyen kimseye zulmedilmesine sebep teşkil etmez. Meselâ, gasbı ele ala­lım. Yasak olmasına rağmen böyle bir fiilin işlenmesi halinde, hak­kı gasbedilen kimsenin hakkının mutlaka ödenmesi gerekecektir. Ancak bu ödeme işi, gasbeden kişiye, adalet ve insaf ölçülerini aşan bir zarar dokundurulmadan gerçekleştirilecektir. Bu itibarla eğer

gasbeden kimseden, (gasbettiği şey hâlâ değişmeksizin elinde ise) bizzat onu iade etmesi, (şayet yok etmişse ve o şey mislî ise) misli­ni, (kiyemî ise) kıymetini ödemesi istenir ve bunun ötesinde bir zi­yadeye gidilmezse[363], bu yerinde ve doğru bir hareket olur. Aynı şekilde zina eden bir kimseye had cezası uygulanırken, işlemiş ol­duğu bu suç yüzünden suçuna karşı şer´an konulmuş olan cezanın ötesinde bir artırma yoluna gidilmez.[364] Zira bu ona bir zulüm olur. Onun suçlu olması, suçuna denk olarak konulmuş olan cezadan faz­la ek bir cezaya çarptırılmasını gerektirmez. Haddi tecavüzün ya-saklığını gösteren deliller bunu gösterir. Bu meyanda şu âyetleri hatırlayabiliriz: "Size tecavüz edene, size tecavüz ettiğinin dengi ile karşılık verin´[365] ; "Cana can, göze göz... (kısasa kısas; yani, dengi dengine ödeşme)yazdık.[366]

Bu anlaşıldı ise[367] şimdi deriz ki, bir kimse yasak olan birşeyi işlemiş olsa, o şey sebebiyle hakkında terettüp edecek hüküm, asa­let yoluyla değil de tabilik hükmü gereği, olması uygun olan mik­tardan fazla olabilir veya yasağın gereği mefsedetten daha şiddetli bir başka mefsedete neden olabilir. İşte bu gibi durumlarda, o kişiyi ya işlediği şey ile başbaşa bırakırız[368] veya meydana gelen fesadı, adalet ilkesine uygun düşecek şekilde onaylamış[369] oluruz. Çünkü bu olayda mükellef, mercûh (zayıf) da olsa bir delile uygun hareket etmiş olmaktadır. Bu durumda bu zayıf delilin i´mali, o olayı ya-saklık üzere ibka etmekten daha ehven olmaktadır. Çünkü mercûh delile itibar edilmemesi halinde, fiilin vukuundan sonra, yasağın gerektirdiği mefsedetten daha büyük bir mefsedetin ortaya çıkması söz konusu olmakta ve fiili işleyen kimseye daha büyük zararlar dokunmaktadır. Bu durumda sonuç şu noktaya gelmektedir: Fiilin vukuundan önce yasak delili daha güçlü olmakta, vukuundan sonra ise cevaz delili daha güçlü bir hal almaktadır. Çünkü her iki halde de tercihi gerektiren deliller bulunmaktadır. Nitekim Ka´be´nin Hz. İbrahim´in temelleri üzerine yeniden bina edilmesi, münafıkla­rın öldürülmesi hakkında gelen hadislerde, mescide işeyen bedevi hadisinde[370]bu noktaya dikkat çekilmiştir. Rasûlullah[ak^mmlul , mescide işeyen bedevinin, işini bitirinceye kadar kendi haline bıra­kılmasını emretmiştir. Çünkü kesmesi için müdahale edilecek ol­saydı, o zaman elbisesi pis olacak ve bu yüzden de bedenine bir dert arız olabilecekti. Bu durumda onu kendi haline terketme tarafı, iş­lediği yasağı kesmesi tarafina galebe çalmıştır; çünkü kesmesi ha­linde adama zarar dokunacaktı üstelik, kestiği zaman iki yer pisle-necekti; halbuki kesmemesi halinde bir yer pislenmiş olacaktı.

Hadiste: "Hangi kadın velisinin izni olmadan evlenirse, nikâhı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır. Eğer zifaf olursa, kadın için kocanın kendisinden istifadesi karşılığında mehir hakkı vardır"[371]buyurul-muştur. Bu, yasak olan şeyin, bir yönden sahih kılınması anlamına gelir. Bu yüzden de böyle bir nikâhta miras hükümleri cereyan et­mekte ve çocuğun nesebi sabit olmaktadır. Fâsid nikâhın bu hü­kümlerde ve evlenme yasağı doğuran sıhriyet hükümlerinde sahih nikâh gibi mütalaa edilmesi, onun kısmen sahihliğine hükmedilmiş olduğuna bir delil olur. Aksi takdirde böyle bir nikâhın zina hük­münde olması gerekirdi ki, ittifakla Öyle olmadığı kabul edilmekte­dir. Sıhhati üzerinde ihtilâf bulunan nikâh hakında bazen hilafa yani karşı görüşlere riâyet edilebilir ve zifaf sonrasında vakıf olunması[372] halinde o nikâhın feshine gidilmez.Çünkü zifafın ger­çekleşmesi halinde, (zayıf olan) karşı görüşü tercihi gerektiren du­rumlar ortaya çıkar ve onun dikkate alınmasını gerekli kılar.

Bütün bunlar, hükmün bozulması ya da iptali halinde, yasağın mefsedetine denk ya da daha büyük başka bir mefsedetin ortaya çıkması noktasının dikkate alındığını göstermektedir.

Makâsıd bölümünde de ele alındığı gibi, vuku sonrasında cevaz tarafını tercihi gerektirecek genel bir delil bulunmaktadır. O da şu­dur: Bilgisizce yanlış bir amel işleyen kimsenin durumu iki açıdan değerlendirilir:

a) İşlediği fiil ile, emir ve yasağa muhalefet etmiş olması açı­sından ele alınır. Tabiî bu, o fiilin iptalini gerektirir.

b) Sâri´ Teâlâ´nm kasdma uygun düşmeyi genel anlamda kas­teder bir konumda bulunması açısından ele alınır. Çünkü bu kimse müslümandır ve müslümanların hükümlerine ta­bidir. Hatası ya da bilgisizliği, onu müslümanlara ait olan hükümlerden çıkarma gibi aleyhinde bir cinayetin işlenme­sine gerekçe olamaz. Aksine hatası ya da bilgisizliği sebe­biyle ifsad etmiş olduğu fiilini tashih edecek telafi edici bir hüküm bulunur. Bu durumda o, fiili ile ifsadı kastetmiş ol­sa bile kendisi hakkında İslâm´ın hükümlerinin verilmesi konumundan çıkmış olmaz. Çünkü müslümandır ve Sâri´ Teâlâ´ya karşı inatçı bir tavır almamıştır. Şu kadar var ki, konumundan habersiz olarak o konuda şehvanî arzularına uymuştur. Bu yüzdendir ki ALLAH Teâlâ şöyle buyurmakta­dır: "ALLAH kötülüğü bilmeyerek yapıp da, hemen tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder." [373]Âlimler de: "Müslü­man ancak bilgisizlik yüzünden masiyet işler" demişlerdir. Bu durumda onun hakkında bilgisi olmayan bir kimsenin hükmü uygulanacaktır. Ancak açık bir durum sebebiyle fii­lin iptali yönü ağır basacak olursa o zaman bu müstesna. Bu durumda tashih halinde, (yasağın mefsedetine} muadil ya da daha büyük (bir mefsedet gerektirecek) bir sonuç ol­mayacaktır. O zaman da mesele hakkında bir değerlendir­me bulunmayacaktır. Kaldı ki, iptal tarafının ağır basma­sı, ancak sonucun değerlendirilmesi neticesinde olmakta­dır. Varılmak istenen sonuç da budur.

4) İstihsân[374]kaidesi: Fiillerin sonuçlarının dikkate alınması esası üzerine bina edilen bir diğer kaide de, istihsân kâidesidir. İstihsâli İmam Mâlik´in mezhebinde küllî delile mukabil cüz*î maslahatın alınmasıdır. Bunun gereği, mürsel istidlalin kıyas (genel kural) üzerine takdimi esasına başvurmaktır. Çünkü istihsânda bulunan kimse, mücerred kendi zevki ve nefsânî arzula­rı doğrultusunda hareket etmemekte, aksine bahis konusu o şeyler ve emsali hakkında bulunan kavramış olduğu Sâri´ Teâlâ´nın kasdı-na uygun hareket etmektedir. Meselâ bazı meseleler vardır ki, kı­yas (yani. genel kural) şöyle bir hüküm gerektirmektedir; ancak o hükmün o şeyde tatbiki başka cihetten bir maslahatın ortadan kalkmasına ya da bir mefsedetin ortaya çıkmasına sebebiyet ver­mektedir. (İşte bu gibi yerlerde istihsân kaidesi ile hareket edilir ve genel kuralın hilafına özel çözümlere başvurulur.) Çoğu kez bu, zarurî bir aslın hâcî ile, hâcînin de tekmîlî ile birlikte olması halin­de bulunur, kıyasın (genel kural) zarurî hakkında mutlak surette tatbiki, bazı cüzîleri hakkında sıkıntı ve meşakkatin doğmasına sebebiyet verir; bu yüzden de sıkıntı ve meşakkat alanları genel kuraldan istisna yoluna gidilir. Tekmîlî ile birlikte hâcî veya tekmîlî ile birlikte zarurî esasların durumu da böyledir ve bu açıktır.

îstihsâna delil olarak kullanılabilecek şeriatta çok örnek var­dır.[375] Meselâ, karz (Ödünç para verme) gibi. Karz aslında ribâdır; çünkü o, dirhemin dirhem karşılığında vade ile mübadelesidir. An­cak genel kuralın gereğinden çıkılarak bu muamele mubah kılın­mıştır; zira bunda muhtaçlara karşı bir genişlik ve rahmet bulun­maktadır. Eğer karz, genel kural gereği aslî yasaklık üzere kalsay­dı, o zaman mükellefler sıkıntı içerisine sokulmuş olurdu. Aynı du­rum ariyye, yani ağaç üzerindeki yaş hurmanın, tahmini olarak ku­ru hurma ile değiştirilmesi hakkında da geçerlidir. Bu da riba kap­samına girer, çünkü yaş hurmanın kuru hurma karşılığında (tah­mini olarak) satılmasıdır. Ancak bu muameleye ihtiyaç duyan her iki tarafın da ihtiyaçları dikkate alınarak caiz kılınmıştır. Eğer mutlak surette men cihetine gidilseydi, o zaman bu ariyyede bulun­manın önüne bir sed teşkil ederdi. Keza ribâ´n-nesîe, eğer karz ak­dinde de tahakkuk etmiş olsaydı, o zaman bu yönden kolaylık ve şefkat gösterilmesi yolu kapatılmış olurdu. Yağmur yüzünden ak­şam ve yatsı namazlarının cenıedilmesi, yolcunun namazlarını ce-mederek kılması, namazını kısaltması ve isterse Ramazan´da oruç tutmaması, korku namazı ve bu türden olan diğer ruhsat hükümle­rinde de durum aynıdır. Çünkü bunlar aslında, hususiyle maslaha­tın celbi ve mefsedetin defi konusunda amellerin sonuçlarının dik­kate alınması esasına çıkmaktadır. Bu gibi yerlerde aslında genel delil, bunların caiz olmamasını gerektirmektedir. Eğer biz genel delilin gereği üzere kalacak olsaydık o zaman bu, maslahatın orta­dan kaldırılması sonucunu gerektirecekti. Dolayısıyla gerekli olan, fiillerin sonuçlarının mümkün mertebe dikkate alınması ve ona gö­re bir hükme varılmasıdır. Aynı şekilde tedavi için avret yerlerine bakma, kırâz, müsâkât gibi tasarruflarda da durum aynıdır. Her ne kadar genel delil bu gibi tasarrufların aslında yasaklanmış olması­nı gerektiriyorsa da, cevazı yönüne gidilmiştir. Bu türden caiz olan şeyler pek çoktur.

Bu anlattıklarımız, bu kaide ile hükmetmenin sıhhatine delâ­let eden delillerden olmaktadır. îmam Mâlik ve tabileri (istihsân hakkındaki görüşlerini) onlar üzerine binada bulunmuşlardır.[376]

İbnu´l-Arabî, istihsânı açıklarken onun, delilin gereğinin terki­ni tercihten ibaret olduğunu ve ona bazı cüzîlerde bulunan bir mu­arız sebebiyle istisna ve ruhsat yolu üzere gidildiğini söyler. Sonra istihsanı kısımlara ayırır:

1) Örf sebebiyle delilin terki; yeminlerin Örfe havale edilmesi gibi.

2) Maslahata binaen terki; ecîr-i müşterekin (yani zanaatka­rın) tazmini cihetine gidilmesi gibi.[377]

3) İcmâ sebebiyle terki; kadının katırının kuyruğunu kesen kimseye, onu tazmin ettirmek gibi.

4) Delilin, meşakkati kaldırmak ve insanlara kolaylık sağla­mak amacıyla basit ve Önemsiz konularda terkedilmesi; meselâ aynı cinsten büyük miktarda yapılan ölçümlü alış­verişlerde az miktardaki fazlalığın caiz görülmesi, yine az miktar için söz konusu olan bey´ (alım satım akdi) ve sarfa[378] cevaz verilmesi gibi.

Yine o Ahkâmul-Kur´ân´da şöyle demiştir: İstihsân, bize ve Hanefîlere göre, iki delilden daha güçlü olan ile amel etmektir.[379]Umûm devamlı, kıyas da bidüziye (muttarit) olsa, bu durumda İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe zahir olsun mânâ olsun herhangi bir delil ile umûmun (ve kıyasın) tahsis edilebileceği görüşündedirler. İmam Mâlik, maslahat ile tahsisi istihsânen kabul etmektedir. Ebû Hanîfe ise umûmun, kıyasa muhalif olarak gelen tek bir sahabî gö­rüşü ile tahsise gidilmesini istihsan yoluyla caiz görmektedir. Her ikisi de birlikte kıyasın tahsisi ve illetin nakzı görüşünü paylaş­maktadırlar. İmam Şafiî ise, şer´î bir illetin sabit olmasından sonra tahsis edilemeyeceği görüşündedir. Bu, sadece genel delilin ve ge­nel kıyasın gereği ile yetinilraeyip hükümlerin sonuçlarının da dik­kate alınması demektir.[380]

Mâlikî mezhebinde istihsâna dair gerçekten çok şey vardır, el-Utbiyye´de Asbağ´dan şöyle dediği nakledilir: İki ortak, aynı temiz­lik süresi içerisinde bir câriye ile ilişki kurarlar. Cariye, bir çocuk doğurur; ortaklardan biri çocuğu reddeder, diğeri ise etmez. Çocu­ğun kendisinden olmadığını reddeden, onunla ilişkide bulunduğunu ikrar ediyor ve yaptığı ilişkide de inzal imkânı bulunuyorsa, reddi­ne itibar edilmez ve (çocuğun oluşmasına sebep olan) o ilişkide müşterekmiş gibi olurlar. Ancak ikrarda bulunduğu ilişkide, azilde bulunduğunu iddia ediyorsa, işte bu takdirde Asbağ şöyle demekte­dir: "Ben bu durumda çocuğun diğerine katılmasını istihsânen gerekli görüyorum. Kıyas ise, ikisinin de eşit olmalarını gerektirmek­tedir. Çünkü azil yaparken, menisi belki de önceden gelmiş ve dışa­rı tam olarak atamamıştır, dolayısıyla durumun farkında olmayabi­lir. Nitekim Amr b. el-Asî bu gibi durumlar hakkında: "İpin ucu el­den kaçabilir" demiştir. Devamla şöyle der: İlimde istihsân, bazen kıyastan daha galip olabilir. İbnul-Kâsım´ı işittim. O İmam Mâlik´-ten rivayet ederek şöyle diyordu: "İlmin onda dokuzu, istiksândır."

Bütün bunlar göstermektedir ki istihsân, delillerin gereğinden çıkmak değildir. Şu kadar var ki, delillerin ne gerektirecekleri ve sonuçlarının ne olacağı ele alınmakta ve değerlendirilmektedir. Zi­ra eğer burada kıyas üzere devam edilecek olursa, o zaman ortakla­rın ikisi de azil yapmışlar ya da inzalde bulunmuşlar gibi kabul edi­leceklerdi. Çünkü kıyasa göre ilişkiyi ikrar etmesi halinde azlin bir hükmü olmamaktadır ve çocuğun kendisine katılması hakkında az­lin olup olmaması arasında bir fark bulunmamaktadır. Ancak istihsân, onun dediği doğrultudadır. Çünkü çocuğun olması çoğun­lukla inzal halinde olur; azil halinde olması ise çok enderdir. Dola­yısıyla hüküm galip olan doğrultusunda verilir[381] ki, bu da sözü edilenlerin bir gereği olmaktadır. Eğer delillerin şevki sırasında, onların nereye varacağı ve hangi sonuçları doğuracağı göz önünde bulundurulmasaydı o zaman, bu meselede azil ile inzal arasında bir ayınma gidilmeyecekti. Asbağ, istihsân konusuna fazlaca Önem vermiş ve: "Kıyasa fazla dalan kimsenin sünneti terketmesine ra­mak kalmıştır. İstihsân, ilmin direğidir" demiştir. Zikredilen delil­ler, onun sözünü desteklemektedir.

5) Geçen esastan çıkarılan bir diğer kaide de şudur: Zarurî ya da hâcî veya tekmîlî esasların ortaya konması halinde, şer´an razı olunmayan durumların ortaya çıkabileceği görülse, bu durumda sı­kıntıya düşmeksizin mümkün mertebe onlardan korunmaya çalış­mak şartıyla sözkonusu maslahatı gerçekleştirmek üzere harekete geçmek sahih olacaktır. Meselâ, nikâh sonucunda ailenin nafakası­nı temin gerekecektir, halbuki helâl yollar dar ve zor, haram ve şüpheli yollar ise çok ve kolaydır. Çoğu zaman aile için kazanç elde etmeye çalışırken caiz olmayan yollara girecektir. Ancak bu durum, yani evlenme sonucunda karşılaşacağı şeyler kişinin evlenmesine mani değildir. Çünkü evlenmeme sonucunda doğacak mefsedet, bu gibi durumlara düşebilme korkusundan daha büyüktür.[382] Eğer bu gibi endişeler zamanımızda dikkate alınacak olsa, nikâh diye birşey kalmaz, bu müessese temelden ortadan kalkar. Bu ise sahih değil­dir.

Keza ilim tahsil eden bir kimse, bu yolda göreceği, duyacağı kötü şeyler sebebiyle tahsilinden vazgeçemez. Cenaze merasiminde bulunmak, şer´î vazifeleri yerine getirmek... gibi yükümlülükler, eğer şer´an razı olunamayacak bazı şeylerin görülmesini gerektiri­yorsa ve başka türlü bu görevleri yerine getirmek imkânı yoksa, arızî olan bu durumlar bu görevleri aslî konumlarından çıkarmaz. Çünkü bunlar dinin esaslarından ve kulların maslahatalarım ger­çekleştirecek önlemlerdir. Sâri´ Teâlâ´nın maksatlarından anlaşılan budur. Şer´î maksatların çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Zira ihtilafların ve çekişmelerin esasını onların iyi anlaşılmaması oluştur­maktadır. Bu anlattıklarımıza muhalif olarak selefi salihten nakle­dilenlere[383] gelince, onlar şahsa özel mahiyette olan şeylerdir (ka-dâyâ a´yân) ve teker teker ele alınıp mahiyetleri ve niçin öyle yap­tıkları dolayısıyla izah edilen hususa uygun olup olmadıkları öğre­nilmeden hüccet olma özellikleri yoktur.

Özetle bu kaide de, amellerin neden olacakları sonuçların dik­kate alınması esası Üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla onların dik­kate alınması ve değerlendirilmesi her hükümde mutlak surette ge­rekli olmaktadır.

ALLAH´u a´lem! [384]

ON BİRİNCİ MESELE:


Daha önce ihtilâf mahallerinden genel olarak bahsedilmiş, tafsilâta girilmemişti. İbnu´s-Seyyid, şeriat âlimleri arasında mevcut bulunan görüş ayrılıklarının sebeplerine dair bir kitap yazmış ve orada ihtilâf sebeplerini sekiz olarak göstermiştir:

(1) Lâfızlarda müşterekliğin[385]bulunması ve bunların tevile açık olmaları. Bunu da kendi arasında üçe ayırmıştır:

a) Müfred lâfzın konulusunda müştereklik; [386] ya da hırâbe[387] suçunun cezasını belirten âyette[388] gecen

kelimesi gibi.[389]

b) Kelimenin değişik kalıplara sokulması (tasrif) sıra­sında ortaya çıkan müştereklik;

âyetinde[390] olduğu gibi.

c) Terkipten doğan müştereklik;âyetlerinde olduğu gibi.[391]

(2) Lâfzın hakikat ve mecaz olarak kullanılır olması. Bunu da üç kısma ayırmıştır:

a) Lâfzın kendisinden kaynaklanan; "nüzul" yani ALLAH Teâlâ´nın dünya semasına indiğini ifade eden hadis gibi. Keza,âyeti de[392] böyledir,

b) Lâfzın hallerinden kaynaklanan;âyetinde olduğu gibi. Buradaki görüş ayrılığının şek­lini açıklamamıştır.[393]

c) Terkip halinden kaynaklanan; mümtenf (imkânsız) olan birşeyin mümkün olan bir şekilde gelmesi ya da bunun aksi olması gibi. "Vallahi, eğer ALLAH bana kâdirse, elbette beni âlemlerden hiçbirini azap etme­diği azaba çekecektir"[394] hadisi ile, başka surette gelen benzer sözler gibi. Meselâ, emrin haber şeklinde, Övgünün yerme şeklinde, çoğaltmanın azaltma şek­linde gelmesi ya 4a bunların aksi bir tarzda gelmesi gibi.

(3) Delilin, hükme müstakillen delâlet edip etmemesi arasın­da dönmesi. Meselâ Ebû Hanîfe, İbn Ebî Leylâ ve İbn Şübrüme´nin satım akdi ve şart konusundaki tutumlarını gösteren el-Leys b. Sa´d hadisi gibi.[395]Keza cebir, kader ve iktisâb meselesi gibi.[396]

(4) Delilin umûm ve hususa ihtimali bulunması: "Dinde zorlama yoktur[397]"Ve Âdem´e bütün isimleri öğretti"[398]âyetlerinde olduğu gibi.

(5) Rivayet ihtilâfı. Bu konuda sekiz illet bulunabilir ki bun­lara daha önce işarette bulunulmuştu.

(6) İctihâd ve kıyas konuları.[399]

(7) Nesh bulunup bulunmadığı iddiası.

(8) Delillerin hem mübahlığa hem de daha başka hususlara delâlet edecek şekilde gelmesi. Cenazeler üzerine ezan okuma ve tekbir alma, kıraat şekilleri hakkındaki ihtilâf­lar gibi.

İbn Seyyid´in kitabına aldığı başlıklar bunlar. Konu ile ilgiii tafsilat arzu edenler bu kitaba baksınlar. Ancak, onun zikrettiklerinin tümü geçen esasa vurulduğu zaman, ko­nuyla ilgili işin özü elde edilmiş olur. Başarı ancak Al­lah´tandır. [400]

ON İKİNCİ MESELE:


Bazı ihtilâflar vardır ki, dikkate alınmaz. Bunlar iki kısımdır:

(1)

Şeriatta kesin bulunan esaslara ters düşen hatalı görüşler. Bu­na daha önce işarette bulunulmuştu.

(2)

Zahiren muhalif gibi gözükmekle birlikte aslında öyle olmayan görüşler. Bu kısımdan olanlar daha çok, Kitap ve sünnetin tefsiri sadedinde olur. Dikkat edilecek olursa müfessirlerin, seleften Ki-tab´ın lâfızlarının mânâlarına yönelik ilk bakışta birbirine muhalif gibi gözüken görüşler naklettikleri görülür. Fakat biraz üzerinde durulduğu zaman, onların, hepsini de içine alabilecek bir tarzda ifadelerinin mümkün olduğu görülür.[401] Şu halde bu gibi görüşleri, sahiplerinden hiçbirinin maksadını ihlâl etmeksizin birleştirmek mümkündür ve bu durumda görüş ayrılığından bahsetmek ve bu kabilden farklı görüşleri, dikkate alınması gereken muhalif görüş gibi değerlendirmek doğru olmaz. Aynı durum, sünetin açıklanma­sı, keza imamların fetvaları ve ilmî meseleler hakkındaki sözleri hakkında da geçerlidir. Bu husus, üzerinde durulması gereken bir konudur. Çünkü aslında görüş ayrılığı bulunmayan bir meseleyi ihtilaflı bir konu olarak nakletmek, nasıl ki görüş ayrılığı bulunan bir konunun üzerinde ittifak edilmiş bir konuymuşcasına takdimi yanlışsa aynen onun gibi yanlıştır.

Bu husus açıklık kazandıktan sonra deriz ki: Bu ikinci kısım­dan olan yerlerde görüş ayrılığından bahsetmenin sebepleri vardır:

(1)

Söz konusu lâfzın tefsiri hakkında Rasûhıllah´tan (s.a.) ya da sahabeden birinden veya daha başkasından birşey zikredilir ve on­lardan nakledilen o şey, lâfzın kapsamının bir kısmını oluşturur. Sonra bir başkası, yine lâfzın kapsamı dahilinde bulunan daha başka şeyler söyler. Daha sonra müfessirler her ikisinin ifadesine de aynen yer verirler. Bunun sonucunda da, sanki konu ile ilgili görüş ayrılığı varmış zannedilir. Oysa ki hakikatte böyle birşey yoktur. Meselâ "el-menn" hakkında, onun yufka ekmek olduğunu söylemiş­lerdir. Bunun yanı sıra onun zencebîl[402] olduğu veya kudret helvası (terencebîn[403]) olduğu da söylenmiştir. Keza ona suya kattıkları bir içecek de demişlerdir. (İn´âm ve ihsanda bulunmak mânâsına ge­len) "el-Menn" lâfzı, bunların hepsini de kapsamaktadır. Zira ALLAH Teâlâ, onlara bu sayılan şeylerle in´âm ve ihsanda bulunmuştur. Bu noktadan hareketledir ki hadiste: "Mantar (el-kem´e), ALLAH Teâlâ´nın İsrailoğulları üzerine indirmiş olduğu "menn"dendir"[404] buyurulmuştur. Buna göre "el-menn", nimetler cümlesidir ve onun hakkında görüş beyan edenler, sadece ondan birer örnek zikretmiş gibi olurlar.

(2)

Nakil sırasında, hepsi de aynı mânâya çıkacak farklı şeyler zikredilmesi. Bu durumda tefsir, aslında aynı görüş üzerinde ol­makla birlikte farklı lâfızlarla nakledilmesi sanki konu hakkında görüş ayrılığı varmış intibaını verir. Meselâ "es-selvâ" kelimesi hakkında, bıldırcına benzer bir kuştur demişlerdir. Bunun yanı sıra şöyle şöyle Özelliği olan kırmızı bir kuş, Hind kökenli serçeden bü­yük bir kuş olduğu da söylenmiştir. Keza "el-menn" hakkında "ağaçlar üzerine yağan birşeydir ve yenilir"; "tatlı bir reçinedir" "kudret helvasıdır (terencebîn)"; "kalın kıvamlı üzüm şırası gibi bir­şeydir"; "donmuş baldır" da denilmiştir. Bu gibi şeylerin aynı şey üzerine hamledilmesi doğru olur ve dolayısıyla konu ile ilgili görüş ayrılığı bulunmaz.

(3)

Görüşlerden biri lâfzın lügat yönünden tefsiri, diğeri ise mânâ açısından tefsiri şeklinde olur. Tabiî ki i´râb[405]açısından yapılan izah ile mânâ açısından yapılacak olan izah arasında fark olacaktır. Bununla birlikte her ikisi de sonuçta aynı hükme çıkacaktır. Çün­kü lâfzın üzerinde lügat açısından durulması, aslî vaz´m izahı anla­mına gelir. Diğeri[406] ise, kullanılış halindeki mânânın izahına yö­nelik olur. Nitekim:âyeti[407] hakkında "el-mukvîn"den maksadın yolcular olduğunu söylemişlerdir. Keza "çöl bir arazi üzerine inenler" mânâsı da ver­mişlerdir. Aynı şekilde:

âyetindeki "kâri´a"[408] hakkında da "ansızın kendilerini yakala­yan musibet" mânâsı yanında, Rasûlullah´m (s.a.) seriyyelerinden biri mânâsı da verilmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

(4)

Mevcut görüş ayrılığının aynı nokta üzerinde bulunmaması. Meselâ, "Mefhûmun umûmu var mıdır, yok mudur " meselesindeki ihtilâfları böyledir.[409] Şöyle ki: Mefhûmun delilliğini kabul edenler, [2171 onun mantûkun dışında kalan şeyler için âmm olduğunda ihtilâf etmemektedirler. Umûmunu kabul etmeyenler ise, bununla, man­tûkun bulunması sebebiyle umûmun sabit olamayacağını kastetmiş olmaktadırlar. Bu haliyle konu, üzerinde ihtilâfın bulunmadığı bir konu olmaktadır. Pek çok mesele bu kabildendir. Aslında konu hak­kında görüş ayrılığı yoktur ancak, görüşler nakledilirken, sanki mesele ihtilaflı imiş gibi nakledilir.

(5)

Aynı imama nisbetle farklı görüşlerin olması gibi fertlerin kendilerine has durumların olması. Zaman içerisinde muctehid görü­şünü değiştirebilir ve daha önce verdiği fetvasından dönerek farklı bir görüşe geçebilir. Böyle bir durumda mesele hakkında ihtilâf bu­lunduğunu söylemek doğru olmaz. Çünkü imamın birinci görüşün­den dönerek ikinci görüşe geçmesi, birinciyi attığı ve ikinci görüşü­nün onu neshettiği anlamına gelir. Bu konuda bazı son devir hu­kukçularının karşı görüşleri varsa da, doğrusu bizim söylediğimiz-dir. Buna, daha Önce geçen şeriatın tek hüküm üzere olduğu ve ak­sinin caiz olmadığı İlkesi de delâlet eder. Bu durum bazen, zikredi­lenden daha genel bir mahiyet arzedebilir. Meselâ, ulemâ bir konu­da ikiye ayrılır, sonra bu iki gruptan biri diğerinin görüşüne döner ve böylece ortada ihtilâf kalmaz. Nitekim İbn Abbâs´m müt´a nikâhı ve ribâ´l-fadlın[410] helâlliğine dair eski görüşünden dönmesi, keza inzal olmasa dahi sırf sünnet mahallinin girmesi sebebiyle gusül gerekeceği konusunda Ensâr´ın Muhacirlerin görüşüne dönmele­ri[411] böyledir. Dolayısıyla bu gibi meselelerin ihtilaflı konulardan sayılması uygun değildir.

(6)

İhtilâfın hükümde değil de amelde vuku bulması. Kıraat i-mamlarının kıraat şekillerindeki ihtilâfları böyledir. Onlar okuduk­ları kıraatleri, diğer şekilleri inkâr ederek, sadece kendi kıraatleri­nin doğru olduğu iddiasıyla okumamaktadırlar. Aksine diğerlerinin de sahihliğini kabul etmektedirler. Bu durumda aralarındaki gö­rüş ayrılığı sadece tercihlerde olmaktadır ve bu gerçekte bir ihtilâf değildir. Çünkü sıhhati üzerinde ittifak ettikleri nakillerde ihtilâf etmezler.[412]

(7)

Ayet ya da hadisin tefsirinin aynı müfessirden farklı ihtimaller gözönünde bulundurularak yapılmış olması ve her ihtimale uygun düşecek sonuçlara varması ve bu arada tercih konusunda bir görüş ayrılığından bahsetmemesi, aksine mânâların geniş tutulması esa­sından hareket etmesi. Bu da, görüş ayrılığı olarak kabul edilmez. Çünkü gerçek anlamda bir ihtilâftan bahsedebilmek için, her görüş sahibinin sadece bir ihtimali benimsemiş olması ve o onu tercih et­tiği delil ile desteklemesi ve böylece diğer görüşlere iltifat etmemesi gerekir. Burada ise böyle bir durum yoktur.

(8)

Görüş ayrılığının, aynı mânânın (meselâ hakikate mi yoksa mecaza mı hamledileceği gibi) ne üzere indirileceği hususunda vu­ku bulması. Meselâ sonuç aynı olmakla birlikte bir kısmının mecaza hamletmeleri, diğer bir kısmının ise hakikate hamletmeleri gibi. Nitekim "ALLAH ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır"[413] âyeti hakkında müfessirlerin yaptığı böyledir. Onlardan kimisi, âyette geçen hayat ve ölümü hakikî mânâsı üzerine almış, kimi de mecaza hamletmiştir. Mânâ bakımından aralarında ise bir fark bu­lunmamaktadır. Benzeri bir örnek de şudur: İbn Cinnî, İsa b. Ömer´den bir başkasından da nakledilmiştir şöyle nakleder: Zü´r-Rümme´yi şu şiiri okurken işittim:

Bunun üzerine ona: "Bu şiiri daha Önce bana şeklinde okumuştun !" dedim. aynıdır, diye cevap ver­di.[414] Aynı duruma âyeti hakkında da vâriddir. Zira onun hakkında "gündüz gibi bembeyaz, hiçbir şey yok" mânâsı verildiği gibi "gece gibi simsiyah, hiçbirşey yok" mânâsı da verilmiş­tir. Her ne kadar birbiri ile asla bir araya gelmesi mümkün olma­yan iki zıd şey ile teşbih edilmiş olsa da ifade edilmek istenen mak­sat aynı şeydir.

(9)

Görüş ayrılığının tevilde ve zahirin haricî bir delilin gereğine hamledilmesi sırasında meydana gelmesi. Burada tevile girişen herkesin maksadı, lâfzın, zahirinden alınarak tevili gerekli kılan delil ile uyuşacağı bir yöne hamle dilmesi dir ve bu konuda yapılan bütün teviller birbirine eşittir. Dolayısıyla murad olunan mânâ hakkında bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.[415] Bu tür teviller da­ha çok, zahirî teşbihi anımsatan lâfızlarda olur. Diğerlerinde de çokça bulunur. Meselâ, meclis muhayyerliği getiren hadiste[416]İmam Mâlik´in görüşüne[417] müsteniden yapılan teviller böyledir.

(10)

Maksat aynı olduğu halde onu ifade etmek için kullanılan ifa­delerde meydana gelen görüş ayrılığı. Meselâ haber hakkında ihtilâf etmişlerdir: Acaba haber sadece doğru ve yalan diye iki kıs­ma mı ayrılır Yoksa, ne doğru ne de yalan olan bir üçüncü kısım daha mı vardır Bu tamamen ifadede söz konusu olan bir ihtilâf olup, mânâ üzerinde ittifak bulunmaktadır. Farz ve vâcib kavram­ları hakkında da durum aynıdır. Hanefîler ile diğerleri arasındaki fark, bu kavramlardan ne kastedildiği esası üzerine kuruludur. Kadı Abdulvahhâb "Vitir vacip midir " meselesi hakkında şöyle der: "Eğer Hanefîler bu sözleriyle "Terki haramdır ve o kişi bu yüz­den cerhedilir ve adalet vasfını yitirir" demeyi kastediyorlarsa, o zaman bizimle onlar arasındaki görüş ayrılığı, delillerin kapsaması imkânı bulunan bir mânâda olmaktadır. Eğer bunu demek istemi­yorlar ve ´Terki haram değildir ve terkeden kişi bu yüzden cerhedi-lerek adalet vasfını yitirmez" demeyi[418] kastediyorlarsa, o zaman onun vacip diye isimlendirilmesi, sadece sözde kalan bir ihtilâf olur [220i ve ona karşı delil getirme çabasına girmek doğru olmaz. Onun bu dedikleri vakıa doğrudur. Çünkü ıstılahların seçimi konusunda illâ da şu olacak diye bir kayıt yoktur. Lâ müşâhhate fi´l-ıstılâhât. Bu durumda mevcut surî ihtilâf üzerine zaten bir hüküm de terettüp etmeyecektir. Dolayısıyla bu gibi ihtilâfları gerçek mânâda görüş ayrılığı kabul etmek doğru olmaz.

Buraya kadar saydıklarımız, mevcut görüş ayrılıklarının dik­kate alınmaması gerektiği on yer olmaktadır. Müctehidin bunları hep aklında tutması gerekir ki, diğerlerini bunlara kıyas edebilsin, herhangi bir gevşeklik gösterip de, icmâa muhalefet[419]gibi bir du­ruma düşmesin.

Fasıl:

Şöyle denilebilir: İlk bakışta görüş ayrılığı gibi gözüken şeyler, işin aslına bakıldığı zaman uzlaşmaya çıkan şeylerdir.[420]Şöyle ki:

Daha önce de ortaya konduğu üzere şeriat sonuç itibarıyla tek bir görüşe varır. Şer´î meselelerde mevcut bulunan ihtilâflar, onla­rın hükmünün açık ve net bulunan iki ucun arasında yer alır olma­sından ve müctehidlerin farklı yaklaşımlarından, bazı delillerin kendilerine gizli kalmasından ve onlara vakıf olamamalarından kaynaklanmaktadır.

Bu ikincisi hakkında gerçek anlamda bir görüş ayrılığından bahsetmek mümkün değildir. Zira şayet müctehid, kendisine gizli kalan delillere vakıf olacak olsaydı, kendi görüşünden vazgeçecek­ti[421] Bu yüzdendir ki, kadılarca delillere muhalif olarak verilen hükümler geçerli sayılmamaktadır.

Birinciye gelince, iki uç arasında hükmün gidip gelmesi demek[422], her bir müctehidin Sâri´ Teâlâ´nm ikisi arasındaki müb-hem olan kasdını araştırması ve O´nun kasdına götürecek delili bulması ve ona tâbi olması demektir. Müctehidler bu iki kasıdda[423] tam bir mutabakat içerisindedirler ve onlardan her biri şayet kendi ulaştığı görüşünün aksi ortaya çıkacak olsa, derhal ona dönecek ve daha önce muhalifi olan o müctelıid ile uyum içine girecek haldedir. Dolayısıyla bu kısım da mânâ bakımından ikinci kısma rari bir hal almaktadır.[424] Şu halde gerçekte ihtilâf, Sâri´ Teâlâ´nın tek olan maksadına ulaştıran yolda olmaktadır. Şu kadar var ki, müctehidin kendi içtihadı sonunda ulaştığı görüşten, bir beyan olmaksızın dön­mesi ittifak ile mümkün değildir. Bu hem her müctehidin içtihadın­da isabetli olduğu (ımısavvibe) görüşüne, hem de sadece biri hariç diğer müctehidlerin hatalı olacağı görüşüne göre böyledir. Zira bir müctehidin, bir başkasının görüşü ile isterse o da isabetli görül­sün onun hatalı olduğunu kabul etmesi halinde olduğu gibi amel etmesi caiz değildir. Her müctehidin içtihadında isabetli olduğu (musavvibe) görüşüne göre, isabet izafîdir.[425] Dolayısıyla iki görüş bu açıdan bakıldığı zaman tek bir görüşe[426] çıkmaktadır. Durum böyle olunca da onlar aslında muhalif değil müttefik olmaktadırlar. İşte bu noktadan hareketledir ki, içtihadı meselelerde farklı görüşlere sahip olan müctehidler arasında karşılıklı dostluk, şef­kat, saygı ve sevgi olagelmiş, bunlar birbirine düşman gözüyle ba­kan gruplar, ayrı ayn fırkalar haline dönüşmemişlerdir. Çünkü hepsi de, Sâri´ Teâlâ´nın kasdına ulaşma konusunda birleşmekte­dirler. Şu halde yolların ayrı olması etkin değildir. Bu aynen farklı ibadetlerle ALLAH´a kullakta bulunan kimselerin arasında ihtilâf olmayısı gibidir. Meselâ, biri namaz ile, diğeri oruç ile, bir üçüncüsü sadaka ile, bir başkası daha farklı bir ibadetle ALLAH´a yaklaşmaya çalışır. Bu halleriyle onların hepsi de her ne kadar yöneliş şekil­leri farklı farklı da olsa Ma´bûd olan ALLAH´a yönelme esası üze­rinde birleşmektedirler.Müctehidlerin durumu da aynı şekildedir. Madem ki onların maksadı, Sâri´ Teâlâ´nın kasdını yakalamaktır, o halde sözleri bir, görüşleri aynı demektir. Bunun içindir ki hem on­lar hem de kendilerini taklit eden kimseler için daha önce de geç­tiği gibi ihtilaflı görüşlerle amel etmek sahih değildir. Zira ihtilaflı görüşlerfe amel etmek ve onlarla kulluk icrasında bulun­mak, sonuç itibarıyla Sâri´ Teâlâ´nın maksadına ulaşmak değil, he-va ve heveslere tâbi olmak anlamına gelmektedir. Görüşlerin bizatihi kendileri maksûd değillerdir, aksine onlar üzerinde birleşi-len maksadın elde edilmesi ve öğrenilmesi için önem taşırlar. Şu halde kulluk icrasının (taabbud) üzerinde birleşilmiş bir şekil olma­sı gerekmektedir, aksi takdirde sahih olmaz. ALLAH´u a´lem!

Fasıl:

Böylece lâfızda kalmayan gerçek anlamda bulunan görüş ayrı­lıklarının (hilaf) saptırıcı hevâ ve heveslerden kaynaklandığı, icmali ve tafsili olarak delillere tâbi olmak suretiyle Sâri´ Teâlâ´mn kasdına ulaşma çabasından kaynaklanmadığı ortaya çıkmaktadır. Şu halde gerçek anlamda görüş ayrılığı, hevâ ve heves sahipleri ta­rafından ileri sürülen ihtilâflardır. İşin içine hevâ ve heves girdi mi, bu, galebe çalmak, şöhret olmak gibi arzularla konunun ihtilaflı olduğu da ileri sürülerek nassların müteşâbih olanlarına uyulmasına sebep olur ve bu da ayrılık, kopma, düşmanlık, kin ve husûmet gibi sonuçlara götürür. Çünkü hevâ ve hevesler farklı ol­duğundan, onların gereği doğrultusunda hareket edildiğinde anlaş­manın sağlanmasına imkân yoktur. Oysa ki şeriat, hevâ ve heves­lere tâbi olmanın kesin olarak önünün alınması için gelmiştir. Hal böyle iken eğer nefsânî arzular, delilin bir kısım öncülleri halini alı­yorsa, elbette ki o delil, sadece ve sadece hevâ ve heveslere tâbi ol­ma sonucundan başkasını doğurmayacaktır. Bu ise şeriata muhale­fettir; şeriata muhalefetin de dinde bir yeri yoktur. Hevâ ve heves­lere uyma, eğer şeriata uyma zannı ile yapılıyorsa, bu bir sapıklık­tır. O yüzden de bid´atler sapıklık olarak nitelenmiş ve "her bid´at dalâlettir" buyurulmuştur. Çünkü bid´at sahibi, kendisinin isabetli olduğu kuruntusuna kapılması hasebiyle hatalıdır. Hevâ ve heves­lerin amellere karışması her zaman için açık değildir.[427]

Sonuç olarak diyoruz ki, hevâ ve heveslerine uyan kimselerin görüşleri, şeriatta dikkate alınması istenen görüş ayrıhklarınden sayılamaz. Dolayısıyla şer´î mesâilde bu cihetten herhangi bir görüş ayrılığının bulunduğundan bahsetmek doğru olmaz.

İtiraz: Bu sonuç kabul edilemez. Çünkü âlimler onların görüş­lerini şer´ı hilaf meyanında dikkate almışlar, usûl ilimlerinde onla­rın sözlerini nakletmişler, üzerlerine çeşitli ayrıntılar getirmişler, icmâın oluşması konusunda onları da dikkate almışlardır. Bütün bunlar, onların görüşlerinin dikkate alınması demektir.

Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap vermek mümkündür:

(1)

Bir kere biz, âlimlerin onların görüşlerine değer verdikleri ve dikkate aldıkları iddiasını kabul etmiyoruz. Aksine onlar, bu tür görüşlere, aynen yahudi, hıristiyan ve diğer milletlerin görüşleri­ni zikredip, onların yanlış olduklarını beyan etmeleri gibi sırf on­ları reddetmek ve sakatlıklarını göstermek için yer vermişlerdir. Bu durum usûl ilimlerinde açıktır. Onlar üzerine getirilen ayrıntı­lar da, nihayet onların üzerine kurulmuştur.

(2)

Haydi diyelim ki âlimler onların görüşlerine değer vermişler­dir. O zaman bu, onların görüşlerine ulaşırken mutlak anlamda nefsânî arzularına uymuş olmamaları açısından olacaktır. Mutlak anlamda hevâ ve heveslere uyan kimse, şerîatı temelden kabul et­meyen kimselerdir. Ama bir kimse şerîatı tasdik eder, sonra onda ilerler ve hakkında, ´sadece delilin gereğine uyar, delil kendisini ne­reye çekerse oraya gider´ zannının besleneceği bir dereceye ulaşır­sa, böyle bir kimse hakkında mutlak anlamda hevâ ve heves peşin­dedir denemez. Aksine o kişinin şeriata tâbi olduğundan, şu kadar var ki, müteşâbihlere uyması sebebiyle işin içine nefsânî arzularını da karıştırmış olduğundan söz edilir. Bu haliyle o, bir taraftan nefsânî arzularını işin içine kattığından hevâ ve heveslerine tâbi zümre ile ortak yöne sahiptir, diğer taraftan da hak ve hakikat ehli ile müştereklikleri vardır; zira bir anlamda delile tâbi olmakta ve onun gereğinden başkasını kabul etmemektedir. Kaldı ki, bunların aynı şeye ulaşma gibi hak ve hakikat ehli ile nihâî olarak maksat birlikleri de bulunmaktadır. Bu da şeriata uymadır. Meselâ en şid­detli görüş ayrılıklarının bulunduğu konu ALLAH´ın sıfatları konu­sudur ve kimisi bunları inkâr eder, kimisi de isbat. Buna rağmen biz her iki gruba da baktığımız zaman, onlardan her birinin ALLAH Teâlâ´nın her türlü noksanlıklardan tenzih edilmesi, kusurlardan beri kılınması ve sonradan yaratılmışlara benzetilmemesi gibi delil­lerin gereği olan bir esas etrafında dönüp dolaştıklarını görürüz. Onların yolda ihtilâf etmeleri, her iki taraf hakkında da asıl olan bu kasdı ihlal etmeyebilir. Usûlle ilgili diğer meselelerde de duru­mun böyle olduğu görülür. Burada şunu da eklemek gerekir: Bu meselelerden bazıları vardır ki, vürudunda problem bulunmakta ve esasen onlara dalınması riskli olmaktadır. Bu yüzden de şeriatta, onların bid´atleri sebebiyle İslâm´dan çıkmış olduklarına dair bir açıklık bulunmamaktadır.

Sonra, onlar müslümanlarm çoğunluğu içerisinde yer almışlar, kendilerince zahirde müctehidlerin takındığı tavrı takınmışlardır. Sâri´ Teâlâ ise, genelde onların açıkça belirlenmesi yoluna gitme­miştir. Bu durumda onlar ancak ictihâd yoluyla belirlenmiş olacak­lardır. İçtihada temel alınacak şeyler ise farklılık arzeder Bu du­rumda onların görüşlerini de nakletmekten, yazılan eserlere almak suretiyle onları dikkate almak ve üzerinde durmaktan, uygunlukta ve ayrılıkta onlara da itibar etmekten başka yol yoktur. Böylece gö­rüşler hakkında sürekli bir değerlendirme imkânı elde edilmiş olur. Aksi takdirde onlara nisbet edilen herşey hak da olsa reddedi­lir ve hak olanı bâtıl olanından ayırdedilmez. Bu konu ile ilgili Ki-tâbu´l-İcmâ´da açıklama bulunmaktadır.[428] İşte bu gerekçelerin bulunması sebebiyle, onların karşı görüşleri de hilaf meyamnda nakledilmiştir.

İşin aslına gelince, onların hak ve hakikat ehli ile birleştikleri yerde uyuşma meydana gelmekte, ihtilâf ettikleri yönden ise ayrılık doğmaktadır. Bu durumda, uyuşma noktasında işin esasında da öyle olduğu, sahih bulunduğu ve birlik sağlandığı için bir görüş ay­rılığı bulunmamaktadır. İhtilâf yönünden ele alındığında ise, onlar bu konuda kesin olarak hatalı bulunmaktadırlar. Bu haliyle görüş­leri, "zelle"ler mesabesinde bulunmakta ve hilafta dikkate alınması gereken farklı görüş kabilinden sayılmamaktadır. Şu halde nereden bakılırsa bakılsın ittifak mevcut bulunmaktadır.

Bu meseleden çıkan sonuç şudur: İslâm´ın hükmü, her bir şer´î meselede tektir; farklı imiş gibi gözükse bile işin aslı Öyle değildir ve farklı görüşler sonuçta hep teke râcidir. Eğer sözü uzatma endi­şesi olmasaydı, konu ilgili deliller ve doyurucu örnekler verilmek suretiyle yeterince açıklanabilirdi. Ancak bu arzettiklerimizin konu ile ilgili yeterli olduğu kanaatindeyiz. Bu yüzden de sözü uzatmak istemiyoruz. Doğruya muvaffak kılan ALLAH´tır. [429]

ON ÜÇÜNCÜ MESELE:


Daha önce ictihâd için müctehidin sahip olması gereken ilim­lerden söz edilmiş ve onları elde ettiği zaman herhangi bir kayıt aranmaksızın kendisinin ictihâd etme yetkisi bulunduğu açıklan­mıştı.

Geriye ne kadar bir ilme sahip olursa kendisine ictihâd etme yetki ve görevinin teveccüh edeceği konusunda durmak kalmıştı. Şöyle ki: İlim talibi, tahsiline devam ettikçe üç aşama/mertebe ile karşılaşır:

(1)

Ezberlediği konular hakkında yavaş yavaş düşünmeye ve onla­rın sebeplerini araştırmaya başlama aşaması. Bu tahsil ettiği şeylerin[430] yavaş yavaş farkına varması sonucunda ortaya çıkar; ancak henüz mücmeldir ve muhtemelen bazı meseleler hakkında küllî olarak değil de cüz´î olarak ortaya çıkar ve bazen de tam belir­gin bir halde bulunmaz. Bu halde iken o, araştırmasını sürdürür ve bu sırada hocası kendisine içinde bulunduğu aşamaya uygun düşe­cek şekillerde yardımcı olur; yolu boyunca maruz kaldığı evhamla­rını giderir, problemlerini çözer, yolu üzerinde yürümesi esnasında karşılaşacağı problemlerini giderecek noktalara işaret eder, ayakla­rının kaymaması, şaşkınlığa düşmemesi için önlemler alır ve onu eğitmeye devam eder ve böylece sağa sola yalpalamadan sırat-ı müstakim üzere inceleme ve araştırma yapabilmesinin imkânlarını hazırlar.

Böyle bir ilim talibi, bu aşamada kaldığı sürece şer´î kaynak­larla çekişme pozisyonlarına girer; bir kendi asılır, bir kaynaklar asılır, onlara karşı çıkar, onlar kendisinin yolunu keser. Bütün bunları yaparken onların esaslarını öğrenmeyi, hikmetlerine ve maksatlarına ulaşmayı arzular; fakat henüz bunlar açık ve seçik olarak kendisi için belirlenmiş bir halde değildir. Böyle bir ilim tali­binin araştırma ve inceleme yaptığı bir konuda ictihâd etmesi doğ­ru olmaz. Çünkü ictihâd için gerekli olan altyapı henüz kendisi için tamamlanmış değildir ve bu haliyle o, ictihâd edeceği konu hakkın­da, kalbi tam olarak yatacak şekilde açık seçik bir beyyine üzere bulunmamaktadır. Böyle bir kimsenin yapması gereken şey, içtihada yeltenmemek ve taklit yolunu tutmaktır.

(2)

Orta aşama: Araştırma, inceleme ve değerlendirme sonucunda tahsil ettiği şeylerin mânâsının, şer´î burhanın kendisini ulaştıraca­ğı şekil üzere tahkiki mertebesi.[431] Bu aşamaya ulaşan ilim talibi için artık yakın (kesin bilgi) hasıl olur ve konu ile ilgili hiçbir şüp­hesi bulunmaz. Hatta bu aşamadaki bir kimse hakkında şüpheler eğer varsa tabiî elinde bulunan şeylerin sıhhatini gösteren de­liller mesabesinde olur ve o, kendi elde ettiği şey hakkında şüphesi bulunan kimseler hakkında hayret eder hale gelir. Aynen gözü olan bir kimsenin gündüzün aydınlığını görememesine gösterilecek hay­ret gibi. Ancak durum bu minval üzere devam ederken iş, mahfuzatmın[432] hıfzından hükmen yok olması gibi her ne kadar fiilen mevcut ise de bir noktaya kadar gider. Tabiî bunun sonucunda şer´î meseleler hakkında, aleyhinde ya da lehinde herhangi bir hu­sûsî nass bulunmuş bulunmamış hiç aldırış etmeksizin (küllilerden hareketle) kesin bir hükümde bulunmaya kadar gider ve bunda en ufak bir tereddüt göstermez.[433]

İlim talibinin bu mertebeye[434] ulaşması halinde, acaba kendisi için şer´î hükümler konusunda ictihâd etmesi doğru, olur mu Yoksa olmaz mı İşte bu nokta, üzerinde durulması gereken, karışıklıkla­ra ve görüş ayrılıklarına sebep olan bir konudur.

Cevaz taraftarları şöyle diyebilirler:

a) Madem ki şer´î maksatlar bu mertebeye ulaşan ilim talibi için gün ışığından daha açık bir hal almıştır, şer´î nassların mânâları açıklık kazanmış ve tam bir uyum halinde ve bir­birini, destekler bir hal almıştır, tahsil edeceği başka bir i ilim kalmamıştır[435]. Bu mertebedeki bir kimsenin elde etti-

ği şey, şeriatın küllî esasları, din edinmenin direği, teklifin menbaıdır. Bu durumda o kimse nass ile belirlenmiş tafsilata ya da onların cüzîyyâtına ha bakmış, ha bakmamış ne farkedeçektir. Zira bu konuda yapılacak değerlendirme, kendisine bir katkıda bulunmayacaktır. Eğer öyle olacak olsaydı, o zaman bu mertebeye zaten ulaşmış olamazdı. Hal­buki biz onun bu mertebeye ulaşmış olduğunu kabulleniyo­ruz. Bu bir çelişki olur.

b) Hakkında nass bulunan cüziyyât üzerinde durmaktan maksat, şer´î küllî esaslara ulaşmak[436] ve böylece vereceği fetvaları elde edilecek olan küllî esaslar üzerine oturtmak, ictihâd yoluyla varacağı hükümleri onlara vurmaktır. Eğer bu amaç zaten mevcut ise, o takdirde cüziyyâta gitmek za­ten var olan birşeyin yeniden elde edilmesi (tahsîlu´l-hâsıl) anlamına gelir ki bu da muhaldir.

c) Şer´î maksada ait olan küllî, elbette ki cüziyyât ve husûsiy-yâta derinlemesine vukufiyet sonucunda kendisi için mun-zabıt hale gelmiş, onların mânâlarına muttali olma yoluyla da ulaştığı bu dereceye ulaşabilmiştir. Her ne kadar ona gö­re küllî mânânın onları kuşatması sebebiyle hâkim konum­da değilse de, aslında hâkim durumdadır.[437] Çünkü küliî olan mânâ onlardan elde edilmiş ve bu yolla munzabıt bir hal almıştır. Bu yüzdendir ki bu mertebeye ulaşmış bir kimse, herhangi bir konu hakkında kesin bir hükümde bu­lunduğu zaman mutlaka kendisini destekleyen cûz´î deliller bulunur[438] ve o hükmü teyid ve tasdik eder. Eğer böyle ol­masaydı, ne desteklerdi, ne de yardım ederdi. Hal böyle olunca bu mertebe sahibi olan kimsenin istinbât ve içtihada gerçekten kadir bir konumda olduğu ortaya çıkar. Ulaşıl­mak istenilen sonuç da budur.

Bu mertebede olan kimseye ictihâd etme yetkisi tanımayanlar ise tezlerini şu şekilde delülendirebilirler:

a) Bu mertebe sahibi kimse, bu mertebenin hakikatleri ile yüzyüze geldiğinde, amaçlarının birbirini desteklediğini gördüğünde, kendince kat´î bulunan şeyler kesin delil ile it­tisal peyda edince, şeriat onun hakkında, hiçbir kimsenin ayağının kaymayacağı, hiçbir husûsî meselenin şaz halde itibardan düşmeyeceği yeknesak bir durum ve düzenli bir yol halini alır. (Ancak bu durumda o cüz´î üzerinde durmayı terkedemez). Terketmesi halinde mutlaka her ikisinin de itibara alınması zorunlu olan uçlardan biri terkedilmiş olur.[439]Zira Deliller bölümünde de açıklandığı üzere cüz´î nassların ihmal edilerek sadece küllî esasların dikkate alınması da, bunun aksi de hatalıdır. Durum böyle olunca, hali böyle olan bir kimse, eksiklerini tamamlayıncaya ka­dar ictihâd derecesine ulaşmış olamayacak, kendisinde bu yetkiyi göremeyecektir.

b) Husûsiyyâtın da kendilerine özgü bazı özellikleri vardır ki, bunlar diğerlerinde bulunmaz ya da başkaları hakkında uygun düşmez. Meselâ nikâhı ele alalım; onun her yönden bedelli diğer akitlerle eş tutulması ve onlarda geçerli hü­kümlerin bunda da uygulanmaya çalışılması caiz olmaz. Keza her yönden hibe ve teberru gibi muamelelere de ben-zetilemez. Kölenin malı, ağacın meyvesi, karz, arâyâ, diye­tin âkile üzerine yüklenmesi, kırâz (mudârabe), müsâkât bütün bunların kendi mahiyetlerine uygun bir başkasına ise uygun düşmeyecek özellikleri ve dolayısıyla farklı hü­kümleri vardır.[440]İbâdetlerde, günlük işlerde ve diğer hü­kümlerde yer alan ruhsatlar[441] hakkında da durum aynıdır. Hal böyle olunca ki biz bütün bunların nihâî olarak zarurî, hâcî esasların ya da bunların tamamlayıcı unsurla­rının gerçekleştirilmesi küllî esasına çıktıklarını biliyo­ruz onların her yerde ve tek bir kalıp üzere konulmaları mümkün olmayacaktır. Aksine her konu kendi hususiyetle­ri ile birlikte ele alınacak, onun cüz´î özellikleri de değerlen­dirilecek ve böylece bir sonuca varılmaya çalışılacaktır. Şimdi bir kimse küllî maksadı bilir, fakat konu ile ilgili husûsî özellikleri bilmezse, bildiği o küllî esası o özel konu hakkında nasıl icra edebilir ve Sâri´ Teâlâ´nın maksadının o olduğunu nasıl ileri sürebilir Bu tutum Sâri´ Teâlâ´nın maksadını muhafaza esası ile bir arada yürümez.

c) Bu mertebe, eğer husûsî özellikler dikkate alınmayacak olursa, onların mahallerinin de ki bunlar mükelleflerin fiilleri oluyor dikkate alınmaması gibi bir sonucu lâzım kılar. Hatta nasıl ki küllî esasları her bir cüz´î hakkında mutlak surrette icra ediyorsa, kendi hususiyetlerine bak­maksızın onları her bir mükellef üzerine de aynı şekilde ic­ra etmek gibi bir sonuca ulaşır. Bu ise Sâri´ Teâlâ´nın mak­satlarından anlaşılacağı üzere sahih değildir. Mükellefle­rin husûsî hallerinin dikkate alınması da ancak husûsî de­lillerin dikkate alınması halinde sahih olur. Bu mertebe sa­hibi, müctehidin derecesinin gerektirdiği yere kadar inebi­lecek bir derinliğe sahip değildir[442] şu halde böyle birinin içtihada kalkışması doğru olmaz.

Görüldüğü gibi her iki tarafin da yaklaşımlarında haklı olduk­ları yerler vardır ve dolayısıyla konu gerçek mânâda değerlendirme karşısında hâlâ problemliğini korumaktadır.[443]

Konu ile ilgili örneklerden biri şudur: Bazıları kıyası toptan reddetmekte ve herhangi bir kayıt aramaksızın nassları esas al­maktadır. Diğer bir grup ise herhangi bir kayıt getirmeksizin kı­yasla amel etmekte ve ona muhalif düşen haberlere aldırış etme­mektedir. Bu iki gruptan her biri de fikrî bir aşırılığa girmiş, mut­lak ve genel bir surette aslında şer´î olan ve fakat dengeyi sağlayan iki uçtan sadece biri tarafına meyletmiş[444], şeriatın tamamı hak­kında bidüziyelik arzedecek ve bu yaklaşımla birlikte onda ne bir noksanlık ne de kusur olmayacağı, aksine, "Bugün size dininizi tamarnladım.[445] âyetinin gereği doğrultusunda bir yaklaşıma sa­hip oldukları inancı içerisinde hareket etmişlerdir.

Re´y taraftarları şöyle demektedirler: Şeriat sonuçta, tamamıy­la kulların maslahatlarının gerçekleştirilmesi, onlara dokunacak zararların uzaklaştırılması esasına çıkar. Şer´î deliller hem genel olarak, hem de özel olarak hep bu mânâya delâlet eder. İstikra da aym sonuca ulaştırır. Bu genel ilkeye muhalif olarak gelen her bir cüz´î (ferd) şer´an muteber olamaz. Zira istikra neyin muteber oldu­ğuna, neyin de muteber olmadığına tanıklık etmektedir. Ancak bu küllî ve genel bir şekilde olmaktadır. Bu durumda bu genel ilkeye muhalif bulunan cüzînin reddi, küllî ve genel olan ilkenin gereği ile de amel edilmesi gerekecektir. Çünkü onun delili kat´îdir, husûsînin delili ise zannîdir; dolayısıyla aralarında tearuzdan ba­hisle her ikisinin de birlikte ele alınıp değerlendirilmesi gibi bir du­ruma girilmez, zannî atılır.

Zahirî mezhebi taraftarları ise şöyle derler: Şerîat sadece kul­ların denenmesi ve hangisinin amel bakımından daha güzel oldu­ğunun ortaya çıkarılması için gelmiştir. Onların maslahatları, Sâri´ Teâlâ´nın emir ve yasak ettiği şeyler doğrultusunda cereyan eder; yoksa kulların kendi bakışları[446] doğrultusunda değil. Biz nassların gereğine tâbi olmak suretiyle isabet ettiğimizden kesin olarak emin bulunmaktayız. Kaldı ki Sâri´ Teâlâ, bizden bu yolla kulluk yapma­mızı istemektedir. Mânâların dikkate alınması ve onlara tâbi olun­ması, re´ydir. Nasslara muhalif düşen her ne olursa olsun muteber değildir. Çünkü o, şeriatın genel esaslarına muhalif düşen husûsî bir durum olmaktadır. Zannî olan hâss ise, kat´î olan amma karşı koyamaz; dolayısıyla aralarında tearuzdan bahsedilemez.

Bu durumda re´y taraftarları, mânâları[447] lâfızlardan soyutla­mışlar, şeriatta onlara itibar etmişler ve lâfızların özelliklerini gö-zardı etmişlerdir. Zahirîler ise lâfızların gereklerini esas almışlar ve şeriata hep lâfızlar arasından bakmışlar, kıyâsî mânâların husu­siyetlerini dikkate almayarak onları bir tarafa atmışlardır. Bu iki gruptan her biri, asla diğerinin yaklaşımına iltifat etmemiş, onun şeriatı anlama ve değerlendirme yoluna bakmamıştır. Çünkü her iki grup da şeriatı anlama konusunda dayandığı bir küllî esasa sa­hiptir ve onun üzerinden yürümekte, husûsiyâta inmemektedir.

ed-Delâil´de Abdussamed b. Abdulvâris´den Sabit tarafından

- tahrîc edilen şu haberi bu kabilden bir Örnek saymak mümkündür: O şöyle anlatır: Dedemin kitabında şöyle yazılı buldum: Mekke´ye geldim ve orada Ebû Hanîfe, İbn Ebî Leylâ ve İbn Şübrüme ile kar­şılaştım. Ebû Hanîfe´ye geldim ve ona: "Bir satışta bulunan ve bera­berinde de bir şart ileri süren kişinin durumu hakkında ne dersin " diye sordum. O: "Satış da, şart da bâtıldır" dedi. İbn Ebî Leylâ´ya geldim ve aynı soruyu ona sordum. O da: "Satış caiz, şart bâtıldır" dedi. İbn Şübrüme´ye geldim o da: "Satış da, şart da caizdir" dedi. Ben: "Sübhânallah! Küfe fukahâsmdan üç kişi, aynı mesele hakkın­da bize farklı farklı şeyler söylüyorlar" dedim. Sonra Ebû Hanîfe´ye gittim ve ona diğer ikisinin konu ile ilgili dediklerini anlattım. O: "Onların ne dediklerini bilmiyorum, fakat bana Amr b. Şuayb ba­bası dedesi vasıtası ile ulaştığına göre Rasûlullah (s.a.) satış ve şartı bir arada yasaklamıştır" dedi. Bunun üzerine İbn Ebî Ley­lâ´ya geldim ve ona diğerlerinin söylediklerini anlattım. O: "Onların ne dediklerini bilmiyorum, fakat Hişâm b. Urve babası Hz. Âişe vasıtasıyla bana ulaştığına göre Rasûlullah (s.a.) (Hz. Âişe´ye) şöyle buyurmuştur: ´Berîre´yi satın al, velâ hakkını onlara şart koş. (Bu önemli değil) çünkü velâ hakkı, âzâd edene aittir.[448] Böylece Rasûlullah (s.a.) satışı geçerli kabul etmiş, şartı ise iptal etmiştir" dedi. Daha sonra İbn Şübrüme´ye geldim ve ona öbürlerinin dedik­lerini haber verdim. O: "Onların ne dediklerini bilmiyorum, fakat Mesûd b. Hakîm Muhârib b. Disâr kanalıyla Câbir b. Abdillah´ın şöyle dediği bize ulaşmıştır: "Rasûlullah (s.a.) (bir sefer esnasında) benden bir deve satın aldı, ben ona (Medine´ye kadar) binmemi şart koştum. O hem satışı hem de şartı onayladı"[449]

Bu Örnekte imamlardan her biri, muhtemelen verdiği fetvada esas aldığı hadisten çıkarmış olduğu küllî esasa dayanmış, onun dı­şında kalan cüziyyâtı ise muarız olacak evsafta görmemiş ve bu yüzden de onları dikkate almamıştır.[450] ALLAH´u a´lem!

ayten
Wed 29 September 2010, 10:46 pm GMT +0200
Bu mertebedeki bir kimsenin ictihâd etmesinin sahih olacağın­da ihtilâf yoktur. Ulaşmış olduğu seviye sayesinde o, problemlerin çözümüne kabiliyeti bulunan, hâkim konumda olan, yenik düşme­yen bir mertebededir. Daha önceki aşamalarda ise, ilim talibi hâkim konumda değildir; o yüzdendir ki o mertebelerde kişinin elde ettiği küllî mânâlar, onu hususiyet arzeden konulara iltifat etmek­ten alıkoyabilmektedir. Sahibi hâkim değil, mahkûm konumunda olan her mertebe, o aşamadaki kimselerin henüz ilimde rüsûh mer­tebesine ulaşmadığını gösterir. Eğer içinde bulunulan aşama, sahi­bi tarafından hâkimiyeti altına alınmış, orada tam bir vukufiyetle tasarruf yetkisi ihraz edilmişse, işte o kimse ilimde rüsûh sahibi ol­muş demektir ve ictihâd yetkisini hak eden, istinbâta ehil olan kim­se de işte odur. Çoğu zaman orta mertebede yer alanlar ile bu mer­tebede bulunan ve içtihada gerçekten ehil olan kimseler birbirine karıştırılır ve bunun sonucunda da içtihada ehil olup olunmama ko­nusunda çekişmeler meydana gelir. Allah´u a´lem!

Bu mertebeye ulaşmış kimselere "Rabbani" , "Hakîm", "İlimde rüsûh sahibi", "Âlim", "Fakîh" ve "ÂkiP gibi tabirler kullanılır. Çünkü bunlar ilmin büyük meselelerinden önce küçüklerini öğrene­rek işe başlamışlar ve rabbânî bir eğitimle bu mertebeye ulaşmış­lar, herkese/herşeye lâyık olduğu hükmü vermişler, ilmi tam anla­mıyla elde etmişler ve artık ilim kendileri için cibillî bir vasıf (mele­ke) halini almıştır, Allah Teâlâ´nın muradını hakkıyla anlamışlar­dır.

Bu mertebede bulunan müctehidlerin iki belirgin özellikleri vardır:

(1)

Bunlar, soruyu yönelten kimsenin husûsî halini de dikkate alırlar ve eğer mesele hakkında husûsî bir hüküm varsa bunları de­ğerlendirirler ve onların hallerine uygun düşecek cevaplar verirler. İkinci rütbede bulunan kimseler ise böyle değillerdir; çünkü onlar husûsî durumları dikkate almaksızın genel hükümleri bildirirler ve ona göre cevaplar verirler.

(2)

Sorulara cevap vermeden önce, işin nereye varacağını, verecek­leri cevapların ne gibi sonuçlar doğuracağını da hesaba katarlar, ikinci derecede bulunanlar ise bunu yapmazlar ve verdikleri cevabin ne gibi sonuçlar vereceği noktasına aldırış etmezler. Eğer bir emir ya da yasak karşısında bulunur ve o konuda da küllî bir esas varsa onun doğrultusunda hemen hüküm verirler.

Bu konu ile ilgili olarak pek çok örnek bulunmaktadır. Onlar­dan bir kısmı istihsân bahsinde ve fiillerin sonuçlarının da dikkatte alınması gerektiği meselesinde geçmişti. İmam Mâlik´in mezhebin­de bu konuda çok şey bulunmaktadır.[453] [454]

ON DÖRDÜNCÜ MESELE:


Daha önce sadece ulemâya has olan ictihâd ile, bütün mükel­lefler için söz konusu olan ictihâddan bahsedilmişti. Ancak burada her iki türü de açıklayıcı bazı izahlar getirmek ve yaklaşım biçimle­rini belirlemek gerekmektedir.

Şöyle ki: Mekke dönemi teşri lalınan hükümler ki bunlar ilk olma özelliğine sahiptirler genellikle mutlak olup, herhangi bir kayıt taşımamaktadırlar. Bunlar, aklıselim sahiplerince yapılagel-mekte olan âdetlerin gereği doğrultusunda cari olan, üstün ahlâk ilkelerinin gerekli kıldığı kabilden bulunan şeyler olmaktadır. Do­layısıyla bunlar akılla bilinmesi imkânsız bulunan namaz ve ben­zeri şeylerin izah ve belirlenmesi dışında câri bulunan âdetlerin´ iyilerine yapışmak, kötü ve çirkin olanlarından da uzak durmak gi­bi şeylerdir. Bunların büyük çoğunluğu, o âdetlerle ilgili olmak üze­re mükelleflerin kendi değerlendirmelerine ve şahsî ictihâdlarma havale edilmiştir. Böylece her bir mükellefin, kendince uygun olanı ve o küllî güzellikler içerisinden güç yetirebildiği kadarını alabilme­sine ve edinebildiği faziletlerle tek olan Yaratıcısına yönelebilmesi­ne imkân hazırlanmış olmaktadır. Namazı farzı ile nâfilesiyle Ki­tap ve sünnetin beyan ettiği şekilde kılmak, muhtaçlara yardımcı olmak, fakirlere, yoksullara maddî destekte bulunmak için şeriatta belirlenmiş bir miktar (oran) aramaksızın infakta bulunmak, sağ­duyu sahiplerince güzel görünen sıla-ı rahim ilişkilerini sürdürmek ve onların uzak ya da yakın olduklarına bakmamak, komşu hakla­rına riayet etmek, bütün toplumun, uzak yakın herkesin haklarını gözetmek, insanlar arasında bir ayırım yapmaksızın herkesin arasim bulmaya çalışmak, tartışmaya girmemek ve en güzel yollarla karşılık vermek... ve daha başka bu saydıklarımıza benzer mutlak bulunan, henüz haklarında bazı kayıtlar getirilmeyen hükümler işte bu kabilden olmaktadır.

Yasaklanmış bulunan münkerât ve fuhşiyât hakkında da du: mm aynı idi; onların kötülükteki mertebelerine bakılmaksızın hep­sinden aynı şekilde kaçmıyorlardı. Onlar (yani ilk müslümanlar), iyi ve güzel olanlara sarılmaya çalıştıkları gibi, kötü ve iğrenç olan şeylerden de uzak durmaya çalışıyorlardı.

O dönemlerde müslümanlar bütün gayretlerini ortaya koyu­yorlar ve emredilen güzel şeyleri yapmak, yasaklanılan çirkin şey­lerden de uzak durmak için var güçlerini harcıyorlardı. Rasûlul-lah´ın Medine´ye hicret etmesinden sonra vefatına kadar da bu böyle sürdü. Vefatından sonra ve Tabiîn zamanında da aynı şekilde devam etti.

Ancak zamanla İslâm coğrafyası genişlemiş, insanlar akın akın Allah´ın dinine girmeye başlamıştı. Bunun tabiî bir sonucu . olarak muamelât konusunda aralarında görüş ayrılıkları doğdu, hakkın beyan edilmesi konusunda kendilerini ilgilendirecek en ince ayrıntıların belirlenmesi gibi istekler belirdi, yahut kendileri için özel hükümlerin uygulanmasını gerekli kılacak husûsî haller orta­ya çıktı, yahut bazılarından şer´î hükümlere muhalefet veya yasak­lanmış şeylerin irtikabı gibi bazı sapmalar gözlendi. Dolayısıyla bu dönemde, sonradan ortaya çıkan bu hallerin gerekli kıldığı tahdid-lere, daha önceden mevcut bulunan mukaddimeleri tamamlayıcı mahiyet arzeden ayrıntı hükümlere, vacip ile mendup; haram, ile mekruh arasını ayıracak kayıtlamalara ihtiyaç duyuldu. Çünkü ih­tiyaç duyulan bu şeylerin çoğu, herkes bir tarafa aklıselim sahibi kimseler tarafından dahi kavranılıp ortaya konulamayacak mahi­yette cüzîyyâttan olan şeylerdi. Nitekim aynı durum ibadetlerle, kişiyi Allah´a yaklaştıracak olan diğer şeyler ve onların ayrıntıları hakkında da variddi ve aklın bunları belirleme imkânı yoktu. Özel­likle de İslâm´a giren kimseler artık şeriatı anlama konusunda o ilk (saf Arap) muhatapların sahip oldukları anlayış gücünden yoksun­lardı veya eski cahiliyye âdeti üzere bulunuyorlardı ve müntesip ol­duğu insanlar onu güzel görmekte ve ona yapışmakta idiler, dolayı­sıyla içinden ona bir meyil besliyordu, halbuki aslında o, öyle de de­ğildi. Aynı şekilde cahiliyye döneminde gördükleri maslahat sebe­biyle icra ettikleri fakat en azından o maslahat kadar ya da daha fazla mefsedetin bulaşmış olduğu şeylerde de durum aynıdır. Bütün bunlara ilaveten Allah Teâlâ cihadı farz kılmıştı.[455]Müslüman­lar ne zaman ki düşmanlarına karşı güçlü hale geldiler, kendilerin­den bütün insanları Hanîf İslâm milletine davete başlamaları is­tendi, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamakla emrolunur hale geldiler, işte o zaman Allah Teâlâ bu meyanda ihtiyaç duydukları herşeyi gayet açık bir şekilde kâh Kitap ile, kâh sünnetle olmak üzere beyan etti. Böylece mücmel bulunan Mekkî esaslar beyan edildi, ihtimaller açıklık kazandı, mutlak ifadelere kayıtlar getirildi, nesh ya da daha başka yollarla umûmî esaslar tahsis edildi. Bü­tün bunlardan sonra geriye kalan muhkem esaslar artık değişmez, bidüziye kanun, dayanılacak asıl halini aldı ve bu tâ Allah Teâlâ yeryüzüne ve üzerinde olanlara varis oluncaya (kıyamete) kadar böyle devam edecekti. Sonradan getirilen bu açıklamalar, kayıtla­malar, tahsise gitmeler... Allah´tan bir lütuf ve ihsan olarak önceden getirilmiş bulunan küllî esasların tamamlayıcısı olmuş ve o muhkem esasların üzerine bina edilmişti.

Şu halde ilk esaslar bakidir ve onlar ne değişmiş, ne de neshe maruz kalmışlardır. Çünkü onlar hemen her konuda zarûrî-küllî mahiyetindedir, ya da bunlara tâbi durumundadır. Nesh ya da beyân ise, ancak ve ancak cüz´î bulunan ve tartışmaya açık olan ko­nularda cereyan eder; küllî esaslarda cereyan etmez.Bütün bu arzettiklerimiz, hem Mekke hem de Medine döne­minde inmiş bulunan hükümleri bir arada ele alıp değerlendirme yapan kimseler için gayet açıktır. Zira Mekke dönemi ahkâmı, nef­se zulmetmemek, Allah ve kul haklarına nisbetle emir ve yasaklara son derece bağlılık göstermek esası üzerine kuruludur.

Medine dönemi ahkâmı ise, genelde olaylar ve yeni gelişmeler üzerine indirilmiştir. Bunlar tartışma ve anlaşmazlıklar doğuracak konularda, ruhsatlar ve hafifletici hükümler getirme, bazı cezalar koyma gibi külliyyâtla ilgili olmayıp cüzîyyât hakkında söz konusu olan şeylerdir. Çünkü külliyyât Mekke döneminde muhkem bir şe­kilde konulmuş ve yerleşmiştir. Medine döneminde bu tür cüz´î hü­kümler getirilirken Mekkî küllî esaslar eski hali üzere korunmuş­tur. Bu yüzdendir ki Medine döneminde inen sûrelerde bu küllî esaslar yer yer tekit ve teyid edilir. Böylece Allah´a hamd ol­sun! şeriat hem küllî esasları, hem de cüz´î hükümleri açısından kemâle ermiş, ortası, her iki ucuyla birlikte tamamlanmış, eksiği gediği kalmamıştır. Yüce Allah bu meyanda olmak üzere: "Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm´ı beğendim´[456]buyurmuştur.

Fukaha bu iki kısımdan sadece cüziyyâttan olan hükümlerin açıklanması ve sınırlarının belirlenmesi ile ilgilenmişlerdir. Zira bu hükümler, tartışmalara, çekişmelere, nefsânı hazlara, itibara, ânzî durumların gereği ile amele açık bulunmaktadır. Bu halleriyle fukahâ ictihâdlarında sanki, Allah Teâlâ´nm haram kıldığı ile helâl kıldığı şeylerin kesiştiği noktada durmakta ve böylece Allah Teâlâ´nın helâl kıldığı alandan haram kıldığı sahaya geçilmesini önlemeye çalışmaktadırlar. Böylece onlar her olaya nisbetle hü­kümlerin dayanaklarım insanlara belirtiyorlar ve bu şekilde her in­sana göre farklılık arzedebilecek ve bu yüzden haram ile helâl ara­sındaki ayırıcı sınırı ihlâl edebilecek davranışlara girilmesini önle­meye, insanları haram koruluğuna (yasak bölge) düşmekten kur­tarmaya çalışıyorlar. Birinin ayağı sürçüp oraya düştüğü zaman, derhal oradan çıkış yolunu[457] ona gösteriyorlar ve her bir cüz´î me­sele hakkında böyle yapıyorlar. Onları kâh bel kemerlerinden yaka­layıp şiddetle çekiyorlar, kâh yumuşaklıkla[458]uyarıyorlar, ama hep onları yasak bölgeye düşmekten kurtarmaya çalışıyorlar. İşte fukahânın içtihadından maksat budur; onların ictihâd alanları bu tür cüzîyyâttır, bütün uğraşıları bu doğrultudadır.

Bunun dışında kalan üstün ahlâk ilkeleriyle ilgili konulara ge­lince, gerek iyi olanların işlenmesi, gerekse kötü olanların terki kabilinden olsun fukahâ bunların tafsili yoluna gitmemişlerdir. Çün­kü bunların etraflıca açıklanmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. Hatta insan çoğu kez bu gibi alanlarda tek başına ne yapacağını kestirebilir. O yüzden bu gibi konularla ilgili hükümleri, bizzat mü­kellefin kendi ihtiyar ve içtihadına havale etmişlerdir. Zira nasıl yaparsa yapsın, o şekil Sâri´ Teâlâ´nın emir ya da yasağına uygun düşmüş olacaktır. Bu alanlarda da bazen açıklama gerektirecek du­rumlar olabilir; ancak bu, o şeylerin helâl ile haram noktasını ayır­makta olan sınıra yakınlığı sebebiyle olmaktadır. Fukahâ bu gibi konular hakkında işte bu açıdan söz etmişlerdir. Buna göre, bir kimse bu sınırdan ne kadar çok uzakta ise, küllî esasların gerekleri alanında da o derece köklü olacaktır.vasıflarına ve fiillerine baktığımız za­man, bu iki kısım arasındaki farkı, iki mertebe arasındaki uzak mesafeyi kolayca kavrayabiliriz. Sahabenin sahip olduğu özellik ve o esasların gereği ile amel etmeleri de öyledir.

Ehl-i tasavvuftan meşhur olanlar, işte bu kısım (yani külliy-yât) üzerine eğilmişler, Rasûlullah´ın ve ashabının sıfat­larıyla muttasıf olma konusunda kendi derecelerine ulaşamayan di­ğer kimselere bu yüzden üstünlük sağlamışlardır. Dünyadan nasi­bini almış diğerlerine gelince, bunlar muamele, evlenme-boşanma gibi konularda insanlar arasında cereyan etmekte olan cüziyyât ve olaylara bakmak ihtiyacım duydular ve onları güçleri miktarınca birinci derecede bulunan esaslara vurdular, yine mecbur kaldıkları zaman onları ikinci derecede olan ferî hükümlere uygun olarak icra ettiler ve her konuda muamelelerini bu şekilde yerine getirmeye ça­lıştılar. Böyle bir çabaya da ancak nadir olarak ve tevfike mazhar olan kimseler kadir olabilir. Sahabenin muamelelerindeki durum siyer müelliflerinin ifade ettikleri gibi işte böyle idi.

Dünya ile meşguliyetin artması ve detaylarla fazla ilgilenilme-si sebebiyle zamanla genel esasların gerekleriyle amel etme yok ol­maya yüz tuttu ve sonunda onlar tamamen unutulmuş bir hal aldı. Bunun sonucunda onlarla amel etmek isteyen kimse, ailesinden uzak düşmüş garip birinin halini aldı ve, "İslâm, garîb olarak baş­lamıştır, başladığı gibi garîb olarak dönecektir. Garîblere ne mut­lu"[459] hadisinin mânâsı altına girmiş oldu.

Özetle diyebiliriz ki, küllî esaslara bakma anlamında olan ictihâd konusunda çoğunluk halk da, ulemâ ile kısmen müştereklik arzetmektedir. Cüziyyât konusunda yapılacak değerlendirmele-re/ictihâdlara gelince, bu yetki sadece ulemâya has bulunmaktadır. Şeriatta yapılan istikralar bunun böyle olduğunu göstermektedir.

Fasıl:


Hicretten önce müslümanlar, kendi ictihâd ve ihtiyatlarının sonucu olarak Mekkî teşrî´in gereği doğrultusunda hareket ederler­di ve bu yolda çok büyük mesafe katetmişler ve mutlak anlamda "öncüler" diye isimlendirilmişlerdi. Sonra Medine´ye hicret ettiler ve bu konuda kendilerine Medineii Ensâr da katıldı. Böyle böyle, onlar için imanın şu"beleri ve üstün ahlâk anlayışının gerekleri ta­mamlanmış oldu. Onlar dinî hayatı yaşarlarken, ayakları temellere sağlamca basmış oluyordu. Dolayısıyla daha sonradan gelen ta­mamlayıcı unsurlar kendilerine daha kolay gelmişti. Onlar bu özel­likleri ile bir ışık halini aldılar ve bu yüzden kendileri hakkında Al­lah´ın kitabında birçok yerde övgüler indi, onlara senalarda bulu­nuldu. Rasûlullah (s.a.) onların değerlerini yüceltti ve onları dinde önderler kıldı. Bunun sonucunda onlar, şeriatta kendilerine uyula­cak, nümûne-i imtisal edinilecek üstün bir makama ulaştılar. Hic­retten sonra, daha önceki benimsedikleri hallerini bırakmadılar; aksine daha çok çalıştılar ve Mekkî ve Medenî teşrî´in çizmiş oldu­ğu sınırları beraberce koruyabilmek için daha fazla itina gösterdi­ler.

Medine döneminde gelen ruhsatlar, onları Mekkî olan azimet­lerden uzaklaştırmadı, Allah Teâlâ´ya itaat yolunda bütün gayretle­rini ortaya koymak suretiyle çaba sarfetmekten, eski halleri üzere devam etmekten vazgeçirmedi. Halbuki onlar ruhsatları tercih et­meleri halinde, müsamaha ile karşılanabilirlerdi; buna rağmen on­lar Mekkî azimet hükümlerini esas aldılar. "Allah, rahmetini dile­diğine tahsis eder"[460]

Bu. husus göz önüne alındığında şu sonuca varılır: Kim birinci derecede olan esasları benimser ve ashabın yaptığı gibi onlar üze­rinden yürürse, ne mutlu o kimseye! Kim de ikinci derecede bulu­nan esasları kabullenir ve onlar doğrultusunda hareket ederse ne âlâ, ne güzel! Sofiyye, işte bu birinci derecede olan esaslar üzerin­den yürümüş, onların yüklendikleri şeyleri kendileri için lüzumlu görmeyen diğerleri ise, ikinci derecede olan esaslar üzerinden yürü­meyi ilke olarak kabul etmişlerdir. Kendisini tamamen Allah´a ver­miş (el-munkatı´ ilâllâh) kimselerin durumları ve maruf gidişatları sonucunda elde etmiş oldukları hususlar, işte bu noktadan anlaşılir. Çünkü ilk bakışta onların, kendilerini diğer insanların üstlen­medikleri ve kendilerine şer´an da gerekli bulunmayan şeylerin al­tına sokmuş oldukları intibaı doğar ve kişi, onların dinde aşırılığa kaçtıkları, nefislerine işkence ettikleri, yükümlü olmadıkları şey­lerle kendilerini mükellef kıldıkları, ehl-i şeriatın tuttuğu yolun dı­şında başka bir yol edindikleri... düşüncesine kapılabilir. Hâşâ lillâh! Onlar bunu yapmıyorlardı. Onlar tuttukları yollarını, sünne­te tâbi olma esası üzerine kurmuşlardı ve onlar ehl-i sünnetin itti­fakı ile Allah´ın seçkin kullan oluyorlardı. İslâm´ın ilk dönemlerin­deki müslümanlarm hali anlaşılır ve nesih kabul etmeyen Mekke dönemine ait nasslar iyi kavranır ve onların davranışları Mekkî teşrî´e vurulursa, işte o zaman bu insanların sülük etmiş olduğu ve tâbi olmaya karşı da aşırı özen gösterdikleri yolun, tefsir mahiye­tinde bulunan Medine dönemi teşrî´ine ters düşmeyecek bir şekil üzere olduğu anlaşılacaktır.

Meselâ, onlardan birine, "İki yüz dirhemden ne kadar zekât vermek gerekir " diye soru sorulsa ve o: "Bizim mezhebimize göre hepsi Allah içindir; sizin mezhebinize gelince beş dirhem vermek gerekir" şeklinde cevap verse, işte bu cevap arzettiğimiz bu yakla­şımdan kaynaklanmış olmaktadır. Çünkü Mekke dönemi teşriinde Allah´a tâat yolunda mutlak olarak infakta bulunma emredilmekte ve bu yolda vacip olan miktar ile, vacip olmayan arası ayırd edilme­mektedir. Aksine bu, infakta bulunan kişinin kendi ictihâd ve tak­dirine havale edilmiştir. İnfakın bir kısmının vacip, bir kısmının da vacip olmadığında kuşku yoktur. Bu gibi durumlarda ihtiyat, farklı olan ihtiyaçların giderilmesi ve gediklerin kapatılması için yapıla­cak olan infakta mübalağa edilmesidir. Öyle ki, bunun sonucunda infakta bulunan kimse gönül huzuruna kavuşmalı ve harcadığının yeterli olduğuna kani olabilmelidir. Bu örnekte kendisine soru yö­nelten kimse, bizzat kendisini ilgilendiren alanda malın hepsini vermek şeklinde verdiği kendi fetvasını esas almış olmakta ve ya­pacağı kullukta onu kendisine yol edinmekte, kulluğun gereğini ye­rine getirmenin, nimete şükrü eda edebilmenin, nefsânî hazlarını Sâri´ Teâlâ kendisine bunları tamsa bile düşürmenin, mahza kulluk ayağı üzerinde durmanın yolunun ancak böyle olacağına inanmaktadır. Böylece Sâri´ Teâlâ kendisi için cevaz verse bile nefsine hiçbir pay bırakmamakta, göklerin ve yerin hazinelerinin Allah Teâlâ´ya ait olduğu inancına dayanmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Biz senden bir rızık iste­miyoruz; seni rızıklandıran Biziz[461] "Onlardan bir rızık istemi­yorum; onlardan beni doyurmalarını istemiyorum"[462]Rızkınızda, size vadedilen şeyler de semâdadır"[463] Benzeri daha birçok âyet vardır. Bu, güç yetirebilen kimseler için bir çeşit kulluk şeklidir. Böyle bir yolu kendisi için iltizam edinen bir kimse hakkında, onun yoldan çıkmış olduğunu, kulluk konusunda tekellüfe girdiğini söy­lemek doğru olmaz. Ancak bu meydan herkesin koşuşturabileceği bir alan olmadığından, Medine dönemi teşriinde kayıtlamalar geti­rilmiş ve zekât mükellefiyeti belirlenmek suretiyle mecburi olarak ifası istenen miktar bildirilmiş ve bundan böyle kesin olarak vacip ve daha azı verilemez olan miktar bu olmuş, diğer kısmı ise yine es­kisi gibi mükellefin kendi tercihine bırakılmıştır. Böylece mükellef, isterse geri kalan kısmı caiz olarak tutar, isterse mendup olarak in­fakta bulunur. Kimi fazla infakta bulunur, kimi de az; ama hepsi de övgüye lâyıktırlar. Çünkü onlar Allah Teâlâ´nın çizmiş olduğu sı­nırı ihlâl edip, öteye aşmamışlardır. Durum böyle olunca örnekteki kendisine soru yöneltilen kimse, soru sorana, "Sizin mezhebinize göre mi Yoka bizim mezhebimize göre mi " diye soru yöneltmiş ve ona göre cevap vermiştir.

Bir kısmı da vardır ki, infak konusunda malının hepsini tüket­mek noktasına ulaşmaz, bilakis elinde kendisine zekâtın vacip ola­bilmesi için bir miktar bırakır. Buna rağmen o, kasıt bakımından elinde hiçbirşey bırakmayan kimseye muvafık bulunur ve bilir ki, inalda zekâttan başka da bir hak vardır ve bu hak kesin olarak ta­ayyün etmiş değildir, bu hakkın belirlenmesi için ictihâd gerekir.Bu durumda kişi elinde maldan bir parça dahi kaldığı sürece, onun üzerine terettüp eden hakkı belirlemek için ictihâd eder durur. Ta­mamen tükeninceye kadar kendisinde bir emanet gibi onu taşır, ya da halkın vekili gibi olur. Bu arada o maldan bizzat kendisinin de faydalanmış olması, durumu değiştirmez.

Bu, sahabenin çoğu kez takınmış olduğu tavır olmaktadır. On­ların ellerinde mal tutmaları, sebepleri ortaya koyan Allah Teâlâ´ya itimatlarına ters düşmüyordu. Bu düşünce âdet üzere cereyan et­mekte olan şeylerde sünnetullaha itibar etme mânâsına almıyordu. Birinciye göre, ahkâmın kullar üzerinde cereyanı konusunda (dik­kate alma babında) âdiyyâtın herhangi bir meziyeti (etki ve önemi) bulunmamaktadır.

Kendi nefsi için bir haz bırakan kimsenin durumuna gelince, bunda bir beis bulunmamaktadır ve bu haliyle o, mubahlar konu­sunda vacipleri ihlâl etmemek şartıyla genişlik göstermiş ol­maktadır. Mekkî hasletlerin her birine bu şekilde bakmak gerektiği böylece anlaşılmaktadır. Eğer böyle yapılırsa, sonucun dediğimiz gibi olduğu anlaşılacaktır.Doğrusu Allah´tı a´lem! şudur: Bu kısım ehlinden olanlar, hüküm bakımından kastettikleri ile muamele görürler ve nazlarını elde ederler. Bu onlar için caizdir. İlk iki kısım ise böyle değildir. Onlar, tesebbüb yolu jile almayan, yahut alsa bile kısmet vb, nis-betlerle alan kimselerdir.

İtiraz: Şu halde fukaha bu esasın gereği doğrultusunda niçin fetva vermiyor

Cevap: Bu konudaki bakış açısı husûsîdir; umûmî değildir. Şu mânâda ki, fetva müsteftînin üzerinde bulunduğu hale mebnîdir. Burada sözü edilen hal de, kişinin her türlü tasarruflarında Allah için işler, Allah için terkeder olmasıdır. Böylece nefsi için haz tale­bi düşmüş olmaktadır. Dolayısıyla onun bu hali üzere fetva vermek cevaz halini almıştır. Çünkü o lisanı hal ile şöyle demiş olmaktadır: "Benim halim bu, binaenaleyh halimin gereği ne ise onu bana yük­le!" Bu durumda ona mutlaka halinin gereği doğrultusunda yük yüklenmesi gerekecektir. Aynen şöyle: Meselâ biri müftîye gelse ve: "Ben sağ elimle avret yerime dokunmayacağıma dair Allah´a ah­dettim" veya "Ben hiçbir kimseden birşey istemeyeceğime; elim, müşrik eline değmeyeceğine dair azmettim..." dese, tabiî ki bu, fa­zilet sayılabilecek bir iş üzere Allah´a verilmiş bir söz olur. Allah Teâlâ ise bu konuda: "Antlaşma yaptığınız zamun, Allah´ın ahdini yerine getirin..."[464]buyurmakta ve kitabında, vördikleri söze riayet eden, onları yerine getiren kimseleri Övmektedir. Herşeyden el etek çekip kendilerini Allah´a ibadete veren kimselerin durumu da aynı şekildedir. Dolayısıyla sert bir engel olmadıkça üstlendikleri şeyi yerine getirmeleri, matlup olan şeyler (ahde vefa) zümresin­den olur. Hadiste şöyle buyurulmuştur: "Sizden biriniz için daha hayırlı olanı, hiçbir kimseden birşey istememesidir"[465] Ashap o hal­de idiler ki, birinin kamçısı binek üzerinde iken elinden düşse, hiçbir kimseden onu vermesini istemez, (iner kendisi alırdı). Hz. Os­man şöyle demiştir: "Onunla Rasûlullah´a be/at ettiğimden beri, sağ elimle edeb yerime asla dokunmadım" Ölüsü arılarca korunan ve müşriklerin eline geçmesine imkân verilmeyen sahâbînin durumu bu mânâda çok açıktır. Zira o, öldürülmeden ön­ce kendisine hiçbir müşrikin dokunamaması için Allah´a ahdetmiş­ti. Bunun üzerine şehit edildikten sonra cesedini arılar korumuş ve hiçbir müşrik cesedine dokunamamıştı.

Şu kadar var ki, bu doğrultuda fetva verme işi ancak sofî şeyh­lerine has bir durumdur. Çünkü bu tür hal sahipleri ile temas halinde olanlar onlardır. Fukahaya gelince, onlar genelde Sâri´ Teâ-lâ´nın kendisine helâl kıldığı nefsânî hazları talep makamında bu­lunan kimselerle hemhal olurlar ve tabiî olarak onların içinde bu­lundukları halin gereği doğrultusunda fetva vermek zorundadırlar. Mubah kılınmış nazların sınırları ise, fıkıh ilminin konusu olmak­tadır. Şayet biz farzetsek ki, birisi sual sormak üzere gelse ve hali de geçen şekil üzere bulunsa, bu durumda fakihe gereken şey, o halin gereği doğrultusunda fetva vermek olacaktır. Hal böyle iken, ´Bu, Sâri´ Teâlâ´nın açıklamasının aksine birşeydir´ denemez. Çün­kü Sâri´ Teâlâ, hepsim de açıklamıştır. Şu kadar var ki, bu iki hal­den birini ki bu üzerinde durduğumuz kısım oluyor üstün ahlâk anlayışı ve güzel huyların gereğinden saymış, bunları icbârî kılmamıştır. Zira bunlar esasta tercihe bırakılmış bulunan şeyler­dendir. Genellik arzeden diğer kısım ise böyle değildir; onlar her­kes için mecburîdir. Bu da fukahanm üzerinde söz ettiği diğer hususlar gibi fetvanın onlar doğrultusunda verilmesini gerekli kılmaktadır.

Soru: Sözü edilen kısım madem ki bağlayıcı değildir, o zaman fetva niçin o şey üzere bağlayıcı tarzda verilmektedir

Cevap: Onunla, sual soranı kazaen ve mutlaka o şekil üzere so­rumlu tutmak anlamında bağlayıcı tarzda fetva verilmemektedir. Burada verilen fetva, halinin gereği olarak, müftinin, kendisini o fetva ile ilzam etmesini ister konumda olması hasebiyledir. İlzamın aslı, şer´an ma´mûhın bihtir. Onun aslı, bakmak ve teberru mahiyetindeki tasarruflarda ahde vefa göstermektir. Üstün ahlâkla ilgili şeylerden bazıları vardır ki lâzımdır; meselâ talâk sırasında kadına müt´a[466] vermek böyledir. "Sizden biriniz, komşusunu, (biti­şik nizam ev yaparken) hatılını duvarı üzerine koymaktan asla en­gellemesin´[467] hadisinde sözü edilen husus da böyledir. Rasûlul-lahf81;^^^] , ashabına bu yolda muamele eder ve onları bu şekilde­ki davranışlara sevkederdi. Yiyecekleri azalması halinde Eş´arîlerin yapmış oldukları örnek davranışları[468] "Kimin yanında fazla malı varsa, onu hayvanı olmayana versin...[469]hadisi; "Hayır işlemeye­ceğine dair Allah´a yeminde bulunan da kim [470] buyurması, ashabmdan bazısına, alacaklı olan kimseye borcun yarısını düşürmesini işarette bulunması bu kabilden örneklerdendir. Yüce Allah, Hz. Ebû Bekir´in Mistah´a[471] yardımı keseceğine dair yemin etmesi üze­rine: "İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksul­lara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah´ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız "[472] âyetini indirmiştir. Hz. Ömer de bu şekilde davranmış ve Muhammed b. Mesleme´nin ara­zisinden su geçirilmesine hükmetmiş ve karşı gelmesi üzerine de ona: "Vallahi, karnın üzerinden de olsa mutlaka bu su oradan geçi­rilecek" demiştir. Bu kabilden daha pek çok örnek vardır. Bundan daha husûsî mahiyette olanı, vera´ (takva) sahibi kimselerin, kişile­rin sahip oldukları vera´ makamına uygun olarak fetva vermeleri­dir. Buna şu bir örnektir: İmam Ahmed b. Hanbel´e bir kadın gelir ve sultanın ışığından istifade ile yün eğirmenin hükmünü sorar. İmam kendisine: "Sen kimsin " der. Kadın, kendisinin Bişr b. el-Hafî´nin kızkardeşi olduğunu söyleyince, ona, o ışık altında yün eğirmeyi terketmesini söyler. Olay mânâ olarak böyledir. Mutarrif, bu mânâda İmam Mâlik´ten söz ederken şöyle demiştir: "İmam Mâlik, (ağırlığından dolayı) diğer insanlara yani avama vermediği fetvalar doğrultusunda amel eder ve: ´Böyle olmadıkça, terkettiği zaman günaha girmeyeceği şeyleri işleyerek ihtiyatlı davranmadık­ça âlim, âlim olamaz´ derdi" Onun sözü böyle. Bu meyanda ulemâya ait sözler, onlardan yapılan rivayetler çoktur. Allah´u a´lem! [473]

[1] Yani içtihadın genel ve özel anlamda ikiye ayrılması, özel içtihadın gerçek­leşmesi için gerekli olan şartlar, içtihada mahal olup olmayan konular, müctehidin hatasının sebepleri vb. gibi konular bu taraf içerisinde işlene­cektir.

[2] Bu taraf, aslında birinci taraf üzerine kurulu ve onun uzantısı mahiyetinde­dir. Üçüncü taraf ise, maksadı bakımından bu ikinciden uzak birşey değil­dir.

[3] İctihâd: Mümkün olan en son çabanın gösterilmesi ve bütün gücün kulla­nılması demektir. Bu da ya şei^î bir hükmün elde edilmesi yolunda, ya da onların uygulanması yolunda olur.

Hükümlerin tatbiki konusunda yapılan ictihâd, içtihadın birinci kıs­mını oluşturmaktadır ve bu tür ictihâd ümmet içerisinde sadece belirii bir zümreye has birşey değildir. Bu tür ictihâd ittifakla hiçbir zaman için eksik olmaz.

Şer´i hükümlerin elde edilmesi için yapılan ictihâd ise, içtihadın ikin­ci kısmını oluşturmaktadır. Bu kısım sadece içtihada ehil olan müctehidlere has olmaktadır. Bu tür ictihâdm kesintiye uğramasının müm­kün olup olmadığı konusu tartışmalıdır. Hanbelî âlimleri, hiçbir asrın müc-tehidsiz kalmayacağı görüşündedirler. Cumhur âlimler ise, bazı dönemlerin müctehidsiz kalabileceği görüşündedirler. Daha güçlü olan görüş bu olmak­tadır. Çünkü böyle bir görüşten, lizâtihî muhal olan bir sonuç gerekmemek­tedir, üstelik konu ile ilgili çok sayıda nakli delil de bulunmaktadır. Mese­lâ: "Allah Teâlâ, ilmi öyle çekip çıkarmak suretiyle almaz... "(bkz. Buhâri, İlim, 34 ; Müslim, İlim, 13; Tirmizî, İlim, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 8) hadisi bunlardandır.

[4] el-Mînhâe´da şöyle denilir: Tahkikul-menât, üzerinde ittifak edilen illetin, fer´de de aynen bulunup bulunmadığının belirlenmesi işlemidir. Yani, asılda bulunan illetin aynısıyla fer´de de bulunduğuna dair delil ikamesinden iba­ret olmaktadır. Meselâ, ribâda illetin "kât" yani temel gıda maddesi olması üzerinde görüş birliği edilse, sonra bu illetin acaba incirde de olup olmadığı­nın araştırılması tahkiku´l-menât olmaktadır. Bunun sonucunda eğer onun da temel gıda maddesi olduğu delil ile belirlenirse, incir de ribevî mallar arasına girecek demektir. Bu kısım için, illetin illâ da nass ya da icmâ ile belirlenmiş olması şart değildir. Aksine illeti belirleme yollarından doku­zundan hangisi ile isbat edilirse edilsin, hepsi de mümkündür. Keza bu, "kıyâs" kavramı altına da girmez. Aksine bu, sadece külli bir esasın cüzîlere uygulanması demektir.

[5] Bunun nass veya icmâ ya da kıyas ile sabit olması arasında bir fark yoktur.

[6] Yani hükmün cüz´îyyâta ve hârici olaylara tatbiki için.

[7] Talâk 65/2.

[8] Adalet, takva ve mürüvvet sahibi olmak demektir. Takva ise, büyük gü­nahlardan kaçınmaktır. Mürüvvete gelince, kişinin kendisini bayağı, müb-tezel ve toplumun ma´şer´î vicdanının hoş karşılamayacağı şeylerden uzak tutması demektir. Gerek rivayet ve gerekse şehadette aranan nisâb, adalet vasfının en alt mertebesidir. Bu da büyük günahları terketmek ve küçük günahlar üzerinde ısrarlı olmamak yoluyla olur. Usûlcüler adaleti böyle ta­nımlamışlardır.

[9] Müellifin buradaki ifadeleri yerinde değildir. Bir kere daha önce adalet vasfının iki ucu olduğunu söylemişti. Bu ifadeden iki ucun da adalet vasfı çerçevesinde oldukları ancak aralarında mertebeler bulunduğu anlaşılır. Halbuki sözünü ettiği bu iki uçtan biri adalet dairesi dışında kalmakta, en üst mertebe dediği uç ise adalet vasfı dairesi içerisinde kalmaktadır. Eğer, şu anda dışarıda kalan uç yerine, yine içerde kalacak "adalet vasfının ta­hakkuk ettiği en alt mertebe" deyip de bu ikisi arasını mertebelere bölse idi, daha uygun ve anlaşılır olacaktı.

[10] Yani özellikle de mürüvvet ilkesinin tatbiki oldukça zordur. Çünkü bunun belli bir kıstası yoktur ve oldukça da değişkendir. Yöreden yöreye, zaman­dan zamana, milletten millete farklılık arzeder. Dün mürüvvetsizlik kabul edilen bir davranış biçimi, bugün öyle kabul edilmeyebilir. Dolayısıyla bu kıstas ile "adalet" vasfının bulunup bulunmadığını bellirlemek kapalı ve zor olur.(Ç)

[11] Müellifin izahı İmam Mâlik´in mezhebi doğrultusundadır. Onlara göre "Fakir", sadece yıllık yiyeceğine sahip olan kimsedir. "Miskin = yoksul" ise, hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Bu hüküm, bu iki kelimenin de birden zikredilmesi halinde böyledir. Burada olduğu gibi ikisinin de bir arada zikredilmemesi halinde ise biri diğerinin anlamını da içerir. Dolayısıyla burada fakir kelimesi, hem fakiri hem de miskini içine alır. Birinci surette yani kişinin ne bir malının ne de bir kazancının bulunmaması halinde on­da fakirlik sıfatının tahakkuk edeceği ve dolayısıyla vasiyete hak kaza­nanlar listesine gireceği konusu açıktır. İkinci surette yani kişinin nisaba ulaşmasa bile yıl boyunca kendisine yetecek kadar malı ya da kazancı bu­lunması halinde vasiyete hak kazananlar listesine girmeyeceği konusu da açıktır. Üçüncü şekilde yani nisap miktarından fazla malı ya da kazancı olsa bile ihtiyacına cevap vermeyecek ve sıkıntı içerisinde yaşayacak olan kimse hakkında ise değerlendirme yapmak gerekecektir. Çünkü ihtiyaçlar farklı ve görelidir. Bazı insanlar nafaka ve maişetlerinden birşeyin eksil­mesini sıkıntı ve zorluk sayabilirler. Bazıları ise aynı şeyin yokluğunu hiç­bir zaman hatırlarından bile geçirmezler. Müellifin burada anlattığı şey, Hanefîlerin nisap şartını ileri sürdükleri zenginlik ve fakirlik kavramları­na uymamaktadır. Çünkü onlar zenginlik ve fakirlik ölçüsü olarak nisabı esas almaktadırlar ve nisaba sahip olana zengin, nisaba sahip olmayana da fakir demektedirler. Şâfiîler kazancın (kesb) dikkate alınması konusun­da Mâiikîler gibidirler. Ancak mal ile zengin olunabilmesi için galip olan ömür kadar yetecek ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını karşılayacak miktarı şart koşmaktadırlar.

[12] Mecelle Madde: 67: "Beyyine müddeî için ve yemin münkir üzerinedir."

[13] Tabsıretu´l-hukkâm´da altıncı rüknün ikinci kısmında kazanın nasıl ola­cağı hakkında şöyle denir: Şüphesiz kaza ilmi, davacının davalıdan ayırde-dilmesi esasına dayanır. Çünkü bu, belirlenmesi zor bir konudur. Alimler tarafların ne gibi sorumlulukları olduğu konusunda herhangi bir ihtilafa düşmemişlerdir. Ancak söz onların birbirlerinden ayırdedilmeleri konu­sundadır. Alimlerin davacı ile davalıyı ayırdetme için getirdikleri bazı kıs­taslar vardır: 1) Davacı, davayı terkettiği zaman, dava düşer. 2) Davacının sözü onu doğrulayan birşeye dayanmaz, bu yüzden delil getirmekle ilzam olunur. 3) Sözü bir asıl ya da örfe uygun düşmez. İkincisi yani davalı ise böyle olmayan kimsedir. Ancak iş bu kadarla bitmez, değerlendirmede gö­rüşler, asıllar birbirine girer. Çünkü örfler, asıllar çoğu kez tearuz halinde bulunur. Bunu bir örnekle açıklayalım: Meselâ, rüşdüne ermiş bir yetim, vasisinden malını artık kendisine teslim etmesini dava etse, vasi de malı teslim ettiğini iddia etse ne olur Burada yetim talepte bulunan konumun­dadır ve davayı terkettiği zaman dava düşmektedir. Asıl ise, vasinin yeti­min malı hakkında emin olduğudur. Bütün bunlardan davacının yetim, davalının da vasi olduğu anlaşılır. Ancak diğer taraftan bakıldığında vasî de malı teslim ettiğini iddia etmekte, yetim de malı teslim aldığına dair davalı durumunda bulunmaktadır. Her iki itibara göre hükmün farklı ola­cağı ise aşikârdır. Bu durumda problemin halli ancak: "Onlara mallarını verdiğiniz zaman, üzerlerine şahit tutun" (Nisa 4/6) âyetine başvurmak yoluyla mümkün olacaktır. Çünkü bu âyette, vasinin her ne kadar mal­dan harcama konusunda emin olsa da malın teslimi konusunda emin ol­madığı ve bu yüzden de şahit tutması istendiği anlaşılmaktadır. Dolayısıy­la vasinin sadece, "Ben malı teslim ettim" demesi, bir beyyineye dayanma­yan iddia olmaktan öte geçemez ve vasî davacı, yetim de davalı durumun­da bulunur. Sonuçta vasinin teslim ettiğine dair beyyine getirememesi ha­linde davalı olan yetime yemin verdirilir ve bunun sonucunda malına hak kazanır.

Kadı Şureyh şöyle demiştir: "Kadılığa tayin edildiğimde, bana getiri­len davalar hakkında âciz kalmayacağım düşüncesinde idim. Daha ilk du­ruşmada, taraflardan hangisinin davacı, hangisinin davalı olduğunu belir­lemek benim için bir hayli zor oldu."

[14] Mâide5/95.

[15] Öncekiler âzâd edilecek kölenin, çolaklık, şaşılık, dilsizlik... gibi kusurlar­dan uzak olması gerektiğini belirlemişlerdir.

[16] Kızın ergenliğini hayız ve sonuçları ile, erkeğin ergenliğini de inzal ve so­nuçlan ile belirlemişlerdir

[17] el-Minhâc´da bazı ictihâd tariflerine itiraz sadedinde şöyle denir: Fukahâ

ıstılahında ictihâd olmayan bazı şeyler de onun kapsamına girer. Meselâ, itlaf olunan malların kıymetlerinin, cinayetlerde erş miktarlarının, kıble yönünün, pisleri ile karışması halinde temiz olan kap ve elbiselerin belir­lenmesi hususunda yapılan ictihâd gibi. O, müellifin yaptığının aksine bu örnekleri ki hepsi de tahkikul-menât kabilinden olmaktadır ictihâd kapsamı dışına çıkarmaktadır. el-Amidî´nin el-İhkâm´ında ise müellifin yoluna uygun hareket edilmektedir. el-Âmidi, kişinin kıbleyi tesbitini, fa­lanca adamın âdil olup olmadığının tesbitini ictihâd ve tahkîkul-menât kabilinden saymıştır. O daha önce tahkîku´l-menâtı da şöyle tarif etmiştir: "Hükmün bilmen illetinin ve menâtının, cüz´îlerde bulunup bulunmadığı­nın tesbiti işlemidir." O aynı zamanda şarap içme illetinin ki sarhoşluk veren keskinliği olmaktadır nebîz nev´i içinde bulunup bulunmadığına bakmayı da misal olarak vermiştir. Görüleceği üzere el-Amidî, bu suretleri de tahkîku´l-menât içerisine sokmuş ve böylece o, ona hem ferdler hem de nev´iler hakkında genel bir özellik vermiş olmaktadır. Nitekim müellif de aynısını yapmaktadır ve, "Bu da öncekilerin muayyen cüz´ilere yönelik de­ğil de nev´ilere yönelik olması halinde tahkîkul-menât hakkında ictihâdda bulundukları konularda olur" şeklindeki sözü bunu göstermektedir.

[18] Yani hitabın yönelmesi ancak bu türden ictihâdla mümkün olabilir. O za­man bu bir tez, delili de arkadan gelen kısım olur. Ya da arkadan gelen sözle aralarındaki ayrılmazlıktan (mülâzemet) dolayı delil kılınır. Yüküm­lülüğün husulünden maksat, kasıt ve niyetle birlikte yükümlü kılınan şe­yin husulü olur. Yani yükümlülüğün yerine getirilebilmesi ancak, yüküm­lü kılman şeyin bilinmesi ile mümkündür. Bu da ancak bu tür ictihâd ile kabildir. Dolayısıyla bu tür ictihâd, yükümlülüğü yerine getirebilmenin mümkün olabilmesi için gerekli bir şarttır. Bulunmaması ise, bu imkânı ortadan kaldırır. Yerine getirme imkânı olmayan birşeyle yükümlü kıl­mak, muhal birşey ile yükümlü kılmak olur ki, bu şer´an vaki değildir, ni­tekim bu aklen de mümkün bulunmamaktadır. Bu, ancak memurun bihe {emredilen şey) değil de memura (emre muhatap olan kimse) râci olan mu­hal ile yükümlü kılma kabilinden olursa tamam olabilir. Bu hal için, gafilin yükümlü kılınması hakkında edilen sözün benzeri söylenir. Gafilin yükümlü kılınması muhaldir, çünkü yükümlü kılma, emrin ve emirle geti­rilen fiilin bilinmesi esasına dayanır. Sözünü ettiğimiz şeyde ise bahis konusu ictihâd olmadığı zaman emir ile getirilen şey bilinemeyecektir.

Memurun bihe râci olan muhal ile yükümlü kılmaya gelince ki bu teklifti mâ lâ yutak olmaktadır onu beş kısma ayırmışlardır: 1) Li zâtihi muhal, 2) Âdeten muhal, 3) Ortaya çıkan bir mani sebebiyle muhal; ayağı bağlı olan kimseye yürümesini emretmek gibi. Bu üç türden olan muhal ile, her ne kadar vuku bulmamış ise de yükümlü kılınabileceğini caiz kabul etmişlerdir. 4) İmtisal anında bulunmakla birlikte, teklif anında kudretin bulunmaması hali. Eş´arî´ye göre bütün tekliflerde durum böyle­dir. Çünkü ona göre kudret, fiile mukarin bulunur. 5) Allah´ın ilminin, ol­mamasına taalluk ettiği için olmasına imkân bulunmayan yükümlülük. Ebû Cehil´in imanı gibi. Bu son iki türden olan muhal ile yükümlülükler vakidir. Sanıyoruz, bu izahla müellifin sözü açıklık kazanmıştır.

[19] İctihâd, şer´î mahiyette olup delili zannî bulunan her konuda yapılan bir işlemdir. Bu itibarla lâfızların delâletleri konusunda olabilir; ânımın tah­sis edicisi olup olmadığını, müşterekten muradın ne olduğunu ve müşkil, mücmel gibi delâlet bakımından gizli kalan diğer konularda araştırma yapmak gibi. Keza tearuz halinde tercihte bulunmak vb. gibi konular da ictihâd kapsamına girmektedir. İleride ictihâd mahalli konusunda müelli­fin de bu doğrultuda açıklamaları gelecektir. Buradaki ifadeleri ile onları karşılaştırınız ve burada içtihadı üç şeye hasretmesi üzerinde düşününüz.

[20] Buhârî, Edeb, 68. RasûJullah (s.a.) ona bir köle âzâd etmesini emreder. Keffâret hükmünün illeti nedir Meselâ bu illet kişinin bedevi olması mı, veya bu kişinin kendi karısıyla ilişkide bulunmuş olması mı, yoksa Rama­zan gününde cima edilmesi mi, yoksa kasıtlı olarak oruca saygısızlık edil­mesi mi İşte müctehid yaptığı bu ictihâdda bu gibi özellikler içerisinden illet olmaya elverişli olmayanları ayıklar ve hükmün gerçek illetinin (ki Hanefî ve Mâlikîlere göre sonuncusudur) ne olduğu sonucuna ulaşır. İşte bu işleme tenkîkul-menât adı verilir. (Ç)

[21] Bunu hazif yolları itibarıyla dört türe ayırmışlardır: 1) Bazı vasıfların, başka bir yerde geride kalan vasıflar için hükmün sabit olması sebebiyle ilgasını açıklayan kısım. Bunda, geride kalanın müstakilliği ve ilga edile­nin bir cüzü olmaması lâzımdır, 2} Sâri´ Teâlâ´nin koymuş olduğu hüküm­ler hakkında mutlak surette ilga edilmiş olduğu bilinen şeylerden olması. Uzunluk, kısalık, beyazlık ve siyahlık gibi. Bunlarla hiçbir hükmün talil edildiği bilinmemektedir. 3) Bahis konusu olan hükümde ilga edilmiş ol­duğunun bilinmesi. Azâd konusunda erkeklik ve dişilik özelliği gibi. 4) Hazfi konusunda değerlendirme yapılan vasfın araştırma sonucunda, hü­kümle kendisi arasında bir münasebetin bulunmadığının ortaya çıkması.

Minhâc´da şöyle denir: el-Mahsûl sahibi der ki: Şüphesiz ki bu, yani hükümle ilgisi bulunmayan vasıfların (fârık) ilgasını beyan eden ve tenkîhul´-menât adıyla anılan bu yöntem, güzel bir yoldur. Şu kadar var ki o, "sebr ve taksim" denilen yolun farksız aynısıdır.

Hanefî usûlcüleri, dördüncü yolu ondan kabul etmezler. Onun aynen sebr ve taksîm yolu olduğu sözü, Fahreddin er-Râzî´ye aittir. Bu söz, arala­rında açık fark olduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. Çünkü sebr illetin müs­takil olarak belirlenmesi içindir. Tenkîh ise, fârıkm yani hükümle ilgisi bulunmayan vasıfların tayini ve onların ilgâsı için olup, illetin belirlenme­si için değildir.

es-Safiyyu´1-Hindî şöyle demiştir: Doğrusu o, özel bir kıyastır ve mut­lak kıyas kavramı altına girmektedir. Kıyas ise, ya cami´ vasfın zikriyle ya fârıkm yani hükümle ilgisi bulunmayan vasıfların ilgâsı yoluyla yapılır. Bu sonuncusunda Örneğin şöyle denilir: "Asıl ile fer´ arasında sadece şun­dan ve şundan başka bir fark yoktur. Bunların ise illet olmada bir "Aralarında erkeklikten başka bir fark yoktur. Erkeklik vasfı ise bu konuda ittifakla ilga edilmiş bir özellik ol­maktadır."

el-Gazzâlî, tenkîku´l-menâtın caizliği konusunda bir görüş ayrılığı ol­duğunu bilmiyoruz demesi üzerine kendisine itiraz edilmiş ve: "Görüş ayrı­lığı kıyası kabul edenler ve etmeyenler arasında mevcut bulunmaktadır. Çünkü tenkîku´l-menât kıyâsa raci bulunmaktadır" denilmiştir.

Kıyası; illet kıyası, delâlet kıyası, asıl mânâsında olan kıyas diye ayı­rıma gidince, "Şüphesiz ki bu, fârıkm yani hükümle ilgisi bulunmayan va­sıfların bulunmadığı ifade edilmek suretiyle yapılan bir kıyastır" demişler­dir.

[22] el-Amidî şöyle demiştir: "Bu tür, her ne kadar kıyası inkâr edenlerin çoğun­luğu tarafından kabul edilse de, birincinin yani tahkîku´l-menâtın daha al­tında bir seviyede bulunmaktadır."

[23] Aslında bir kısmı demesi gerekirdi. Aksi takdirde illeti mansûs olan ya da illeti üzerinde icmâ bulunan kıyas nev´inde, her ne kadar bu tahrîcu´l-menât kavramı içerisine girmese bile kıyâsı ictihâd hâlâ var olmaya de­vam ederdi.

[24] Meselâ, Sâri´ Teâlâ, bir gayrimüslimin karısı müslüman olduğunda kendisi de İslâm´a girmeyi kabul etmezse birbirlerinden ayrılmaları gerektiğini hükme bağlamıştır. Nass veya icmâ bu hükmün illetini göstermemiştir. Müctehid, bu hükmün illeti "kadının müslüman olması" mıdır, yoksa erke­ğin "İslâm´a girmeyi kabul etmemesi" midir diye hükme uygun düşen vasıf hakkında inceleme yapıp, sonunda bunlardan birisini illet olarak belirlerse, buna "tahrîcu´l-menât´1 denir. (Ç)

Keza, şarabın haram olmasının illetinin, sarhoşluk verici bir keskinli­ğe ulaşması olduğunun, muteber illeti belirleme yollarından biri ile tesbiti, kısasın gerekliliği hükmünün illetinin, taammüden öldürme olduğunun tes­biti gibi. Bu işlem sonucunda tesbit edilen illeti aynen taşıyan diğer fer´ler de asim hükmüne kıyas yoluyla katılmış olacaktır. Dolayısıyla bu işlem, nassın ya da icmâ´ın delâlet etmiş olduğu hükmün illetinin tesbiti için yapı­lan bir ictihâd şekli olmaktadır. Bu, rütbe bakımından bir öncekinin altın­da yani üçüncü sırada bir yerde bulunmaktadır. Onun için de Zahirîler, Şîa, ve Bağdad Mutezilîlerinden bir grup tarafından kabul edilmemiştir.

[25] Özetlemek gerekirse şöyle: Tahkîku´l-menât iki kısımdır: 1) Nev´ilere dönük olan kısım. 2) Cüz´îlere dönük olan kısım. Ancak bundan müellifin kastı öze! anlamda olmaktadır ve uzunca üzerinde duracaktır. Bu iki kısmın hükmü, ilk iki kısmın hükmü gibidir ve zaman içerisinde bu tür ictihâdla-rın kesilmesi mümkündür ve bu imkânsız olan bir sonucu doğurmaz. Genel anlamda olan cüz´îlere dönük tahkîku´l-menâta gelince, ki bunda bütün mükellefler aynı düzeydedirler ve hepsine aynı nazarla ba­kılır, bu kısmın zamanla kesintiye uğraması asla caiz değildir. Nitekim da­ha önce geçmişti.

[26] Velilik, vasilik gibi. (Ç)

[27] Enfâl8/29.

[28] Bakara 2/269.

[29] Enfâl8/29.

[30] Eksiksiz ifa edilmiş ve kabul görmüş hacc ibadeti.

[31] Buhârî, imân, 18 ; Hacc, 4 ; Nesâî, Hacc, 4.

[32] Buhârî, Mevâkîtu´s-salât, 5 (1/135).

[33] Nesâî, Sıyâm, 43.

[34] Tirmizî, Deavât, 1 ; İbn Mâce, Duâ. 1 ; Ahmed, 2/362.

[35] Tirmizî, Birr, 61 ; Ahmed, 6/442, 446.

[36] Müslim, îmân, 64, 65.

[37] Müslim, îmân, 63.

[38] Buhârî, Zekât, 50 ; Müslim, Zekât, 124.

[39] Buhârî, Fedâilul-Kur´ân, 21 ; Tirmizî, Sevâbu´l-Kur´ân, 15.

[40] Tirmizî, Deavât, 115.

[41] Bu da tahkîku´l-menât ve vakit ile şahsa nisbetle efdaliyetin bulunduğu suretin belirlenmesi kabilinden olmaktadır.

[42] Bu zat, Rasûlullah´ın (s.a.) haline uygun bu uyarısına kulak vermemiş, da­ha sonra hakkında "Aralarında: ´Allak bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız´ diye O´na and verenler vardır. Allah onlara bol nimet verince cimrilik ettiler, yüz çevirdiler, zaten onlar dönektirler´ (Tevbe 9/75) âyeti inmiştir.

[43] Daha önce geçmişti, bkz. [2/264].

[44] Daha önce geçmişti, bkz. [1/177].

[45] Müslim, İroâre, 18 ; Nesâî, Âdâbul-kudât, 1; Ahmed, 2/160.

[46] İşaret parmağı ile orta parmağının beraberliği gibi. (Ç) Hadis daha Önce geçmişti, bkz. [3/80].

[47] Ahmed, 1/109.

[48] Müslim, îmân, 209.

[49] Yani "O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır ve o herşeyi bilendir."

[50] Ben de (Dıraz) derim ki: Rasûlullah (s.a.), oruçlunun karısını öpmesinin hükmünü soran birine hayır demiş, diğerine ise caiz olduğunu söylemiştir. Sonra bakıyoruz bunlardan birincinin genç, ikincinin ise yaşlı olduğunu görüyoruz.

Bu konunun genişçe ele alınması hk. İslâm Hukukunda Ahkâmın Değiş­mesi adlı kitabımızın 81-86. sayfalarına bkz. (Ç)

[51] Buhârî, îmân, 19; Müslim, îmân, 237.

[52] Rasûlullah (s.a.), güttüğü siyasetin bir sonucu olarak kalbi zayıf olanları İslâm´a ısındırmak amacıyla, bazen de azılı İslâm düşmanlarının düşman­lıklarını kırmak için kendilerine bol miktarda mal verdiği olurdu. İmanı güçlü olan kimselere ise vermediği olurdu. Çünkü o, bu iki grubun iç âlemlerine vâkıftı ve bu şekilde davranmanın İslâm´ın lehine olacağını ve o şahısların mizaçlarına da uygun düşeceğini görüyordu. (Ç)

[53] bkz. Buhâri, Zekât, 18 ; Vasâyâ, 16 ; Müslim, Hibât, 26.

[54] Gerekçe olarak Rasûlullah (s.a.) şöyle demişti: "Sizden biri malının tümü­nü getiriyor ve ´Bu benim sadakamdır´ diyor, sonra da oturup insanlara el açıyor" bkz. Dârimî, Zekât, 25.

[55] "Rabbani", aslında Rabb´e mensup, ârif-i billâh anlamınadır. Sözün gelişi­ni dikkate alarak bu şekilde çevirdik. (Ç)

[56] Muâz, yatsı namazını kıldırır ve Bakara gibi uzun sureler okuyarak iyice uzatırdı. Halbuki insanlar içinde iş-güç sahibi olanlar, zayıflar, ihtiyaç sa­hibi olanlar vardı. Bu yüzden onu Rasûlullah´a şikayet ettiler. Aslında namazın uzatılması iyi birşey olduğu halde Rasûlullah (s.a.) ona çok ağır söyledi ve onu fitnecilik ile itham etti. bkz. Buhâri, Edeb, 74 ; Müslim, Salât, 178. (Ç)

ayten
Wed 29 September 2010, 10:48 pm GMT +0200
[57] Mâide5/33.

[58] Yani yükümlülük sürdüğü sürece bulunması zorunlu olduğu belirtilen ictihâd.

[59] Yani ileri sürdüğün delilin, aynısıyla ikinci kısımdan olan içtihadın üç nev´i için de geçerlidir. Onlarda da içtihadın kaldırılmış olması, muhal ile teklife götürür. Dolayısıyla böyle bir ayırıma tâbi tutmanın bir anlamı yoktur.

[60] İçtihadın bazı cüz´îlerde var olmaya devam etmekle birlikte diğer bazı cüz´îlerde kalkmış olması olmayacak birşey değildir. Bu durumda külliyen kalkmamış olmasında her iki kısım da eşit olmuş olur.

[61] . Zira üç neVin işlememesi halinde, şeriatın ancak bazı fer´î meseleleri mu­attal kalır. Kesintiye uğramasının imkânsızlığı delillendirilmiş olan tahki-ku´1-menâtın durumu ise böyle değildir. Çünkü onun ortadan kalkması de­mek, şeriatın furûunun tümünün, en azından kahir ekseriyetinin ortadan kalkması sonucunu gerektirir.

[62] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/87-104

[63] Beşinci ve Altıncı Meselelerde geleceği üzere, bu inhisar gerçek anlamda değildir ve sadece içtihadın bazı türlerine nisbetle böyledir. Diğer bazı ictihâd türleri ise bu iki vasıftan daha fazla özelliklere ihtiyaç gösterir. Ba­zıları için ise bu iki vasfın bulunması gerekmez.

[64] Usûlcüler içerisinde müellifin birinci şart olarak zikrettiği bu vasfa, deği­nen bir başkasını görememekteyiz. Istinbata kadir olma şartına gelince, usûlcülerin meşhur usûl kitaplarında ele aldıkları yegane şart o olmakta­dır. Onlar bu şartı Kitap ve sünnetin bilinmesi şeklinde ortaya koymakta­dırlar. Yani bu şart, hükümlerle ilgili olan Kur´ân ve sünnet nasslarını bil­mek, sonra icmâ mahallerini, kıyasın şartlarını, istidlal şeklini, Arap dili­ni, nâsih ve mensûh ilmini ve râvilerin hallerini bilmekten ibaretttir. Bun­lar müellifin işarette bulunmak istediği ictihâd için gerekli ilimler olmak­tadır. Sonra Şevkânî´nin İrşâdu´l-ftıhûl adlı eserinde, İmam Şafiî´ye daya­nan İmam Gazzâlî´den yapılan bir nakil gördüm. Müctehidih bilmesi gere­ken şeylerin faydalı bir şekilde açıklanmasından sonra şöyle demektedir:

Önce külli kaideler itibara alınır ve onlar cüztyyât üzerine takdim edilir. Meselâ küt bir nesne ile öldürme olayında olduğu gibi. Burada cay­dırıcılık kaidesi, lâfza riayet üzerine takdim olunur. Eğer külli bir kaide yoksa, nasslara ve icmâ mahallerine bakılır..."

Bu, müellifin burada işaret etmek istediği ve Deliller bahsinde Birinci

Mesele´de yeterli şekilde açıklamış olduğu şeyin aynısı olmaktadır. Ancak geriye Tabsıre´de Karâfî´den yapılan "kıyasa, nassa ve kaidelere ters düş­mesi halinde hâkimin hükmünün bozulması" konusundaki nakil hakkında söz etmek kalmaktadır. Orada o, "Onlara ters düşen bir durum olmazsa, hüküm icmâ ile bozulmaz. Nitekim kırâz (mudârabe), müsâkât, selem, havale vb. akitlerin sahihliği konusunda olduğu gibi. Çünkü bunlar şer´î kaidelerin, nassların ve kıyasın hilafına olan akitlerdir. Ancak haklarında bulunan Özel deliller; kaideler, nasslar ve kıyas üzerine takdim edilmiştir. Bunun, müellifin burada işaret etmiş olduğu, daha önce ise detaylarına girdiği ve Gazzâlî´nin İmam Şafiî´den nakilde bulunmuş olduğu anlayışa ters düştüğü hiç de kapalı değildir. Ancak şöyle denilebilir: Karâfî´nin sö­zündeki, özel delilin kaideler üzerine takdiminden maksat, onun tahsisi demektir ve tearuz durumunda küllî ile hüküm verilmesi yerinde olmuyorsa onun alınması gerekir anlamınadır. Arâyâ ve diğer istisnaî ola­rak meşru kılınan tasarruflarda olduğu gibi. Nitekim bu konuya müellif orada temas etmişti.

[65] Daha önce de geçtiği gibi bir hale ya da zamana veya şahsa göre maslahat olan aynı şey, bir başka hale, zamana ya da şahsa nisbetle mefsedet halini alabilir. Keza aynı şey hakkında güdüİen maksatlar kişilere göre çok fark­lılık arzeder. Bunun sonucunda bir kimsenin amacının gerçekleşmesi, baş­kalarının zararını doğurabilir. Bu itibarla şeriatın, mükelleflerin takdir ve değerlendirmesine tâbi kılınması doğru olmaz. Çünkü bu tamamen göreli bir yaklaşım olur. Aksine hükümler, Sâri´ Teâlâ´nın dünya hayatının âhiret hayatı için ikâmesi esasına dayalı takdiri sonucunda belirlenir. Bu durumda arzu ve heveslere ters düşmüş olmasına bakılmaz. Zira: "Eğer Hak, onların heva ve heveslerine tâbi olacak olsaydı, gökler ve yeryüzü fe­sada giderdi." (23/71)

"Hukukun ufkunda insandan başka otorite bulunmayınca, insanlar arasındaki iktidar mücadelesi sonunda hâkim olan sınıfın değer sistemi hukuk haline gelir" ve bu tahterevallinin hiçbir zaman dengeyi bulama­ması gibi böyle sürer gider; istikrarsızlık ve kargaşa hâkim olur, hukuka güven ve saygı kalmaz. Zaten beşeri düzenlerde hukuk egemen sınıfların çıkarlarının korunması için bir araç olarak kullanılagelir. (Ç)

[66] Yani her ne kadar bazı cüz´îler hakkında hangi mertebeye dahil olduğu ko­nusunda görüş ayrılıkları bulunsa bile bu üç mertebenin yani zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât ya da bunların tamamlayıcı unsurları dışında ka­lan bir başka maslahatın bulunmadığı tespit edilmişti.

[67] Bu ifade, içtihadın tecezzi (parçalanma) kabul etmeyeceği görüşüne göre söylenmiş olmalıdır. Bu görüş fazla rağbet görmemiştir. Tercihe şayan olan görüşe göre ise ki bu içtihadın kısmî olabileceği görüşüdür; Gazzâlî bunu tercih etmiş, İbn Hâcib ise onun sahih olduğunu söylemiştir içtihada mahal olan konunun dışındaki alanlara ait bilgilere sahip olması şartı aranmamaktadır. el-Mahsül´de şöyle denir: "Doğrusu ictihâd vasfı, bir fende değil de bir başka fende, bir meselede değil de başka bir mesele­de tahakkuk edebilir."

[68] İctihâd için ikinci bir vasfın yani istinbat kudretinin daha bulunması gere­ği bu ifadeye zarar vermez. Çünkü ictihâd için onu şart, bunu ise sebep kılmıştır.

[69] Çünkü şeriatın maksatları, ancak bu ilimler aracılığı ile kavranabilir. Da­ha önce de geçtiği üzere maslahat ve mefsedetlerin kıstasları durumunda olan küllî esaslar vardır ve bunlara ilave olarak da cüz´îyyât yani Kitap, sünnet, icmâ ve kıyastan oluşan hususî deliller vardır ve bunlarla ilgili usûl kitaplarında işlenen mufassal bahisler yer almaktadır. Külliyyât ile yetinerek cüz´îyyâttan müstağni olmak, ya da bunun aksi mümkün değil­dir. Cüz´iyyâttan hareketle herşeyden önce şeriatın genel maksatlarına ulaşılır; bu itibarla onlar şer´î maksatların öğrenilmesi konusunda hizmet görürler. İstinbat sırasında ise bu iki grubun birbirine eklenmesi ve biri­nin diğeri ile desteklenmesi gerekmektedir. Nitekim daha önce Deliller1 bahsinde ilk meselede genişçe ele alınmıştı. Müellif, istinbata kadir olma vasfını ictihâd derecesine ulaşabilmek için ikinci derecede bir şart kabul etmiştir. Şer´î maksatların kavranmış olması vasfını ise birinci derecede bir şart yapmış ve bunun bir sonucu olarak da onun hakkında şarttan da­ha güçlü olan "sebep" ifadesini kullanmış, zira onun asıl maksat olduğunu, öbürünün ise araç olduğunu söylemiştir. Eğer daha önce vermiş olduğu izahat doğrultusunda yürüseydi şöyle bir tahlilde bulunurdu: Küllî esas­lar, ictihâd için gerekli olan iki cüzden daha önemli olanıdır. Zira cüz´îyyâtın her halükârda küllî esaslara vurulması gerekmektedir. Öyle ki cüz´î sebebiyle küllinin zedelenmesi imkânı yoktur, cüz*îyyâtın durumu ise bunun aksinedir. Onlar her ne kadar istinbat sırasında delil olarak kulla­nılmak zorunda ise de, küllî kıstaslara vurulması ve ona göre değerlendi­rilmesi mecburiyeti bulunmaktadır.

[70] Müellifin de ileride ifade edeceği gibi

[71] Bu genellemeden sahabenin istisna edilmesi doğru değildir. Onlar da bu konuda diğerleri gibidir ve hiçbir kimsenin ictihâd ile uzaktan yakından ilgisi olan tecrübe, tıp, vb. gibi bütün ilimlerde mahir olması mümkün de­ğildir. Onların da bu gibi konularda başkalarına başvurması kaçınılmaz­dır. Nitekim vakıada da Öyle olmuştur.

[72] Yani onların verdikleri hükümleri, başka ilim dallarının verilerinden müs­takil olarak düşünmek imkânı yoktur. Eğer müctehidin, ictihâd için ihti­yaç duyulan her ilimde müctehid olması şart olsaydı, o zaman müctehidli-ğinde en ufak tartışma olmayan bu imamların ictihâd mertebesinde olma­maları gibi bir sonuç lâzım gelirdi. Böyle bir sonucun sakatlığı ise ortada­dır.

[73] Bu ikinci bir delil olmaktadır ve kısaca şöyle özetlemek mümkündür: Eğer bu şart olsaydı, o zaman taraflar arasında davaya bakacak kimsenin, dava ile ilgili olan her ilimde ictihâd mertebesinde bulunan bir müctehid olması gerekeceği gibi bir sonuç lâzım gelirdi. Bu ise icmâ ile böyle değildir. Gö­rüldüğü gibi müellif, içtihadı kazaya (yargı) kıyas etmektedir. Halbuki kaza başka bir rütbedir ve çoğu kez cüz´îyyâtta tahkîkul-menât esasına dayanır. Bu yüzdendir ki Rasûlullah´m (s.a.) kaza konusunda ictihâdda bulunduğu noktasında İcmâ etmişlerdir. Öbür taraftan ise, Rasûlullah´m (s.a.) hüküm istinbâtı konusunda ictihâdda bulunup bulunmadığı husu­sunda ihtilaf etmişlerdir. Dolayısıyla hükmün taalluk ettiği her ilmi bilme­nin gerekmeyeceği konusunda içtihadın kaza (yargı) üzerine kıyas edilme­si kabul edilebilir değildir.

[74] Bu aslında üçüncü delil olmaktadır.

[75] "Serî hükümlerin istinbâtı hakkında ictihâd ilmi" adında ve konu itibarıy­la da diğer ilimlerden farklı olan bir ilim bulunmamaktadır ki, ondan çı­kan her birşey, o ilmin özü ile değil de arazları ile ilgili olduğu varsayılsın. Eğer müellifin buradaki ictihâddan maksadı, içtihadın üzerine kurulduğu ilimler ise, o zaman bu bizim, Öğrenmeye çalıştığımız ve içtihadın tevakkuf ettiği kısım ile öyle olmayan kısmı ayırd etme yolunda olduğumuz şeydir. İçtihadın üzerine tevakkuf ettiği ilimler, diğerlerinden ayrıldıktan sonra da, "Bunun ötesinde kalan diğer ilimler üzerinde durmak, bir ilmin diğer ilme sokulmasına daha çok benzer olacaktır" denilecektir. Bu ise usûlcüle-re göre iyi birşey değildir. Kısaca bu delil, bir ayıklamaya gidilip, içtihada temel teşkil eden ilimler şeklinde bir tahsise gidilmedikçe fazla bir anlam ifade etmeyecektir.

[76] Bunda bir ictihâd yok ki, onu müctehidden almıştır densin. Tabib ile ilgili olarak geçen misalde olduğu gibi. Burada söz konusu olan sırf bir rivayet­tir ve almadır. Bu konuda müctehid, kendisinden rivayet edilen ile birlikte müştereklik gösterir. Ancak şöyle demek mümkündür: Rivayet konusunda müctehidin, kıraat âliminin bilgisine itimat etmesi yeterlidir ve onun da o rivayetin yollarını, ravilerinin hallerini bilmesi şart değildir. Kıraat âliminin durumu ise bunun aksinedir ve onun "kurrâ" diye nitelenebilmesi için bunları bilmesi gereklidir

[77] Bakara 2/180.

[78] Birazdan müellif, müctehidin dil konusunda, gerek müfredat ve gerekse terkipler konusunda ictihâd mertebesinde bulunması gerektiğini ve bu mertebede olmayan birinin ALLAH´ın kitabı hakkında edeceği sözün mute­ber olmayacağım söyleyecektir. Oradaki sözü ile bu sözü birbiri ile bağdaş­mamaktadır.

[79] Tahrîr ve Şerhi, Beydâvî´nin Minhâc´ı gibi eserlerde ictihâd için iman şartı ileri sürülmektedir. Sonra bu tecvizin semeresi ne olacaktır Böyle bir kâfirin istinbat ettiği bir hükme, mü´minler uyacaklar mı Doğrusu bu makûl değildir. Yoksa onunla kendisi mi amel edecektir Bu da bizi ilgi­lendirmez ve bu şeriatta yapılmış bir ictihâd sayılmaz.

[80] Bu kadarı yeterli değildir ; aksine mutlak surette o öncüllerin sahih oldu­ğunun kesinlik kazanması lâzımdır ki , bunun sonucunda ona dayalı hük­mün sahihliğine dair kesin ya da kesine yakın bir bilgi sahibi olabilsin. Mücerred onların şahinliğini farzetmek ise, ulaşılacak hüküm hakkında kesin bir tarafa, zan ölçüsünde dahi bir bilgi ifade etmez. Bu itiraz aynı zamanda kâfirin içtihadı hakkında da geçerlidir. Çünkü o, içtihadını üzerine bina edeceği şeriattaki öncüllere inanmamaktadır; çünkü bu ön­cüller Kitap, sünnet ve sonuçta onlara dayanan şeylerden ibaret bulun­maktadır. Kâfir ise, bunlara inanmamaktadır. Tahrîr ve şerhinde şöyle denir:

Adalet ise, fetvasının kabulü için şarttır. Çünkü diyanetle ilgili konu­larda fâsıkın sözüne itibar edilmez. Adalet vasfı, fetvanın sıhhati için ise şart değildir. Çünkü fâsık bir kimsenin dahi kendisinde ictihâd kudretini bulundurması mümkündür. Bu durumda o, kendi içtihadını alabilir ve onunla amel edebilir."

Görüldüğü üzere söz, kâfirin değil fâsıkın içtihadı hakkındadır, el-Âmidî de şöyle demiştir:

"İçtihadın şartı, Rabbin varlığını ve O´nun için vacip olan sıfatları bil­mesi ve Rasûlü ve getirdiklerini tasdik etmesidir."

[81] Öncüllerin sahihliğini varsaymak, acaba onlar üzerine kurulacak olan ne­ticenin sahihliği hakkında kesin ya da kesine yakın bir bilgi verebilir mi Yoksa sonuç, hakkında ne kesin ne de kesine yakın bir bilgiye sahip olma­dığı birşey durumunda mı olur Eğer öncüller sahih olsa fakat kişi duru­mu bilmese, onlar üzerine kurulan sonuç sahih olur. Düşün.

[82] Mütekaddimînden olan mantıkçılar, bu delilin iki kıyastan mürekkep ol­duğu görüşündedirler: Önce iktirânî-şartî; sonra istisnaî. Şöyle: Eğer matlûp hak olmasaydı, o zaman zıddı hak olurdu. Eğer zıddı hak olsaydı, o zaman muhal sabit olurdu. Netice ise şu: Eğer matlup hak olmasaydı, o za­man muhal sabit olurdu. Bu netice istisnaî kıyas içine konulur ve şöyle de­nilir: Ancak muhal sabit değildir; öyleyse matlup haktır.

Bazı müteahhir âlimler ise bunun muttasıldan mürekkep sadece istisnaî bir kıyastan ibaret olduğu görüşündedirler. Birinci önermesi mat­lubun zıddı, ikincisi, kendisinden zıddı istisna edilen muhalin durumudur. Her halükârda doğru ve yalan, iktirânî-şartîde keza muttasıl istisnaîde, sadece irtibat ile telâzumun varlığı ile bunların bulunmaması noktasına bağlıdır. Neticenin ortaya çıkarılması ise, onun küllî ve devamlı olmasına tevakkuf eder. Bu durumda haddizatında üzerine hüküm binasında bulu­nulan bâtıl öncüller nerede ki, matlûp hakkında ilim ifade etsin. Bu itibar­la müellifin sözü açık değildir.

[83] Bu nasıl olabilir ki ! İçtihadın bu türü ancak Sâri´ Teâlâ´nın nassının içer­miş olduğu vasıfların tesbit ve tatbiki yolu ile olur. Nasslar ise Arapça´dır ve onları anlamak için şart koşulan seviyede Arap diline vukûfiyete ihti­yaç duyulur.

[84] Müellif daha önce, "istinbata kadir olma vasfı, pek çok bilgi ve ilimlerin tahsiline bağlıdır ve o, şer´î maksatların kavranması konusunda yardımcı (hadim) konumdadır..." demişti. Buradaki "Bu türde, sözkonusu ilimler olmaksızın sadece şerîatm maksatlarına vakıf olmaya ihtiyaç duyulur" şeklindeki ifadesi, daha önceki sözü ile uyum arzetmemektedir. Çünkü da­ha önce de geçtiği gibi, söz konusu ilimler, istinbat sırasında kendilerine ihtiyaç duyulmasa bile, en azından şer´î maksatların elde edilmesi için bir basamak teşkil etmektedir. Müellifin bu sözü, ancak şer´î maksatların tak­lit yolu ile elde edilebileceği kabul edildiğinde bir mânâ ifade edebilir. Dü­şün!

[85] Bu ifade, daha önceki sözü üzerine bina edilmiştir. Görüldüğü gibi, bu, yersiz sözü uzatmak kabilindendir. Çünkü müctehidin bir farzımuhalde bulunması, ictihâd için yeterli olan gücün sarfedilmesi kabilinden sayıl­maz. Müctehid, ictihâd için gerekli olan bir bilgiyi farzedecek, sonra bu varsayım üzerine amel edilmesi ve uyulması vacip olan şer´î bir hüküm bi­na edecek... vs. Bu olacak şey değildir. Çünkü böylesine mücerred bir var­sayım, ne taklit türündendir, ne de ictihâd kabilindendir. İkinci delil sırasında kabul edilen şey, meselâ hadis âliminin, dil âliminin taklidi... kabilinden olmaktadır. Burada ise böyle bir durum yoktur. Müellif, taklit yoluyla elde edilen öncüller üzerine yapılan içtihada örnek vermekle bir­likte, bir kaç defa tekrarladığı farzımuhal yoluyla olan kısma örnek verme­miştir.

[86] Bu örnek, ikinci delil sırasında zikrettiği kıraat âlimi veya muhaddişten... alınan verilere dayanma şeklinde verdiği örneklerden daha açıktır. Çünkü orada sözünü ettiği verileri kabulün sıhhatine delalet edecek deliller getir­memiş, dolayısıyla sözü mücerred iddadan ibaret kalmıştı. Bu örnek ise çok açıktır. Çünkü hiçbir kimsenin, İbnul-Kâsim ya da Ebû Yûsuf gibi kimselerin ictihâd mertebesine ulaşmış oldukları, yer yer imamlarına mu­halefet ettikleri, bununla birlikte ictihâdlarının sahih ve muteber olduğu konusunda kuşkusu bulunmamaktadır.

[87] Garabet, fesahati zedeleyen kısım ve zedelemeyen kısım olmak üzere iki kısmı içerir. Muhtemelen müellif burada ´garâbet´ten, ikinci kısmı kastet­miş olmalıdır. Aksi takdirde bilinmesi gerekli olan dil ilimlerinden istisna­sının bir anlamı olmaz. Çünkü ikinci türden olan garîb kelimeler zaten Kur´ân´da bulunmaz. Birinci mânâda garîb kelimeler ise Kur´ân´da bulun­maktadır ve dolayısıyla ictihâd için mutlaka onların da bilinmesine ihtiyaç olacaktır. Çünkü bu mânâda garîb ilmi, kelimelerin (müfredat) mânâları­nın belirlenmesi demektir.

[88] Yani Kitap ve sünnette yer alan ifadelerle, Arap dilinde bulunan ifadeler aynı tarz ve üslup üzeredir Şu kadar var ki, güzellik ve hüsnü kabul görme­de aralarında fark olabilir. Bu açıdan ele alındığı zaman Kur´ân, diğer Arap kelâmından mucize olması özelliği ile ayrılmaktadır. Hadis de aynı şekilde, diğer insanların kelâmından üstün olma özelliği ile temayüz etmekte; şu kadar var ki Kur´ân gibi mucizelik derecesine ulaşamamaktadır.

[89] Bu sözden maksat, onların mücerred Arap diline vukufiyetleri sebebiyle ictihâd derecesine ulaşmış olacakları ve sözlerinin hüccet olacağı anlamına değildir. Arap dilinde yeterlilik zorunlu şarttır; ama tek şart değildir. Bu şartın yanında ictihâd için daha başka niteliklerin de olması gerekmekte­dir; şer´î maksatları bilmek vb. gibi.

[90] Yani Arapça´da, Arab´ın ve sahabenin seviyesine ulaşmayan kimsenin şeriatı anlama konusundaki sözünün hüccet olmayacağı hususu.

[91] Yani bütün lügatleri bilmesi. Çünkü biz, ictihâd mertebesinde olan kimse­nin dili anlama konusunda Arabi´ye müsavi olmasını ve bütün lügatleri bilmesini şart koşmam aktayız. Çünkü Arabî de bütün lügatleri bilemez; meselâ, el-Halîl´in yaptığı gibi dilde derinlemesine tetkiklere girişemez. Buna göre, İmam el-Gazzâlî´nin sözünden, müctehid olabilmek için Arap dilini ictihâd derecesinde bilme şartının çıkmayacağını söyleyemeyiz. Çün­kü o: "Bunun ölçüsü, Arab´ın hitabını ve onların istimal şekillerini bilecek kadar bir seviyedir. Ki bunun sonucunda sözün sarihini, zahirini, mücme­lini, hakikatini, mecazını, âmmım, hâssını, muhkemini, müteşâbihini, mutlakını, mukayyedini, nassım, fahvâsını, lâhnını, mefhûmunu ayırabil­sin" demektedir. Bu mertebe için de mutlaka ictihâd derecesinde dili bil­mek gerekecektir.

[92] Nüzul sebepleri, icmâ mahalleri gibi.

[93] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/104-116

[94] Yani Sâri´ Teâlâ´mn maksadı, feri bir meselede birbirine muhalif iki hü­küm koymak değildir. Aksine O, vakıada sadece tek bir yolu murad eder. Sâri´ Teâlâ´mn murad etmiş olduğu yol hakkında müctehidler arasında gö­rüş ayrılıklarının bulunması bu esası ortadan kaldırmaz.

[95] Âyet, buradaki ihtilâftan maksadın, şer1! hükümlerdeki ihtilâf olması esa­sı üzerine getirilmiştir. Bazıları fiilen böyle bir ihtilâfın bulunduğunu red­detmişler ve şöyle demişlerdir: Bu âyetteki ihtilâftan maksat, mânâlarda çelişki ve belagat konusunda noksanlıktır. Birincisi, bir kısmının vakıaya uygun düşmesi ve diğer bir kısmının ise uygun düşmemesi, aklın bazı hü­kümlerine katılırken diğer bazılarına katılmaması şeklinde olur. İkincisi ise, nazmın rekâket ve fesahat açısından birbirinden farklı olması, bir kıs­mında i´câz düzeyine ulaşırken diğer bir kısmında ulaşmaması yoluyla olur. Bütün bunların sebebi, insan gücünün noksanlığı ve en üst düzeyde­ki ifadede sıhhat ve i´câz yollarını kavrayamamaktaki kusurudur. Kaldı ki âyet sadece Kur´ân´m vasfı hakkındadır ve o mutlak şeriat kavramının muhtevasından daha dar bir mânâ ifade eder. Çünkü şeriat, Kur´ân´ı içine aldığı gibi, sünneti, icmâı, kıyası, sahabe tatbikatını da içine alır. Bu du­rumda delil, tezden daha hususî olmaktadır. Ancak mani, müellifin murad ettiği mânâda yani aynı konuda delillerin tearuz etmesi mânâsında dahi şer´î hükümlerde ihtilâf isbatına salih değildir. Bu durumda dahi, sonuç itibarıyla müellifin izaha çalıştığı mânâya varılacaktır.

[96] Nisa 4/82.

[97] Nisa 4/59.

[98] Yani şeriatta tartışmaya mahal olmadığı, onda ihtilâf bulunmadığı konu­sunda açıktır. Bu âyet ile yapılan istidlal şekli tam olup, hem Kur´ân´ı hem sünneti hem de üzerine hüküm binasında bulunan diğer şeyleri içine al­maktadır.

[99] Yani abestir; ALLAH Teâlâ´mn öyle birşey istemesi ise mümkün değildir. Yani ALLAH Teâlâ, onlardan aralarındaki tartışmalara son vermeleri ve meselelerinin halli için Kitap ve sünnete başvurmalarını istemiştir. Özün­de ihtilâfı gerektiren birşeye başvurmak ise, asla maksadı gerçekleştirme-yecektir. Dolayısıyla böyle bir talepte bulunmak abes olacaktır. Ancak, bu delilin güçlü olmasına rağmen bir nokta kalmaktadır ki şüpheye mahal vermektedir. O da, müctehid imamların Kitap ve sünnete başvurmalarına rağmen, aralarındaki tartışma konularının hâlâ sona etmemesidir. Buna da şöyle cevap verilebilir: Nassda, meselelerinizi Kitap ve sünnete döndürdüğünüz zaman ihtilâf kesin olarak ve tümden kalkar, denmemiş­tir. Nass, yolu göstermektedir; buna rağmen vakıada ihtilâfların sona er­memesi ayrı birşeydir.

[100] Burada şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Âyette yasaklanan ayrılmadan mak­sat, düşmanlık beslemek suretiyle ayrılmak, ihtilâftan maksat da dinin esaslarında yani inançla ilgili alanlarda olan görüş ayrılığı ve tarafların birbirlerini tekfir etmeleridir. Nitekim âyette tel´in edilen yahudi ve hristi-yanlann vakıadaki durumları böyledir. Eğer bu âyet müellifin kastettiği mânâda olsaydı, o zaman müslümanlar, başlarında da sahabe nesli olmak üzere yasaklandıkları şey içerisine düşmüş olurlar ve bunun sonucunda da yahudi ve hıristiyanlarm ayrılması ve ihtilafa düşmesi üzerine terettüp edilen cezaya müstehak olurlardı. Böyle bir durumdan ALLAH´a sığınırız.

[101] ÂI-iîmrân3/105.

[102] Bizce "beyyinât" kelimesi şeriat tabirinden daha husûsî bir mahiyet arze-der; dolayasıyla bu delil ulaşılmak istenilen sonucu vermez.

[103] En´âm 6/153.

[104] Bakara 2/213.

[105] Şûra 42/13.

[106] Bakara 2/176.

[107] Aynı şeriat içerisinde neshin vukuu konusunda müslüman âlimler ara­sında Ebû Müslim el-Isfahânî´den başka farklı düşünen yoktur. Doğrusu, onun da muhalefeti tamamen lâfzî olmaktadır. Çünkü o neshi, tahsis di­ye isimlendirmektedir. Diğer din sâlikleri arasında neshe karşı çıkan sa­dece yahudîlerden Şem´ûniyye fırkasıdır. Onlar neshin aklen ve naklen imkânsız olduğunu kabul etmişlerdir. Onların asıl benimsedikleri husus, neshin naklen imkânsızlığı olmaktadır. Hristiyanlara gelince ki Isfa-hanlı İsa´nın tabileri de bunlardandır bunlar neshi aklen de naklen de caiz görmektedirler ve Efendimiz Hz. Muhammed´in (s.a.) peygamberliği­ni itiraf etmektedirler; ancak onun sadece Araplara has bir peygamber olduğunu söylemişlerdir.

[108] Yani nâsih ve mensûh konusunda araştırma ve ictihâdda bulunmanın bir gerekçesi kalmaz, aksine bu konuda sadece kesin nass ile sabit olan hü­küm yanında durmak gerekirdi.

[109] Yani o zaman âmmı tahsis eden delilin bulunup bulunmadığının araştı­rılması lâzım olmayacaktır. Halbuki icmâ ile tahsis delili bulunup bulun­madığı araştırılmadan âmmın umûmu ile amel etmek mümkün değildir.

[110] Çünkü böyle bir davranış, ancak ihtilâfın dinde bir esas olarak kabul edil­mesi halinde mümkün olur ve tercihe ihtiyaç, şeriatta hakikatin tek oldu­ğu ve bizim onu bulmamız gerektiği esasına binaen duyulur. Muhteme­len, umûm ile nesihten ayrıldığı bu Özelliği sebebiyledir ki, müellif tercihi dördüncü delil diye müstakil olarak getirmiştir. Buna rağmen delili, önce­ki ile aynıdır. Müellif delili meselâ şöyle sevketseydi: "Ulemâ, tercih pren­sibinin varlığı, tearuz halindeki iki delilden herhangi birinin, tercih yolla­rından biri ile olmaksızın rastgele olarak i´mali cihetine gidilmesinin sa­hih olmadığı konusunda görüş birliği etmişlerdir. Şeriatta ihtilâfın bulun­duğunu kabullenmek, tercih konusunda araştırma ve değerlendirme yap­manın lüzumunu ortadan kaldırır ve iki delilden rastgele birinin i´malini sahih kılar." O zaman tercih konusunu dördüncü delil olarak müstakillen zikretmesinin bir anlamı olabilirdi. Çünkü ikinci delilde vermek istediği şey, umûm ve benzeri konularda araştırmanın bir semeresi olmayacağı pratikte bir değeri bulunmayacağı şeklinde idi. Bu delilde ise, ulemânın tercihin lüzumuna kail olmaları, dinde ihtilâfa mahal bulunduğu esası ile bağdaşmaz noktasına çıkmaktadır. Aynı şeyin işarette bulunduğumuz gi­bi umûm ve mutlak için de söylenebileciği gayet açıktır.

[111] Bu, üçüncü delilde ihtilâfa mahal olması halinde birinci ihtimal olarak geçen takat üstü yükümlülük olacağı izahından farklı değildir. Şu kadar var ki, burada yükümlülük konusunu mükellefin anlayışı açısından ele almakta ve onun böyle bir hitabın kendisine getireceği yükümlülüğü an­lamasının mümkün olmayacağı, dolayısıyla da emredilen şeyde halel meydana geleceğini söylemektedir. Orada ise gafilin yükümlü kılınması meselesine çıkan bir takat üstü yükümlülükten söz etmişti. Burada da onu kastediyor olması takdirine göre, ikisi arasında sadece tasvir ve me­selenin izahı açısından bir fark bulunacak, başka bir fark olmayacaktır. Çünkü burada da, orada sözü edilen ihtimalin tasviri mümkündür ve o zaman bu delile temelden ihtiyaç kalmaz. Ancak şöyle denilebilir: Bura­daki bakış açısı, yükümlülükten gözetilen maksadın gerçekleşmeyeceği, dolayısıyla abes olacağı noktasındandır. Bu ise, iddianın iptali için kulla­nılan başka bir yöndür ve üçüncü delilde geçen takat üstü yükümlülük­ten farklı bir izahtır. Müellifin "İhtilâfın Sâri´ Teâlâ tarafından kastedil­miş olduğunu düşündüğümüz zaman, maksadı gerçekleşmez" şeklindeki sözü de bunu ifade etmektedir. Ancak istidlal sırasında müellif, işaret de ettiğimiz gibi, muhal ile yükümlü tutma yönüne kaymakta ve izahını o doğrultuda yapmaktadır.

[112] Bundan murad, hakiki müteşâbih olan nasslardır

[113] Bundan maksadı da izafî müteşâbihlerdir.

[114] Meselâ, Hanefilerin: "Başın meshi, meshtir; dolayısıyla mest üzerine mes-hetmek gibi tekrarlanmaz" demeleri, Şâfiîlerin ise: "Başın meshi rükün­dür; dolayısıyla yıkama gibi tekrarlanır" demeleri gibi.

[115] Yani şeriatın konulusu sırasında kıyasın meşru kılınması ve farklı değer­lendirmelerin kaçınılmaz olduğu zahirlerin getirilmiş olması herkesçe ka­bul edilen bir husustur. Bu konum, içtihadın yürümesi ve müctehidlerin isabet etmesi için şer´an istenilen birşey olmaktadır. Bu kasdi gerçekleş­tirmek için ihtilâfa zemin olacak şeyler konulmuş olunca, buna bağlı ola­rak ihtilâfın da şer´an maksûd olması sonucu lâzım gelir. Dolayısıyla onun şeriatta yeri olmadığını söylemek doğru olmaz.

[116] Buhârî, İ´tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ebû Dâvûd, Akdiye, 3; İbn Mâce, Ahkâm, 3.

[117] el-Gazzâlî, el-Kâdî, el-Müzenî ve Mutezile´nin görüşüne göre, hakkında nass ve icmâ olmayan konularda müctehidlerin ictihâdlan sayısınca hak­kın taaddüdü caizdir. Tercihe şayan olan görüşe göre hak tektir; isabet eden doğruyu elde etmiş, onu bulamayan da hata etmiştir. Bununla bir­likte hata eden de ALLAH katında me´cûrdur. Bu görüş dört imamın yani İmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ahmed ve çoğunluk fukahânın görüşü olmaktadır.

[118] Tahrîr´de şöyle denir: Şer´î delillerin tearuzu konusunda gerçek şudur ki, bu sadece dış görünüşte öyledir ve işin aslında tearuzun olması sözko-nusu değildir. Bu yüzden de tearuzun kat´î olan iki delil arasında da ger­çekleşmesi sahih olmaktadır. Tearuzun sekiz birimde gerçekleşebileceği görüşünde olanlara da bu bir cevap olur. Çünkü onların görüşü, tearuzun hakikî ve işin esasında da Öyle olması halinde doğru olur. İmam Şafiî şöy­le demiştir: "Hz. Peygamber´den (s.a.) husus ve umûm ya da icmal ve tefsîr cihetinden olmaksızın, biri diğerinin hükmüyle bağdaşmayacak şe­kilde birbirine zıt düşen iki sahih hadisin gelmesi ancak nesih tariki üze­re mümkün olabilir." el-Mâverdî ve er-Rûyânî pekçoklanndan birbirleri-"ne denklik cihetinden tearuzun caiz ve vaki olduğunu nakletmişlerdir. el-Kâdî Ebû Bekir ve bir cemaat da şöyle demiştir: "Birbiri ile tearuz halin­de bulunan zavâhir arasında tercih, ´furûda isabet eden ancak tek bir müctehiddir´ görüşü üzerine sahih olabilir."

[119] bkz. Keşfu´1-hafâ, 1/147. Bu hadisin mevkii olduğu veya en azından sahih olmadığı söylenmiştir.

[120] Yani onlar içerisinden bîrini diğerlerine tercihi gerektirecek bir hususu (müreccih) araştırmaya, onların en faziletlisini öğrenmeye gerek duyma­dan onlardan herhangi birine tâbi olabilir. Bunun mukabili şudur: Sıra­dan birine (âmmî) nisbetle âlimlerin bir konudaki görüşlerinin müteaddit olması, müctehide nisbetle delillerin müteaddit ve birbirine tearuz halin­de olması mesabesindedir. Bu konuda ileride yeterli bahis gelecektir. Bu da, mesele hakkındaki itirazı daha da güçlendirir. Çünkü bu ancak delil­lerin tearuzunun kabullenilmesi halinde sahih olur. Bu durumda da onun üzerine terettüp edecek olan ihtilâf şeriatta bir yer bulmuş olur.

[121] Bu kayıt, dördüncü delil sırasında geçen birbiri ile tearuz halinde bulu­nan deliller arasında tercihe gitme esası üzerindeki sözü edilen ittifakla bağdaşmaz değildir. Burada ihtilâf mahalli müctehidin tercihe gitmeden âciz kalması durumunda tearuzun bulunup bulunmayacağı konusudur. Bu konuda farklı dokuz görüş bulunmaktadır: Biri burada sözü edilen mesnetsiz tercihtir. Bu görüş aynı zamanda Ebû Alâ, oğlu Ebû Hâşim ve el-Kâdî Ebû Bekir´e de nisbet edilmiştir. Bir görüşe göre de, bu iki delilin karşılıklı olarak düşeceği ve hiçbiri ile amel edilemeyeceği ve hükmün başka delillerden çıkarılmasına çalışılacağı şeklindedir.

[122] Enfâl8/42.

[123] Yani şeriatın vaz´ı üzerine bazılarının helakinin bazılarının da kurtulu­şunun terettüp edilmesi, burada üzerinde durulan tartışma konusu değil­dir. Bu, ayn bir konudur ve buna zikri geçen âyet delâlet etmektedir. Çünkü bu vaz´ı kaderi olmakta ve emir ve nehye tâbi olmamaktadır. Ke­za onunla burada bahis konusu olan teklif arasında da bir bağ bulunma­maktadır. Onların her ne kadar kaderi irâdeye uygun olarak vakıada ihtilâf halinde bulunmaları söz konusu ise de, kendilerinden ihtilâfa düş­meleri istenmemektedir.

[124] Yûsuf 12/118.

[125] Yani zikredilen iki âyetin işaret etmekte olduğu tekvin iradesine râci olan şeyle, teşrie râci olan vaz´ı şer´î arasında fark vardır. Birincisinde kulun, "Sen böyle takdir ettiğin için böyle oldu" gibisinden şöyle ya da böyle bir mazereti olmaz. İkincisinde ise şer´an matlup olanın emredilme-si, terki matlup olanın da yasaklanması şeklinde bir sonuç gerekir. Birin­cisinin aksine ikincisinde, irade ile emir ya da yasak arasında birinin bu­lunmasından diğerinin de bulunması gibi bir gerekirlik (telâzum) yoktur. Bu bahis Emir ve Nehiy bölümünün birinci meselesinde genişçe ele alın­mıştı.

[126] Bu âyette hem kaderi, hem de şer´î vaz´ bir arada toplanmıştır. Âyetin ba-şmda kaderi vaz´ı işlenmektedir. Çünkü Kur´ân´m indirilişinden gözetilen şer´î maksat, hidayete sebep olmasıdır ve o kesin olarak hidayet için bir sebeptir. Ancak fâsiklar ondan yüz çevirmeleri sebebiyle gereği gibi isti­fade edememişlerdir. Ona cahillikle ve inatla saldırmaları, onların sapık­lıklarının artmasına sebep olmuştur. Yoksa unlar hidayet üzere idiler de, Kur´ân onları sapıtmış değildir.

[127] Bakara 2/26.

[128] Yani tartışma konusu olan vaz´ı şer´î kısmından.

[129] Yani vaz´ı kaderi kısmından.

[130] Ki bunun sonucunda teşri açısından ihtilâfı kasdetmiş olduğuna dair bir delil olsun.

[131] Yani ALLAH Teâlâ, müteşâbihler karşısında insanları, ilimde yüksek payeye erenler (erbabı rüsûh) ve sapıklar diye ikiye ayırmazdı.

[132] Eğer hakikî olsaydı, o zaman müctehidin bizzat kendi görüşünü terkederek bir başka müctehidin görüşünü almasına bir mani olmazdı, bu caiz olurdu. Halbuki bu caiz değildir.

[133] Nitekim usûlcüler şöyle derler: "Bir mesele hakkında bir müctehidin, ay­nı vakte ve tek bir kişiye nisbetle birbirine zıt iki görüşü olması caiz de­ğildir." Eğer böyle birşey vuku bulursa teeâruz meydana gelir ve ya ara­ları cem edilir, ya tercihe gidilir. Her ikisine de imkân yoksa tevakkuf edilir.

[134] bkz. [2/32, 54 vd.] Cevap, az önce verilen cevapla aynı: İsabetin hakikî ol­mayıp izafî olduğu, eğer öyle olmasaydı o zaman müctehidin kendi görü­şünü terkederek bir başkasının görüşü ile amel etmesinin caiz olacağı... şeklinde.

[135] Yani sadece kendisine ve kendisini takip edene nisbetle hüccettir.

[136] Âl-i İmrân 3/7.

[137] Bu sözler, itirazın sonunda delillerin bir sonucu olmak üzere ifade edilen: "Şeriatta ihtilâfın bulunmadığına dair serdedilen yukarıdaki deliller, di­nin furûuna değil aslına yönelik olan ihtilâfa yorulur" şeklindeki söze kar­şılık olmak üzere getirilmiştir. Müellif, itiraz delillerini teker teker ele alıp onlan çürüttükten sonra nihâî sözünü söylemiş ve şeriatta ihtilâfın sabit olmadığını, ihtilâfın hem usûlde hem de furûda mutlak anlamda ca­ri bulunmadığı ifadesinin sahih olduğunu belirtmiştir.

[138] Yani geçen esas ki şeriatın tek bir görüşe çıkacağı, onda ihtilâfa mahal olmadığı idi sabit olunca, bundan mukallidin kendince keyfî bir seçim yapma hakkı bulunmadığı sonucu lâzım gelir. Çünkü bu ancak, şeriatın tek btrşey hakkında birden fazla hükmü bulunması ve farklı görüşlerin olması esası üzerine mümkün olabilir. Gerçi bu, daha önce meseleye itiraz ve ona cevap sadedinde geçmişti ve orada müellif mukallidin keyfi tercih­te bulunamayacağına dair delil ikamesinde bulunmuştu. Ancak konuyu bu fasılda biraz daha açmak istediği için, onu burada tekrarlamış oldu.

[139] Taklid: Görüşü hüccet olmayan bir kimsenin delilini bilmeksizin, görüşü­nü almak ve onunla amel etmek demektir. Dolayısıyla Rasûlullah´ın (s.a.) sözü ile, İcmâ ile amel etmek; kadının, şahidlerin sözü ile amel et­mesi taklit kavramı dışında kalmaktadır. Çünkü bu üç şey, iemâ ile ken­dilerinden hükümlerin elde edildiği şer´î delillerden olmaktadır. Dolayı­sıyla bunlara başvurma taklit sayılmamaktadır. Usûlcülerin ıstılahında "müftî" müctehid demektir. Bazen şer´î hükümleri bilen ve onlar hakkın­da soru soranlara cevap veren kimseler hakkında da her ne kadar müc­tehid olmasalar bile müftî denmektedir.

Usûlcüler, mukallidin tercihi konusunun ihtilaflı bir mesele olduğunu zikretmişlerdir: Mesele şöyle vaz´edilmektedir: "Acaba avamdan biri (âmmî)j müftîler içerisinden dilediğine sorabilir mi Yoksa suali ve alaca­ğı cevap için mutlaka kendi nazannca içlerinde en üstün olanına mı sor­mak zorundadır En üstünün belirlenmesi konusunda da şöhret yeterli­dir."

Bu ikincisi İmam Ahmed b. Hanbel, îbn Süreye, Şafii´lerden el-Kaffâl, fukâha ve usûlcülerden bir grubun görüşleridir. Bunlar el-Kâdî Ebû Be­kir ile fukahâ ve usûlcülerden bir grubun "müftîler ister birbirlerine mü­savi olsunlar, isterse birbirlerinden üstünlükçe farklı olsunlar, her halükârda mukallidin istediğine danışması ve hükmünü ondan alması hakkı vardır" şeklindeki görüşlerine muhalet etmişlerdir. Tercih hakkı tanıyan grup sahabenin durumunu delil olarak kullanmışlardır. Onlar içerisinde hepsi aynı seviyede değillerdi; bir kısmı diğerlerinden daha üs­tündü, içlerinde avamdan olan kimseler de vardı. Ashabtan hiçbiri, avamdan olanlardan soru soracakları müctehidlerin seçiminde illâ da ietihâdda bulunmaları gerektiğini istememiştir. Eğer mukallidin müete-hidlerden istediğine sorabilmesi caiz olmasaydı, o zaman, sahabe tümüy­le söz birliği ederek onun yanlışlığına ses çıkarmazlık etmezlerdi.

el-Amidî, meselenin sonunda şöyle demiştir: "Eğer bu konuda sahabenin icmâı olmasaydı, karşı tarafın görüşü gereği hükmetmek daha yerinde olurdu." Görünen odur ki, bu delil müellifin konusuna karşı ko­yacak durumda değildir. Çünkü bu delil nihayet avamdan birinin dilediği sahâbînin seçimi konusunda tercihte bulunabileceğine delâlet eder. An­cak o, iki sahâbîye gitse ve onlar da farklı şekilde fetvada bulunsalar, bu durumda bu delilde onlar içerisinden birini tercihe delâlet edecek bir un­sur bulunmamaktadır. Müellifin üzerinde durduğu ve caiz olmadığına dair delil ikamesine çalıştığı nokta ise budur ve naklettiğimiz ihtilaflı meselenin aynısı değildir. Dolayısıyla el-Kâdî ve aynı görüşü paylaşan di­ğerlerinin getirdikleri karşı delil yerinde değildir ve sahabenin icmâ ma­halli de olmamaktadır. Bu durumda el-Amidî´nin: "Eğer bu konuda sahabenin icmâı olmasaydı, karşı tarafın görüşü gereği hükmetmek daha yerinde olurdu" şeklindeki sözü yerini bulmuş ve müellifin maksadı hasıl olmuş olur.

[140] Konu hakkında sekiz görüş vardır: Mukallidin tercihine bırakılması gö­rüşü Şâfiîlerin çoğunluğu ile eş-Şîrâzî, el-Hatîb, el-Bağdâdî ve el-Kâdî´ye aittir. Müellifin tercih ettiği ve isbatı konusunda aşın gayret gösterip, aksi görüşte olanlara karşı şiddetli tepki gösterdiği tercih için ictihâdda bulunmasının gerektiği görüşü ise İbn Sem´ânî´ye aittir. Nite­kim eş-Şevkânî´nin İrşâdu´l-fuhûl´ünde böyle geçmektedir. Bu konuda et-Tabsire´nin "Kazanın Rükünleri" bölümüne bakılmalıdır. Çünkü ora­da konu ile ilgili gerçekten değerli bir fasıl bulunmaktadır ve o, genel an­lamda müellifin buradaki görüşünü teyid etmektedir. eş-Şeyh Illîş´in Fetâvâ´smda da "Mesâini usûlil-fıkh" babında bu konu ile ilgili olarak etraflı bilgi verilmektedir.

[141] bkz. Keşful-hafâ, 1/147. Bu hadisin mevzu olduğu veya en azından sahih olmadığı söylenmiştir.

[142] Yani mükellefin, müctehidlerin görüşleri içerisinden arzu ve heveslerine uyarak bir başkası adına hükümde bulunması ile, bizzat kendisi amel et­mek için onlardan birini seçmesi arasında bir fark yoktur. Birincisi, icmâ ile yasak olduğuna göre, ikincisinin de aynı şekilde yasak olması gerekir. Aralarında fark olduğunu iddia edenin bunu beyan etmesi gerekir. Kaldı ki el-Karâfî, fetva konusunda da heva ve heveslere uymanın haramlığı konusunda icmâın bulunduğunu nakletmiştir. Nitekim bunu kendisinden İbn Ferhûnet-Tabsire´de, kazanın rükünlerinden İkinci rükünde naklet­miştir. Yine o, ondan tercihe şayan olmayan görüş (mercûh) doğrultusun­da hükümde bulunmanın ve fetva vermenin, icmâa muhalefet olduğunu nakletmiştir.

[143] Nisa 4/59.

[144] Ki bu burada tercih olmaktadır.

[145] Nisa 4/60.

[146] Yani o müctehidin diğerlerinden daha üstün olduğu araştırmasına ihti­yaç bulunmaksızın. Nitekim bu el-Kâdî Ebû Bekir ve beraberindekilerin görüşü olmaktadır.

[147] Dahası işi şer´î bir kanun olmaktan çıkararak, bir ticaret metasi haline getirmişlerdir.

[148] Nefis ve mal üzerine endişenin meşru yani yeminin hükmünü kaldıracak ikrah (zor kullanma, tehdit) sayılabilmesi için, beklenti halinde olan zara­rın yemin eden şahsın bizzat kendisine ya da çocuğuna dokunması şart­tır. Hatta baba ve kardeşin zarar görmesi halinde bile, yemin hükmünü kaldıracak bir ikrahtan söz edilmemektedir. Bu durumda bir kimse, ken­disi ya da çocuğu için tahakkuk edecek bir zarar dolayısıyla yemin edecek olsa, bu ikrah hükmüne girmeyecektir. Her ne kadar o kimseden, o yabancının kurtulması için yemin etmesi kimine göre mendup, kimi­ne göre de vacip olarak şer´an istenir ise de ikrah hükmü gerçekleşmez ve yeminin hükmü ortadan kalkmaz. Ancak bu kişinin, o kişiyi saklaması yüzünden maruz kalacağı işkenceden, korkusundan yani bizzat kendi ba­şına gelecek olan zarar sebebiyle yemin etmesi halinde ise ikrah hükmü altına girmiş olacaktır ve o zaman yemininde hânis olma durumu olmaz. İkrah konusunda İmam Mâlik ve tabilerinin görüşü bu olmaktadır. Onla­ra göre ikrah ile ne yemin, ne alış veriş ne de bir başka akit ya da iltizam geceki eşmez.

[149] İçinde bulunduğu sıkıntıdan bir çıkış yolu bulmanın sevincine alâmet ol­mak üzere.

[150] Hanefi mezhebi ile ilgili olarak el-Bedâi´ adh eserde şöyle denir: Ebû Hanîfe ve iki talebesi arasındaki vakfın caiz (bağlayıcı) olup olmaması konusundaki görüş ayrılığı üzerine şu sonuç terettüp eder: Meselâ, bir kimse yoldan geçenler için ribât veya bir han ya da müslümanlarm istifa­desi için çeşme inşa etse, o malın mülkiyeti Ebû Hanîfe´ye göre hâlâ vak­fedenin mülkiyetinde olmaya devam eder. Ancak "öldüğüm zaman evim, falanca hayır cihetine vakıf olsun" demek suretiyle vakfı ölümünden son­raya nisbet ederse, ya da hâkimin hükmüne iktiran eder ve vakıf tescil edilirse o zaman bağlayıcılık kazanır ve vâkfın mülkü olmaktan çıkar. Sâhibeyn´e göre ise bu şartlar olmaksızın vakıf bağlayıcılık kazanır.

[151] Mâide5/49.

[152] Fakihten maksat, müctehid olmayan fakat onların görüşlerini bilen kim­sedir. Çünkü el-Bâcî´den nakledilen onun tavrının yerilmesi ile ilgilidir. Fakîhin durumu böyle olunca, müctehidin durumu evleviyetle Öyle ola­caktır.

[153] Sekizinci fasılda gelecektir. Bu bakış açısı şudur; İhtilâf, olayın vukuundan sonra dikkate alınır; çünkü o zaman yeni bir bakış ve yeni bir ictihâd söz konusu olur.

[154] bkz. [4/125].

[155] el-Bâcî´nin dediği üzere kastedilen kimse, Îbnul-Kâsım´dır.

[156] Çünkü onun mükellefi ´iki görüşten hangisini dilersen onunla amel et´ di­ye muhayyer kılması, biri men´ diğeri de isbat şeklinde olan iki görüşten farklı ikisinden herhangi birini yapabilma imkânı getiren mübahlık şek­linde yeni bir görüş olacaktır. Böylesine şer"î bir hüküm ise, ancak mücte-hid tarafından ve bir delile dayanmak suretiyle konulabilir. Halbuki me­selenin vaz´ı böyle değildir. Bu izah müellifin: "Eğer ictihâd derecesine ulaşmış ise, tek bir olay hakkında aynı zaman içinde iki görüşün bulun­ması usûlcülerin genişçe üzerinde durdukları gibi sahih değildir" şek­lindeki sözünden daha uygundur. Çünkü ibâhanın, men´ ve isbat dışında üçüncü bir görüş olduğunu kabullendi. Bu durumda mübahlığı ve iki görüşe muhalefeti gösterecek delil bulduğu zaman müctehidi, onu şer´î bir hüküm olarak isbat ve izah etmeden alıkoyacak bir engel yoktur. O zaman konu, usûlcülerin genişçe ele aldıkları "bir müctehid için tek bir olay hakkında aynı anda iki görüş olamaz" meselesi ile reddedilebilecek "müctehidin iki görüşünün olması" meselesi olmaktan çıkacaktır ve tek bir görüş yani mübahlıktan söz edilecektir. Kaldı ki, burada ibâha mânâsı makûl de değildir; çünkü ibâha bir fiilin işlenmesi ya da terki arasında tercihe bırakma demektir. Burada söz konusu olan ise, haram olduğu için işlenmesinden çekinmek ile, mubah olduğu için işlenmesi arasında gidip gelme (terdid) vardır. Fiil ile terk arasında muhayyer bırakma değildir.

[157] Şeriatın bir gereği olarak değil. Şeriatın gereğine göre kişi, her zaman için evlâ olanı yapmak durumundadır; kendisinden istenilen budur.

[158] Şems 91/7.

[159] İnşân 76/3,

[160] Beled 90/10.

[161] Yani bütün görüşler, fiilin işlenmesinin ya da terkinin istenmesi şeklin­dedir.

[162] Avamdan birinin (âmmî) her olayda belli bir mezhebi benimsemiş olması­nın gerekli olup olmadığı konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bir grup ´evet´ demişlerdir. Çoğunluk ise bunun gerekli olmayacağını söylemişler­dir. İmam Ahmed de bu görüşü benimsemiştir. Belli bir mezhebi benimse­mesi halinde ise, bu konuda âlimler arasında bir başka ihtilâf konusu da­ha vardır. O da: "Bazı meselelerde âmmînin kendi imamına muhalefet et­mesi ve başka birinin görüşünü alması caz midir " sorusudur. Bazıları bunu mutlak surette men´etmişler, diğer bazıları da aynı şekilde caiz gör­müşlerdir. Diğer bir kısmı da tafsile giderek, bunun fiilin işlenmesi ya da hükmün verilmesinden önce ya da sonra olması arasında bir ayırım getir­mişlerdir. Bir mukallidin her mezhepten daha hafif ve kolay olanını ter­cih etmesi ve onunla amel etmesi meselesine gelince, İmam Ahmed ve el-Mervezî böyle bir kimsenin fâsık olacağını söylemişlerdir. el-Evzâî ise: "Kim ulemânın garip görüşlerini (nevâdir) alırsa, İslâm´dan çıkar" demiş­tir. Müellifin İbn Hazm´dan yaptığı, ruhsat hükümleri derleyip onlarla amel etmenin fasıklık olduğuna dair icmâ bulunduğu nakli daha Önce geçmişti. Bu şekilde anlaşılıyor ki, ruhsat hükümlerini derleyerek onlara tâbi olmak ile, tümüyle bir mezhepten başka bir mezhebe intikâl arasın­da bir telâzum yoktur; yani birinin varlığından diğeri de zorunlu olarak lâzım gelmez. Ruhsatlan derlemek ve onlara tâbi olmak fâsıklıktır, bazı meselelerde kendi imamının görüşünü terkederek başkalarına ait görüşü alma hakkında da ihtilâf olduğunu öğrendik. Bu durumda her halükârda bir hafife alma, ya da ruhsat hükümleri derleyip onlara uyma gibi bir davranış olmadıkça, sahih olan görüşe göre bunda yani avamdan birinin bazen kendi imamı dışında bir başka mezhep imamının görüşü ile amel etmesinde bir mani yoktur; kişi böyle bir kısıtlılık altına alınmaz. Ancak bu durumda ortaya telfik gibi bir sonuç çıkıyorsa, o zaman men´ cihetine gidilir. Bu durumda müellifin *bir mezhepten başka birine intikâlin an­cak tümü ile caiz olacağını" ifadesinin kendisinden Önceki üzerine tefsir edici bir cümle olarak atfı ancak, zayıf olan görüşe göre mümkün olabile­cektir. Bir sonraki fasılda, ruhsat hükümleri derleyip onlara uymanın, kendi imamının görüşü ile amel etmeyip bir başka mezhep imamının gö­rüşü 11e amel etmekten ya da mezhep içerisindeki mercûh (zayıf) görüş ile amel etmekten daha genel bir anlamda olduğunu belirten ifadeler gele­cektir. Bu durumda ise, sözü edilen cümlenin tefsir için olması sahih ol­mayacaktır. Çünkü o zaman, birşeyin kendisinden daha husûsî birşeyle tefsiri olur, bu da sahih değildir.

[163] Hadisin devamı şöyle: "Kim benim sünnetime muhalefet ederse, o benden değildir." Hadisi el-Hatîb rivayet etmiştir, hasen-li gayrihî bir hadistir, bkz. Keşful-hafâ, 1/340.

[164] Nisa 4/59.

[165] Örtülü riba satışları. (Ç)

[166] Çünkü bu, gıds maddesinin (tahıl), para ile takdir edilen semenin ilga edilmesi sebebiyle yine gıda maddesi karşılığında veresiye olarak satımı demektir. Bu şeddi zerâi´ ilkesinin bir gereği olmaktadır. Nitekim mezhe-bin görüşü bu şekildedir.

[167] Çünkü bu, heva ve heveslerin tahkimi mânâsına gelir ve ancak garaz ve çıkarının gerektirdiği şekilde yürür; davranışlarında kendisi için kıstas olacak şer"î bir kanun çerçevesi içerisine girmez.

[168] İbnu´I-Kemâl´in usûl hakkındaki et-Tahrîr kitabına bakıldığında, onun, mezheplerin ruhsat hükümlerini derleyip onlara uymanın caiz olacağını söylediğini görürüz. Şârihi ise şöyle der: "Ancak İbn Abdilberr´den: ´Avamdan birinin, ruhsat hükümlerini derleyip onlara uyması icmâ ile caiz değildir´ dediği nakledilir. Eğer bu nakil doğru ise o zaman ona cevap verme ihtiyacı bulunacaktır. Şöyle cevap vermek mümkündür: Biz icmâ olduğunu kabul etmiyoruz. Zira İmam Ahmed´den, ruhsat hükümlerini araştırıp onlara tâbi olanlar hakkında fasık olmayacağına dair ikinci bir rivayet bulunmaktadır. Ebû Hureyre´den de fasık olmayacağı görüşü nakledilmiştir.

[169] "Eğer birşeyde çekişirseniz, onun hallini ALLAH´a ve peygambere götürün; eğer mü´min kimselerseniz" (Nisa 4/59) âyeti gibi.

[170] Bu mefsedet, mezhepteki görüşe mukabil alınacak görüşün detayları ile bilinmemesi haline münhasırdır. Nitekim o dönemlerde durum öyle idi bir bölgede bir mezhebin görüşleri bilinir, diğer mezheplere ait görüşler ise bilinmezdi. Zamanımızda ise bu mefsedet kalkmıştır.

[171] Yani İmam Mâlik´in mezhebinin yayılmış olduğu Endülüs´te. (Ç)

[172] es-Siyaset eş-Şer´iyye: Hakkı zulümden ayıran, her türlü tecavüz ve haksızlıkları uzaklaştıran yolların tümüdür. Bunların ihmali hakların zayi olması, hadlerin uygulanmaması sonucunu doğurur, fesatçıları cü-retlendirir. Bu kavramın altına insanların yönetilmesi ve azgınların, taş­kınların önünün alınması için konulan herşey girer. Bunlar:

a) Can güvenliğini korumak için olur: Kısas gibi.

b) Neslin korunması için olur. Zina haddi gibi.

c) Irzın korunması için olur: İftira haddi, hakaret ve sövmeye karşı tâzir cezası gibi,

d) Malın korunması için olur. Hırsızlık ve yol kesme haddleri gibi.

e) Aklın korunması için olur. İçki cezası gibi.

O Ya da önleyici ve caydırıcı nitelikteki diğer hükümler şeklinde olur: Ihramlılann av hayvanı Öldürmesi halinde ceza vermesi, zıhâr ve yemin keffareti, kadının huysuzluk halinde yalnız bırakılması ve dövülmesi, Te-bük savaşından geri kalan üç kişiye verilen özel ceza gibi.

Ayrıca bunlarla ilgili olarak suçluların tehdit edilmesi, dövülmesi,

hapsedilmesi, teşhir edilmesi, şahitlere yemin ettirilmesi, onların gizli ve açıkça tezkiye edilmeleri, şahitlerin mahkemede birbirinden ayrı olarak ifadelerinin alınması, sanıkları birbirinden ayırarak ikrar etmelerini sağ­lamak için diğerlerinin suçu itiraf ettikleri intibaını vermek gibi.

Keza, beyyinelerin dinlenmesi ve yemin verilmesi ile yetinmeksizin, gerçeği öğrenmek üzere başvurulan diğer yollar da bu kabildendir.

"Ayrıca bunlarla ilgili olarak suçluların tehdit edilmesi...11 şeklinde verdiğimiz son kısım hakkında ihtilâf bulunmaktadır. Bunların dayanağı mürsel maslahatlardır. Bu konuda, onun dikkate alınıp alınmayacağı ko­nusunda ki bu tür hükümlerin mesnedi olmaktadır görüş ayrılığı bu­lunmaktadır.

Şimdi bu kısım ya da önceki kısımla ilgili olarak iki görüş gelse ve herkes o konuda kendi arzusuna uygun düşen görüş doğrultusunda hü­küm verse, o zaman siyâset-i şer´iyye diye birşey kalmaz ve düzen bozu­lur, adaleti tesis edecek hiçbir mekanizma kalmaz. Bu ise kaos ve anarşi­ye götürecek son derece büyük bir mefsedettir. Bunun sonucunda haklar zayi olur, zulüm ve haksızlıkların Önü alınamaz, hadler uygulanamaz, kö­tü karakterli kimseler cüret kazanır ve istedikleri her türlü cinayeti işle­mek için uygun ortam bulur.

[173] Mesela, namazda kahkaha ile gülmenin abdesti bozmayacağı konusunda İmam Mâlik´i, cinsel organa el sürmek ile abdestin bozulmayacağı konu­sunda da Ebû Hanîfe´yi taklit etse ve bu abdestle namaz kılsa, bu namaz her iki imama göre de caiz olmamaktadır. Yine şehvet kastı ve fiilen vukuu olmaksızın kadına dokunmakla abdestin bozulmayacağı ko­nusunda İmam Mâlik´i, başın bir kısmını meshetmekle yetinme konusun­da da İmam Şafii´yi taklit etse, bu abdesti ve onunla kılacağı namazı her iki imama göre de bâtıl olacaktır. Aynı şekilde mehirsiz, velisiz, şahitsiz evlenmek de böyledir.

[174] Ebû Mansûr, Zahirîlerden zor olanın alınması gerektiği görüşünü naklet-miştir. Her iki görüş de müellifin dediği gibi isabetli değildir. Çünkü yapılması gereken, şer´ı delile başvurmaktır, başkası değildir. Delil, eğer daha ağır olanın sıhhatine hükmederse o alınır, yok daha hafif olanın sıhhatine hükmederse bu kez de o alınır. Sonra mutlak olarak daha hafif olan görüş alınır demek sonucunda bir önceki fasılda sözü edilen mahzur­lar doğar.

[175] Bakara 2/185.

[176] Hacc 22/78.

[177] Daha önce geçmişti bkz. [2/46].

[178] Hadisin devamı şöyle: "Kim benim sünnetime muhalefet ederse, o benden değildir." Hadisi el-Hatîb rivayet etmiştir, hasen li-gayrihî bir hadistir, bkz. Keşfu´1-hafâ, 1/340.

[179] Yani şeriatın hoşgörü ve kolaylığı, usûlü dairesinde olmak kaydı iledir. Nefislerin peşinden koşmak ve şer´î delillere başvurmayı terketmek ise, onun esasları ile bağdaşmaz.

[180] Türkçesi de "yük" kelimesinden türetilen "yükümlülük" olmaktadır. CÇ>

[181] Deliller bölümünün On Üçüncü Mesele´sinde geçmişti ve orada şöyle misti: Bu heva ve heveslerin deliller üzerine tahakkümüdür; bunun s° cunda deliller tâbi olunan (metbû) değil, tâbi durumuna düşmektedir.

[182] Meselenin aslına yönelik itiraza tekrar dönülmektedir. Ancak bu "el1 len itiraz delilleri esnasında geçmemiştir. Fazlaca beyan ve açıkla"13" duyulan ihtiyaç yüzünden burada ayrıca ele alınmıştır.

[183] Çünkü nikâhın fiilen vukuu sonucunda, karşılıklı olarak eşlerin ve 9^-larm birbirlerine haklan taalluk etmektedir. Dolayısıyla sanki yo* e1 telakki edilmez ve üzerine bazı hükümler terettüp eder.

[184] Vukûdan sonra, amellerin iptal edilmemesini gerektiren delil devreye girmekte ve bu, muhalifin delilini teyid etmekte ve onun tercihini gerek­tirmektedir.

[185] Fesadı üzerinde icmâ bulunan bir alım-satım akdinin reddi vacip olmak­tadır. Eğer mebi yok olmuşsa, eğer kıyemîyattan ise kıymeti ile, mislîyyâttan (standart mal) ise misli ile tazmin edilir. Fâsitliği konusun­da ihtilâf bulunan akitler ise, eğer akit konusu şey yok olmamışsa hâkimin ya da onun yerine bakan birinin feshi ile iptal edilir. Eğer yok olmuşsa, o zaman belirlenen fiyatı üzerinden gitmiş olur. Aralarındaki fark mahalli, akde konu olan şeyin yok olması halidir. Çünkü bu durum­da âkideynden her birinin diğerine hakkı taalluk etmiş olur. Bu, üzerinde ihtilâf bulunan bir akit hakkında onun sahih olduğunu kabul eden görü­şün delilini dikkate alma eğilimini teyid etmektedir. Dolayısıyla aynı fi­yat üzerinden gitmiş olmaktadır.

[186] Yani meselenin isbatı için getirilen deliller sırasında.

[187] Muhtemelen birincisinden maksadı, tevili ve zahiri dışına hamledilmesi-aır, diğerinden maksadı da gereğini inkâr olmalıdır; yoksa ibarenin hak-«tersine olmalıydı.

[188] Vuku sonrası hali, vuku öncesi hali gibi değildir. Çünkü vuku sonrasında yeni durumlar ortaya çıkar, bu da yeni bir değerlendirmeyi gerekli kılar, yeni bazı müşkiller ortaya çıkar ve bunlardan kurtulmak ancak hükmün

«tul vaki olan durum üzerine bina edilmesi ve muhalifin görüşünü her ne kadar esas itibarıyla zayıfsa da dikkate alarak onun şer1! sayılması sonucunda mümkün olur. Durum muhalifin delili gereği üzere vuku bulunca, maslahata itibar olunur ve mesele hakkında yeni bir değerlendirme ve başka deliller arama yoluyla yeni bir ictihâd söz konusu olur. Bu durumda vuku sonrasında mesele, vuku öncesindeki meseleden ayrı yeni bir mesele halini alır. Bu, görüldüğü gibi gerçekten güçlü bir te­vildir. Geriye bu tür meseleler üzerinde durmak ve bu izaha uyup uyma­dığını araştırmak kalıyor. Muhtemelen buna uymayan bir şekil çok en­der haller hariç görülemeyecektir. Meselâ, Fâtiha´nm okunması konu­sunda Şâfiîlere muhalif düşmüş olmaktan çıkmak için Besmele´nin okun­masının mendup olması meselesinde olduğu gibi. Bu konuda müellif du-raksayacak ve itirazda bulunacaktır. Evet, imam Mâlik´in mezhebinde "Bu zayıf bir temel üzerine kurulu meşhur bir görüştür" ibaresi bulun­maktadır. Ancak bu, söz konusu olan vuku sonrasında hilafa riâyet kabi­linden değildir. Aksine başka bir konu ile ilgilidir. Her meşhur olanın güçlü, sağlam ve itimat edilir olmaması, bu mânânın doğruluğunu göste­rir. Çoğu zaman meşhur olan, râcih olan ile mukabele görür.

[189] İctihâd bölümünün Onuncu Mesele´sine ait fasılda.

[190] Bu, illetin istinbat yoluyla olmasına misale işarettir. Öncesi ise, illetin husulünün farzedilmesi halinde Şâri´den gelen nassla olmasına işa­rettir.

[191] Yani illeti belirleme yollarından (mesâliku´l-ille) biri de "tarde aks"dir.Buna "deveran" da denir "ve benzeri" sözünden maksat, niza nahallinde mugayir bulunan bütün suretlerde hükmün bulunmasından ibaret olan tard gibi şeylerdir. Aralarındaki fark şudur: Deveran tek bir surette olur, vasfın bulunması halinde hüküm de bulunur, ortadan kalkması halinde hüküm de ortadan kalkar. Meselâ, şıranın sarhoşluk verici üzelliği ile birlikte haramlık hükmü gibi. Şıra sarhoşluk verici olmadığı s irece helâl olur, sarhoşluk verici özellik ortaya çıkınca haramlık hükmüdoğar, sirkeye dönüşmek «uretiyle bu vasıf ortadan kalkınca da yine helâl olur. Onlarda münasebet yani sağduyu sahiplerinin hükmün üzerine terettü­bü hakkında kabul ile karşılayacakları mânâ açık olmaz. Dolayısıyla, ayırdığın şey tam değildir.

[192] Yani Fas ve Tunus ulemâsmdandan karşılaştıkları kimselerden aldığı ce­vaptaki sözü edilen tevil. Durum öyle olunca, iki görüş arasında hilaf bu­lunmaz. Çünkü men´ görüşü sahibi, onu vuku öncesine itibarla men´et­mekte, sahih gören de vuku sonrasındaki hale itibar etmektedir. Çünkü vuku sonrasında illetlik için sahih bir hal almaktadır. Vuku Öncesi hali ise daha önce zikrettiğimiz üzere böyle değildir.

[193] Yani hüküm için illet kılınan hilaf.

[194] Yani icmâa istinad eden hüküm, her müctehid için delilinden almak sure­tiyle belirmiş olan hükmün kendisidir. Burada illet ve ma´lûl (talîl edi­len) yoktur. Hilafa dayalı olan hüküm ise böyle değildir. Çünkü o, önceki hükümden ayn başka bir hükümdür ve bu yeni ortaya çıkan hükümde hilaf illet olmaktadır. Meselâ, imama yetişip iftitah tekbirini unutarak rükû tekbirini alan bir kimsenin namazının yeterli olup olmadığı konu­sunda ihtilâf edilmiştir. Yeterli olmayacağı görüşünü taşıyan kimse, ola­yın vukuundan sonra, yeterli olacağı görüşüne uyarak namaza devamına hükmetmiştir. Dolayısıyla burada hilaf üzerine bina edilen hüküm, üze­rinde ihtilâf edilen hükmün kendisi değil, farklıdır.

İMetinde "iddiamızın aynı olmaktadır" şeklindedir. Sözün akışım ve Dı-ıraz´ın notunu dikkate alarak bu şekilde çevirdik.(Ç)

[195] Yani cevaz delilinin men´ deliline üstün gelmesi halinde bunlar şüpheli şeylerden kaçmış olabilmek için haramhğı gerektiren tarafı dikkate al­makta ve onu terketmektedirler. İbnul-Arabî şöyle der: Râcih (üstün) olan ile hükmetmek, mercûhun (zayıf) hükmünü tümüyle iptal etmez; ak­sine kendi mertebesince mercûha da atıfta bulunmak gerekir. Nitekim Rasûlullah (s.a.) hanımı Sevde´ye mahkemede râcih olan (yatak) delili ge­reği kardeşi olduğuna hükmettiği kişi hakkında, mercûh olan benzerlik deliline de atıfta bulunarak: "Onun yanında örtün, ey Şevde!" buyurmuş­tur.

[196] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/116-155

[197] Bunların bedenî fiillerle, kalbi fiillerden olması arasında fark bulunma­maktadır. Böylece inançlarla ilgili konulan da içine alacaktır. Dolayısıyla müellifin birazdan bu meyanda bahsedeceği, hakkında Sâri´ Teâlâ´nın hiçbir kasdının kesin olarak ortaya çıkmadığı hakikî müteşâbihleri de zikretmesi sahih olmaktadır. Çünkü bu gibi müteşâbihler ancak inanç­larla ilgili konularda gözükür

[198] Yani Kitap, sünnet, icmâ veya kıyas gibi üzerinde ittifak edilen ya da istidlal gibi üzerinde ihtilâf edilen delillerden biri yolu ile o şeyin hakkın­da şer´î bir hitabın bulunması sabit olacak ya da böyle olmayacaktır.

[199] et-Tahrîr ve şerhinde şöyle denmektedir: "Herhangi bir konuda husûsî delilin bulunmaması halinde o şeyin hükmü aslî ibâhadır. Dolayısıyla hiçbir olay, şeriat dairesi dışında kalmaz."

el-Minhâc´da ise: "Makbul delillerden biri de, yeterli ölçüde araştırma sonucunda konu hakkında özel delilin bulunmadığının tesbitidir. Bu du­rumda onun bulunmadığına dair zann-ı galip olur. Delilin olmaması da, gafilin yükümlü kılınması mümteni´ olacağından, hükmün yokluğu sonu­cunu gerektirir" denmektedir.

İbnul-Hâcib´in şârihi el-Adud ise şöyle demiştir: "Olayların hüküm­den hali kalmasının bâtıl olacağı görüşüne katılmıyoruz, çünkü kıyaslar ve şeriatın umûmî esasları mutlaka onu içine alır."

Yani ihtiyaç duyulan her alanda mesâlih-i mürsele gibi yollarla çö­züm bulunabilir. Bir an için bunların yeterli olmayacağını kabul etsek, o zaman hükme mesnedin bulunmaması halinde hüküm vâciplik ve ha-ramlığıri bulunmadığı olacaktır ki, bu da muhayyer kılma demektir. Mü­ellif daha önce bu gibi konuları "avf" mertebesi içerisine sokmuştu. Bu mertebeye Selmân el-Fârisî´den rivayet edilen: "Hakkında Şâri´in sükût geçtiği şey ise affettiği kısımdandır" hadisi işaret etmektedir.

Kısaca hakkında ya da nev´i hakkında şerîatta özel bir delil gelmeyen herhangi birşey hakkında hükmün mübahlık veya men´ ya da tevakkuf olacağına dair görüş ayrılığı bulunmaktadır. Her birinin kendine göre delil ve hücceti vardır. Bu konuda Hükümler bölümünde geçen "avf" mertebesi meselesine bakınız.

[200] Kesin bilgi (ilim) ve şek, zan mertebeleri içerisinde değildir. Şek, en zayıf olan zan mertebesinden, ilim de en güçlü zan mertebesinden sonra gelir. İlim, yüzde yüz kesin bilgi ifade eder. Şek ise yüzde ellilik bir mertebedir. Bu ikisi arasında kalan kısım ise zan mertebelerini oluşturur. Yüzde elli­nin altında kalan kısma ise vehim tabir edilir.

[201] Bu kısmın göreli bir açıklığa sahip olduğu ve zan mertebeleri içerisinde yer aldığı ve Sâri´ Teâlâ´nm kasdınm açık olduğu, şu kadar var ki, kat´î olmadığı farzedilmişti. Bu durumda iki taraftan birine yakınlığının güç kazanmayabileceği varsayımı açık olmamaktadır. Bu varsayım, nefy ya da isbat aynı seviyededir ve Sâri´ Teâlâ´nm ikisinden birine yönelik olan kasdı, Öbürüne olankinden daha açık değildir, mânâsına gelmektedir. Do­layısıyla açık değildir ki, bunun sonucunda sözü edilen kısım müteşâbi-hâttan sayılsın. Bu durumda bununla, hakkında: "Eğer o şeyde Sâri´ Teâlâ´nm kasdı kesin olarak ortaya çikmıyorsa, o şey müteşâbihât kıs­mından olacaktır" dediği kısım arasında ne fark kalacaktır. Fark kalma­yacaktır çünkü nefy ve isbat konusunda kasdınm açık olmadığına kesin hükmetmek, buradaki ´Ancak bu ihtimal bazen iki taraftan birine yakın­lık konusunda güçlü olur, bazen de giiçlü olmaz" yani her ikisi de ikisin­den birine yönelik kasdın açık olmadığı hususunda birbirine eşittir, sözü ile aynı mânâya gelir. Burada şöyle denilebilir: Birinci kısım, mânâsının anlaşılması için asla bir yol bulunmayan hakîkî müteşâbihlikle ilgilidir; müctehid ne kadar araştıracak olursa olsun, şeriatta onlardan maksadın ne olduğuna delâlet edecek birşey bulamaz. İkinci kısım ise izafîdir. Buj rada müteşâbihlik delil yönünden değil, aksine delilin menâtı (dayanağı) yönünden olmaktadır. Müellifin: "Bu, kendisi hakkında ve müctehidlerin bakış açılarına nisbetle izafî olarak açık olmaktadır" sözü de ki bu, bu­rada söz konusu edilen müteşâbihliğin, sadece müctehidlerin bakışlarına nisbetle açık olmaması mânâsını vermektedir- bu şekilde anlamaya yar­dımcı olur. Böylece söz bizim bu izahımız üzerine alınarak aralarındaki bağdaşmazlık giderilmiş olur.

[202] Yani iki taraftan birine yakınlığı kendilerince zahir görünmeyen kimse­ler.

[203] Bu kısmın izafî olarak açık olduğunu, zan mertebelerinin farklılığına bağlaması açık bir ta´lîldir. Müteşâbihliğin bunun üzerine bina edilmesi de aynı şekilde açıktır. Çünkü zanlar muhtelif olup, bir kısmı iki tarafa yakınlık konusunda herhangi bir farkın bulunmadığını görebileceği bir noktada durursa, bunun arkasından müteşâbihlik gelecektir.

[204] Birşey hakkında aynı anda emir ve nehyin, sıhhat ve fesadın, şart ve mâni´in isbatı gibi.

[205] Yani bu gibi garardan (bilinmezlik) kaçınmak mümkün değildir. Bu umûmu belvâ kabilinden bir zarurettir. Kaldı ki bu tür garar sonucunda maruz kalınacak zarar fazla önemli de değildir. Birinci kısım iki vasfı bir­den bulundurmaktadır: Garann çokluğu ve ondan kaçınmanın mümkün olması. Bu iki kısım arasında ise, iki vasıftan birini bulundurup diğerini bulundurmayan kısım yer almaktadır ve bunlar her iki kısma da benze­dikleri için üzerlerinde ihtilâf meydana gelmiştir.

[206] Çünkü bu iki madende, iki özellik bir arada bulunmaktadır: Mübadele aracı olmaları ve hilkaten de para olma özelliğine sahip olmaları. Uruz yani ticaret için olmayan eşyalar ise, bu iki Özelliğe de sahip değillerdir. Dolayısıyla her iki kısmın hükmü üzerinde ittifak vardır. Ziynet eşyaları ise, iki vasıftan birini bulundurmaktadır ki, bu altın ve gümüşten olmala­rıdır. Ziynet için kullanılıp para olarak kullanamamaları sonucunda ise iki vasıftan diğerini kaybetmiş ve bu özelliği ile diğer eşyalar ile müşte­rek hal almıştır. İşte bu yüzden de ihtilâfa mahal olmuştur.

[207] Meselâ, teyemmüm ile namazını kılması, tamamlaması ve fakat henüz va­kit çıkmadan su bulması hali gibi.

[208] Bu sükûttan maksat, mezheplerin yerleşmesinden önce olan yani henüz ictihâd tartışmalarının sürdüğü, mezheplerin iyice yer etmediği bir dö­nemde olan sükûttur. Mezheplerin yerleşmesinden, görüşlerin karar kıl­masından sonra gösterilen sükût ise kesinlikle verilen hükme muvafakat anlamına gelmez. Çünkü bu dönemde muvafakat edilmeyen görüşe karşı çıkmak gibi bir âdet yoktur. Dolayısıyla gösterilen sükût sebebiyle ne icmâ ne de hüccetlik söz konusu olur. Mezheplerin yerleşmesinden önce muvafakat edilmiyorsa, karşı çıkmak âdeti bulunduğu için durum farklıdır.

ayten
Wed 29 September 2010, 10:49 pm GMT +0200
Sükûtî icmâ konusunda görüş ayrılığı bulunmaktadır; İmam Şafiî, onun ne icmâ ne de hüccet olduğunu söylemiştir. Cumhur, icmâdır veya en azından hüccettir fakat kat´î icmâ değildir, görüşündedir. el-Cübbâî ise, as-nn inkırazı şartıyla icmâdır, demiştir.

[209] Kat´î olmayan, dinden olduğu da zorunlu olarak bilinmeyen fer´î meseleler­de işlenilen bid´at gibi. Böyle bir bid´at ittifakla küfrü gerektirmez.

[210] Bazı aşırı Haricî ve Rafızî fırkaları gibi; Hattâbiye bunlardandır. Bunlar meselâ: "Hz. Ali, en büyük ilahtır; Hasan ve Hüseyin ALLAH´ın oğullarıdır, Ca´fer de ilahtır. Ancak Ebu´l-Hattâb (yani reisleri), ondan ve Ali´den daha üstündür" derler. Tabiî ki bu sözler ittifakla küfürdür

[211] Bunlar, açıktan kâfir olduklarını söylememekle birlikte küfrü içeren bir bid´at ortaya koyanlardır. Mücessime ve şefaati inkâr edenler gibi. O yüz­den de bunların kâfir olup olmadıkları konusunda ihtilâf meydana gelmiş­tir.

[212] Yani kudret, ilim... gibi zât üzerine zâid bulunan bazı sıfatların izafesinde.

[213] Yani şer olduğu kabul edilen bazı fiillerin O´na nisbet edilmesi konusu gi­bi. Bazıları onları ALLAH Teâlâ´ya nisbet etmektedir; çünkü O´ndan başka fail yoktur ve onların şer olarak telakki edilmesi ancak kula nisbetledir. Bazıları ise bunları ALLAH Teâlâ´ya izafe etmez ve kemâlin bu şekilde ta­hakkuk edeceğini düşünür. Bu durumda ibarede bir tekrar yoktur ve mak-sud olan bu mânâyı vermek için ikinci sözden müstağni olmak mümkün değildir.

[214] Mecmau´z-zevâid´de uzunca zikredilen hadisin bir parçasıdır. Taberânı, el-Evsafta ve es-Sağîr´de rivayet etmiştir. Senedinde Akil b. el-Ca´d vardır. Buhârî, onun hakkında "Hadisi münkerdir" demiştir.

[215] Çünkü ilimde en üstünlük derecesi, ancak ihtilâfın varlığı ve onlar içerisindeki hakkın bilinmesi anında gerçekleşebilir. Bu da ancak ihtilâf mahallerinin bilinmesi suretiyle mümkün olur. Dolayısıyla hadisin bu biiginin elde edilmesine teşvik olması sahihtir.

[216] Yani delillerinin ihtilâfı üzere bina edilen hükümleri. Çünkü hükümleri ve onlara esas olan farklı delilleri bilmedikçe, mesele hakkında hak olan tarafı tercihte bulunmasına imkân kalmaz.

[217] Bu, tercih kudreti olan fakihler için olmalıdır. Ulemâ arasındaki ihtilâf­ları ve onlardan her birinin delillerini bilmezse, belki kendi elinde bulu­nan delil, vâkıf olamadığı delillere nisbetle daha zayıf olabilir, fakat bil­mediği için zayıf olan kendi elindeki delil doğrultusunda fetva verir. Ama ihtilâf mahallerini ve her bir tarafın delillerini bilecek olursa, o za­man delillere istinaden görüşler arasından bir tercihe gidebilir ve zayıfı alıp kuvvetliyi terketme durumuna düşmez.

[218] Bu ve burulan sonra gelen mesele, ikinci meselenin tekmili mahiyetinde­dir. Bu iki mesele ile, geçen ve ictihâd için ileri sürülen iki vasfın kayıt­lanması cihetine gidilmekte ve onların bazen birlikte kalkabileceği, bazen de birinin kalıp diğerinin kalkabileceği ve buna rağmen bir nevi içtihadın bulunabileceği, iki vasfın birlikte bulunmasının sadece içtihadın bazı tür­leri için geçerli olduğu beyan edilmektedir. Eğer, bu iki meseleyi hemen o şartların akabinde zikretseydi daha uygun olurdu.

[219] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/155-162

[220] İleride örneği gelecektir,

[221] Yani hem genel maksatları hem de ictihâd etmiş olduğu özel mesele hak­kındaki şer´î maksatları bilmesi gerekli olacaktır. İçtihadın tecezzi kabul etmesi görüşüne göre sadece ictihâd konusu olan mesele hakkındaki şer´î özel maksadı, içtihadın tecezzi kabul etmeyeceği görüşüne göre de diğer alanlarla da ilgili şer´î özel maksatları bilmesi gerekecektir.

[222] Müellifin burada iki tezi vardır: 1} Nasslarla ilgili ictihâd yapılabilmesi için Arap dilinin şart olması. 2} Maslahat, mefsedet gibi mânâların değer­lendirilmesi anlamına gelen ictihâdlar için ise Arap dilinin şart olmadığı. Buna göre deliller ikame edecektir.

[223] Müellif daha önce şöyle demişti: "Şeriatın gerçek anlamda kavranması, Arap dilinin gerçek anlamda anlaşılmasına bağlıdır." Yine daha önce mü­ellif: "İctihâd iki vasfa tevakkuf eder: Serî maksatları bilme ve istinbât kudreti. Bu ikincisi özel bazı ilimler yoluyla mümkün olabilir ve bu ilim­ler, şer´î maksatların elde edilmesi için birer araçtır" demiş ve sonra da "Vasıtalar içinde en gerekli olanı Arap dili ilmidir" diye eklemişti.

[224] Yani, Arapça olmamasına rağmen o lâfzın dil sahiplerinin örfünde ne mânâya geldiğini soragelmişlerdir.

[225] İlletin sübûtu eğer sebr ve taksim ya da tahrîcu´I-menât denilen münâse­bet yoluyla ise, o zaman müellifin sözü ilk bakışta belki kabul edilebilir. Ancak illetin asıldaki sübûtu nass veya îmâ ile ki bunun da pek çok mertebeleri vardır ise o takdirde müellifin sözü açık olmayacaktır. Çünkü mutlaka bunu ifade eden nassa başvurmak gerekecektir. Bir baş­kasından hazır olarak almak ve onun verilerine dayanmak bu konuda ye­terli değildir. Yeterliliği kabul edilse bile, yine nasslann istikrası gereke­cek ki, böylece kıyas için yapılan en önemli itirazlardan fesâdul-i´tibâr ve fesâdu´1-vaz´ bulunmadığı sonucuna ulaşabilsin. Nassa başvurmak ise, Arap dilini bilmeyi gerekli kılacaktır. Çünkü Arapçayı bilmeden ne kıya­sın yürütülmesi ne sonuca ulaşılması mümkün olmayacaktır. Çünkü hangi çeşidi olursa olsun kıyas ile ulaşılacak her sonucun mutlaka nass­larla çatışmaması gerekmektedir. Bütün bunlar da Arap dilini gerekli kılmaktadır.

[226] Müellif şunu demmek istemektedir: Kıyâs yoluyla yapılan ictihâdda, Arap diline iki şey İçin ihtiyaç duyulur:

1) Asıl olan makîsun aleyhin öğrenilmesi.

2) İlletin öğrenilmesi. Buna da onun nass ya da işaret yoluyla belir­lenmiş olması halinde ihtiyaç duyulur. Kıyasçınm yapacağı diğer işlemler ise, Arap dilini bilmeye ihtiyaç göstermez. Asıl ve illet ise, hazır elde edil­miş olarak bir başka müctehidden alınabilir ve onun verilerine dayanıla-bilir. Bu durumda da kıyas içtihadı için dile hiç ihtiyaç kalmaz.

[227] Yani mânâ ve maslahatlara dayalı olan ictihâd türüne.

[228] Yani bunları onlardan hazır olarak almakta ve bunların sıhhati konusun­da araştırma yapmamaktadırlar. Bunların araştırmaları, bunların ayrın­tıları ve uzantıları (tefrî) hakkında olmaktadır ve bu konularda bazen usûl ve esasta kendilerine tâbi oldukları imamların ulaştığı ayrıntılara muhalefet bile edebilmektedirler. Ancak bir nokta var: Bu onların icti-hâdlarında tafsili delillere başvurmadıkları ve onları sadece imamlardan hazır olarak alınan veriler (usûl ve esaslar) üzerine bina ettikleri sonucu­nu gerektirmektedir. Çünkü onlar, eğer nasslara başvuracak olsalardı, o zaman onlar için Arap dilini bilmeleri şartı söz konusu olacaktı. Acaba vakıa böyle mi olmuştur Ve onlar ictihâdlarmda mutlak anlamda nass­lara tutunmamışlar mıdır Bu, doğrusu araştırmaya muhtaç bir konudur ve isbatı da mümkün gözükmemektedir.

[229] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/162-164

[230] Konunun iyice açıklık kazanması için bir örnek verelim: Suyu kullanma­sı sebebiyle kendisine hastalık isabet edecek ya da hastalığının iyileşmesi gecikecek olan biri hakkında şer´î hüküm, onun için teyemmüm alma ruhsatının sabit olmasıdır. Biz herhangi bir hastaya nisbetle şer´î hük­mün ne olduğunu Öğrenmek ve böylece o kimseye ruhsat hükmü verilip verilmeyeceğini tesbit edebilmek için Arap dilini ictihâd düzeyinde bilme­ye Jnuhtaç değiliz. Keza diğer konular bir tarafa teyemmüm bahsi ile ilgili şer´î maksatları bilmeye de ihtiyacımız yoktur. Bizim için gerekli olan, o kişi su kullandığı zaman, hakikaten zarar görüp görmeyeceğini öğren-mefrrizi ve böylece hükmün dayanağının var olup olmadığının tesbitini sağlayacak olan şeydir. Hiç şüphe yoktur ki, bu konuda ne Arap dilini ne de «Bakâsıdı bilmenin bir katkısı olmayacaktır. Dolayısıyla bu iki şarta ihtiyaç yoktur. Bu, ancak şahsın kendi tecrübesi ile, ya da emsallerinin tecri beleri ile veyahut da konuya vâkıf olan bir doktorun beyanı ile öğre­nilir,

[231] Yani Arap diline ve hikmeti teşri ilmine ihtiyaç olmadığına.

[232] Yan/; ş^er´î hükümler hakkında herhangi bir yolla ister tahkîkul-menât kaini nden olsun, ister başka şekilde ictihâd eden kimse hakkında, eğer ictihâd için ihtiyaç duyulan her ilim ve fende müctehid olması şart olsay­dı, o zaman hiçbir müctehidin bulunmasına imkân kalmazdı

[233] Ki bunlar, tahkîkul-menâtın kendisine bağlı olduğumu iöyîediğimiz ilim­ler olmaktadır.

[234] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/164-166

[235] Mâide5/49.

[236] Sâd 38/26.

[237] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/166-167

[238] Bazen bunlar, ictihâd için gerekli olan bütün gücün ortaya konmamasın­dan ve müctehid için vacip olan konularda taksir gösterilmesinden kay­naklanabilir.

[239] Buna göre hâkimin hükmü, eğer icmâa, kat´î bir nassa, celî kıyasa ya da şer´î kaidelere ters düşüyorsa bozulur, keza bu şekilde verilen fetva da geçersiz olur.

[240] Meselâ; yine kat´î bir esasla çatışır şekilde helâlin haram, haramın da helâl kılınması gibi. Mut´a nikâhının, ribanın helâl kılınması; rızıklardan temiz ve helâl olanların haram kılınması gibi.

[241] Tergîb´de şöyle denir: Hadisi Bezzâr ve Taberânî, Kesir b. Abdillah tariki ile rivayet etmişlerdir. Bu zat ise zayıftır (vahin) Tirmizî, çeşitli yerlerde hasen Olduğunu söylemiştir. Bir yerde de sahih olduğunu söylemiş, ancak kendisine karşı çıkılmıştır. İbn Huzeyme, Sahîh´inde onunla ihticâcta bu­lunmuştur.

[242] Hikmet sahibi, filozof, herşeyi yerli yerinde yapan, sözü yerinde konuşan kimse. (Ç)

[243] Alimin zellesinden sakınmanın yolu şudur: Siz bir âlim hakkında iyi ni­yet besler ve onun başarılı olduğuna inanırsanız, kendinizi tamamen ona kaptırmayın. Ola ki bu hal sizi, sapıklığa ve heva ve heveslere uymaya götürebilir. Eğer onun hatalı ve sapıtmış olduğunu düşünüyorsanız, ona karşı tamamen katı ve sert davranıp, onu tümden terketnjeyin. Ola ki, si­zin bu sert tutumunuz onu inada ve hakkın ilmeğini boynundan tümden çıkarıp atmaya ve iyice sapıtmaya itebilir. Eu durumda

[244] Beyânu´1-ilm adlı kitabında. Orada sözü edilen Süleyman´ın bu sözü Hâlid b. el-Hâris´e söylediği yazılıdır. Müellif mezheplerdeki bu ruhsatla­rı, ulemânın zellelerinden saymaktadır. Eğer öyle olmasaydı onlar birer kötülük olmazdı,

[245] Yani tahkîkul-menât dışındaki ictihâd türlerinde. Çünkü içtihadın bu tü­rü, daha önce de geçtiği gibi, bu iki şarta tevakkuf etmiyordu. Meselenin başında geçen, "Ancak eğer hata bir külli hakkında ise, o zaman durum daha da kötü olacaktır. Bu gibi durumlar hakkında âlimin zellesinden sa­kındı nlmıştır" şeklindeki sözüne uygun düşen de bu kayıtlamadır. Tahkîku´l-menât cüzîyyâttandır. Sar!:; müellif, tahkîku´l-menât sebebiyle meydana gelebilecek hataları oyla olmasına rağmen dikkatli olunma­sı gereken âlimin zellesinden saymamaktadır. Çünkü şer´î hükümlerin tatbiki esnasında meydana gelebilecek hatalar üzerine doğacak mefsedet ve haklann zayi olması, küllî esaslar hakkında yapılacak olan hatalara nisbetle daha hafiftir. Çünkü bunlar herkesi ilgilendirirken, uygulama sı­rasında meydana gelen hatalar sadece ilgili şahsı etkiler.

[246] Yani âlimin zellesi sebebiyle davul çalınır ve herkese duyurulur, anlamın­da. Bizde de, toplumda üstün yeri olan insanların küçücük kabahatleri, tarih düşmeye veya tarih başlangıcı kabul edilmeye sebep teşkil edecek kadar büyütülür. (Ç)

[247] Bu nasıl doğru olabilir Müellif, ictihâdda meydana gelen hataların bü­yük çoğunluğunu, nasslann araştırılması konusunda bütün gücünü orta­ya koydu demek sahih olacak kadar bir çaba gösterilmemesine bağlamış­tı, îctihâd ise bu çaba üzerine kurulu olmaktadır. Eğer müctehid, nassla­nn araştırılması ve değerlendirilmesi konusunda bütün gücünü ortaya koymamış ve kendisince ulaşılması mümkün olan sınırın berisinde bir yerde kalmışsa, o zaman ihmal ve kusur göstermiş, içtihadın hakkını ver­memiş olur. Dolayısıyla da kesin olarak yergiye hak kazanır. Bizim bu düşüncemizi müellifin bundan sonra gelecek faslın başında geçen, "Çün­kü bunlar aslında ictihâddan sâdır olmamıştır..." şeklindeki sözü de teyid eder. Hakarete maruz kalmaması vb. gibi sayılan diğerşeylerin olmaması ise, geçen deliller sebebiyle kabul edilen şeylerdendir.

[248] Yani bütün bunların, ona karşı şeytanla işbirliği yapmak olduğu ve bu­nun da caiz olmadığı mânâsına.

[249] Nisa 4/59,

[250] Hadiste, "Biz zev&kire göre hükmederiz, işin iç yüzünü ise ALLAH üstlenir" buyurulur. (Ç)

[251] Eğer öyle olsaydı, hükmün bozulması da bozulur ve böylece teselsül mey­dana gelirdi. Bunun sonucunda hiçbir hüküm uygulanamaz ve maslahat­lar kaybolurdu.

[252] Hadiste, "Mehâşî´n-nisâ haram" buyurulmuştur. Mehâş kelimesi, kinaye olarak kadınların arkası anlamında kullanılmıştır, bkz. Nihâye, 1/392. (Ç)

[253] Yani zelle kabilinden olan görüşün tümden atılması ya da ihtilâf mahal­linde dikkate alınacak bir görüş kabul edilebilmesi, müctehidin içtihadı­na ve tartmasına muhtaçtır.

[254] Yani ravinin kendisinden meydana gelen tashif. Bu içerisinde tashif ol­duğu bilinen bir kitaptan nakilde bulunmadan farklı olmaktadır

[255] Ravi, hadisin devamını ya da sebebini bilmekle birlikte kendince doğru olan bir garaz sebebiyle onu düşürür. Meselâ, zikretmekle yetindiği kıs­mın şahit olarak kullandığı iddiasına delâlet için yeterli olduğuna inan­ması gibi. Bazen düşürmüş olduğu sebep ya da kısım yüzünden hadisin mânâsı gizli kalabilir ya da akla ilk bakışta başka bir mânâ gelebilir.

[256] Çünkü bu illetlerden birşey içeren delil, şer´an muteber delil sayılmaz. Bu, illetlerin mahalde bulunduğu kabullenildiği zaman böyledir. Kabul-lenilmeyebilir de ve o zaman sözü edilen kısma raci olmaz. Bu illetlerin onlarda bulunup bulunmadığı konusundaki hilafa mebnî olarak bu delil­lerin dikate alınıp alınmayacağı konusu, dikkate alınmış hilaf kısmından olur. İbn Seyyid´in bu yeri hilafın vukuuna sebep olarak saymasının sebe­bi budur.

[257] Hilaf sebeplerinden saymasının izahı olmaktadır.

[258] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/167-174

[259] Deliller bahsinde, cüziyyâtın külliyyâta vurularak değerlendirilmesi ge­rektiği geçmişti. Dolayısıyla hiçbir cüz´î, külliyi nakzedemez. Meselâ saf­ralı mizaca sahip birine balın zararlı olabilmesi, "onda şifa olduğu" genel esasım ortadan kaldıramaz. Sâri´ Teâlâ´nın hilafı hakikat birşey bildirme-yeceği genel esasından hareketle, meselâ bal ile ilgili şifa kaidesi, safralı mizaca sahip olmama gibi bir kayıt getirelerek muhafaza edilir. Ya da bu cüzîyyâtla ne kastedildiği ALLAH´a ve onu bilen âlime havale edilir.

Müellifin dediklerine şahit olabilecek hususlardan biri de, zamanı­mızda kendilerini şeriatı anlamada yeterli gören ve ondan istinbâtta bu­lunmaya kadir olduklarını sanan kimselerin tavırlarıdır. Bunlara göre şeriatta ibâdetler dışında kalan her hüküm değişebilir özelliktedir. Bu düşünceye hizmet etmek üzere de bazı şeyleri delil olarak kullanmakta­dırlar: Meselâ ahkâmın zamanla değişebileceği, Rasûlullah´ın: "Size dünyanızla ilgili birşey emredersem, bilin ki ben de bir beşerim..."buyur­ması, mefsedetin definin maslahatın celbinden evlâ olduğu... ilkeleri gi­bi. Bu şekilde sözü geçen esasları anlaşılması gerekli şeklin dışında anla­yarak, mânâlarını anlamak için ilim ehline müracaat etme ihtiyacı duy­mayarak, zahiri ve mutlak ifadesi üzere almakta ve bunun sonucunda şeriatın tümünü yıkmakta, ellerinde "şeriatın maslahat için konulmuş ol­duğu" küllisinden başka hiçbir küllî esas bırakmamaktadırlar. Tabiî mas­lahattan maksatları da kendi arzu ve heveslerine uygun düşen ve ilk ba­kışta kendileri için maslahat gibi görünen şeylerdir. Zira bunlar kendi kurun tulannca maksat ve maslahat zannettikleri dışında şeriatın gerçek maksatlarını anlamaktan uzak kimselerdir.

[260] Nisa 4/59.

[261] Bu kuruntu, onun yaptığı işte bir tehlikenin olmadığı düşüncesine kapıl­masını sağlar. Eğer yaptığı işin gerçekten çok hatalı ve tehlikeli olduğu­nu bilseydi, o zaman onu yapmazdı. Çünkü aklı başında olan kimse...

[262] Âli İmrân 3/7.

[263] Buhârî, Tefsîru sureti 3/1; Ebû Dâvûd, Sünne, 2 ; Dârimî, Mukaddime, 19.

[264] Yani hakikî ve izafî müteşabihliği içine alır. Dolayısıyla ulemânın temas ettikleri mânâ, müteşabihliğin içinde sadece bir kışımı oluşturur.

[265] Meselâ, ALLAH Teâlâ´nın mahlukâta cismiyette ve onun gerekleri olan ha­reket vb. gibi konularda benzemekten münezzeh olması sabit, bidüziye ve açık bir esas olmaktadır. Hadiste ise, "Rabbimiz dünya semasına iner..." buyurulmaktadır. Bu, uyulmasından kaçınmamız istenen bir niteleme­dir. Eğer biz bu hadisteki "inme" ifadesinden hareket eder ve bunu ALLAH Teâlâ´ya nisbet edecek olursak, o zaman sözü edilen sabit ve yerle­şik esasla tearuz hali doğar. Ancak böyle yapmaz da, bunu muradın ne olduğunu bilen ALLAH´a havale edersek veya tevil yoluna başvurup, (meselâ, "Rabbimizin melekleri" şeklinde) bir muzâf takdiri ile yine şer´an sabit bir başka asla irca edersek o zaman müşkil kalmaz.

[266] Müellifin el-İ´tisâm´da rivayet ettiği bir hadise işaret olmaktadır. Buna göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Kur´ân´ın bir kısmı diğer kısmını tasdik eder. Ondan bildiğinizi kabul edin, alın. Bilmediklerinizi ise, âlimine bırakın."

[267] Müteşâbihliğin sadece itikadı konularda olmayacağı, aksine amelleri de kapsayacağı konusunu müellif el-İ´tisâm´da üçüncü cüzün dördüncü me­selesinde genişçe ele almıştır. Oraya bkz. Orada müellif: "Bu mesele, el-Muvâfakât´ta bir başka şekilde izan edilmiştir" demektedir.

[268] Ebû Dâvûd, Sünnet, 1 ; Tirmizî, îmân, 18 ; İbn Mâce, Fiten, 17.

[269] Yani fırkanın millet ile tefsiri.

[270] Dârimî, Siyer, 75.

[271] Çünkü "cemâat" ismine hak kazanan, Rasûlullah´ın ve ashabının yoluna tâbi olandır. "Cemâat" kelimesinin tefsiri hakkında el-İ´tisâm´m üçüncü cüzünün on altıncı meselesine bkz.

[272] el-İ´tisâm´da belirttiği üzere, İbn Abdilberr bu rivayeti tenkit etmiştir. Çünkü İbn Main onun hakkında: "Bâtıldır, aslı yoktur" demiştir. Müte-ahhir bazı âlimler ise: "Sika ravilerden bir gruptan rivayet edilmiştir" de­mişlerdir. Müellif, el-İ´tisâm´da üçüncü cüzde hadis ve rivayetleri hakkın­da genişçe durmuştur

[273] Hadiste geçen ve zemmedilen kıyastan maksadın ne olduğunu anlamak için bkz. el-İ´tisâm´ın üçüncü cüzünün yirmi beşinci meselesi.

[274] Bu adam, ganimet taksimi sırasında Hz. Peygamber´e: "Adaletli ol!" de­mişti. Hz. Peygamber de: "Yazık sana! Ben âdil olmazsam kim âdil ola­cak " buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Müsade et, boynunu vura­yım yâ Rasûlallah!" deyince Hz. Peygamber: "Bırak onu, çünkü..." buyur­muştur.

[275] Buhâri, Tevhîd, 23; Müslim, Zekât, 143-149 ; Ebû Dâvûd, Sünne, 28.

[276] el-İ´tisâm´da şöyle demiştir: "Köpek gibi sahibi ile birlikte dolaşan bid´at-lerden biri de, onları bid´at sayanların görüşüne göre Zahiri mezhebi-ninin kail olduğu görüşlerdir."

[277] Yani mutlaka nassların gözettiği maksatlar üzerinde durmak gerekmek­tedir ki böylece sûre ve âyetler arasında var gibi gözüken tearuz ortadan kalksın. Zevahir ile hükmetmek, bu sonuca götürür ve hadisin muhtevası içine girer.

[278] En´âm 6/145.

[279] Bu görüş, bir fiili yapan kimse eğer yaptığı fiilin haram ya da helâl oldu­ğunu bilmiyorsa, o mü´min değildir şeklindeki görüşleri ile tezat teşkil eder. Dolayısıyla cahilliği asla mazur olmaz hatta, kendisinin islâm´dan çıkmış olduğunu bilmemesi bile kendisini temize çıkaramaz.

[280] Al- İmrân 3/103.

[281] Enfâl8/1.

[282] Rûm 30/32.

[283] Buhârî, Edeb, 58 ; Müslim, Birr, 24.

[284] Nitekim Tirmizî´nin rivayet ettiği bir hadiste Rasûlullah: "Araların kötü olmasından sakının; çünkü o traş edicidir; ilişkileri kazır" buyurmuştur.

[285] En´âm 6/159.

[286] Kısmen bkz. İbn Kesîr, 2/196. Ayrıca Tirmizî, îbn Ebî Hatim, Ebû´ş-Şeyh, et-Taberânî, Ebû Nuaym Hilye´de, el-Beyhakî, Şuabul-îmân´da rivayet et­mişlerdir.

[287] el-İ´tisâm´da müellif şöyle demektedir: "Tayin üzere belirleme iki yerde olur:

a) Biri burada işaret ettiğimiz yer.

b) Söz konusu fırkanın kendi sapıklığına davet etmesi ve onu avam­dan insanların kalblerinde güzel göstermek için çalışması hali. Çünkü böylesi insanların müslümanlara olan zararı tblis´in zararı gibidir. Dola­yısıyla mutlaka onların bid´at ehli ve sapık olduklarının açıkça belirtil­mesinde zaruret vardır.

[288] Olay, Medâin´de Selmân ile Huzeyfe arasında geçer.

[289] Ebû Dâvûd, Sünne, 10 ; Ahmed, 5/437.

[290] Çünkü o zaman inat yüzünden ya da umut kalmaması sebebiyle tevbe kapısının yüzlerine kapatıldığı şeklinde düşünülebilirler ve böylece kendi-lerin-j mazur göstermek isteyebilirlerdi.

[291] Yani çoğunluğu hakkında. Haricîler gibi olanlar hakkında ise daha Önce Sriçtiği gibi haklarında kesin alâmetler zikrettiği olmuştu.

[292] Yani sahibi ateşte inidir Ateşte ise devamlı olarak mı orada kalacaktır,yoksa diğer âsî mü´minler gibi bir müddet mi kalacaktır Bu bid´atın dere­cesine ve küfrü gerektirip gerektirmediği, büyük mü ya da küçük mü ol­duğu noktasına raci bir husustur.

[293] İmam Mâlik´in "Tesvîb sapıklıktır" dediği tesvîbin tefsiri konusunda şöy­le demişlerdir; Mü´ezzinin, ezan okuduğu zaman eğer cemaat ağırdan davranmışsa, ezan ile ikâmet arasında "Kod kâmeti´s-salâh, Hayye ale´l-felâh" demesidir. Zayıf bir görüşe göre bununla müezzinin ezanında: "Hayye ala hayri´l-amel" demesi kastedilmektedir. Çünkü bu sözcük, sün­nete muhalefet eden Şia´nın ezana eklemesidir.

[294] Yani bid´at sahibini ateş içine sokan hadisin kapsamına girmez.

[295] Bu ikisi ayrı ayrı şeyler olması hasebiyle, biri diğerini müşkil hale getir­mez.

[296] En´âm 6/159.

[297] Âl-i İmrân 3/105.

[298] En´âm 6/159.

[299] Muhtemelen kardeşler olmalı.

[300] Yani efendisinden çocuk doğuran cariye demek olan ümmü-veledlerin sa­tışlarının caiz olup olmaması hakkında. Çoğunluğun görüşü satışının caiz olmayacağı doğrultusundadır.

[301] Ana-baba bir kardeşlerin, sade ana bir kardeşlere mirasta ortak edilme­mesi üzerine, ana baba bir kardeşler: "Haydi farzet ki bizim babamız de­nizde bir taştı; peki bunlarla analarımız bir değil mi " demişlerdi. Bu yüz­den de taş mânâsına olan kelimeye nisbetle "Haceriyye" meselesi diye ad­landırılmıştır.

[302] Yani henüz evlenmeden önce "Eğer falanca ile evlenirsem boş olsun!" de­mesi gibi.

[303] En´âm 6/159.

[304] Âl-i İmrân 3/103.

[305] Daha önce geçti bkz. [4/178],

[306] Yani her ne kadar onlar tevhîd kelimesini söyleseler, namaz kilsalar ve kendilerinin müslüman olduğunu sansalar bile, sahip oldukları hadiste sözü edilen bu özellik. Onların müslümanlardan ayrılmalarını ve fırkaları­nın ancak kâfirler ile aynı doğrultuda bir yerde bulunduklarını gerekli kıl­maktadır. Dolayısıyla vakıada onlar ile kâfirler arasında bir fark yoktur.

[307] Âl-i İmrân 3/7.

[308] Buhârî, Tefsîru sureti 3/1; Ebû Dâvûd, Sünne, 2 ; Dârimî, Mukaddime, 19.

[309] Âl-i İmrân 3/7.

[310] Kasas 28/50.

[311] Câsiye 45/23.

[312] Nisa 4/59-60.

[313] En´âm 6/117.

[314] Nisa 4/115.

[315] Tevbe 9/37.

[316] Yâsîn 36/47.

[317] Mâide 5/101-105.

[318] En´âm 6/140.

[319] En´âm 6/143-144.

[320] Daha önce geçti bkz. [1/74],

[321] Yani, sahiplerinin isim ve lakaplarının belirtilmesi suretiyle tam olarak belirlenmesi cihetine.

[322] Keşful-Hafâ, 1/420.

[323] Buhârî, Cihâd, 46 ; Müslim, îmân, 49.

[324] Muâz, iki yasak arasında kalmıştı: Biri, ilmin saklanmasının kesinlikle yasak olması. İkincisi ise, bu meselenin Rasûlullah tarafından başkaları­na duyurulmasının kendisinden istenmesi. Muhtemelen o, ölümü sırasın­da kendisine yönelik bu ikinci yasağın kesin olmadığını ya da belli bir ha­le ait olduğunu düşündü veyahut da illetin gerçekte var olmadığını, varlı­ğının mevhum bulunduğunu anladı ve bu yüzden de ilmi gizleme yasağı­nın kapsamına girmemek için rivayet etti. Arkasından gelen Hz. Ömer hadisi de buna delâlet etmektedir.

[325] Müslim, îmân, 52.

Rasûlullah´m Ebû Hureyre´ye müjdelemek üzere izin verdikten sonra: "Öyle ise bırak şunları" buyurması, meselenin yapmak ve terketmek ara­sında bir genişlik üzere olduğuna ve her iki durum ile birlikte de şer´î maslahatın halel görmeyeceğine delâlet eder. Kaldı ki, "Öyle ise bırak şunları" ifadesinin, haberi mutlak surette tebliğ etmekten yasaklama mânâsını içerip içermeyeceği de tartışılabilir.

[326] Daha önce geçti bkz. [4/182].

[327] Kişinin, karısına: "Eğer seni boşarsam, sen, öncesinde üç talâk olan bir talâk ile boşsun" demesi hali. Şâfiîler bu meselenin hükmü konusunda üç görüş bulunduğunu söylemişlerdir: 1) Devr sebebiyle hiçbir talâk vuku bulmaz. Bu görüş İbn Süreyc´e nisbet edilmekte ve kitaplarında zayıf ol­duğuna işaret edilmektedir. 2} Üç talâk meydana gelir. 3) Talik edilen şey meydana gelir. Müftâ bih olanı da budur.

[328] Bunlardan maksat Hâricilerdir. Harûra denilen yere yerleştikleri için kendilerine bu ad verilmiştir. (Ç)

[329] Abese 80/31.

[330] Hadis şöyle: "Bu ümmetin içinde -bu ümmetten dememiş- öyle bir kavim titreyecek ki, onların namazlarına bakarak siz kendi namazınızı küçümse-yeceksiniz. Kur´ân´ı okuyacaklar, fakat boğazlarını -yahut gırtlaklannı-geçmeyecek, Dinden okun avı delip geçtiği gibi çıkacaklar. (Hani) avcı, okuna, okun demirine, giriş yerine bakar da acaba oka kandan birşey bu­laştı mı, diye nasıl şüphe ederse işte öyle"bkz. Müslim, Zekât, 147. (Ç)

[331] Mücerred "fi" ya da bazı hadislerde olduğu gibi "min" edatlan ile zikredil­miş olması, onların ümmet-i icabet içerisinde kalmaya devam ettikleri so­nucunu gerektirmez. Nitekim meselâ, Müslim´de yer alan bir hadiste: "Seyekûnu fi ümmeti selâsûne kezzâben, küllühüm yeddel ennehû nebiy-yun ve ennehû hâtemu´n-nebiyyln: Ümmetim içerisinde otuz yalancı ola­cak ve hepsi de kendisinin nebi ve peygamberlerin sonuncusu olduğunu id­dia edecek" buyurulur. Zarf mânâsı veren bu edatların, küfrü açık olan bu ve benzeri yerlerde delil olarak kullanılarak onların ümmetten oldukları­nın isbatma çalışılması doğru olmaz. Kaldı ki Ebû Sa´îd el-Hudri rivaye­tinde: "Bu ümmetin içinde bu ümmetten dememiş öyle bir kavim türe-yecek ki..." ifadesi bulunmaktadır. İbn Hacer: "Bu konuda Ebû Sa´îd´e çıkan rivayet yollan arasında farklılık yoktur" demiştir. en-Nevevî ise: "Bunda, sahabenin fıkhı ve lâfızların seçimi konusundaki üstün yetenek­lerine delâlet bulunmaktadır" der. Bu ifade de, Ebû Sa´îd´den, Haricîlerin küfre girmiş oldukları ve onların bu ümmetten olmadıkları hakkında bir işaret bulunmaktadır. Ancak müellif, aynı hadisin, Haricîlerin ümmetten olduklarına delil olduğunu ileri sürmüştür. Aradaki fark büyüktür. Belki, onların ümmet-i icabetten değil de ümmet-i daVetten oldukları söylenebi­lir. Ancak bu, müellifin kasdmdan çok uzaktır. Dolayısıyla üzerine her­hangi bir fayda terettüp etmeyecektir.

İbn Battal şöyle demiştir: "Ulemânın büyük çoğunluğunun görüşü, onların müslümanlar cümlesi dışında olmadıkları doğrultusundadır. Çünkü hadiste: "Yetemârâ fı´l-fûk" buyurulmuştur. Metinde geçen "et-temârî" kelimesi, şüphe etmek manasınadır. Temsilde şüphe vaki oldu­ğuna göre, onların dinden kesin olarak çıkmış olmalarına hükmedilemez. Çünkü kat´î olarak müslüman olduğu bilinen bir kimsenin, İslâm´dan çık­ması da, ´Yakın, şek ile zail olmaz" kaidesi gereğince aynı kat´îlikte olan bir delil ile olması gerekir."

[332] el-Hattâbî şöyle der; Müslümanlar, sapıklıklarına rağmen Hâricileri İslâmî bir fırka olarak kabul etme konusunda icmâ etmişler ve onların şa­hitliklerinin kabul edileceğini, kestikleri hayvanın yenebileciğini, onlarla evlenilebileceğini belirtmişlerdir."

Ancak müellif, bu konuda onlardan kâfirlikleri hakkında şüpheye ma­hal bırakmayacak şeyler zikretmiştir; Yûsuf sûresini inkâr etmeleri, Hz. Muhammed´den {s.a.) sonra bir peygamber gönderileceğini söylemele­ri... gibi. Bu konuda bir hüküm verebilmek için yapılacak şey, Haricîlerin hepsini aynı kefeye koymaksızm, onlardan yedi taifenin her birinin görüş­lerini teker teker ele almak ve bir değerlendirmeye gitmektir. Bunun so­nucunda onlardan, üzerinde icmâ olan ve dinden olduğu zorunlu olarak bilinen esaslardan birini inkâra giden kimseler hakkında meselâ, Yûsuf sûresini inkâr edenler veya Hz. Muhammed´den sonra bir peygamber ge­leceğini söyleyenler gibi kâfir oldukları söylenir. Çünkü bunlar açık küfrü gerektiren şeylerdir. Küfrü gerektirici bir görüş taşımaksızın Hz. Ali´ye isyan eden, ona karşı savaşan, tahkim konusunda ona karşı çıkan, Ömer b. Abdulaziz ile savaşan, dinden çıkmayı gerektirmeyecek ölçüde İsyan ya da büyük günah irtikabında bulunan kimseleri ise, tekfir etme­yiz ve onların kestiklerini yeriz.

Hattâbî´nin naklettiği icmâ´ın bir kayıt getirilmeksizin mutlak suret­te alınması doğru değildir. Eğer öyle olsaydı, o zaman ne riddet babına ne de kâfirler hakkında hüküm teşrî´ine tümden mahal kalmazdı. Sonra Buhârî şerhi olan Fethu´l-Bârî´de "Hâricilerin öldürülmesi bâbı"ı\âa. on­lar hakkında gerçekten güzel bir Özet gördüm. Orada, benim bu görüşüme uygun olarak, onlar hakkında bir kayıt olmaksızın tekfire gitmenin ya da yine bir kayıt getirmeksizin onların kâfir olmadıklarını söylemenin doğru olmayacağı ifade edilmektedir.

[333] Bunlar: "Hayır ALLAH´tan, şer ise insandandır; ALLAH, âsîlerin fiillerini ira­de etmez, bunlar O´nun iradesi dışında oluşur" diyen kimselerdir. Rasû-lullah {s.a.), onlan "bu ümmetin mecûsîleri" olarak nitelemiş.ve onların hastalarının ziyaret edilmesini, cenaze merasimlerine katılınmasmı ya­saklamıştır.

[334] Bu da nereden çıkıyor. Haklarında hadiste: "Hepsi de ateştedir" deniyor. Hadis, onların ebedî olarak da, bir süre için olarak da orada kalabilecekle­rine delâlet edebilir. Müellif, el-İ´tisâm´da (üçüncü cüz, sekinizci mesele) bu iki ihtimalden birisine kesin olarak hükmetmemiştir.

[335] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/174-194

[336] Bu meselenin, Sebeb bahsindeki Dördüncü Mesele (1/191) ile tam bir bağ­lantısı vardır. Orada şöyle demişti: "Sebeblerin konulması, onları koyanın yani Sâri´ Teâlâ´nın o sebeblerin müsebbeblerini kasıdda bulunmuş olma­sını gerektirir." Yani Sâri´ Teâlâ, sebebleri, sırf müsebbebleri için meşru kılmıştır, başka bir ifade ile sebebin neden olacağı maslahatın elde edil­mesi, ya da onun üzerine terettüp edecek mefsedetin defedilmesi için koy­muştur. Bu, Sebeb bahsinde Üçüncü Mesele´de geçen mânâdan farklı bir-şeydir. Orada: "Sebeblerin işlenilmesi sırasında mükellefin müsebbeblere yönelik bir kasıd ve iltifatta bulunması gerekmez. Mükelleften istenilen şey sadece konulan hükümler doğrultusunda hareket etmektir" denmişti. (1/189) Her iki sözün de kendine has bir yeri vardır. Müellif, burada "Da­ha önce, sebebler işlenirken müsebbeblerin dikkate alınmasının gereği de geçmiş ve bu konuda söz edilmiş ve iki nokta arasının cem ve telifi yapıl­mıştı" derken buna işaret etmektedir. Ancak burada aynı fiilde, maslahat ile mefsedetin tearuzu noktasını da ele almış ve sonra da "bunun içtihada mahal olduğunu" ifade etmiştir. Birazdan şunu söyleyecektir: "Bu, genel olarak sonuçların dikkate alındığını gösteren delillerden olmaktadır. Me­sele hakkında husûsî olarak gelen delillere gelince, bunlar çoktur...." Bu ifadeden, meseleden gözetilen asıl maksadın bu olduğu anlaşılmaktadır.

[337] Bu delil, Sebeb bahsinde geçen Dördünce Mesele hakkında getirilen de­lillerinden ikinci delile çıkar. Şu kadar var ki orada söz, Sâri´ Teâlâ´nın vaz´ı açısından idi; burada ise müctehidin dikkate almasının gereği hak­kındadır.

[338] Yani, Sâri´ Teâlâ´mn koymuş olduğu bir fiilden maslahat beklememiz gerekmez;aksine o fiillerden tesadüfi olarak maslahat gerçekleşebilir de,gerçekleşmeyebilirde.

[339] Bakara 2/21.

[340] Bakara 2/183.

[341] Bakara 2/188-189.

[342] En´âm 6/108.

[343] Nisa 4/164.

[344] Bakara 2/216.

[345] Bakara 2/179.

[346] Yani, bir amelin tearuz halinde iki sonucu olabileceği ve bunlardan biri­nin gerektirmiş olduğu yasak ya da talep tarafının tercihi için müctehidin yorulmasına gerek bulunduğu noktasına bakılmaksızın, genel olarak ele alınması haliyle ilgili olarak. Müellifin "Bunlar..." ifadesinden, geçen üç delilin de kastedilmiş olması mümkündür. Onun gözünden üçüncü delil sı­rasında zikrettiği âyetlerde hususîlik üzere delil olmadığı mânâsı anlaşı­labilir. Halbuki, "ALLAH´tan başka yalvardıklarına sövmeyin, ki onlar da bilmeyerek aşırı gidip ALLAH´a sövmesinler" âyetinde bu hususîlik bulunmaktadır. Çünkü putlara sövmek ve hakaret etmek, müşriklerin

zelil kılınması, şirkin gücünün sarsılması ve zaafa uğratılması, müntesip-lerinin horlanması için bir sebeptir. Ancak meselenin bir başka sonucu daha vardır ki onun dikkate alınması daha önemlidir. Bu, putlara sövme işinin müşriklerin ALLAH´a sövmelerine sebebiyet vermesidir. Gökler ve yer arası dolusu putlara sövmek,, onların ALLAH Teâlâ´nın ulûhiyeti hak­kında bir kelime ile de olsa sapmalarına denk olamaz. Bu yüzdendir ki, aslında caiz olan ve içerisinde bir maslahat bulunan bu sövme işi, Öbür ta-rafttan böylesine büyük bir mefsedete götürdüğü için yasaklanmıştır.

[347] Aslında onları öldürmek için gerekçe vardı. Bu onların inandıktan sonra tekrar küfre girmeleri, müslümanların aralarını bozmak için çalışmaları ve münafıklık yapmaları idi. Hatta bu münafıkların verdiği zarar müşrik­lerin verdiği zarardan daha büyüktü. Dolayısıyla müslümanların kendi selametleri için onları öldürmeleri gerekiyordu. Ancak karşıda çok daha büyük bir mefsedet vardı ki o da, İslâm´a girmek isteyenleri tedirgin kıla­cak, Rasûlullah´ı (s.a.) töhmet altına sokacak, İslâm aleyhine geliştirile­cek bir propagandaya imkân vermekti ve bunun zararı, onların hayatta kalmaları sonucu halen maruz kaldıkları zarardan daha büyük ve şiddetli idi. İşte bu yüzden de onları Öldürmeye yanaşmamıştı. Diğer örnekler hakkında da düşünmelisin.

[348] Yani, müslümanhklan köklü olmuş olsaydı. (Ç)

[349] Buhârî, Hacc, 42 ; Müslim, Hacc, 405. Daha önce de geçmişti bkz. [4/62].

[350] Hadis şöyle: Bir defasında biz Rasûlullah (s.a.) ile birlikte mescidde bulu­nuyorduk. Ansızın bir bedevi çıkageldi ve mescidin içine işemeye başladı. Bunun üzerine Rasûlullah´ın (s.a.) ashabı: "Heey! Heey!" dediler. Rasûlul­lah (s.a.): "Onun işemesini kesmeyin; bırakın onu!" buyurdu. Ashap da işemesini bitirinceye kadar ona dokunmadılar. Sonra Rasûlullah (s.a.) onu çağırarak kendisine şunları söyledi:

"Şüphesiz ki bu mescidler, ne sidik ne de pislik için uygun yerler de­ğildir. Onlar ancak ve ancak ALLAH Teâlâ´yı anmak, namaz kılmak ve Kur´ân okumak içindir."

Daha sonra Rasûlullah (s.a.) cemaatten birine emir buyurdu, o da bir kova su getirerek sidiğinin üzerine döktü. bkz. Müslim, Taharet, 98.

[351] îbn Kayyım, İ´Iâmul-muvakkiîn´de buna doksan dokuz örnek getirmiş ve: "Şüphesiz sedd-i zerâi´ yükümlülüğün dörtte birini oluşturur. Çünkü yü­kümlülük ya emirdir ya da nehiydir. Birincisi bizatihi maksûd olan ya da ona vesile olan şeylerdir. Yasak olan ise, ya bizatihi mefsedet olan ya da ona vesile olan şeydir. Dolayısıyla harama götüren yolların kapatılması yani sedd-i zerâi´ dinin dörtte biri olmaktadır" demiştir. Burada sözü edi­len alış-veriş şeklini de sedd-i zerâi´e örnekler arasında yer vermiştir. Son­ra aynı muameleyi hiyel meseleleri arasında da zikretmiş ve şöyle demiş­tir: "Hiyel yollarına cevaz verilmesi, sedd-i zerâi´ ilkesi ile açık bir şekilde çelişki teşkil eder. Sâri´ Teâlâ, mümkün mertebe harama giden yolları ka­patmak istemekte, hiyelci ise, her türlü çareye başvurarak o yolları açma­ya çalışmaktadır. Bu durumda, harama düşmek korkusuyla caizi yasakla­yan kimsenin durumu ile, harama ulaşmak için hiyel yollarına başvuran kimsenin tutumu arasında dağlar kadar fark vardır." Daha sonra şöyle der: "İyne yani burada sözü edilen alış-veriş şeklindeki satışlar gibi hiyel yollarını iptal eden kimse, tereddütsüz birinci akdi de iptal etmektedir. Bazıları ikinci akitte ihtilâf olduğunu, birinci akdin ise sahih olduğunu söylüyor. Buna göre mesele, hiyel bahsi ile ilgili olmayıp, sedd-i zerâi´ bahsiyle ilgili olmaktadır. Bu belki de şundan: Burada hîle, iki akdin mecmuundan teşekkül et­mektedir; zerîa ise, ancak ikinci akit sebebiyle gelmektedir. Görüldüğü gi­bi, konunun izaha ihtiyacı vardır ve böylece hiyel ile zerîanın mahiyeti arasındaki farkın açıklanması gerekmektedir. Gerçi farklardan birinin şu olduğu görülüyor: Zerianm maksûd olması gerekmemektedir; hiyelin ise mutlaka haramdan sûretâ kurtulmak için kastedilmiş olması şarttır.Hiyel, sadece akitlerde cereyan eder; zerîa ise daha geneldir. Müellifin zerîayı tarifi, aşağıda gelecek olan tarifi ile hiyeli de içine almaktadır. Bu durumda zikrettiklerimiz, aralarındaki farkı oluşturmaktadır. İbn Kay­yım, sedd-i zerâi´in gerekliliği ve hiyel yollarının da yasaklanması konu­sunda yeterince durmuştur.

[352] Zikri geçen şekil, iyne (örtülü riba) satışlarından olmakta, bunlarda akde taraf olanların bu yasak sonucu kastedip etmedikleri bazen açık olmakta, bazen ise açık olmamaktadır. Ancak âdet gereği, insanların bu tür akit-lerle yasak olan o sonucu kastetmeleri yaygın olarak bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle şöyle demişlerdir: Borç veren kimse için herhangi bir çıkar sağlayan karz muamelesi yasaktır; isterse bu çıkara yönelik bir ka­sıt bulunmuş olmasın. Çünkü bu gibi durumlarda kasdın çoğu kez bulun­ması âdet olmaktadır. Bu durumda kasdın bulunmasına yönelik şart ile, Mâlikîlerin: "Fiili kastetmiş olmasa bile yasaktır" sözleri arasında bir bağdaşmazlık bulunmamaktadır. Çünkü onlara göre mazinne (yani zan ölçüsünde muhtemel bulunabilirlik yeri) yeterlidir. Kasdı az olan şeyin durumu ise bunun aksinedir; çünkü o zaman töhmet zayıf bir ihtimal ola­caktır. Meselâ, bir kimse bir aylığına bir dinara iki elbise satarsa, sonra vade dolunca ya da daha önce onlardan birisini bir dinara satın alsa, bu caiz olmaktadır ve bu muamelenin sonucuna bakılmamaktadır; çünkü böyle bir sonucu insanların kastetmiş olması çok enderdir. Nâdir olana ise verilecek ayrı bir hüküm yoktur.

[353] İbn Kayyım, İlâmu´l-muvakkıîn´de şöyle demiştir: Ebû Hanîfe, her ne ka­dar hiyele cevaz vermekte ise de, iyne satışlarının adem-i cevazı konusun­da bir başka yaklaşıma sahip bulunmaktadır. Çünkü semen (biçilen be­del) tam olarak kabzedilmeyince birinci akit tamamlanmış olmamakta­dır, ikincisi ise birinci üzerine mebnîdir... Yani birinci satıcınınn, mâlik olmayan bir kimseden birşey satın alması imkânı yoktur. Bu durumda ikincisi fâsiddir. Dolayısıyla mumele, peşin beş dirhemin veresiye on dir­hem karşılığında satılması mânâsına çıkmaktadır. Bu ise aynı anda hem ribâ´1-fadl hem de ribâ´n-nesîedir.

[354] Kasdın açıktan bulunması iki şekilde olur:

1) Olayı kuşatan ve kasdın hakikaten bulunduğuna delâlet eden belirtiler

bulunur.

2) Bir de bu tür akdin insanlar arasında çokça yapılmakta olması yoluyla

olur. (Ç)

[355] En´âm 6/108.

[356] Yani sûretâ satış akdinin icrası; fakat mebinin sonuçta satıcının mülkiye­tinde kalması sebebiyle bir mânâ ifade etmemesi lağv, yani boş ve abes birşeydir. Boş ve abesliğine rağmen böyle bir tasarrufa girişmeleri, onla­rın kötü bir niyetleri olduğunu gösterir. (Ç)

[357] Aslında söz konusu ihtilaf, yasak olana vesile edinme işinin tahakkuk et­tiği yer (menât) hakkında olmaktadır. Bu nev´ilerde tahkîkul-menât kabi­linden olmaktadır. Nitekim örnekleri geçmişti. İmam Mâlik, aracı kılınan satış akdindeki lağvın varlığını, yasak olan şeye tevessül kasdma delil kıl­maktadır. İmam Şafiî ise, menât hakkında bundan daha husûsî bir delil daha aramaktadır. Diyelim ki mesele şöyle tasavvur olunsun: Birisi vade ile bir hayvanı on dirheme satsa ve bir ay sonra onun yerine bir hayvan satın almak için pazara çıksa ve orada sattığı hayvanı satılık olarak bul­sa, meselâ piyasa değişmiş olsa ve o hayvanı peşin olarak beş dirheme sa-tın alsa, işte bu örnekte kişinin yasak olan birşeye tevessül kasdmda bu­lunmadığı gayet açıktır. Böyle bir kasıt olmamasına rağmen bu akid, İmam Mâlik´e göre fâsiddir. Nitekim ed-Derdîr, şerhinde bunun böyle ol­duğunu söylemiştir. İbn Rüşd de şöyle demiştir: "Bu akdin yapılması ha­linde, diyânî açıdan yani kişi ile ALLAH arasında kalan konuda bir günah bulunmaz; çünkü yasak olan birşeyi kastetmiş değildir." O bununla, fesâd hükmünün sadece kazaî yönden hâkimin hükmünün bidüziyelik ar-zetmesi için verildiğini ifade etmek istemiştir.

[358] Müellif, biyeldeki mefsedetin hususiyle şer´î kaidelerin zedelenmesi ya da tümden iptali olduğunu ifade etmiştir; zekâtın iptali gibi. Bunun yasak olacağı aşikârdır. Hibe bu sonuca ulaşmak için bir vesiledir. Şu halde hi­yel kavramı, zerîadan daha dar bir muhtevaya sahiptir.

[359] Metinde geçen "sene başı"ndan maksat, çevirdiğimiz gibi senenin dolma­sına yakın bir zamandır. Sene dolduktan sonra, zekât vacip olacağından hiyelin bir etkisi olmaz. Sene dolmadan önce zekât yükümlülüğünü dü­şürmek için nisabın harcanıp tüketilmesi konusunda îmam Muhammed ve Ebû Yusuf ihtilaf etmişlerdir, ikincisi bunun mekruh olmayacağını, çünkü burada başkalarının hakkının iptali bulunmadığını, sadece vacip-lik hükmünün doğmasından kaçınma olduğunu söylemiştir. İmam Mu­hammed ise bunun mekruh olacağını, çünkü bu tasarrufta fakirlere zarar verme bulunduğunu ve sonuç itibarı ile onların haklarının iptal edildiğini söylemiştir. Bu durumda müellif, sözünü îmam Muhamnıed´in görüşü üzerine bina etmiş olmakta ve yasak olması için hükmün iptaline yönelik hileye başvurulması hususunda açık bir kasdın olması şartını ileri sür­mektedir.

[360] Çünkü senenin bitimi sırasında yapılacak hibe, hangi niyetle olursa olsun, sonuçta zekâtın vücubiyetini düşürür. (Ç)

[361] Yani, daha önce de geçtiği gibi, tahkîkul-menât hakkında.

[362] Örnek olarak şunu gösterebiliriz: İmam Mâlik´e göre kadın, velisiz evlen­mesi halinde mehre ve mirasa hak kazanır. İmam Mâlik, her ne kadar ve­lisiz nikâhın fâsid olacağı görüşünde ise de, bu konuda vukudan sonrasına nisbetle diğer imamlar arasındaki görüş ayrılıklarını dikkate almış ol­makta ve şöyle demektedir: Mükellef, mercûh (zayıf) da olsa bir delile uy­gun hareket etmiştir. Vukudan sonra fiilin kendi nazarımızdaki üstün (râcih) delil üzerine bina edilmesi, daha büyük bir zarar ve mefsedete ne­den olmaktadır. Bu itibarla hilafa riayetle, böyle bir nikâhın üzerine bazı hükümlerin terettüp edeceği kabullenilir.

Bu yaklaşım, Şâri´in nazarında fiillerin sonuçlarının dikkate alınması gerektiği esasına mebnî olmaktadır. Dolayısıyla murad, müctehidler ara­sında var olan görüş ayrılıklarının dikkate alınması ve fiilin mükellef ta­rafından işlenmesi halinde yani vukudan sonra, müctehidin o fiili her ne kadar kendisine göre mercûh da olsa mevcut kavillerden uygun olanına vurması, ona göre değerlendirmesi ve böylece kendisince râcih olan görüşe göre yasak olarak işlenmiş olan o fiili onaylamasıdır. Böylece bir fiilin iş­lenmeden Önceki hükmü ile işlendikten sonraki hükmünün farklı olacağı da anlaşılır. Bu, fiillerin sonuçlarına bakmaktır. Çünkü eğer vuku bulmuş fiil, râcih olan yasakçı görüş üzerine bina edilecek olsa, o zaman yasaktan beklenen maslahata denk ya da ondan daha büyük bir mefsedet ortaya çı­kacaktır. İşte müctehid bu neticeye bakacak ve vuku bulmuş fiili, ictihâd ve yeni bir değerlendirme ile daha önce mercûh bulduğu başka bir görüş üzerine bina edecektir. Eğer vuku sonrasında fiilin neden olduğu sonuçlar olmasaydı, müctehidin böyle bir değerlendirme ve hükme gitmesi söz ko­nusu olmayacaktı; çünkü o bu konuda farklı düşünmekteydi.

Hilafa riayetten maksadın bu olduğuna sözün sonu delalet etmekte­dir. Ancak gasb, zina gibi verdiği örnekler sadece bir ön hazırlık mahiye­tinde olup, asıl maksadı ifade için getirilmiş değildir.

[363] Meselâ, yünü gasbetmiş olur ve tutar onu eğirir; bu durumda eğirdiği ipi almak fazlalık olur. Kendisinden sadece gasbedilen yünün kıymetini taz­min etmesi istenir.

[364] Dolayısıyla zina eden kadını istibrâ süresince zina eden kimse hesabına ikâmete mecbur etmek, onun nafakasını temine zorlamak, zinadan doğa­cak çocuğun süt emme ücreti ve nafakasıyla ilzam etmek gibi ilave bir ce­zaya gidilemez. Çünkü bunlar, Sâri´ Teâlâ´nın zina fiiline denk olarak koyduğu cezanın ötesinde şeylerdir.

[365] Bakara 2/194.

[366] Mâide 5/45.

[367] Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi müellifin gasb ve zina hakkındaki sözü giriş mahiyetindedir ve hilafa riayet hakkındaki sözünü ona kıyas edecek­tir. Sanki o şöyle demiş olmaktadır: İttifakla yasak olan birşeyin işlenmiş olması, o kişiye zulmedilmesi için bir sebep olamaz. Bu durumda başkala­rından farklı düşünme sonucunda yasak olduğu görüşüne varan müctehi-de nisbetle, o şeyin işlenmiş olması halinde ise, sıhhat delilinin her ne kadar kendince mercûh (zayıf) bulunsa bile dikkate alınması Öncelikli olarak sabit olacaktır. Dolayısıyla müctehidin diğerlerine muhalif görüşü, mükellef hakkında zulme sebep olamaz; o müctehidin mutlaka fiilî duru­ma ve onun neden olacağı sonuca bakması gerekecektir.

[368] Mescide işeyen bedevi örneğinde olduğu gibi.

[369] Zifaftan önce fâsid, zifaftan sonra İse sahih sayılan nikâh akillerinde ol­duğu gibi.

[370] Bu hadisler daha önce geçmişti bkz. [4/62]. Bu hadislerde hilafa riayet noktası bulunmamaktadır. Bunlarda sözkonusu olan, beklenti halinde olan daha büyük zararlar sebebiyle yapılması istenilen şeylerin terkedil-m esidir.

[371] bkz. Tirmizî, Nikâh, 14 ; İbn Mâce, Nikâh, 15.

[372] Meselâ, mehir sebebiyle fâsid olan nikâh akitlerini örnek verebiliriz. Meh-rin dörtte bir dinardan daha az biçilmesi, ya da şarap veya hür insan ola­rak belirlenmesi veya temelden düşürülmesi cihetine gidilmesi gibi haller­de, eğer zifaftan Önce duruma vakıf olunursa, birinci surette dörtte bire iblağ etmemesi halinde, diğerlerinde ise mutlak surette akdin feshi ciheti­ne gidilir. Zifaftan sonra vakıf olunması halinde ise, mezhep dahilinde ve haricinde bulunan mehrin şartiyeti hakkındaki diğer görüşlere istinaden feshi yoluna gidilmez.

[373] Nisa 4/17.

[374] İstihsân hakkında çeşitli tarifler yapılmıştır: Biri şöyledir:

"Bir kıyastan, daha güçlü başka bir kıyasa intikal etmektir."" Bir başka tarif: "Kıyasın, kendisinden daha güçlü birşeyle tahsis edil­mesidir" şeklindedir. Mahiyeti bu iki tarifle belirlenmiş şekliyle olan istihsana muhalif olan yoktur. Ancak bu halde istihsân, diğer delillere ila­ve yeni bir delil olmamaktadır.

Bir başka tarif şöyledir: "Müctehidin zihninde çakan, fakat ifade edil­mesi zor olan bir delildir." Eğer bu tarifteki deiilden maksat, şüpneye götüren şey mânâsında ise, o zaman onun delil olması bâtıldır. Yok sabit ve tahakkuk etmiş bir delil ise, o zaman diğer şer´î delillerden farklı ilave bir delil olmayacaktır.

Bir başka tarif şöyledir: "İnsanların maslahatına binaen delilin hük­münden vazgeçerek, Örf ve âdetin gereğini almaktır." Faydalanma süresi ve kullanılan su miktarı belli olmayan hamama girmek, su testisinden su içmek gibi icare akitlerinin caizliğini kabul etmek gibi. Genel kural, akde konu olan şeyin bilinmezliği sebebiyle bu akitlerin fasit olmasını gerekti­rirdi. Bu tarife karşı da şöyle denilir: Eğer dayanılan örf ve âdet, Hz. Pey­gamber zamanında sabit idiyse, o zaman hüküm istihsân ile değil, sün­netle sabit olmuştur. Yok ihtilafsız sahabe asrında oluşmuş ise, o zaman da icmâ ile oluşmuş demektir. Eğer istihsânın dayanağı, örf ve âdetin dı­şında nass veya kıyas ise, o zaman da hüküm nass ya da kıyas ile sabit ol­muş olur. Nitekim müellifin zikretmiş olduğu karz, ariyye, iki namazın cem´i gibi örneklerde durum böyledir. Keza nass ya da kıyas ile sabit olan diğer ruhsat kabilinden hükümlerde de durum öyledir.

el-Bâcî şöyle demiştir: "İmam Mâlik´in tabilerinin kabul ettiği istih­sân, iki delilden daha güçlü olana dönmektir. Meselâ, yaş hurmanın kuru hurma karşılığında satılması genel yasağından ariyye satışının tahsisi gi­bi. Delil olan işte budur. Her ne kadar buna istihsân diyorlarsa da, mahi­yet budur; ıstılah konusunda tartışılmaz, dileyen dilediği ıstılahı kullana­bilir."

İbnu´l-Enbârî ise şöyle demiştir: "İmam Mâlik´in mezhebinde sözü edi­len istihsândan anlaşılan, zikredilen mânâda olmayıp küllî kıyas içerisin­de cüz´î maslahatın kullanılması anlamındadır ve mürsel istidlali kıyas üzerine takdim etmektir. Örneği şudur: Bir kimse muhayyer olmak üzere birşey satın alsa ve sonra ölse, varisleri bu akdi onaylamak ya da feshet­mek konusunda ihtilâf etseler, bu durumda Eşheb şöyle demiştir: Kıyas (yani genel kural) akdin feshedilmesini gerektirmektedir. Ancak biz istih-sanen satıcının kabule yanaşmaması halinde akdi onaylamak isteyen kis-mın, reddetmek isteyenlerin paylarını kabul etmeleri halinde akdin ge-Çerli olacağını söylemekteyiz." İbnu´l-Hâcib, üzerinde ihtilâf bulunan bir istihsân tahakkuk etmez demiş ve ondan sonra gelenler de bu konuda ona tâbi olmuşlardır.

[375] Bu örnekler görüldüğü kadarıyla, mürsel istidlalin kıyas (genel kural) üzerine takdimi esasına başvurmak kabilinden olmamaktadır. Zira bun­lar nass ile sabit hükümlerdir.

[376] Yani bu Örneklerde, men´i gerektiren genel delilin cüzî maslahat ile tahsi­si söz konusudur. îmam Mâlik ve tabileri benzeri bir yaklaşımın sıhhati­ne bunları delil olarak kullanmışlardır ve bu yaklaşıma "istihsân" adı ver­mişlerdir. Yoksa burada zikredilen meseleler istihsân altına girmez; çün­kü hepsi de hakkında nass bulunan meselelerden olmaktadır.

[377] Ecîr-i müşterekler yani ücret karşılığı herkes için iş yapan terzi, demirci vb. gibi zanaatkarlar aslında emin kimselerdir; dolayısıyla yanlarına bıra­kılan malların kendi teaddîleri sonucu olmaksızın telef ya da kaybolması halinde Ödememeleri gerekirdi. Ancak, bu hükmün kötüye kullanılabilir olması ve bunun sonucunda insanların haklarının ziyana uğraması endi­şesiyle tazminle sorumlu tutulmuşlardır. (Ç)

[378] Sarf, paranın para ile mübadelesidir. (Ç)

[379] Eğer bu sözden maksat, zahiri ise, iki delilden daha güçlüsüyle amel et­mek sadece bu iki mezhebe mahsus bir özellik değildir. Eğer maksat, âmm (genel) nassın ve kıyasın herhangi bir delil ile tahsis edilmesi ise, o zaman bunun kapsamı içerisine sözünü etmiş olduğu hilafın da sokulması doğru olur. İmam Mâlik, maslahat ile yani delil olarak kabul ettiği mesâlih-i mürsele ile tahsisi kabul etmektedir. Bu konuda usûlcülerin ço­ğunluğu kendisine muhalefet halindedir. Ebû Hanîfe de, âmm nassı ve kı­yası haber-i vâhid ile tahsis etmektedir. Her ikisi de, illeti nakzedilmiş olan kıyasın sahihliğini kabul etmektedirler. İlletin nakzından maksat, il­let olduğu iddia edilen vasfın bir yerde bulunmasına karşın hükmün bu­lunmaması halidir. Buna vasfın tahsisi denilir. Meselâ, niyetini geceden yapmayan kimse hakkında İmam Şafiî: "Oruç, günün ilk başlangıcında onsuz (yani niyetsiz) kalır; dolayısıyla oruç sahih olmaz" der. Böylece o, butlan hükmüne illet olarak, günün ilk başlangıcının niyetten yoksun ol­masını göstermiştir. Hanefîler şöyle diyorlar: "İllet nafile orucu ile nakz olmaktadır. Orada illet, hüküm ki butlan oluyor bulunmamakla bir­likte bulunmaktadır."

Usûlcüler şöyle demektedirler: Nakz, istisnaî olarak bulunursa, kıya­sa zarar vermez. Ariyye satışı buna delildir. Çünkü bu satışta yaş hurma­nın kuru hurma karşılığında tahminî olarak satılması söz konusudur. Bu ribanın haramlığı illetini nakzetmiş olmaktadır. İllet, mezheplere göre ya tu´m (yenilir olma), ya küt (biriktirilir olma), ya keyl (Ölçülüp tartılabilir olma) ya da mal olmadır. Bu dörtün dışında bir başka ihtimal bulunmamaktadır. Ariyye satışında ise bu sayılanların hepsi mevcuttur. Buna rağmen bu satış haram kılınmamıştır.

İstisnaî olarak bulunmaması halinde ise dört görüş bulunmaktadır:

1) İlleti zedeler ve onu illetlikten çıkarır; bunun sonucunda ister nassla belirlenmiş; ister istinbât yoluyla elde edilmiş olsun kıyas iptal olunur. Hükmün bulunmamasının bir maniden dolayı olup olmaması ara­sında fark yoktur. Şâfiîlerin çoğu ve iki görüşünden daha açık olanında bizzat İmam Şafiî´nin kendisi bu görüştedirler. Bu yüzdendir ki Hanefîler: "İmam Şafiî´nin kıyası kıyaslar içerisinde en güçlü olanıdır; çünkü onun kıyası nakz hallerinden uzaktır" demişlerdir.

2) Mutlak surette zarar vermez. İmam Mâlik, İmam Ahmed ve İmam Ebû Hanîfe bu görüştedirler.

3) İllet eğer istinbât yolu ile elde edilmişse zedeler, nass ile belirlen­miş ise zarar vermez.

4) Kıyasın genelleştirilmesini engelleyen bir mani olması halinde za­rar vermez. İbnu´l-Hâcib, illeti istinbât yoluyla elde edilmiş kıyasın, bir mani olmadıkça tahsis edilemeyeceği görüşünü tercih etmiştir. Eğer illet nass ile belirlenmiş ise, o zaman onun, o nassın hükmüne ters düşen baş­ka bir nass ile tahsisi sahih olur. İllet bulunmakla birlikte hükmün bu­lunmaması halinde, bir engel takdir olunur. Bunun izahı iki delilin arası­nı bulmak için illetin tahsisini, aramın tahsisine kıyas etmektir. Konu ile ilgili örnekler için usûl kitaplarına bakınız.

[380] Bu sonuç, İmam Mâlik´in maslahat sebebiyle istihsanda bulunmasına nis-betle açıktır. Ebû Hanîfe´nin sahabeden birinin görüşü ile tahsise gitmesi şeklindeki istihsâna gelince, burada tahsiste sonuca bakmak diye birşey yoktur; burada olan küllî kıyas ya da âmm karşısında cüz´î nass ile olan tahsis söz konusudur.

[381] Burada şöyle denilebilir: Galip olan bir durumun bulunması halinde, aca­ba kıyasın hükmü, onunla galip olmayanı bir kefeye koymak mıdır ki, bu­nun sonucunda onun, sonucun dikkate alınması esası üzerine bina edilmiş olan maslahat ile kıyasın tahsisi olduğu söylenebilsin. Yoksa şer´î hüküm­ler, ALLAH Teâlâ´nın kâinattaki geçerli sünneti doğrultusunda carî olan sü­rekli ya da yaygın âdetler üzerine mi bina edilir. Bu durumda ikisi arasını eşit tutma gibi bir durum olmaz ki, istihsâna başvurulsun. Kısaca demek gerekirse müellif, sözünü bazen istihsanı "mürsel istidlalin kıyasa takdi­mi" mânâsında alıyor ve ona göre izahlar yapıyor, bazen de genel anlamda alıyor. Nitekim, baştan beri yaptığı izahlardan bu anlaşılmaktadır.

[382] Kişi evlendiği zaman, bir mefsedetin doğabileceği beklentisi içindedir. Bu, kazanırken harama düşme korkusudur. Bu korku, o kişiyi evlenmekten alıkoymamaktadır. Çünkü bu beklenti halinde olan mefsedetten korun­ma, sonuç itibarıyla daha büyük mefsedetlere neden olacaktır. Meselâ, o kişi evlenmediği için zinaya düşebilecek, dahası herkes böyle düşünecek olursa evlilik müessesesi ortadan kalkacak ve zarurî olan neslin korun­ması esasının iptaline yol açacaktır. Dolayısıyla beklenti halinde olunan mefsedet, onun sebep olacağı daha büyük mefsedetler sebebiyle dikkate alınmayacaktır.

[383] Yani, cenazelerin teşyîine katılmamak gibi bazı kifâî farzlara iştirak et­medikleri keza karşılaşacakları bazı kötü şeyler yüzünden cemaati terket-tikleri tarzındaki nakiller gibi. Meselâ İmam Mâlik´in, ortaya çıkan mün-ke-rât sebebiyle cemaati terkettiği söylenir. Ancak araştırma sonucunda onun cemaate çıkmamasının sebebinin, idrar tutamama ve bu yüzden mescidi kirletme endişesi olduğu ortaya çıkmıştır. Böylece onun hakkında nakledilen bu özel durum, daha önce izah edilen hususulara uygun olur.

[384] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/194-211

[385] Müştereklik, eşseslilik demektir. Aynı lâfzın birden fazla mânâya delâlet etmesidir. Meselâ, Türkçe´deki "yüz" kelimesi müşterek bir kelime olmak­tadır. (Ç)

[386] Hem hayız hem de temizlik süresi anlamına gelir. (Ç)

[387] Yol kesme ve eşkiyalık. (Ç)

[388] Mâide 5/3.

[389] el-Benânî, Cem´u´l-cevâmi´ haşiyesinde: "Araştırma sonucu görülmüştür ki, ("veya" anlamına gelen) "ev" kelimesi iki ya da daha fazla şeyden biri­ni ifade içindir" demektedir. Bu mânâlar, sözün gelişinden ve karineler­den doğmaktadır. Buna göre örnekte verilen "ev" kelimesinde müştereklik yoktur.

[390] Bakara 2/282. Çünkü "yudârra" kelimesinde iki "râ" harfinin birbirine idğâm edilerek okunmuş olması müştereklik doğurmaktadır. Yani, bu ke­limenin aslı ya "yudârira" idi. Hz. Ömer böyle okumuştur. Bu durumda kâtip ve şahitlerin eksik yazma ve beyanları sebebiyle zarar vermeleri ya­saklanmış olur. Ya da "yud&rara" idi. İbn Mesûd da böyle okumuştur. Bu takdire göre de bunların zarara uğratılmalari yasaklanmış olur. Âyetin mânâsı birinci ihtimale göre: "Kâtip de şâhid de zarar vermesin"; ikinci ihtimale göre: "Kâtibe de şahide de zarar verilmesin´´ şeklinde olur.

Bu iki mânâyı da toplamış olması bakımından âyette, kelimenin idğâmlı olarak gelmesi îcâzın en güzel örneklerinden biri olur. Her iki mânânın da kastedilmiş olması mümkündür ve dolayısıyla burası, gerçek bir ihtilâfa mahal olmaz.

[391] Birincisi Patır 35/10 ; Âyetin mânâsı şöyle: "Güzel sözler ona yükselir; sâlih amel ise onu o yükseltir" "Yerfauhu I yükseltir" kelimesinde biri gizli merfû fail, ikincisi de mansûb mefûl olmak üzere iki zamir vardır. Bu za­mirlerin mercileri hakkında ihtilâf olmuştur: Acaba fail kelim, yani güzel sözler midir yoksa amel midir Aynı şekilde bariz mefûl zamiri hakkında da ihtilâf edilmiştir: Acaba ondan maksat kelim yani güzel sözler midir, yoksa amel midir "el-kelim et-tayyib" çoğunluğun tefsirine göre tevhiddir. Sâlih amel ve sözlerden maksat da imanın haricindeki şeylerdir. Bu durumda bunlardan hangisi diğerini yükseltir, güçlendirir, temizler ya da onu makbul kılar.

Böyle bir örneği müşterek olarak isimlendirmesi yerinde değildir. Çünkü müşterekte, iki ya da daha fazla mânâ için ibtidâen konulmuş ol­ma şartı bulunmaktadır. Zamirlerin mercileri konusunda ortaya çıkan ih­timallerin müştereklik diye isimlendirilmesi uygun olur mu

İkincisi Nisa 4/157. Bu âyetin de Öncesinde "Mâ lehum bihî min il­min..." ifadesi bulunmakta ve "İsâ" ismi de geçmektedir. Bu durumda "katelühu" kelimesindeki zamirin merci´i İsâ mıdır ki zahir olan budur ve bu takdire göre mânâ: "Onu kesin olarak Öldürmediler" şeklindedir yoksa ilim midir Yani "Mâ katelû´l-ilme yakînen" şeklinde. Bu takdirde kelime mübalağa mânâsına gelen "Kateltu´l-ilme ve´r-re´ye" cümlesindeki "katele" mânâsından olacaktır. Bu mânâ "el-Esâs" da da bildirildiği gibi mecazdır. Buna göre de âyetin mânâsı: "Kesin olarak bilgi sahibi olmadı­lar, bu konuda bir çaba göstermediler" şeklinde olur.

Yine "yakînen" kaydından önce bir nefî bir de menfî bulunmaktadır. Acaba bu kayıt nefye mi râcidir; yani "Nefy (olumsuzluk) kesin olarak bu­lunmaktadır" mânâsına. Yoksa menfîye mi racidir; yani kesin öldürme işi, onların katında hasıl değildir; aksine o sadece bir zan halindedir. Bütün bunlar terkip sonucunda ortaya çıkan ihtimaller olmaktadır.

[392] NÛr 24/35.

[393] Yani daha önce geçenlerde ihtilâfa sebep olacak şeyler açıktı. Bu örnekte ise açıklamamıştır, üstelik bu gibi âyetlerde ihtilâfa sebebiyet verişi açık da değildir. İzafetin ister zarfa ister faile olması, mânâyı farklılaştırma-makta, sadece hakikat ve mecaz bakımından ayırım olmaktadır. Takdir :

şeklinde olur ve muzâfun ileyh hazfedilerek zarf onun yerine geçerse, o zaman bu hakikat olur. Eğer isnâd zarfa yapılmışsa, o zaman da mecâz-ı aklî olur ve bu dönüşüm mânâda herhangi bir ihtilâfı gerekli kılmaz.

[394] Buhârî, Tevhîd, 35 ; Müslim, Tevbe, 24.

[395] On Üçüncü Mesele´de [4/231] geleceği üzere bu imamlardan her biri, bu konuda bir hadisi delil olarak kullanmış, ancak bu hadisin konuya delil oluşu sadece tek başına mı, yoksa bu sonucu ortaya koyabilmek için başka şeylere ilave edilmesi gerekli mi olduğu açıklık kazanmamıştır. Bu da ara­larında ihtilâf etmelerine bir sebep olmuştur.

[396] Bu görüşlerden her birine kail olan kimseler, bir delile dayanmış ve o ko­nuda diğerlerinin delilim dikkate almamıştır. Cebriye ve Kaderiyeciler hakkında bunun böyle olduğu açıktır, iktisâb görüşüne sahip olanlara ge­lince, bunlar diğerlerinin delillerini dikkate almışlardır.

[397] Bakara 2/256.

Bu bir gerçek haber midir Yani, bunca tevhid delillerinden sonra zor kul­lanmak (ikrah) tasavvur edilemez. Zahirde ikrah olarak gözüken şey as­lında ikrah değildir. Veya bu nehiy anlamında bir haber midir Yani âyet: "Dinde zor kullanmayın ve insanları onu kabule zorlamayın" mânâ­sında mıdır Bu ikinci takdire göre o, "Kâfirler ve münafıklara karşı cihâd et!" âyeti ile mensûh olacaktır ya da cizye vermeyi kabul eden ehl-i kitâb ile tahsis edilmiş olacaktır.

[398] Bakara 2/31.

Buradaki isimlerden maksat, olan ve kıyamete kadar olacak olan herşeyin ismi midir Yoksa diller midir Yahut, ALLAH Teâlâ´nm isimleri midir Ve­yahut da ulvî-âdî eşyanın isimleri midir Zira halifelik makamı bunu ge­rektirmektedir. Burada kullanılan lâfız hem umûmun hem de hususun kastedilmesine elverişlidir ve hususîlik halinde lâfzın mecaz olması gerek­mez.

[399] Kıyasın esası, şartları, içtihadın yapılıp yapılamayacağı gibi konular.

[400] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/211-215

[401] Yani, ileri sürülen görüşler, sanki bir esasın örneklendirilmesi gibi şeyler­dir. (Ç)

[402] Meşhur bir otun köküne denir. Cennette bir ırmağın adı olmaktadır. Aynı zamanda şarap mânâsına da gelir. (Ç)

[403] Gökten ağaçlar üzerine yağan bala benzer bir nesne. (Ç)

[404] İbn Mâce, Tıbb, 8.

[405] Müellifin, vaz´î lügavî mânânın açıklanması tabiri yerine i´râb ifadesini kullanmış olması açık değildir.

[406] Kİ bu, birinci izahın üzerine kurulmuş olur.

[407] Vakıa 56/73.

[408] "el-Kar´u" kökü, {kamyı tokmakla çalmak gibi) birşeyi birşeyle çalmak, dövmek manasınadır. Helak edici belâ ve musibetler için de mecazî ola­rak kullanılmaktadır. Nitekim Kâri´a sûresinde olduğu gibi.

[409] Bazı yazarlara göre, burada söz konusu olan görüş ayrılığı, gerçek bir gö­rüş ayrılığıdır ve gerçekçi temelleri vardır. Şöyle ki: Mefhûmu şer´î bir de­lil olarak kabul edenler, onun umûm ifade edeceğini söylemektedirler. Onun şer´î bir delil olmadığı görüşünde olanlar ise, ne umûmdan ne de husustan söz edilemez demektedirler. Çünkü mefhûm haddizatında dik­kate alınacak birşey değildir ki, onun umûm ya da husus ifade edeceğin­den bahsedilsin. Ancak müellifin sözü, mefhûmu şer´i bir delil olarak ka­bul edenlerle etmeyenler arasında mevcut bulunan görüş ayrılığı hakkın­da değil, aksine onun delilliğini kabul eden grubun bizzat kendi arasında­dır. Nitekim el-Adud, İbnu´l-Hâcib´in şerhinde öyle söylemektedir. İfadesi aynen şöyledir: "Mefhûmun delilliğini kabul edenler onun umûmu olup ol­madığı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğunluk umûmu olduğu görüşün­dedir. el-Gazzâlî ise, onun umûmu olmadığını söylemiştir. Tartışma ma­halli dikkatle ele alındığı zaman aralarında gerçek bir görüş ayrılığı ol­madığı anlaşılır" Müellifin "Umûmunu kabul etmeyenler ise, bununla mantûkun bulunması sebebiyle umûmun sabit olamayacağını kastetmiş olmaktadırlar" sözünden maksadı, el-Gazzâlî gibi mefhûmun delilliği­ni kabul eden kimselerden olup da onun umûmu olduğunu kabul etme­yenlerdir. Bu noktada gerçek bir görüş ayrılığının olmadığı noktası el-Adud şerhi ve haşiyelerinde genişçe ele alınmıştır. Oraya bkz.

[410] Aynı cinsten olan malların peşin mübadelelerinde taraflardan birinin da­ha fazla olması. (Ç)

ayten
Wed 29 September 2010, 10:51 pm GMT +0200
[411] Deliller bölümünün On İkinci Mesele´sinde Zeyd b. Sabit ve Rifâ´a b. Râfi´in fetvasıyla Hz. Ömer´in onlarla konuşması geçmişti bkz. [3/69].

[412] Bu sebeple de mütevâtir olan kıraat şeklinde aralarında bir ihtilâfın bu­lunması söz konusu olmaz.

[413] Rûm 30/19.

[414] Daha önce tercümesiyle birlikte geçmişti bkz. [2/83]

[415] Şer´î hükmün farklılığını gerektiren böylesi bir ihtilâfın, gerçek ihtilâf alanlarından sayılmaması nasıl mümkün olabilir Doğrusu bu dokuzuncu olarak zikrettiği şeyden ne kastettiği tam anlamıyla açık değildir. Çünkü görüş sahipleri her ne kadar tevilin gerekliliği konusunda hemfikir iseler de, murad olunan mânânın belirlenmesi konusunda ciddî ayrılık içerisin­de bulunabilmektedirler. Dolayısıyla bu gibi yerlerde müellifin dediği gibi ihtilaftan bahsetmenin yanlış olması isabetli görülmemektedir.

[416] Muvatta, Büyü, 38 (2/671).

[417] İmam Mâlik, bizzat ravisi olmasına rağmen bu hadisin zahirini Medine ehlinin ameline uymadığı gerekçesiyle tatbik etmemiştir. Ebû Hanîfe ve tabileri de aynı şekilde tevil etmişler; meclis muhayyerliğini kabul mu­hayyerliği olarak anlamışlardır. ez-Zürkânî, el-Muvatta üzerine yazdığı eserinde tarafların delilleri üzerinde yeterince durmuştur.

[418] Bu takdire göre örnek olabilir. Birinci anlamında ise ki Hanefîlerin vitir hakkındaki görüşlerinin o şekilde olduğu bilinmektedir, çünkü vitir onla­ra göre vaciptir ve onunla mükellef olan kimse terketmesi halinde günahkâr olur. Hatta onlara göre vitir amelî farzdır ve sahib-i tertip olan kimseler için aynen diğer farzlar gibi kabul edilir. Meselâ böyle birisi sa­bah namazına dursa ve sonra henüz vitir namazını kılmadığını hatırlasa, sabah namazı bozulmaktadır. O kimsenin aynen diğer farz namazlarda ol­duğu gibi önce vitri kaza etmesi ve ondan sonra sabah namazını kılması gerekir. Amelî farz mahiyetinde olmayıp da sırf vaciplik hükmünü alan şeyler ise, kendisinde şüphe bulunan zannî delil ile sabit olmuş şeylerdir; sûre okunması, vitirde kunut okunması, bayram tekbirlerinin alınması gi­bi. Bu gibiler amelî farz gibi kabul edilmezler, şu kadar var ki bunları bi­lerek terkedenler günahkâr olurlar, sehven terki ise sehiv secdesini gerek­tirir. Bu durumda Mâlikîler ile Hanefîler arasındaki vitir konusundaki ihtilâf sadece lâfızda kalmayan gerçek bir ihtilâf olmaktadır.

[419] Yani aslında ihtilâf olmadığı halde ihtilaflı zannederek, mevcut bulunan icmâa ters düşebilir.

[420] Yani her ne kadar ileri sürülen hükümler birbirine muhalif olsa da Sâri´ Teâlâ´nm kasdını araştırma ve ona ulaşma açısından aralarında birlikten söz edilebilir,

[421] Bu´türden dönüşler fiilen olmuştur. Bir müctehid, diğer bir müctehid ile karşılaşıp kendisinin bilmediği ve fakat onun tarafından kullanılan delil­lere vakıf olunca daha önceden sahip olduğu kendi görüşünden vazgeç­miştir. Örnek vermek gerekirse, İmam Mâlik, ayak parmaklarının hilal-lenmesi hakkında daha önce bunun bir aşırılık olduğu düşüncesindedir. Kendisine bunu Rasûlullah´ın (s.a.) yapar olduğu haberi ulaşınca, daha önceki görüşünden vazgeçerek onun müstahaplığı görüşüne geçmiştir. Ni­tekim İmam Ebû Yûsuf da hacim ölçü birimleri olun müd ve sâ´ konusun­da, İmam Mâlik ile buluşunca daha önceden sahip olduğu görüşünü değiş­tirerek İmam Mâlik´in görüşüne geçmiştir. Az önce [4/217] İbn Abbâs´m cumhurun, Ensâr"m da Muhacirlerin görüşlerine döndükleri söylenmişti.

[422] Kuşkusuz iki uç arasında gidip gelmek, bizzat Fiilin kendi özelliğidir ve bu müctehidin işinin bir sonucu olmamaktadır. Müctehidin yaptığı şey, ken­disini sonuca ulaştıracak olan delilleri araştırmak suretiyle o fiili bu iki uçtan birisine irca etmekten ibarettir.

[423] Aslında bu tek bir kasıttır ve o da delile tâbi olmak suretiyle Sâri´ Teâlâ´nm kasdına ulaşmaktır.

[424] Çünkü ikisinden birinin Sâri´ Teâlâ´nın kasdına vakıada muhalefet etmesi ki bu hükmün tek olması ve isabet edenin isabet etmiş, hata edenin de hata etmiş olması esasına göre böyledir ancak ve ancak ilgili delilin kendisine kapalı kalması sokucunda olur.

[425] Yani bizzat müctehidin kendisine ve ona tâbi olan müntesiplerine nisbet-ledir, vakıaya nisbetle değildir. Aksi takdirde doğrunun birden fazla olması gerekirdi.

[426] O da şudur: Müctehidin içtihadından delil olmaksızın dönmesi caiz değil­dir. Yoksa musavvibe görüşüne göre mücerred başkalarının isabetli oldu­ğu için dönmesi caiz değildir.

[427] Bazen amel sahibi işin içine hevâ ve heves karıştığının farkında olmaya­bilir ve kısmen nefsânî arzulara da dayalı olan içtihadında kendisinin isa­betli olduğu kuruntusuna kapılabilir.

[428] İcmâ edenlerin adalet sahibi olmaları şart mıdır konusunda ihtilâf et­mişlerdir. Hanefiler bunu şart koşmaktadır. Buna göre icmâ ehlinin bid´at sahibi olmaması gerekmektedir. Hanefiler, bu konuda bid´atinin dâîliğini yapmamasını yeterli görmüşler ve eğer dâîlik yapmıyorsa, bid´ati ile ilgili olmayan diğer alanlarda icmâın oluşumu İçin görüşünün dikkate alınaca­ğını söylemişlerdir.

[429] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/215-225

[430] Yani onların hikmet ve sırlarının.

[431] Bu aşama, şu üç mertebeye dair ilminin tamamlanması sonucunda olur. Onlar şunlardır: 1) Zarûriyyât, 2) Hâciyyât, 3) Tahsîniyyât. Tabiî ayrıca bunların tamamlayıcı unsurları da bulunmaktadır. Kişi bunların şeriatın bütün bâblanndaki yerlerini etraflıca öğrenir ve bunun sonucunda elde ettiği bu bilgi, elinde bir kıstas halini alır ve herşeyi ona vurmak suretiyle bir neticeye varabilir.

[432] Yani tafsili deliller ve cüz´î izafî olan şer´î kaideler.

[433] Şer´î maksatları ve onların esaslarını idrak konusunda ilerler, ilerler ve bir noktada hep bu küllî esaslara tutunmaya başlar ve sanki cüz´î nass-lardan ve şer´î kaidelerden oluşan mahfûzâtı (bilgisi) hafızasından gitmiş gibi bir hal alır. Vakıada onların hâlâ belleğinde olması durumu değiştir­mez. Onun bütün himmeti, meseleleri küllî maksatlara ve şeriatın genel esaslarına irca etmekten ibarettir. Öyle ki hüküm istinbâtı esnasında, ko­nu ile ilgili yaklaşımı aleyhine özel bir nassın bulunup bulunmadığına bakmaz. Dahası böyle biri, kendi ulaştığı hükme muhalif bir nass görse, hükmü küllî esasların gerektirdiği şey doğrultusunda verir ve muhalif olan nassa aldırış etmez. Çünkü bu aşamada olan kişi, henüz küllî esas­larla birlikte cüz´î nassları da dikkate alabilecek ve aralarındaki dengeyi kurabilecek noktaya ulaşamamıştır. Bu aşama, ilk ile birazdan gelecek olan üçüncü ve sonuncu aşama arasında ortada bir yeri teşkil eder. Örne­ği, kişinin kendi görüşünü mutlak surette amel ettirmesi, şayet husûsî bir nassa muhalefet etmesi halinde onu kendi dayandığı küllî bir esasa irca etmesi konusu ile ilgili olarak gelecektir.

[434] Şu nokta akıldan çıkarılmamalıdır. Burada farzedilen konu, ilim talibinin bu mertebeye bizzat kendisinin şeriatın kaynaklarını, içerdiği nassları in­celemek suretiyle ulaşması ve bunun sonucunda usûlde müctebid olması haliyle ilgilidir. Usûlü taklit yolu ile öğrenmiş kimselerin ise ne kadar mümarese kazanırsa kazansınlar bu mertebe ile ilgili herhangi bir alâkalan yoktur.

[435] Zira zarurî, hâcî, tahsînî ve bunların tamamlayıcı unsurlarını fıkhın her konusu ile ilgili olarak öğrenmiş ve b´u konuda kendisine gizli kapaklı hiç-birşey kalmamıştır. Bunun sonucunda kendisi için Sâri´ Teâlâ´nm mak­satları tam anlamıyla belirmiş ve ortaya çıkmıştır.

[436] Deliller bölümünde Birinci Mesele´de genişçe ele alınmıştı.

[437] Bir Önceki meselede cüz´î üzerinde durmanın bir mânâsı olmadığı ve onun zaten mevcut olan birşeyin ele geçirilmesi için uğraşmak kabilinden oldu­ğu söylenmişti. Burada ise cüz´înin dikkat nazarına alınmış olduğu ve as­lında hâkim konumdakinin de cüz´îyyât olduğu ifade edilmektedir.

[438] Yani istinbât sırasında her ne kadar dikkatinden kaçmış olsa bile, kendi­sini destekleyen deliller mutlaka bulunur. Karşı taraf bunun her zaman böyle olmadığını ikinci ve üçüncü delil ile ileri sürecektir.

[439] Yani bu mertebede bulunan kimse ictihâd için gerekli bulunan iki rükün­den birini kesin elde etmiş, ancak diğerini ki bu cüz´î nassların da dik­kate alınması va onların da değerlendirilmesi olmaktadır henüz elde edememiştir.

[440] Burada sayılanlar, aslında onların yasak olmalarını gerektiren genel ku­rallardan istisna edilmiş bulunan tasarruflardır. Daha önce de geçtiği gi­bi, eğer biz bu kurallara bidüziyelik versek ve hiçbir istisna getirmesek, ya zarurî ya da hâci birçok yerde tıkanmalar meydana gelecek ve korun­ması istenilen bu esasların ihlâlini sonuç verecektir. Ancak biz her merte­bede, o mertebeye uygun düşen şeyleri dikkate aldığımız zaman hem o mertebenin, hem de diğer mertebelerin korunmasını temin etmiş olacağız. Şu halde küllî esasların yanında cüziyyâtın da dikkate alınması ve onlara da itibar edilmesi zorunlu olacaktır.

[441] Daha önce de geçtiği üzere, azimetleri ortadan kaldıran ruhsatlar hâciy-yât kaidesinin zarûriyyât alanında amel ettirilmesi demektir. Bu merte­belerin birbirini tamamladığını ve birbirini kayıtladıklarını biliyoruz

[442] Yani cüziyyât ve onların hususiyetleri üzerinde değerlendirme yapabile­cek, delillerin ayrıntılarına inebilecek kadar vukûfiyeti yoktur.

[443] Yani bu mertebeye ulaşmış bir kimse hakkında lehte veya aleyhte hü­kümde bulunarak onun içtihada ehil olduğunu ya da ehil olmadığını söy­lemek mümkün değildir. Müellif burada tereddüt göstermektedir. Ancak Deliller bölümünün Birinci Mesele´sinde böyle birinin içtihada kalkışama­yacağını açıkça söylemiş ve orada: "Hasılı, küllî esasların dikkate alınma­sı yanında mutlaka cüziyyâtın ve onlara ait özelliklerin de dikkate alın­ması gerekmektedir..." demişti. Buna da safralı mizaca sahip birinin bal yemesini örnek göstermiş; âyet-i kerîmeye rağmen böyle bir kişinin bal­dan şifa değil zarar görebileceğini belirtmiş, daha sonra da bunun fıkhın gereği olduğuna ve bu noktadan gafil olmanın hatalı sonuçlara götüreceği­ne dikkat çekmişti. Buradaki verilen izahatla oradakiler birleştirilince ko­nu daha da açıklık kazanacaktır. Oraya bkz.

[444] Ve batta usûlle ilgili küllî bir sonuca ulaşmışlar, neticede gruplardan biri kıyası muteber görürken, diğeri sadece tafsîlî delilleri esas almış ve onla­rın dışında kıyas vb. delillere itibar etmemişlerdir.

[445] Mâide 5/3.

[446] Zira insanların, aynı şeyin maslahat mı yoksa mefsedet mi olduğu konu­sunda sozbirliği etmeleri mümkün değildir, aralarında mutlaka ihtilâflar belirir. Hal böyle iken maslahat ya da mefsedetin tesbitinde insanların görüşlerinin dikkate alınması isabetli olmaz.

[447] Yani yaptıkları istikra sonucunda Sâri´ Teâlâ´nın maksadı olarak görüp kabullendikleri sırları, hikmetleri, maslahat ve mefsedetleri esas almış­lardır. Zahirîler ise hikmetlere, sırlara iltifat etmemişler, sadece terkiple­rin delâlet ettikleri şeylere bakmışlar, lâfzın dur dediği yerde durmuşlar, Öteye geçmemişlerdir. Maslahat olarak anladıkları şeylere muhalefet olup olmadığına aldırış etmemişlerdir. Onlara göre maslahat kendi anladıkları değil, lâfzın delâlet ettiği şeydir.

[448] Buhârî, Büyü´, 73, Şurût, 3 ; Müslim, Itk, 8.

[449] Buhârî, Şurût, 4 ; Müslim, Müsâfirîn, 72; Ebû Dâvûd, Büyü´, 69.

[450] Müellifin bu izahına göre sanki bu imamlar fetvalarını küllî esaslardan hareket ederek vermekteler ve cüz´îye bakmanın lâzım olmadığı görüşün­deler. Sonra onlardan her birinin küllî esasını tek bir hadisten çıkarmış olması doğru,mudur Böyle bir ihtimal uzaktır. Burada makul olan izah şekli şöyle olmalıdır: Onlardan her biri kendi rivayet ettiği hadise istinad etmiş, diğerlerinin rivayet ettikleri hadislere ise dayanmamıştir. Bu da ya o hadis kendisine ulaşmadığı için, ya kendine göre o hadis sahih bulunma­dığı için veyahut da onları kendi rivayet ettiği hadisle tearuz halinde gö­rüp mevcut pek çok sebepten biri dolayısıyla kendi hadisini onlara tercih etmiş olduğu içindir. İmamlardan her birinin "Onların ne dedikle­rini bilmiyorum..." demeleri, birinci ihtimali teyid etmektedir. Dolayısıy­la konu ile ilgili olarak verilen bu misal yerinde değildir.

[451] Daha önce de geçtiği gibi mertebeler, biribirini tamamlayıcı, biribirini te­yid edici, biribirini kayıtlayıcı özellik arzederler.

[452] Yani mutlaka hususiyet arzeden mahallere de ki bunlar mükelleflerin fiilleri olmaktadır bakmak gerekmektedir. Bunlar, bu aşamadaki müc-tehid için hep aynı düzeyde değildir; aksine her fiilin kendisine uygun bir hükmü vardır.

[453] Bilindiği gibi İmam Mâlik mürsel maslahatları dikkate almaktadır. Bun­lar küllî karşısında cüzinin dikkate alınması demektir.

[454] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/225-234

[455] Yani cihad Medine döneminde getirilmiş yeni bir teşrîdir; daha önce Mek­ke döneminde genel olarak getirilen bir esasın ayrıntısı ya da tamamlayıcı bir unsuru değildir. Çünkü cihadın sebebi henüz Mekke´de tamamlanmış değildi. Bu açıktır. Şu kadar var ki bu ifade, Deliller bahsinin İkinci Me-sele´sinde geçen sözü ile bağdaşmamaktadır. Orada şöyle demekteydi: "Medine´de meşru kılman cihâd, Mekke döneminde getirilen ve yerleşen iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak genel esasının bir ayrıntısı­dır..." Ancak bu iki yer arasında bağdaşmazlık olmadığını söylemek de mümkündür. Çünkü cihâddan önce zikretmiş olduğu şeyler, Mekke döne­minde meşru kılınmış bulunan şeylerin türlerinden olmakta ve ismen zik­redilmiş bulunmaktadır. Şu kadar ki daha sonra Medine´de bunlar meselâ kayıtlanmış, açıklanmış ve onlara ayrıntılar getirilmiştir. Cihâda gelince, her ne kadar o, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama ilkesi içerisinde mündemiç bulunuyorsa da, bu mahza zihnî bir mündemiçlik olmakta ve Mekke döneminde herhangi bir varlığı bulunmamaktaydı. Diğer zikri ge-Çen örnekler ise böyle değildi; onlar bizzat meşru kılınmıştı, ancak mutlak olmaları hasebiyle kayıtlanmaya, beyan edilmeye muhtaç bulunuyorlardı. İşte bu yüzdendir ki müellif, cihâdın meşruiyetini tamamen Medine döne­minde yeni bir teşri olarak saymıştır.

[456] Mâide 5/3.

[457] Keffâret vb. yollarla.

[458] Bu ifade izaha muhtaçtır. Çünkü kâh şiddet kâh yumuşaklık, ancak vaaz ve irşâd konusunda (terğîb ve terhîb) söz konusu olur; ictihâdda böyle ol­maz. Ancak hükmün husûsî olarak dayanağının tesbitİ mânâsında (tahkikul-menât anlamında) ictihâdda bunun zahir olacağı söylenebilir. Zira bu kabilden olan ictihâd, daha önce de geçtiği gibi kişiden kişiye ve onların hallerine münasip düşecek şekilde farklılık arzetmektedir.

[459] Daha önce geçti bkz. [1/98].

[460] Bakara 2/105.

[461] Tâhâ 20/132.

[462] Zâriyât 51/57.

[463] Zâriyât 51/22.

[464] Nahl 16/91.

[465] Daha önce geçti bkz. [1/326].

[466] Boşanan kadına bir iyilik (cemile) olmak üzere verilen mal, elbise, hiz­metçi gibi şeylerdir. (Ç)

[467] Buhâri, Mezâlim, 20 ; Müslim, Müsâkât, 136 ; Ebû Dâvûd, Akdiye, 31.

[468] Bu gibi hallerde onlar, mevcut yiyeceklerini bir örtü içerisinde toplarlar ve sonra herkese eşit olarak dağıtırlardı. Daha önce geçti bkz. [2/353]. (Ç)

[469] Daha önce geçti bkz. [2/354].

[470] Buhâri, Sulh, 10 (3/170) ; Müslim, Müsâkât, 4 ; Muvatta, Büyü, 15.

[471] Mistah b. Esâse, Hz. Ebû Bekir´in teyzesinin oğlu, yoksul bir muhacirdi. Hz. Ebû Bekir´in kendisine yapmış olduğu yardım sayesinde geçinirdi. Hz. Âişe´ye yapılan iftira kampanyasına katılmış olması sebebiyle, Hz. Ebû Bekir bir daha kendisine İyilik yapmayacağına dair yemin etmişti, bkz. İbn Kesir, 3/276. (Ç)

[472] Nûr 24/22.

[473] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/