- Ictihad 2

Adsense kodları


Ictihad 2

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Wed 15 September 2010, 03:52 pm GMT +0200
Ictihad 2

C- MÜCTEHİDE GÖRE DELİLLERİN MERTEBELERİ


452- Zeydiyye, müctehidin ilk başta ortaya konulan icmalara yönelmesi gerektiği kanaatindedir. Bunun nedeni, bir hususta kesinlik ifade eden mütevatir icma´ bulunduğu takdirde verilecek fetvanın gayet açık oluşudur. Müctehidin burada yapacağı iş, sadece fetvası istenilen meseleyi, çözüm şeklini, ayrıca icma´ kaziyyesinin o meseleye uyarlan­ma dozajını iyi kavramasıdır. Nitekim sözümüzün başında icma´ türlerinden birisinin, bellenmesi zaruri sayılan icma´ olduğunu zikretmiştik. Bu tür icma´, namaz rekatlarının sayısı ile İslam´ın temel rükünleri ve diğerleri gibi, dini zorunlu olarak bilinmesi gereken konularından sayılan meselelerde icma´ sağlamaktır.

453- Bir mesele hakkında icma´ gerçekleşmediği fakdirde müctehid, her ikisi de ay­nı mertebeyi teşkil eden Kur´an-ı Kerim ile mütevatir sünnete yönelir. Çünkü ikisinin senedi de katidir ve aralarında sened açısından değil, sadece delalet açısından öncelik düşünülebilir.

Bu nedenle Kur´an ve mütevatir hadisin manalarım birisi nasslar, diğeri zahirlerden ibaret olmak üzere iki kısma ayırdılar. Böylece Kur´an ve sünnetin oluşturduğu müteva­tir nasslar, sünnetin ahad haberlerinin oluşturduğu diğer nasslardan öne alınmıştır.

Delaleti açısından birisi nass, diğeri de zahir olup, birbirleriyle çeliştiği takdirde nass zahirden öne alımr. Çünkü nass ihtimal kabul etmez, fakat zahir kabul eder. İhtimal kabul etmeyen, delil getirme açısından, kabul edenden önceye alınır. Çünkü ihtimalli oluş, onun kuvvetini zayıflatır.

Dolayısıyle yerinde yapmış olduğumuz tafsilat üzere Kitap ve mütevatir sünnetin zahirleri, ahad haberlere takdim edilir.

454- Adıgeçen deliller, senedi açısından kati sayılırlar. Şayet senedi açısından katiy-yet ifade eden bu deliller bulunmazsa, o zaman müctehid, senedi açısından zannilik bu­lunan delillere yönelir. Dolayısıyle Kitap ve mütevatir sünnetten sonra müctehid, isnadı yönüyle zannilik bulunan delillere teveccüh eder. Daha doğrusu ahad haberlere yöneliş­te bulunur. Lakin zeydiler, sünnetin tümünü bu mertebede görmezler. Aksine sadece kavli hadisleri Kitap ve sünneti izleyen bu mertebede görürler. Böylece müctehid, kap­sadığı manalardan başkasına ihtimali bulunmayan lafızların oluşturduğu ahad haberlerin nasslanna yönelir. Daha sonra bu nassları, mânalarına delaleti açısından ihtimal kabul eden lafızlar demek olan zahirler takib eder. Bunun nedeni,"Kitap" konusu içerisinde delil getirme açısından ihtimal kabul etmeyen lafızların, ihtimal kabul edenden öne alı­nacağı tarzında yaptığımız açıklamadır. Çünkü ihtimal kabul ediş, İçerisinde ihtimal bu­lunduğunu kabullenme kapısını açık bulundurur. Umumi lafızlardaki ihtimal, nassla tah­sis edilmesi için kapıyı açık tutar. Böylece çelişme anında nassı öne almak, her iki delile de işlerlik kazandırır.

455- Bunlann hepsi şer´i nasslarm lafızlarından yani mantukundan elde edilen hü­kümler konusundadır. Şüphe yok ki bu hükümler, nasslann mefhumundan elde edilen­lerden önde gelir. Mantuka delaleti kuvvetinde yahut bir alt kuvvette olması açısından mefhum-u muvafakat hakkında ihtilaf edilmesine; ayrıca şer´i hükümlere ait istinbat yol­larından birisine kesinlik kazandırması yahut ona hiç değinmemesi açısından mefhumu muhalefet hakkında ihtilafa düşülmesine rağmen bu mefhum ister mefhum-u muvafakat, isterse mefhum-u muhalefet olsun, değişmez.

Kuşkusuz varlığını kabullenenlere göre mefhum-u muhalefet, nasslann mantukuna delaleti açısından sonra gelir. Zira delalet yönünden mantuk daha güçlüdür. Delaleti yö­nünden daha güçlü olanın´ daha alt güçteki bir delille çelişmesi halinde onu geçersiz hale getirir ve o delile iltifat edilmez.

Mefhumlar nasslann sened açısından kuvvetli oluşlarma göre sıralanmışlardır. Buna göre, Kur´an-ı Kerim ve mütevatir sünnetin mefhumları, ahad haberlerin mefhumundan daha öndedir. Çünkü mefhumlar kuvvetini nassdan alırlar. Senedi kati bir delille sabit olan nass, senedi zanni bir delille sabit olan nassdan daha güçlüdür. Dolayısıyle birinci­den alman mefhum da, ikincisinden alınan mefhumdan daha güçlü olur. Zira mantuk ve mefhumun her ikisi de lafızlar konusundaki rivayetin kuvvetine dayanır.

İster mantuk, isterse mefhum olsun, ayrıca ister senedi açısından tevatür yoluyla ke­sinlik kazansın, isterse de zanni bir yolla sübuta ersin, lafızlardan elde edilen hiçbir hü­küm mütevatir sünnet düzeyinde değildir.

Kavli sünnetin delaletini, Nebi (s.a.v.) den tevatür dışındaki bir yolla rivayet edilen fiili sünnetin delaleti izler. Şüphesiz fiili sünnetin delaleti, bu delalet her ne olursa olsun, kavli sünnetin delaletlerinden sonra gelir. Nitekim bu hususu daha önce açıklamıştık.

456- Bu delilleri, kıyas ve kıyasla ilintili hususlar izler. Müctehid kendi görüşünü belirtmeye sahip olduğu müddetçe sünnetin rivayet tariki ne olursa olsun, ayrıca nasslar­dan yahut fiili veya takriri sünnetlerden oluşan delaletin türü de ne olursa olsun, ancak yanında Kitap ve sünnetten bir delil bulunmadığı takdirde yönelebilir. Şayet bunların hepsini kaybederse o zaman müctehid re´ye yönelir. Çünkü uyulması zorunlu olan şer´i bir delilin bulunduğu yerde re´ye itibar yoktur.

Kıyasın hem mesalih-i mürseleyi, hem de isühsam kapsadığını görmüştük. Demek oluyor ki genel yapısıyla kıyas, hamlediş biçimi ne olursa olsun,nasslara hamledilenleri de içerir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Zeydiyye´nin benimsediği görüş budur. Ayrıca bu konuda Hanbeliler de onlara yakınlık arzederler.

Buna göre, kıyasın birkaç mertebesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Sarih nass~yahut icma´ yoluyla bilinen illet üzerine bina edilen kıyas, ilk mertebeyi oluşturur. Daha sonra onu nasslann işaret veya iması yoluyla illeti bilinen kıyas takib eder.

İbarenin ima ve işaretten daha güçlü olması nedeniyle böyle bir sıralamanın yapıldı­ğı, gayet açıktır.

Sonra da bunu, illeti istinbat yoluyla bilinen kıyas izler. Zeydiyye´nin usul kitapla­rında açıklaması yapılan şekle göre istinbat yollan ayrılık arzeder. Daha önce kanaat be­lirttiğimiz gibi, bunlann bir kısmına Zeydiyye´nin usulleri konusunda açıklama yapar­ken değinmiştik. Şüphesiz kıyas ölçütlerinin çelişmesi anında daha güçlü olana öncelik tanınır. Buna göre, illeti istihraç edilirken, icma´a yahut sarih nassa dayanan öne alınır. Sonra ima tankıyla nassa dayanana öncelik verilir. Daha sonra da illeti daha etkili olana

öncelik tanınır. Böylece en önde müessir münasib, ardından nıülaim münasib. sonra da Zeydiyye usul ü fıkıh kitaplarında belirtildiği üzere mürsel münasib gelir.

457- Nasslann yahut nebevi kaynak haberlerin yahut da biçimi ne olursa olsun nass-lar üzerine hamletmenin oluşturduğu bir delile dayanma imkanı olmadığı takdirde müc-tehid, Zeydiyye mezhebine göre akim yargısına yönelir. Buna göre aklın, kısa veya uzun vadede zarar vermeyip faydalı olacağına hüküm verdiği şey, yararlılığın gücüne ve ölçüsüne göre mubah yahut da izin verilmiş sayılır. Zarar yönü ağır basan husus ise, sa­kıncalı görülme ve yasaklanma konumundadır. Aynı şekilde, yarar-zarar dengesi eşit durumda bulunan hususlarsa, onlara göre mahzurlu sayılır.

Çünkü zararlı şeyleri ortadan kaldırmak, yararlı olanları celbetmekten önce gelir. Yararlı yönü ağır basan hususlarsa, uygulanmasına izin verilen konumdadır. Lakin za-rar-yarar dengesi eşit olan herhangi bir işin takdirinde tartışma zemini sözkonusudur.

Şüphesiz aklın güzel bulduğu şeylere bu perspektiften bakmak, zaten inşam şer´i usullerden birine götürür. Zira böyle bir yararlı oluş eğer Şari´in arzuladığı yararlı şeyler türtindense zaten bu durum, belirli bir temel ilkeye değil de,Şari´in emir ve nehiyleri toplamına dayanan mürsel münasib kabilinden olur.

Bu esasa göre, aklın yargısıyla hüküm vermenin, şeriatın verdiği yargıya dayanma­nın dışında kalması mümkün değildir. Çünkü herhangi bir yararlı durum, ancak Şari´in, aynı konuyu içeren şeyle emrettiği bir türden olması halinde yakın veya uzun vadeli za­rardan halis bulunabilir. Dolayısıyle böyle bir yaklaşımla, yukarıdaki ilkenin çok yönlü pratiği olamaz.

Nihayet müctehid, dayanacak olumlu bir delil bulamadığımız şeylerde istishab´a yö­nelir. Şüphesiz istishab, değiştirci bir şey bulununcaya kadar mevcut durumun devamına delalet eden selbi bir delildir. Değiştirci bir delil bulunmadığında kendisine itimad edi­lir. [14]



D- ZEYDİYYE´YE GÖRE İCTİHAD VE TAKLİD


458- Zeydiyye mezhebine göre içtihadın sürekli kalması zorunludur. Bu gerçek, şüpheye yer vermeyecek şekilde üzerinde ittifak sağlanan bir husustur. Nitekim içtiha­dın mertebelerinden bahsederken, süreklilik arzeden içtihadın, hem asli hem de fer´i ko­nularda müetehidin ietihadda bulunduğu mutlak veya müstakil ietihad olmayıp aksine sadece fer´i konulardaki ietihad olduğunu söylemiştik. Dolayısıyle müctehid, Zeydiyye mezhebi imamlarının çizdiği çizginin dışında yeni metodlar getiremez. Ancak onların içtihadı belirlenmiş metodlar dairesinde kalır. O müetehidler, bu ölçütleri esas alarak fer´i konularda istinbatta bulunurlar. Çünkü o metodlara karşı çıktıkları takdirde Zeydiy­ye mezhebine bağımlı müetehidler sayılamazlar. Zira bu metodlar, çevrelediği kapsam içerisine bütün müntesib müctehidlerin girdiği bir çerçevedir. Onlar, Zeydiyye mezhebi

fakihlerinin tümüyle müctehid olduğunu söylerler. Dolayısıyle içtihadın bu bağımlılık çevresi içerisinde kalması gerekir. Bu bağımlılık, şahsın mücerred bağımlılığı değil, an­cak fıkhi anlamı içerisinde belirlenmiş metodlarla kendini sınırlamaktır.

İşte bunun için deriz ki. Zeydiyye mezhebine göre mezhebin meşhur imamları dışın­dakilere açık bulundurulan ietihad, bağımlı müctehidlerin yaptığı ictihaddır. Yoksa sı­nırsız: mutlak ietihad değildir.

459- Zeydiler bu yolda iki hususu prensip edindiler

1- Mezhep içinde hakkında bir haber bulunmayan fer´i meselelerin hükümlerini is-tinbat etmeleri. Mezhep içerisinde benzeri bulunmayan bir olay meydana geldiğinde o olaya ait hükmü istinbat ederler. Mezhep içerisinde hükmü bilinen meseleler ise, ancak delili bilinip, fetva veren kişinin verdiği fetva konusunda kesin kanata vardığı takdirde model alınabilir. Şayet fetva veren tam kanaat getirmez yahut bu meseleler fetvanın ilgi alanına uygun düşmezse, o zaman ietihadda bulunma ve mezhebin belirlenmiş metodla-n gölgesinde bu ilgi alanına en uygun gördüğü hususu istinbat etme hakkı vardır. Şüphe yok ki bu uygulamada, kapsamındaki görüşleri sıkça kullanmak suretiyle mezhebi geliş­tirme sözkonusudur.

2- Onlar, çeşitli İslam mezheplerinden seçmeler yapma kapısını da açık bulundurdu­lar. Böylece Zeydiyye´nin çizilmiş metoduyla uyum sağladığı sürece deliliyle kanaate vardıkları hususu seçiyorlardı.Fetvanın ilgi alanına giren hususlarda karar kılmış İslam mezheplerinin bu fetvaya uygun düşen görüşlerini bulduklarında onu hemen alıyorlardı. Fakat onu almadan önce, delil oluşunu iyice bilmeleri ve yine o delilin tutarlı ve güçlü bir delil olduğuna kanaat getirmeleri suretiyle model almak şeklinde değil, ietihadda bu­lunma biçiminde alıyorlardı. Zeydiler bu konuda imamlarının şu sözünü uygulama ala­nına koyuyorlardı:

"Hiç kimsenin bizim görüşümüzle, onu nereden aldığımızı bilmedikçe hüküm ver­mesi doğru olmaz."

Şüphesiz mezheplerin en ileri düzeydeki gelişimi bu noktada yatmaktadır.

Bu gelişimin ölçüşünce de mezhebin iklimlerinde büyük farklılıklar meydana gel­miştir. Sözgelişi. Şafii mezhebinin egemen olduğu beldelere yakın komşuluğu bulunan iklimler, Zeydiyye mezhebinde karşılığı bulunmadığı takdirde yahut verdikleri fetvanın ilgi alanı kendisine uygun düşen şer´i bir hükümle temas kurmayı gerektirdiği takdirde, kendi nazarlarındaki delili güçlendiren hususu o mezhepten seçiyorlardı. Öte yandan Hanefilerin egemen olduğu iklimlerde ise, Hanefi mezhebinden iktibasta bulunuyorlar­dı. İşte bunun için, bu değerli mezhep içerisinde bir kısım fer´İ hükümlerin, şufa konu­sunda gördüğümüz gibi bazan Hanefi mezhebiyle, bazan Şafii mezhebiyle, bazan da, evlilikteki denklik konusunda gördüğümüz gibi, Maliki mezhebiyle benzerlik arzettiği-ne rastlanır.

460- Bu gelişim sadece fer´i konularda olmamıştır. Bilakis bu mezhebe mensup müctehidlerin görüş ufuklarının genişlemesi mezhebin çerçevesiyle sınırlı kalmakla bir­likte her nerede bulurlarsa bulsunlar kendilerini nebevi sünneti aramaya itmiştir. Dolayı-sryle Zeydiler her ne kadar da başkalarıyla çeliştiği takdirde onları örnek almak daha ev­la idiyse de, Ali Beyt tarikından rivayet edilenlerle yetinmemiş, aksine rivayet konu­sunda yaşadıkları bölgelerin sınırlarını aşmışlar, böylece sünnetin sahih kitaplarını ara­yarak o kitapların kapsamında bulunanlarla hüküm vermişlerdir. Netice itibariyle delil getirme açısından onlara göre muteber sayılan sünnet arasında, Buhari, Müslim, Sü-nen-i Ebi Davud, Tirmizi, Nesei, İbn Mace ve diğerlerinden ibaret olan altı sahih hadis kitabında rivayet edilen hadisler de bulunur.

İşte böylece mezhep, delil getirme noktasında, çizilmiş metodlann dışına çıkmadan, bilakis onları model alarak gelişme sağlamış oldu. Hidayete götüren Al-i Beyt İmamları ve diğerleri, Al-i Beyt tariki dışından rivayet edilse bile, sünnetin nurunu Zeydiyye mez-* hebinden uzak tutmadılar. Aksine o sünnetten alıntılar yaptılar ve Zeydiyye´nin köklü mirasına eklediler. Böylece Zeydiler, çok zengin bir fıkıh ve ictihad mirasım arkalarında bıraktılar. [15]



a) Zeydiyye Mezhebinde Taklid


461- Zeydiler, Zeydi bir müfti için ictihad dışında fetva vermesini uygun bulmadı­lar. Nitekim Mİnhac eî-Vusul adlı kitapta şöyle geçer:

"Fetva isteyen kişi nezdindeki bilgilerden kendisine sorduğunda, miiftinin ictihad dışında bir fetva verm hakkı yoktur. Bu husus, hakkında tartışma bulunmayan bir konu­dur. Şeyh der ki, eğer bu gerekli olmasaydı müctehid olmayan için müctehidin derlediği kitaptan avamca fetva vermek caiz olurdu. Çünkü müctehid olmayanın, soru sorana kar­şı başka mezhebe göre fetva vermesi caiz olsaydı, o fetvayı veren kişiyle nakilci arasın­da hiçbir fark olmazdı. Nakilci olmak, avamdan bir kişi için caizdir. O takdirde avam­dan bir kişinin müctehidlerin kitaplarından fetva vermesi caiz olur.

Yok eğer fetva isteyen kişi bir mezhepten aktarmayı isteyecek olsa, müctehidin na­kilde bulunması caizdir,"[16]

Şüphesiz bu aciklamanm.net ifadesinden aşağıdaki anlamlar elde edilir:

a) Müftinin, fetva vereceği konuda ictihadda bulunmaksızın fetva verişi caiz olmaz. Herhangi bir konuda ictihad yapmak, olayın, onu hazırlayan etkenin, ayrıca şer´i bir çö­zümle çözüm getirme yollarının, bir de fetvanın doğuracağı sonuçların iyice bilinmesini gerektirir. İşte biz bu olguya, olayın fıkhi yönü ismini veriyoruz. Ta ki müctehid olayı bu denli kavrayınca, daha önceki-müftilerin benzer konularda verdikleri fetvalardan ya­rarlanarak, aynca bu tür fetvaların delil ve şer´i kaynaklarını araştırarak olayın çözümüne yönelir. Eğer müctehid kendi Zeydiyye mezhebinde, olayın çözümü yönünden tam kanaat getirdiği bir hususu tesbit edecek olursa, onunla hüküm verir. Aksi halde ictihad­da bulunur veya diğer mezheplerden, kendi görüşüne göre delilini güçlendirecek hususu alıntı yapar. Böylece o delili alır ve mukallid durumuna düşmez.

Yukarıda adı geçen kitabın, sahibi müftinin ictihadda bulunma zorunluluğu ile ilgili olarak delil getirirken der ki, şayet o kimse fetva verdiği konuda müctehid olmazsa, onunla avamdan bir kişi arasında fark kalmaz. Çünkü ictihad yapmadığı takdirde başka­larının görüşlerini aktarıcı durumuna düşer. Aktancılık avam için, diğerleri için de söz-konusu olduğu gibi caizdir. Ancak avamın müftilik makamına oturması uygun olmadığı gibi, aynı şekilde fetvasında avamla aynı seviyede olan kimsenin fetva vermesi de uy­gun değildir.

b) Bu açıklamadan elde edilen zorunlu sonuç yoluyla, fetva konusunda aktancılıkta bulunmanın caiz olmadığı anlaşılır. Sözgelişi, ramazan ayında unutarak yemek konu­sunda sorulduğu zaman "bu konuda Ebu Hanife şöyle söyler" demesi doğru değildir. Bi­lakis şer´i delillerin gösterdiği sonuçlardan uygun gördüğü hususu ifade etmesi, o kimse­ye vaciptir. Çünkü fetva vermek çok hatırı sayılır bir iş ve çok yüce bir makamdır.

c) Kuşkusuz aktarıcı olmak her ne kadar fetva makamında caiz değilse de bir kimse­nin herhangi bir meselede belirli bir mezhebin görüşünü aktarmasını istemesi caizdir ve bu durumda o mezhebi iyi bilen alimin de aktarmada bulunması normaldir.

Böylece bu mezheplerden aktancılıkta bulunmak anlamında olduğu, hatta müfti hakkında bu husus zorunlu bulunduğu için, çeşitli mezheplerin araştırmasını yapmanın caiz olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Çünkü halkın icma´ sağladığı yahut ayrılığa düştüğü görüşleri bilmek, içtihadın yetki alanı ve şartlarından biridir. [17]



b) Hayatta Olmayanın Taklid Edilmesi


462- Bu açıklamalarla, avamdan bir kişinin müftinin fetva verdiği hususları taklid etmesinin caiz olduğu ortaya çıkıyor. Fakat acaba bu kimsenin ölen bir kişiyi taklidi ca­iz midir? Şüphesiz müftiyi ictihadda bulunmaksızın fetva vermekten alıkoyan yukarıda­ki kaide gereğince ayrıca o müftinin, başkasına ait görüşün aktancılığmı yapmasının doğru olmadığı düşüncesi uyarınca, böyle bir şey caiz olamaz. Aksi halde fetva verenle avamdan bir kişi eşit duruma düşer. Fakat bununla birlikte fetva isteyen kimse kendisin­den, başkasının görüşünü aktarmasını isterse, başkasına ait görüşü nakletmesi caiz olur. Böylece, "Acaba Ölen bir kişiyi taklid ttmek caiz midir? " şeklinde şer´i bir durum orta­ya çıkıyor. Nitekim Zeydiyye bu hususun açıklamasına aşın ilgi duymuş ve bu noktada iki kısma ayrılmıştır.

1) Hayatta olmayanı taklid etmek caiz değildir. İsterse kişi taklid etmeye o kimse hayattayken başlayıp bu taklidi o kimsenin vefatından sonraya kadar uzansın -Sözgelişi

müftinin bir kişiye herhangi bir meselede fetva vermesi ve rnüftinin vefatı sonrasına dek onunla amel etmeyi sürdürmesi gibi-yahut hayattayken onu taklid etsin, sonra da ondan etkilenen görüşlerini vefalından sonra uygulamayı sürdürsün, ya da yalnız hayattayken ona ittiba etsin, değişmez.

2) İkinci gurup da şöyle diyor: Müctehidin ölümünden sonra avamın onu taklid et­mesi caiz değildir. Fakat hayattayken onu taklid etmiş ve daha sonra müctehid ölmüşse, vefatından sonra da taklidinin devam etmesi caizdir. Zeydiyye arasında, hayatta olmaya­nı taklid etmeyi caiz görenler de bulunur. Ancak bu durum, ondan gelen haberleri aktar­ma biçiminde olur.

Bu ihtilaftan, her yüzyılda bir müctehid bulunmasının zorunluluğu ve müctehidlerin sayısının da halkın sayısıyla orantılı oluşunun gerekliliği ortaya çıkıyor. Böylece icti-hadda bulunmak, farzı kifaye olur. Şöyle ki, ictihad yapan müftüer bulunduğu takdirde bu tabakanın oluşuna katkıda bulunan ve bulunmayan cemaatten günah düşer. Bu müc-tehidîer bulunmadığı zaman ise bütün cemaat günahkar olur.

Çünkü aksaklıkları engelleyen ve dinin gerçeklerini açıklığa kavuşturan müctehidler taifesinin var edilmesinde yardımlaşmada bulunmaları gerekliydi.

463- Bütün bunlardan anlaşılıyor ki taklid, fetva isteyen kişi avamdan olduğu tak­dirde o kimseye müctehid hayattayken caizdir. Müctehid, kesinlik kazanan delilerle uyum sağlayan hususlarla fetva verir. Ayrıca müctehidin, gerçeği araştırıp ortaya çıka­rırken araştırmalarında şeriat´m genel ilkelerine tabi olması, sonra da öncelikle Al-i Beyt´ten meşhur müctehidlerin görüşlerini etüd etmesi zorunluluğu vardır. Bu konuda Al-i Beyt´i sahabe, sahabeyi de tabiin izler,[18]

464- İctihad yaparken görüşleri etüd etme sırasında Ali Beyt´ten olan imamlar öne alınır. Aynı şekilde öne alındıklarına delil getirmek için, taklid konusunda hayatta olma­yanın taklid edilmesiyle hüküm verenler de, o imamlara Öncelik tanırlar. Bu delil beş öğeden oluşmaktadır:

1- Çünkü onların akrabalık kariyeri vardır. Nitekim bizler akrabalara sevgi besle­mekle emrolunduk. Kaldı ki onların, Rasulullah´ın nurundan ibaret ışık saçan bir ateşleri vardır.

O imamlar, bu izafi ve yüce şerefle yetinmeyen, ilim, erdemlilik ve takva ile ün sa­lan müctehidlerdir.

2- Kur´an-ı Kerim onların günahlardan tertemiz kılındıklarını haber veriyor. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"...Ey Ehl-i Beyi! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak isti­yor." (Ahzab 33)

Kuşku yok ki günahtan temiz olmak görüşlerinin de sağlıklı olduğunu ifade eder. Çünkü Zeydilerin inanışına göre hata etmek, tertemiz oluşa ters düşer.

3- Nebi (s.a.v.) h iris tiyanl arla lanetleşirken, Ehli Beytinin; Hz. Ali´nin, eşinin Ha­san ve Hüseyn´in adlarını kullanarak lanetleşmiştir. Olay, Allah Tela´nın şu kavlinin ini-şiyle meydana gelmiştir:

"Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: "Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı, biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Al lah´tan yalancılar üzerine lanet dileyelim." (Al-i İmranöl)

Böylece lanetleşme sırasında bu şahsiyetlerin adına öncelik tanımıştır. Demek ki bu hadise hem onların, hem de zürriyetlerinin üstünlüğü anlamını taşımaktaydı. Nitekim zeydiler, adlarına lanetleşilen bu şahsiyetlerin, günahlardan arınmış olmaları açısından üstünlüklerinin bulunduğunu söylemişlerdir. Ayrıca aynı batından gelen zürriyetlerinin de, masum imamlara nisbet edilme üstünlüklerinin var olduğunu ifade etmişlerdir.

4- Kur´an-ı Kerim´in Hz. Ali ve zürriyetine üstünlük tanımasıdır. Nitekim Allah Sübhanehu ve Teala onların hakkında şöyle buyurur:

"Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirir-fer."(lnsan8)

Hz. Ali, kendi sevdiği yemeği başkasına da yediriyordu. Bu konuda nass bile nazil oldu. Dolayısıyle Zeydiyye imamlarının, biribirinden miras aldıkları bu ağırlama gele­neği nedeniyle de diğerlerine karşı bir üstünlükleri vardır.

Her ne kadar lafzı tevatür olmasa da, manevi tevatür yoluyla gelen sahih haberler, \ onların üstünlüklerini beyan etmiştir. Buna göre ilk dört masum imamın üstünlüğü her-kes tarafından tanınmış ve şöhret bulmuştur. Ali Zeynel Abidin ve evladının üstünlüğü ise, normal tevatür yoluyla gelmiştir.

5- Onların icma´ ettikleri konunun hatadan masum olduğu hususu, Zeydiyye´nin üzerinde ittifak sağladığı noktalar arasındadır. Buna göre onların icma´ ettikleri hususta hata bulunması imkanı yoktur.

Bütün bu unsurlar soylu sülalenin oluşturduğu meşhur müctehidlerin taklid edilme­sinin taklid olayım caiz görenlere göre diğerlerinden önceliği bulunduğunun, ayrıca tak­lidi caiz görmeyenler nezdinde de o imamlara tabi olmak, ortaya koydukları delillerle istidlal etmek noktasında öne alınmalarının, değişik şekilleridir.

Nitekim zeydiler, soylu sülale imamlarının bir konuda ihtilafa düşmeleri halinde on­ların bir bölümüne tabi olmanın, tamamına tabi olmak anlamını taşıdığı üzerinde karar kılmışlardır.

465- Bütün buniar, Zeydiyye´ye ait bakış açılarıdır. Nihayet bu verimli mezhebin münfesih müctehid]erinin uygun gördüğü şekliyle onları naklettik, açıkladık ve netlik

kazandırdık.

Zeydiyye´nin nazarında bu soylu sülalenin oluşturduğu ünlü imamları, sahabe izler. Nitekim sahabenin kişisel görüşlerinin değil, icmalanmn hüccet teşkil ettiğini açıkla­mıştık. Dolayısryle sahabeden bir kişinin düşüncesi hüccet sayılamaz. Birkaç görüş be­lirterek ayrılığa düştükleri takdirde bu görüşlerin dışına çıkmak caiz olmaz. Fakat müc-tehidi bu görüşlerden herhangi birisi bağımlı kılmaz; ancak aralarından seçim yapar.

Buna göre, sahabeye nisbetle taklid yapmaktaki öncelik, müctehidin sıkı sıkıya tu­tunduğu dairenin dışındadır. Müctehidi bağımlı kılan taklid. bir kişiyi taklid etmek veya onun ortaya koyduğu delile tabi olmaktır. Tabiin de anı şekildedir. Allah Sübhanehu ve Teala, en iyi bilendir. [19]



ZEYDİYYE MEZHEBİNİN GELİŞİMİ


466- Birçok sebepler ardarda sıralandı ve bu sebepler İmam Zeyd´in mezhebini geli­şen, genişleyen, ayrıca onun kontrolünde İslam dünyası mezheplerinin istikrar sağladığı bir mezhep durumuna getirdi. Bu sebepler, dört madde aitında Özetlenebilir:

1- Açıklık getirdiğimiz ve çizdiğimiz sınırlar çerçevesinde hiçbir vakitte kapanma­yarak ictihad kapısının açık bulundurulması. Yani adı geçen imamların dışında kalan müctehidlerin yaptığı içtihadın müstakil müctehidlik değil, müntesiblerin içtihadı duru­munda oluşudur. Nitekim bu hususu geçen bölümde tam anlamıyla açıklığa kavuştur­duk.

2- Diğer mezheplerden seçme yapma kapısının açık bulundurulması. Nitekim diğer­lerinden seçimler yapmak suretiyle bu mezhep, İslam fıkhının çeşitli şekillerinin, cins cins fidanlarının, değişik renk ve tattaki meyvelerinin buluştuğu zengin bir bahçe haline geldi. Şüphesiz bu durum da ictihad kapısının açık bulundurulmasının neticesiydi. Nite­kim onlar, ictihad yapmak suretiyle mezheplerinin mantığı ve temel ilkeleriyle uyum sağlayan hususları diğer mezheplerden seçmişler, böylece mezhebin ilkeleri, müslüman fakihlerin benimsediği ilkelerin genel yapısıyla birliktelik yahut en azından yaklaşım ar-zetm iştir.

3- Mezhebin biribirinden uzak, yönleri biribirinden çok ırak, her iklimin kuşağı di­ğerinden farklılık arzeden çeşitli yörelerde varlık göstermesi. Mezhep, uğradığı her top­rağın özelliğini taşıyan akarsu gibidir. Dolayisıyle her beldenin halkına ait örf, adet, ge­lenek ve fikirleri bünyesinde taşır.

4- Ta ilk asırdan, sekizinci hicri asra kadar her asırda meşhur ve model seçilen müc-tehjd imamların bulunmasıdır. Şimdi, bu son iki sebep üzerinde özlü, ana hususlara işa­ret eden, kısa, karmaşık olmayan ifadelerle duralım. [20]


A- BU MEZHEBİN ÇEŞİTLİ ÜLKELERDE YAYILMASI


467- Şüphesiz Zeydiyye mezhebi birçok İslam ülkesinde yayılmıştır. Fas tarafların­daki beldeleri istisna edersek, diğer bütün İslam ülkelerine yayıldığını söyleyebiliriz. Hatta bazan kendi gerçek elbisesi içerisinde, bazan da insanların o mezhebe mensup ol­duğu imajını verecek derecede başka mezhebin elbisesi içinde ortaya çıkmıştır.

Bu yayılışın nedeni, İmam Zeyd´in şehid oluşuyla öğrencilerinin çeşitli büyük şe­hirlere göç etmesidir. Onlar arasında, siyasi ve Al-i Beyt adına fahrik edici fikirleriyle kaçarak Deylem ve Cil beldelerine gidenler ayrıca Hicaz beldelerine kaçanlar, Yemen´e gidip orada yerleşenler, öte yandan Isfahan ve Rey şehirlerine gidenler vardı. Onlar her girdikleri yerde bu değerli mezhebi yaydılar, ona davette bulundular ve bu mezhebin fikhi görüşlerinden kaynaklanan haberlerden ayrıntılı bilgiler çıkardılar.

Nitekim bu sebeple birlikte başka bir neden daha vardır. O da, bu mezhebin emane­tini taşıyan ve ictihadda bulunan Al-i Beyt İmamlarının da bu büyük beldelerde değişik fırkalara ayrılışıdır. Onların bu beldelerde aşın sevgi besleyenleri ve taraftarları vardı. Abbasilerin ve Batıni îsmailiyye devleti bünyesinde Mısır ve Şam yörelerinde ortaya çı­kan İsmailî Fatımî baskısından kaçmak için İslam beldeleri dahilinde taşınıp duruyorlar­dı.

Onlar bu taşınmaları esnasında mezhebi yayıyorlar ve halka fetva veriyorlardı.

468- Kısaca bu anlatılanlardan alacağımız ibret, İmam Zeyd´e isabet eden ve takib ettiği yolda kendisini şehid düşüren, sonra da taraftarlarıyla hayranlarına, ayrıca yaptığı feryadın aynısını nida eden Al-i Beyt´e dokunan baskılar üzerine, Zeydiyye fıkıh tarihi içerisinde şu iki değerli sonucun terettüb edişidir:

a) Tariki ne olursa olsun Nebi (s.a.v.)´in hidayetinden kaynaklandığı sürece hepsi de hoşgörü ve kabul ruhuyla doyuma ulaşan görüşlerin teşkil ettiği İmam Zeyd´e ait düşün­celer, yaklaşık bütün İslam ülkeleri arasında yayılmıştır. Zeydiyye mezhebi dışında ka­lan bütün mezheplerde, özellikle de dördüncü ve beşinci yüzyıllarda taraftarlarının bağ­nazlığına rastlıyoruz. Oysa Zeydiyye taraftarlarında, şeriatten dayanağı bulunan bütün hususların takdirle karşılandığını görüyoruz. Maveraünnehir ülkelerinde, Hicri 4. ve 5. yüzyıllarda Hanefi-Şafii mezhepleri arasında en keskin münazaraların,yapıldığı sırada, bu beldelerde ve diğerlerinde yaşayan Zeydiyye mezhebinin, tatlı şifa suyu gibi süku­netle seyrettiğini, müctehidlerinin ise, mantığındaki tutarlılık kendi gönüllerinde kıvıl­cım çıkardığı takdirde her iki mezhepde bulunan en hayırlı hususları aldıklarını müşaha-de ediyoruz.

Irak´taki fitne hareketlerinin, Şafü-Hanefi arasındaki taassup nedeniyle meydana geldiğini görürken, Zeydiyye mezhebinin ise durgun bir deniz gibi gayet sakin olduğunu ve gemilerinde İslam hazinelerinin fıkhının en değerlisini taşıdığını gözlemliyoruz.

b) Mezhebin ufukları genişlemiş ve görüşleri çoğalmıştır. Mezhebin sızdığı herhan­gi bir ülkede, o ülke halkının ihtiyaçlarıyla ilgi sağlayan ve örfleriyle uyum içerisinde olan ictihadlan, öte yandan oralarda karşılaştığı olaylara dair sonuçlandırdığı hükümleri mevcuttur. Zira mezhep, halk arasında karşılaştığı olaylar miktarınca halka onun çö-zümlerini de sunuyordu. İslam beldelerinde önce çeşitli olayların meydana gelip, ardın­dan da bütün bunların (ek bir mezhepte toplanışında, bu mezhebin tam anlamıyla gelisimi sözkonusudur.

469- Öğrencilerine, aşın taraftarlarına ve kendisine yardımcı olan Ali Beyt´ine kar­şı kullanılan bunca kuvvetin ardarda gelişine rağmen İmam Zeyd mezhebinin bu denli gelişimi; evet bu gelişim, İmam Zeyd (r.a.)´a ait bir keramet sayılmıştır. Halbuki biz hiç­bir zaman bu olayı olağanüstü bir durum addetmeyiz; sadece kendisinden sonraki zürri-yeti hakkında ardarda katledilişlerin sürüp-gittiği bu eşsiz şehide sunulan ikram ve onur­landırma sayarız. Nitekim İslamî taifelerden söz açtığı risalesinde Dabığani, metni aşa­ğıda gelen hususları ifade etmiştir:

"İmamet, İmam Zeyd´in Ehl-i Beytinde asırlarca bütün taifeler tarafından ve ortaya çıktıkları ülkelerde kendi adına tanınarak devam etmiştir. O imamların kendi halkı üze­rinde; Acemistan´ın Cilan ve Deyleman, Cürcan´m bir kısmı ile Isfahan ve Rey şehirle­rinde, Küfe ve Enbar şehirleri hariç olmak üzere Irak´ta ayrıca Medine dışındaki bütün Hicaz beldelerinde ve Mekke´de ağırlıkları oluşmuştur. Zira Medine´de ağırlık İsna Aşe-riyye´ye aitti. Ayrıca o imamlar, Yemen Necdi´nin San´a, Sa´de, Zemar ve benzeri şehir­lerinde ortaya çıkmışlardır. Öte yandan Yemen ovalarında Hilla ve onunla Ayn arasın­daki Mihlaf beldeleri gibi şehirleri mevcuttur. Beri taraftan Araplar arasında Evras Dağ­lan denilen dağlarda yaşayan büyük cemaatleri vardır. Yine onların, sünni şehirlerinde karışık halde bulunan ve Ebu Hanife mezhebi içerisinde gizlenenleri bulunmaktadır. Çünkü Ebu Hanife, Zeyd b. Ali´nin ricali ve tabileri arasındadır."[21]

470- Bu açıklama üzerinde azda olsa yorum yapma hakkımız doğacak olursa deriz ki, yukarıdaki açıklamada Medine İsna Aşeriyye´nin karargahı sayılmış yahut orada ağırlıklarının bulunduğu belirtilmiştir. Şüphesiz biz, Zeydiyye mezhebi´nin Medine´de ağırlığının olmadığına katılıyoruz. Ancak bunun nedeninin, oradaki İsna Aşeriyye ağır­lığı olduğuna muvafakat etmeyiz. Çünkü Medine, başhbaşına varlık gösteren Şii mezhe­bi olarak İsna Aşeriyye´nin yaşadığı bir siluet olmayıp, aksine onların gölgelendiği yer Irak ve diğer beldelerdir. Evet, kendilerine İsna Aşeriyye nisbeti yapılan imamlar, bu konudaki bir nazariyeye göre İmam Muhammed Bakır ve oğlu Cafer Sadık´tan sonraki­lerin Medine´de ikamet ettikleri şeklinde ise de, asıl bu iki imamın ikameti Medine´de idi. Diğerlerine gelince, onların ikametlerinin Medine´de bulunduğu kesinlik kazanmamistir. Kuşkusuz bu imamların yerleşmeleri konusunu içeren iddia tarihi bir ayıklama gerektirir ki, burası onun yeri değildir.

Eğer yalnızca imamın ikameti, mezhebin imamının ikamet ettiği yerde o mezhebin ağırlığının bulunduğunu söylemeye yeterli neden teşkil etseydi, o zaman Zeydiyye´nin de Medine´de ağırlığı bulunduğuna söyleyebilirdik. Çünkü birçok Zeydiyye imamları orada ikamet etmişlerdir. İmam Hadi de orada uzun zaman kalmıştır. O imamların bir çoğu Rasulullah (s.a.v,)´in civarında sığınak ve emniyet buluyorlardı.

Bu yorumlamanın yanında ayrıca şu yorumu da getirebiliriz: Şüphesiz Zeydiyye, bi-ribirine komşu olmayan çok uzak bölgelerde ayrı ayrı fırkalara bölünmüştür. Zeydiler bu şekilde olunca, şüphesiz örf ve adetlerin ihtilafı da büyük ölçüdedir. Büyük ölçüde farklılık meydana gelince, görüşlerin oluşturduğu fetvalar da bu adetlerin akışına göre düzenlenir. Böylece adetler oranında görüşler de çoğalmış olur. İşte bu nedenle Zeydiy­ye mezhebinin görüşleri çoğalmış ve bu çoğalma, mezhebin tam anlamıyla gelişimini sağlamıştır. [22]




[14] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 433-436.

[15] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 436-438.

[16] Minhac el-Vusul, Varak: 132

[17] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 438-439.

[18] el-Fusul el-Lü´iüiyye, Varak: 206

[19] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 439-442.

[20] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 442.

[21] Ravd en-Nadir Mukaddimesi, s. 80

[22] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 443-445.