- İbadet

Adsense kodları


İbadet

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
sidretül münteha
Mon 21 March 2011, 03:51 pm GMT +0200
3- İBADET
 

A- KUR'ÂN-I KERÎM
 

1- Kur'ân-ı Kerîm'i Herkesin Anlayabilmesi
 



Soru: Son zamanlarda bazı insanlar Kur'ân-ı Kerîm’in bizler tarafından anlaşılamayacağını, Kur'ân'la ilgili mese­leleri büyüklerimize sormamız gerektiğini, hatta tefsircilerin dahi bunu anlamadığını, tefsirlerin yakılması gerektiği­ni, meallerin hiç okunamayacağını söylüyorlar, ne dersiniz?

Cevap: Allah ve Resulü doğru söylüyor, onların dediğinin ak­sini söyleyen yalan söylüyor, deriz ve Allah'ın yardımı ile mesele­yi şöyle açıklarız:

1- Öncelikle böyle söyleyen ve bunu savunan insanların hep­sinde art niyet aramamak gerekir. Bir kısmı Kur'ân'ın yanlış anla­şılacağı endişesinden, bir kısmı meseleyi bilmediğinden, bir kısmı da İslâm'ın anlaşılacağı endişesinden bu hataya düşmektedirler. Son ikisini bir grup sayarsak bir büyüğümüzün şu beyanlarıyla ay­nı şeyi söylemiş oluruz:

"Kur'ân-ı Hakîm'in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatini anlamamışlar diye açıklanan fikrin iki yüzü vardır ve onu söyle­yenler iki taifedirler:

Birincisi hak ve tedkik ehlidir, derler ki;

Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Binaenaleyh, anlaşıldığı nasıl iddia edilebilir. Bundan maksadın ne olduğunu ileride açıkla­yacağız.

İkinci taife ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıka­rıyor veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, İslâmî hükümlere ve imanî hakikatlere karşı gelmek istiyor."

2- Meselenin özüne geçmezden önce ikinci olarak şu noktanında iyi bilinmesi gerekir ki, işin esası kavranabilsin:

Tarih boyunca ifratlar tefritleri, tefritler ifratları ya da ifratlar başka ifratları doğuragelmişlerdir. Eğer herhangi bir fikrin iki ucu isabetle tesbit edilebilirse, orta noktasının İslâm olduğuna hük­medilebilir. Buna göre rahatlıkla denilebilir ki, tarihte ya da gü­nümüzde birtakım insanlar Kur'ân-ı Kerîm'i âdeta bir beşer ke­lâmı derekesine indirmiş ve "Anlaşılmayacak nesi var? İşte şu şu âyetlerin bütün demek istedikleri şundan ibarettir..." gibi bir ifrat göstermişlerdir. Oysa Allah'ın sonsuzluğu gibi O'nun kelâmı­nın mânâları da sonsuzdur. Her geçen gün o mânâları bizlere sü­rekli açıklayacağını yine kendisi haber vermektedir. [34] İlimler ge­liştikçe Kur'ân'ın mânâları da sürekli açılacak, ama hiç bitmeye­cektir. İşte bu ifratı gösterenler bunu kavrayamamış ve bir tefri­tin doğmasına zemin hazırlamışlardır. Bunun doğru olamayacağı­nı ve insanı tehlikeli noktalara götürdüğünü gören tefritçiler de bu tehlikeli noktadan öyle bir kaçış kaçmışlar ki, saatin rakkası gibi orta yerde duramamış ve orta noktaya aynı uzaklıktaki öbür uca kadar gitmişlerdir. Kelâmıyla da kâmil ve mükemmel olan Allah'ın, yani O'nun sözlerinin, nakıs olan insan tarafından hiç an­laşılamayacağını söyleyerek İslâm'ı anlamsız ve anlaşılmaz göster­mişlerdir. Tefsircilerin dahi anlamadığı Kur'ân'ı "büyüklerimiz" denen zatlar nasıl anlayacaklardır? Ya da müfessirler de büyüklerimiz değiller midir? Bize gönderilen gazete kupürlerinde bir meslektaşımız meseleyi böyle vaz'ediyor ve Türkçe bir tercüme­den alınan âyet mealini, "Gazâlfden naklen, Allah Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruyor ki" gibi bir ifade garabetiyle veriyor. Ne garip­tir ki, aynı yazıda verilen fikri delillendirmek için yine Türkçe bir tercümeden alınan pekçok âyet meali zikrediliyor. İfrat ve tefrit rakkası haline sokulan meselenin orta noktasını bulmaya çalışa­cağız.

3- Bizlerin Kur'ân-ı Kerîm'i anlayamayacağımız iddiasını bizzat Kur'ân-ı Kerîm reddetmektedir:

"Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var?" [35]

Bu hitap sa­dece âlimlere ve "büyüklerimize" yönlendirilmemiştir. Herke­sedir, hatta müşriklere ve kâfirleredir. Akıl ve zekâ ayrı ayrı şey­ler kabul edilirse "çoğu akılsız" [36] olan müşrik ve kâfirler Kur'ân'a çağrılır ve onu düşünüp anlayamayacağı nasıl söylenebi­lir?

"Andolsun biz Kur'ân'ı zikir (öğüt, düşünme ve hatırla­ma) için çok kolay kıldık. Hiç düşünen yok mudur?" [37] âyet-i kerîmesi, herhalde bir hikmetten ötürü Kur'ân'da dört defa tekrar edilir. Usul-ü fıkıh okumuş olanlar bunun da umuma hitap ettiğini anlayacaklardır.

"Bak onlara âyetleri nasıl apaçık açıklıyoruz, sonra da nasıl çevriliyorlar." [38]

Allah'ın âyetlerini apaçık kıldığı konu­sunda Kur'ân-ı Kerîm'de otuzdan fazla âyet-i kerîme vardır. [39]

4- Kur'ân'ın en büyük muallimi ve tatbikatçısı olan Resûlullah Efendimiz de hem sözleriyle, hem fiili ile Kur'ân'dan herkesin an­layabileceğini beyan buyurmuştur. Veda Hutbesi'nde öyle ya da böyle, her mü'mine şu duyuruyu yapmışlardır:

"Sîze iki şey bı­rakıyorum. Onlara tutunduğunuz sürece sapmayacaksınız: Allah'ın Kitabı ve O'nun Resulünün sünneti." [40]

"İleride kapkaranlık geceler gibi fitneler zuhur edecek­tir. (Ravi diyor ki) Dedim ki:

Ey Allah'ın Resulü, onlardan kurtuluşun yolu nedir? Buyurdular ki: Allah'u Teâlânın ki­tabına sarılmak)dır." [41]

Allah Resulünün elçileri gittikleri yerlerde muhatap oldukları her türlü insana İslâm'ı Kur'ân ile anlattılar. Meselâ Habeşistan'a hicret eden Cafer b. Ebi Talib, oradakilerin "İslâm nedir?" soru­sunu Meryem sûresinin ilk âyetlerini okuyarak cevapladı. Müslü­man olacaklar ilk önce hep Kur'ânla tanıştırıldı. Ebu Zer, Kur'ân'ı dinleyerek müslüman oldu. Tufeyl ed-Devsî, Kur'ânla tanışarak doğruyu buldu, Ömer'in kini ve buğzları Kur'ân'la eridi... Hatta anlayışsız, hoyrat ve ilkel insanlar olan bedeviler (arabîler) dahi Kur'ân'la muhatap kılmıyorlardı. Oysa Kur'ân-ı Kerîm'de onlar için şöyle buyuruluyordu:

"Bedeviler (çöl arapları) küfür ve münafıklıkta daha katı, Allah'ın Resulüne indirdiklerinin sı­nırını tanımamaya daha müsaittirler..." [42]

Allah'ın böyle va­sıflandırdığı insanlar Kur'ân-ı Kerîm'den anlayabiliyor ve onunla yumuşuyorlarsa, diğer bütün insanlar evveliyetle anlar ve etkile­nebilirler.

5- Kur'ân bazı insanların kendisini anlamayacağını söylemediği, Resûlullah'tan bu yönde birşey sadır olmadığı gibi, sahabe, tabiîn, müctehid imamlarımız ve müfessirler de böyle birşey söyleme­mişlerdir. Onların söylemediği birşeyi söylemek, eğer onlara muhalif değilse, bir içtihattır ve ancak ehlinden kabul edilir, hele içtihat yapılamaz diyenlerin buna hiç hakkı yoktur. Onlara muha­lif ise, ki konumuz öyledir, hiç dinlenmez ve nazar-ı itibara alın­maz. "Eskiden yok idi iş bu rivayet yeni çıktı". Binaenaleyh, böyle bir fikir akımı Kur'ân'a karşı gaflet ya da ihanet anlamı taşıyan tehlikeli bir akımdır. Bu konuda haram ve mahzurlu olan şey "Kur'ân'ı kendi re'yine göre tefsir etmek" ve "Kur'ân hakkında mira, mesnetsiz tartışma" yapmaktır ki, onun sınırlarını da açıkla­maya çalışacağız. Binaenaleyh, eşya ve hâdiselere müslümanca bakış Kur'ân'la sağlanır, İslâm'ı şümullü bir kavrayış Kur'ân'la el­de edilebilir.

6- Kur'ân, ezelî, ebedî, hakîm olan Allah'ın kelâmı olması iti­barıyla o derecede eksiksiz ve o derece hakîmânedir. Kendi be­yanı ile "apaçık, çok kolay" olması ile birlikte, kolaylığı "sehli mümteni" türünden bir kolaylıktır ve kelimelerin seçimi ve dizili­şi, hatta harflerin dizilişi ile, matematikteki ihtimal hesapları andı­rır tarzda namütenahi ve sonsuz mânâlara işaret eder. Her har­fin, her kelimenin ve her âyetin yeri itibariyle baktığı o kadar çok yön, gözettiği o kadar çok itibar olur ki, bunların bütününü be­şer aklının kavraması mümkün değildir. Ancak Kur'ân'ın bu özel­liği, insanların o yönlerden birini ya da birkaçını kavramalarına mani de değildir. Usûlüne uygun olarak anlaşılan mânâlar doğru­dur, Kur'ân'dadır. Yanlış olan, "bu âyetin mânâsı bundan iba­rettir", diye düşünmek ve söylemektir. "Kur'ân-ı Hakîm her asırdaki beşer tabakalarının herbirine, sanki sırf o tabakaya bakıyor gibi hitap eder... Esas hedefi marifetullah olan Kur'ân'ın her cinse, her gruba uygun bir ders vermesi lâzımdır. Oysa ders bir­dir. Öyle ise aynı derste tabakaların bulunması gerekir. Derecelere göre herbiri Kur'ân'ın perdelerinden bir perdeden ders pa­yını alır.

Meselâ, İhlâs sûresini düşünelim. Pekçok tabaka olan avamın bundan anlayabileceği şey, Cenab-ı Hakk'ın; baba, oğul, akran ve zevceden münezzeh olduğudur. Daha orta bir seviyede bundan, İsa (as)'nın, meleklerin ve doğan varlıkların ilâh olamayacaklarını da anlar... Daha yüksek bir seviye, bu sûreden Cenab-ı Hakk'ın, ezelî, ebedî, evvel ve âhir olduğunu, hiçbir yönden ne zâtının, ne sıfatlarının, ne de fillerinin benzeri, dengi, misli, misali olmadığını anlar...[43] İnsanların ilimde ve marifetullah da dereceleri yüksel­dikçe Kur'ân'dan anladıkları mânâlar da artar.

"İkinci bir misal, "Muhammed sizin erkeklerinizden biri­nin babası değildir" [44] âyet-i kerîmesi ile ilgili olarak ilk sevi­yedeki insanlar bundan; Resûlullah'ın, ona peygamberliği yö­nünden "çocuğum" dediğini, binaenaleyh, Zeyd'in kendine denk görmediği için boşadığı zevcesini Allah'ın emriyle almakla çocu­ğunun karısını almış olmayacağını anlarlar... İkinci seviyedeki in­sanlar bundan; bir büyük amir raiyyesine bir baba şefkati ile ba­kar. Bu amir bir de bir zahir ve batın ruhanî lider olursa o zaman babadan yüz defa daha şefkatli olur. Böylece o raiyyenin ana-baba olarak bakması onu koca olarak görmelerine, kadınlara da onun kızı olarak bakmaları, zevce olarak bakmalarına kolayca donüşemediğinden, Kur'ân der ki, Peygamber (sav) siz ilâhî rah­metin tecellisi olarak, peygamberlik adına baba şefkati gösterir ama şahsı itibariyle babanız değildir ki, sizden olan kadınlara zev­ce olması münasip düşmesin... diye bir mânâ çıkarırlar. Üçüncü seviyedeki insanlar ise şunu anlayabilirler: Peygambere intisap edip, onun kemâlatına dayanarak, onun pederane şefkatine gü­venle kusur ve hata yapmamalıyız... Hatta bir kısım insanlar bundan peygamberimizin (rical) denecek yaşta erkek çocuğunun kalmayacağını ve neslinin bir hikmete binaen kızından devam edeceğini de çıkarabilirler..." [45]

Bunu şöyle bir misalle de açıklayabiliriz:

Deniz suyu almak is­teyen insanlar düşünelim. Bunlardan denize kadar ulaşabilen her-biri beraberindeki kabın hacmi kadar su alabilecektir. Fincanı olan fincan kadar, kazanı olan kazan kadar, tankeri olan da tan­ker kadar su alacaktır ve bütün bu sular aynı özelliği taşıyacaktır. Fark sadece miktarlarındadır. Ama kimse, kabı küçük olana, se­nin aldığın su deniz suyu değildir, diyemez.

7- "Arapçaya dair ilimlerin kaidelerine uygun, belagatın pren­siplerin ve usûl-i ilmin muvafık ve mutabık olmak şartıyla" Arap­ça bilen herkes Kur'ân'dan ilmî seviyesine göre birşeyler anlar. Ancak, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Kur'ân bu anlaşılanlar­dan ibarettir denemez. "Malûmdur ki, Kur'ân-ı Azimuşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka in­sanlara mahsus değil, beşerin bütün tabaka ve sınıflarına şâmildir..." [46] Bu yüzden "zeki, gabî, takî, şakî, zâhid, gayri zahid bütün insan tabakaları bu ilâhî hitaba muhataptır ve Rahmaniyyet eczanesinden ilaç almaya hakları vardır..." Binaenaleyh, Kur'ân-ı Kerîm'den anlaşılan "mânalar Arapça kaidelere, nahiv esaslarına ve dinin bilinen usûlüne muhalif olmamak şartıyla o mânâlar o kelâmdan bizzat muraddır, maksuttur..." [47]

8- Meallere gelince, "Kur'ân'ın Arapça olduğunu bildiren âyet-i kerimeler buna "Tâ ki, akledesiniz, iyi anlayasınız" diye se­bep gösterirler. Demek ki, ilâhî maksat Kur'ân'ın anlaşılmasıdır. Bu da Arapça bilmeyenlere kendi dilleriyle mümkün olduğunca anlatmakla, yani onu diğer dillere çevirmekle olur. Ancak bu me­al ve tercümelerin Kur'ân olması mümkün değildir ve "Türkçe Kur'ân", "Farsça Kur'ân" gibi ifadeler onun "Arapça" oluşunu in­kâr anlamı taşır." [48] Ancak mealler âyetin sonsuz mânâlarından sadece birini verebileceği için sağlam bir mealden okuyanlar, sa­dece meali yapanın yakaladığı bir mânâya muttali olabilecekler­dir. Oysa âyette kelimelerin dizimi, seçimi, karakteri, etimolojisi ve semantiğine bağlı olarak belki sonsuz ihtimaller vardır. "Tâ ki, muhtelif anlayış ve istidatlar zevklerine göre hisselerini alabilsin­ler." Müfessirierin farklı anlayış ve tesbitleri de buradan kaynak­lanır. Herşeye rağmen Arapça bilmeyenler için meal de bir ko­laylaştırıcıdır, faydadan hali değildir. Aslını anlayamayanlar sağlam bir mealden bu yolla istifade etmeli ve aslını da öğrenmeye çalışmalıdırlar. Meallerin de Kur'ân olmadığını bilmelidirler.

9- Bu konuda Gazâlî'nin tesbitleri bize ışık tutabilir:

"Kur'ân'ın anlaşılmasını engelleyen hususlar dörttür:

1) Harf­leri mahreçlerinden çıkarma kanununa lüzumundan fazla önem vermek ve tüm gayreti bu yönde harcamak...

2) Herhangi bir mezhebi (görüşü) taklid yoluyla benimsemek ve taklit ettiği ko­nuda katı olmak... Bu adam öyle birisidir ki, inandığı görüş ile bağlı kalır ve başka türlü de olabileceği aklına bile gelmez. Eğer Kur'ân okurken bir ışık parıldar ve Kur'ân'ın mânâlarından bir mânâ, bildiğinin aksine ona zahir olursa şeytan onu hemen takli­de zorlar ve "sen nasıl olur da bunu böyle anlarsın, oysa babaların, (büyüklerin) bunun aksi kanaattedirler" dîye onu aldatmaya çalışır...

3) Günahlarda ısrar etmek, kibirle muttasıf bulunmak, dünya konusunda nevasına uymak...

4) Kelime anlamı ile bir tefsir okumuş olup, Kur'ân kelimelerinin İbn Abbas, Mücahid ve başkalarından nakledilen anlamlarının dışında bir mânâlarının ol­madığına itikad etmek. Onlardan nakledilenlerin dışındakilerin "Kur'ân'ı kendi görüşüne göre tefsir etmek" bunu yapanların ise Cehennemde yerlerini hazırlamaları istenenenlerden olduğunu sanmak- işte bu da Kur'ân'ın anlaşılması önündeki büyük perde­lerdendir. Oysa "Kur'ân'ı kendi görüşüne göre tefsir etmek" ayrı bir şeydir.

10- "Kur'ân'ı kendi görüşü ile tefsir eden Cehennemdeki ye­rine hazırlansın" [49] mealindeki hadis-i şerif, Gazâlî'nin de dediği gibi bazılarınca yanlış anlaşılmaktadır:

Hadisin ne demek olduğunu anlamaya çalışalım. Zira, eğer bunu -sahih olduğu takdirde- genel anlamı ile alacak olursak, sahabe dahil, bütün tefsircilerin bu durumda olduğunu görürüz. Bunu ise hiç kimse söylememiştir. Görebildiğim kadarıyla bu ko­nuyu en güzel açıklayan İmam Gazalî ile İmam Birgivî olmuştur. Biz de onların söylediklerini özetleyerek toparlamaya çalışacağız. Gazâlî diyor ki:

"Bilmiş ol ki, Kur'ân'ın zahir (kelime anlamı) açık­lamasından başka mânâsı yoktur, ama bütün insanları kendi de­recesine indirmekle de hata ediyor... Gerçek şu ki, anlayabilen­ler için Kur'ân'ın mânâları çok geniştir... Hz. Ali de bu konuda Allah'ın kendisine bir anlayış verdiği kimseleri sınırlı mânâlar an­lamaktan istisna etmiştir... Sözkonusu hadis ve Hz. Ebubekir'in, "Kur'ân'ı kendi görüşüme göre tefsire kalkışırsam beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?" sözüne gelince, bunların mânâsı, ya Kur'ân'ı akılla anlamaya çalışmayı ve mânâlar çıkarmayı bırakıp sadece menkul açıklamalarla yetinmektir, ya da başka birşeydir. İmdi, birincisinin olması mümkün değildir, çünkü Kur'ân'ın açık­laması hakkında duyduklarından başka hiçbir şey söylememenin batıl olduğu pekçok sebepten dolayı açıktır:

1) Eğer böyle ola­cak olsa Kur'ân'ın açıklaması ile ilgili olarak bizzat Resûlullah'tan duyulan şeyler onun ancak bir kısmını açıklamış olur, kalan anla­şılmamış kalır.

2) Sahabe ve tefsirciler bazı âyetleri anlamada ih­tilâflar etmiş ve pekçok görüş ileri sürmüşlerdir. Bunların hepsi Resûlullah'tan nakledilmiş olamayacağına göre onları bu hadisin tehdidine dahil edebilir miyiz?

3) Resûlullah Efendimiz (sav) İbn Abbas için "Allah'ım onu dinde anlayışlı (fakih) kıl ve ona (Kur'ân'ın) te'vilini öğret" [50] buyurmuşlardır. Eğer zahirî mânâ­sından öte bir de te'vili (muhtemel mânâları) olmasaydı bu sözün ne anlamı olurdu?

4) Kur'ân'ın kendisi de, "Onların sonuç çıka­rabilenleri (istinbat gücü olanları) onu bilebilirlerdi..." [51] buyurmuştur. Binaenaleyh, te'vilde (muhtemel mânâlar çıkarmada) sadece duyulanlarla menkule dayanma iddiası batıldır ve herkesin Kur'ân'dan, anlayışının gücüne ve aklının kapasitesine göre mânâ­lar çıkarması (istinbatı) caizdir. (Yeter ki, yukarıda işaret edilen usûle muhalif olmasın). Öyleyse bir tehdidin anlamı nedir? Bu iki şekilde anlaşılmalıdır:

1) Ya kişinin (dinden olmayan) kendine has bir görüşü (felsefesi, inancı) vardır ve Kur'ân'ı o görüşü tak­viye etmek için, zahirine muhalif olarak yorumlar, zorlar. Bu da âyetin mânâsının o olmadığını bile bile olabileceği gibi bilmeden de yapılmış olabilir.

2) Ya da Kur'ân'ı, sırf Arapçaya dayanarak, bazı mücmel meselelerdeki hadis ve nakillere bakmaksızın açıklamaya kalkışır. Çünkü nüzul sebebi vb. bazı nakiller bilinmeden bazı âyetleri anlamak mümkün değildir. [52]

Konumuzu İmam Birgivî de özetle şöyle açıklar:

"Bilmiş ol ki, Kur'ân'ın 'görüş'le tefsir edilmesinin yasaklanması, bu konuda sa­dece Resulullah'tan (sav) duyulanlarla (nakillerle) yetinilmesi an­lamında değildir. Çünkü bu çok çok azdır. Öyle olsaydı kimse Kur'ân'la delil getiremezdi ve ictihad kapısı kapanırdı. Bu ise icma ile batıldır. Fakih Ebulleys'in el-Bustan adlı eserinde dediği­ne göre bu yasak, Kur'ân'ın bütününe değil, sadece 'müteşabih' âyetlere yöneliktir. Nitekim Kur'ân'da, “Kalplerinde sapma olanlar onun müteşabih olanına uyarlar..,” [53] buyurulur. Durum böyle olunca Arapçayı ve Kur'ân'ın nüzulü ile ilgili bilgile­ri bilenlerin Kur'ân'ı tefsir yetkileri vardır ve bu tefsirleri, 'kendi görüşlerine göre açıklama sayılmaz. Baksanıza, müctehitler nice âyetlerin tefsirinde ihtilâf etmişler ve kendi anlayışlarına bi­naen “Veya kadınlara dokunursanız (mülemese)” [54] İfadesi­ni İmam Şafiî, elle dokunma (ten teması) anlamış ve bunun abdesti bozduğuna hükmetmiştir. Oysa Ebu Hanife bunu cinsel iliş­kiye (cima) yormuş ve ten temasının abdesti bozmayacağına hük­metmiştir. Bunun örnekleri pek çoktur." [55]

Mezkûr hadiste geçen "el-Kur'ân" ifadesinin umumundan (is­tiğrak) hareketle bu yasağın, Kur'ân'ın tamamını kendi görüşü ile tefsir etmeye yönelik olması da düşünülebilir ki, bu da iki imamı destekler. Yani müteşabih âyetleri ya da nakilsiz anlaşılamayacak âyetleri kendi görüşüne göre tefsir etmeyenler, Kur'ân'ı, yani ta­mamını, kendi görüşleriyle tefsir etmemiş sayılırlar ve bu tehdi­din dışında kalırlar. [56]



[34] bkz. Fussulet: 41/53; Kıyame: 75/19

[35] Muhammed: 47/24.

[36] Hucurat: 49/4.

[37] Kamer: 54/17, 22, 32, 40

[38] Mâide: 5/75

[39] bkz. M. Fuad Abdülbaki, el-Mu'cemu'l-Mufehres, 141 -147

[40] İbnül-Esîr, Câmiu'l-Usûl, 1/186 (Muvatta'dan)

[41] Darimî, Fedailû'l-Kur'ân, l; Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân, 14

[42] Tevbe: 9/97

[43] Bediüzzaman, Sözler, Sözler Yay., 1987, 383, (özetleyerek)

[44] Ahzâb: 33/40

[45] Bediüzzaman, age (özetleyerek).

[46] Bediüzzaman, İşâratü'l-İ'câz, 39.

[47] Bediüzzaman, age, 7.

[48] Gazâlî, İhya, 1/285-86 (özetleyerek), Mısır 1936; Mısır, Dam Nehru'n-Nil, l/251, Türkçe terc. Bedir, 1/804

[49] Tirmizî, tefsîr 1  (Müslim, münafikûn 40; Darimî, mukaddime 20;Müsned V/1 15 benzer hadisler).

[50] Buharı, vudû 10; Müslim, fedailüssahâbe 138; Müsned 1/266

[51] Nisa: 4/33.

[52] Gazâlî, İhya (Dâr Nehrun-Nîl) 1/255-256, (Terc. 1/825-826)

[53] Âl-i İmran: 3/7.

[54] Mâide: 5/6.

[55] Birgivî, et-Tarikatü'l-Muhammediyye (Mısır, Mustafa el-Babil-Halebî, 1379-1960) 57.

[56] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 36-47.


ceren
Sun 21 October 2018, 11:19 am GMT +0200
Esselamu aleyküm. Rabbım bizleri hakkıyla İslama uygun şekilde vaktinde ibadet eden kullardan eylesin insallah...

Bilal2009
Sun 21 October 2018, 01:27 pm GMT +0200
Ve aleykümüsselam Rabbim bizleri doğru yoldan ayırmasın Rabbim paylaşım için razı olsun