sidretül münteha
Mon 21 March 2011, 03:51 pm GMT +0200
3- İBADET
A- KUR'ÂN-I KERÎM
1- Kur'ân-ı Kerîm'i Herkesin Anlayabilmesi
A- KUR'ÂN-I KERÎM
1- Kur'ân-ı Kerîm'i Herkesin Anlayabilmesi
Soru: Son zamanlarda bazı insanlar Kur'ân-ı Kerîm’in bizler tarafından anlaşılamayacağını, Kur'ân'la ilgili meseleleri büyüklerimize sormamız gerektiğini, hatta tefsircilerin dahi bunu anlamadığını, tefsirlerin yakılması gerektiğini, meallerin hiç okunamayacağını söylüyorlar, ne dersiniz?
Cevap: Allah ve Resulü doğru söylüyor, onların dediğinin aksini söyleyen yalan söylüyor, deriz ve Allah'ın yardımı ile meseleyi şöyle açıklarız:
1- Öncelikle böyle söyleyen ve bunu savunan insanların hepsinde art niyet aramamak gerekir. Bir kısmı Kur'ân'ın yanlış anlaşılacağı endişesinden, bir kısmı meseleyi bilmediğinden, bir kısmı da İslâm'ın anlaşılacağı endişesinden bu hataya düşmektedirler. Son ikisini bir grup sayarsak bir büyüğümüzün şu beyanlarıyla aynı şeyi söylemiş oluruz:
"Kur'ân-ı Hakîm'in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatini anlamamışlar diye açıklanan fikrin iki yüzü vardır ve onu söyleyenler iki taifedirler:
Birincisi hak ve tedkik ehlidir, derler ki;
Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Binaenaleyh, anlaşıldığı nasıl iddia edilebilir. Bundan maksadın ne olduğunu ileride açıklayacağız.
İkinci taife ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, İslâmî hükümlere ve imanî hakikatlere karşı gelmek istiyor."
2- Meselenin özüne geçmezden önce ikinci olarak şu noktanında iyi bilinmesi gerekir ki, işin esası kavranabilsin:
Tarih boyunca ifratlar tefritleri, tefritler ifratları ya da ifratlar başka ifratları doğuragelmişlerdir. Eğer herhangi bir fikrin iki ucu isabetle tesbit edilebilirse, orta noktasının İslâm olduğuna hükmedilebilir. Buna göre rahatlıkla denilebilir ki, tarihte ya da günümüzde birtakım insanlar Kur'ân-ı Kerîm'i âdeta bir beşer kelâmı derekesine indirmiş ve "Anlaşılmayacak nesi var? İşte şu şu âyetlerin bütün demek istedikleri şundan ibarettir..." gibi bir ifrat göstermişlerdir. Oysa Allah'ın sonsuzluğu gibi O'nun kelâmının mânâları da sonsuzdur. Her geçen gün o mânâları bizlere sürekli açıklayacağını yine kendisi haber vermektedir. [34] İlimler geliştikçe Kur'ân'ın mânâları da sürekli açılacak, ama hiç bitmeyecektir. İşte bu ifratı gösterenler bunu kavrayamamış ve bir tefritin doğmasına zemin hazırlamışlardır. Bunun doğru olamayacağını ve insanı tehlikeli noktalara götürdüğünü gören tefritçiler de bu tehlikeli noktadan öyle bir kaçış kaçmışlar ki, saatin rakkası gibi orta yerde duramamış ve orta noktaya aynı uzaklıktaki öbür uca kadar gitmişlerdir. Kelâmıyla da kâmil ve mükemmel olan Allah'ın, yani O'nun sözlerinin, nakıs olan insan tarafından hiç anlaşılamayacağını söyleyerek İslâm'ı anlamsız ve anlaşılmaz göstermişlerdir. Tefsircilerin dahi anlamadığı Kur'ân'ı "büyüklerimiz" denen zatlar nasıl anlayacaklardır? Ya da müfessirler de büyüklerimiz değiller midir? Bize gönderilen gazete kupürlerinde bir meslektaşımız meseleyi böyle vaz'ediyor ve Türkçe bir tercümeden alınan âyet mealini, "Gazâlfden naklen, Allah Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruyor ki" gibi bir ifade garabetiyle veriyor. Ne gariptir ki, aynı yazıda verilen fikri delillendirmek için yine Türkçe bir tercümeden alınan pekçok âyet meali zikrediliyor. İfrat ve tefrit rakkası haline sokulan meselenin orta noktasını bulmaya çalışacağız.
3- Bizlerin Kur'ân-ı Kerîm'i anlayamayacağımız iddiasını bizzat Kur'ân-ı Kerîm reddetmektedir:
"Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var?" [35]
Bu hitap sadece âlimlere ve "büyüklerimize" yönlendirilmemiştir. Herkesedir, hatta müşriklere ve kâfirleredir. Akıl ve zekâ ayrı ayrı şeyler kabul edilirse "çoğu akılsız" [36] olan müşrik ve kâfirler Kur'ân'a çağrılır ve onu düşünüp anlayamayacağı nasıl söylenebilir?
"Andolsun biz Kur'ân'ı zikir (öğüt, düşünme ve hatırlama) için çok kolay kıldık. Hiç düşünen yok mudur?" [37] âyet-i kerîmesi, herhalde bir hikmetten ötürü Kur'ân'da dört defa tekrar edilir. Usul-ü fıkıh okumuş olanlar bunun da umuma hitap ettiğini anlayacaklardır.
"Bak onlara âyetleri nasıl apaçık açıklıyoruz, sonra da nasıl çevriliyorlar." [38]
Allah'ın âyetlerini apaçık kıldığı konusunda Kur'ân-ı Kerîm'de otuzdan fazla âyet-i kerîme vardır. [39]
4- Kur'ân'ın en büyük muallimi ve tatbikatçısı olan Resûlullah Efendimiz de hem sözleriyle, hem fiili ile Kur'ân'dan herkesin anlayabileceğini beyan buyurmuştur. Veda Hutbesi'nde öyle ya da böyle, her mü'mine şu duyuruyu yapmışlardır:
"Sîze iki şey bırakıyorum. Onlara tutunduğunuz sürece sapmayacaksınız: Allah'ın Kitabı ve O'nun Resulünün sünneti." [40]
"İleride kapkaranlık geceler gibi fitneler zuhur edecektir. (Ravi diyor ki) Dedim ki:
Ey Allah'ın Resulü, onlardan kurtuluşun yolu nedir? Buyurdular ki: Allah'u Teâlânın kitabına sarılmak)dır." [41]
Allah Resulünün elçileri gittikleri yerlerde muhatap oldukları her türlü insana İslâm'ı Kur'ân ile anlattılar. Meselâ Habeşistan'a hicret eden Cafer b. Ebi Talib, oradakilerin "İslâm nedir?" sorusunu Meryem sûresinin ilk âyetlerini okuyarak cevapladı. Müslüman olacaklar ilk önce hep Kur'ânla tanıştırıldı. Ebu Zer, Kur'ân'ı dinleyerek müslüman oldu. Tufeyl ed-Devsî, Kur'ânla tanışarak doğruyu buldu, Ömer'in kini ve buğzları Kur'ân'la eridi... Hatta anlayışsız, hoyrat ve ilkel insanlar olan bedeviler (arabîler) dahi Kur'ân'la muhatap kılmıyorlardı. Oysa Kur'ân-ı Kerîm'de onlar için şöyle buyuruluyordu:
"Bedeviler (çöl arapları) küfür ve münafıklıkta daha katı, Allah'ın Resulüne indirdiklerinin sınırını tanımamaya daha müsaittirler..." [42]
Allah'ın böyle vasıflandırdığı insanlar Kur'ân-ı Kerîm'den anlayabiliyor ve onunla yumuşuyorlarsa, diğer bütün insanlar evveliyetle anlar ve etkilenebilirler.
5- Kur'ân bazı insanların kendisini anlamayacağını söylemediği, Resûlullah'tan bu yönde birşey sadır olmadığı gibi, sahabe, tabiîn, müctehid imamlarımız ve müfessirler de böyle birşey söylememişlerdir. Onların söylemediği birşeyi söylemek, eğer onlara muhalif değilse, bir içtihattır ve ancak ehlinden kabul edilir, hele içtihat yapılamaz diyenlerin buna hiç hakkı yoktur. Onlara muhalif ise, ki konumuz öyledir, hiç dinlenmez ve nazar-ı itibara alınmaz. "Eskiden yok idi iş bu rivayet yeni çıktı". Binaenaleyh, böyle bir fikir akımı Kur'ân'a karşı gaflet ya da ihanet anlamı taşıyan tehlikeli bir akımdır. Bu konuda haram ve mahzurlu olan şey "Kur'ân'ı kendi re'yine göre tefsir etmek" ve "Kur'ân hakkında mira, mesnetsiz tartışma" yapmaktır ki, onun sınırlarını da açıklamaya çalışacağız. Binaenaleyh, eşya ve hâdiselere müslümanca bakış Kur'ân'la sağlanır, İslâm'ı şümullü bir kavrayış Kur'ân'la elde edilebilir.
6- Kur'ân, ezelî, ebedî, hakîm olan Allah'ın kelâmı olması itibarıyla o derecede eksiksiz ve o derece hakîmânedir. Kendi beyanı ile "apaçık, çok kolay" olması ile birlikte, kolaylığı "sehli mümteni" türünden bir kolaylıktır ve kelimelerin seçimi ve dizilişi, hatta harflerin dizilişi ile, matematikteki ihtimal hesapları andırır tarzda namütenahi ve sonsuz mânâlara işaret eder. Her harfin, her kelimenin ve her âyetin yeri itibariyle baktığı o kadar çok yön, gözettiği o kadar çok itibar olur ki, bunların bütününü beşer aklının kavraması mümkün değildir. Ancak Kur'ân'ın bu özelliği, insanların o yönlerden birini ya da birkaçını kavramalarına mani de değildir. Usûlüne uygun olarak anlaşılan mânâlar doğrudur, Kur'ân'dadır. Yanlış olan, "bu âyetin mânâsı bundan ibarettir", diye düşünmek ve söylemektir. "Kur'ân-ı Hakîm her asırdaki beşer tabakalarının herbirine, sanki sırf o tabakaya bakıyor gibi hitap eder... Esas hedefi marifetullah olan Kur'ân'ın her cinse, her gruba uygun bir ders vermesi lâzımdır. Oysa ders birdir. Öyle ise aynı derste tabakaların bulunması gerekir. Derecelere göre herbiri Kur'ân'ın perdelerinden bir perdeden ders payını alır.
Meselâ, İhlâs sûresini düşünelim. Pekçok tabaka olan avamın bundan anlayabileceği şey, Cenab-ı Hakk'ın; baba, oğul, akran ve zevceden münezzeh olduğudur. Daha orta bir seviyede bundan, İsa (as)'nın, meleklerin ve doğan varlıkların ilâh olamayacaklarını da anlar... Daha yüksek bir seviye, bu sûreden Cenab-ı Hakk'ın, ezelî, ebedî, evvel ve âhir olduğunu, hiçbir yönden ne zâtının, ne sıfatlarının, ne de fillerinin benzeri, dengi, misli, misali olmadığını anlar...[43] İnsanların ilimde ve marifetullah da dereceleri yükseldikçe Kur'ân'dan anladıkları mânâlar da artar.
"İkinci bir misal, "Muhammed sizin erkeklerinizden birinin babası değildir" [44] âyet-i kerîmesi ile ilgili olarak ilk seviyedeki insanlar bundan; Resûlullah'ın, ona peygamberliği yönünden "çocuğum" dediğini, binaenaleyh, Zeyd'in kendine denk görmediği için boşadığı zevcesini Allah'ın emriyle almakla çocuğunun karısını almış olmayacağını anlarlar... İkinci seviyedeki insanlar bundan; bir büyük amir raiyyesine bir baba şefkati ile bakar. Bu amir bir de bir zahir ve batın ruhanî lider olursa o zaman babadan yüz defa daha şefkatli olur. Böylece o raiyyenin ana-baba olarak bakması onu koca olarak görmelerine, kadınlara da onun kızı olarak bakmaları, zevce olarak bakmalarına kolayca donüşemediğinden, Kur'ân der ki, Peygamber (sav) siz ilâhî rahmetin tecellisi olarak, peygamberlik adına baba şefkati gösterir ama şahsı itibariyle babanız değildir ki, sizden olan kadınlara zevce olması münasip düşmesin... diye bir mânâ çıkarırlar. Üçüncü seviyedeki insanlar ise şunu anlayabilirler: Peygambere intisap edip, onun kemâlatına dayanarak, onun pederane şefkatine güvenle kusur ve hata yapmamalıyız... Hatta bir kısım insanlar bundan peygamberimizin (rical) denecek yaşta erkek çocuğunun kalmayacağını ve neslinin bir hikmete binaen kızından devam edeceğini de çıkarabilirler..." [45]
Bunu şöyle bir misalle de açıklayabiliriz:
Deniz suyu almak isteyen insanlar düşünelim. Bunlardan denize kadar ulaşabilen her-biri beraberindeki kabın hacmi kadar su alabilecektir. Fincanı olan fincan kadar, kazanı olan kazan kadar, tankeri olan da tanker kadar su alacaktır ve bütün bu sular aynı özelliği taşıyacaktır. Fark sadece miktarlarındadır. Ama kimse, kabı küçük olana, senin aldığın su deniz suyu değildir, diyemez.
7- "Arapçaya dair ilimlerin kaidelerine uygun, belagatın prensiplerin ve usûl-i ilmin muvafık ve mutabık olmak şartıyla" Arapça bilen herkes Kur'ân'dan ilmî seviyesine göre birşeyler anlar. Ancak, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Kur'ân bu anlaşılanlardan ibarettir denemez. "Malûmdur ki, Kur'ân-ı Azimuşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, beşerin bütün tabaka ve sınıflarına şâmildir..." [46] Bu yüzden "zeki, gabî, takî, şakî, zâhid, gayri zahid bütün insan tabakaları bu ilâhî hitaba muhataptır ve Rahmaniyyet eczanesinden ilaç almaya hakları vardır..." Binaenaleyh, Kur'ân-ı Kerîm'den anlaşılan "mânalar Arapça kaidelere, nahiv esaslarına ve dinin bilinen usûlüne muhalif olmamak şartıyla o mânâlar o kelâmdan bizzat muraddır, maksuttur..." [47]
8- Meallere gelince, "Kur'ân'ın Arapça olduğunu bildiren âyet-i kerimeler buna "Tâ ki, akledesiniz, iyi anlayasınız" diye sebep gösterirler. Demek ki, ilâhî maksat Kur'ân'ın anlaşılmasıdır. Bu da Arapça bilmeyenlere kendi dilleriyle mümkün olduğunca anlatmakla, yani onu diğer dillere çevirmekle olur. Ancak bu meal ve tercümelerin Kur'ân olması mümkün değildir ve "Türkçe Kur'ân", "Farsça Kur'ân" gibi ifadeler onun "Arapça" oluşunu inkâr anlamı taşır." [48] Ancak mealler âyetin sonsuz mânâlarından sadece birini verebileceği için sağlam bir mealden okuyanlar, sadece meali yapanın yakaladığı bir mânâya muttali olabileceklerdir. Oysa âyette kelimelerin dizimi, seçimi, karakteri, etimolojisi ve semantiğine bağlı olarak belki sonsuz ihtimaller vardır. "Tâ ki, muhtelif anlayış ve istidatlar zevklerine göre hisselerini alabilsinler." Müfessirierin farklı anlayış ve tesbitleri de buradan kaynaklanır. Herşeye rağmen Arapça bilmeyenler için meal de bir kolaylaştırıcıdır, faydadan hali değildir. Aslını anlayamayanlar sağlam bir mealden bu yolla istifade etmeli ve aslını da öğrenmeye çalışmalıdırlar. Meallerin de Kur'ân olmadığını bilmelidirler.
9- Bu konuda Gazâlî'nin tesbitleri bize ışık tutabilir:
"Kur'ân'ın anlaşılmasını engelleyen hususlar dörttür:
1) Harfleri mahreçlerinden çıkarma kanununa lüzumundan fazla önem vermek ve tüm gayreti bu yönde harcamak...
2) Herhangi bir mezhebi (görüşü) taklid yoluyla benimsemek ve taklit ettiği konuda katı olmak... Bu adam öyle birisidir ki, inandığı görüş ile bağlı kalır ve başka türlü de olabileceği aklına bile gelmez. Eğer Kur'ân okurken bir ışık parıldar ve Kur'ân'ın mânâlarından bir mânâ, bildiğinin aksine ona zahir olursa şeytan onu hemen taklide zorlar ve "sen nasıl olur da bunu böyle anlarsın, oysa babaların, (büyüklerin) bunun aksi kanaattedirler" dîye onu aldatmaya çalışır...
3) Günahlarda ısrar etmek, kibirle muttasıf bulunmak, dünya konusunda nevasına uymak...
4) Kelime anlamı ile bir tefsir okumuş olup, Kur'ân kelimelerinin İbn Abbas, Mücahid ve başkalarından nakledilen anlamlarının dışında bir mânâlarının olmadığına itikad etmek. Onlardan nakledilenlerin dışındakilerin "Kur'ân'ı kendi görüşüne göre tefsir etmek" bunu yapanların ise Cehennemde yerlerini hazırlamaları istenenenlerden olduğunu sanmak- işte bu da Kur'ân'ın anlaşılması önündeki büyük perdelerdendir. Oysa "Kur'ân'ı kendi görüşüne göre tefsir etmek" ayrı bir şeydir.
10- "Kur'ân'ı kendi görüşü ile tefsir eden Cehennemdeki yerine hazırlansın" [49] mealindeki hadis-i şerif, Gazâlî'nin de dediği gibi bazılarınca yanlış anlaşılmaktadır:
Hadisin ne demek olduğunu anlamaya çalışalım. Zira, eğer bunu -sahih olduğu takdirde- genel anlamı ile alacak olursak, sahabe dahil, bütün tefsircilerin bu durumda olduğunu görürüz. Bunu ise hiç kimse söylememiştir. Görebildiğim kadarıyla bu konuyu en güzel açıklayan İmam Gazalî ile İmam Birgivî olmuştur. Biz de onların söylediklerini özetleyerek toparlamaya çalışacağız. Gazâlî diyor ki:
"Bilmiş ol ki, Kur'ân'ın zahir (kelime anlamı) açıklamasından başka mânâsı yoktur, ama bütün insanları kendi derecesine indirmekle de hata ediyor... Gerçek şu ki, anlayabilenler için Kur'ân'ın mânâları çok geniştir... Hz. Ali de bu konuda Allah'ın kendisine bir anlayış verdiği kimseleri sınırlı mânâlar anlamaktan istisna etmiştir... Sözkonusu hadis ve Hz. Ebubekir'in, "Kur'ân'ı kendi görüşüme göre tefsire kalkışırsam beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?" sözüne gelince, bunların mânâsı, ya Kur'ân'ı akılla anlamaya çalışmayı ve mânâlar çıkarmayı bırakıp sadece menkul açıklamalarla yetinmektir, ya da başka birşeydir. İmdi, birincisinin olması mümkün değildir, çünkü Kur'ân'ın açıklaması hakkında duyduklarından başka hiçbir şey söylememenin batıl olduğu pekçok sebepten dolayı açıktır:
1) Eğer böyle olacak olsa Kur'ân'ın açıklaması ile ilgili olarak bizzat Resûlullah'tan duyulan şeyler onun ancak bir kısmını açıklamış olur, kalan anlaşılmamış kalır.
2) Sahabe ve tefsirciler bazı âyetleri anlamada ihtilâflar etmiş ve pekçok görüş ileri sürmüşlerdir. Bunların hepsi Resûlullah'tan nakledilmiş olamayacağına göre onları bu hadisin tehdidine dahil edebilir miyiz?
3) Resûlullah Efendimiz (sav) İbn Abbas için "Allah'ım onu dinde anlayışlı (fakih) kıl ve ona (Kur'ân'ın) te'vilini öğret" [50] buyurmuşlardır. Eğer zahirî mânâsından öte bir de te'vili (muhtemel mânâları) olmasaydı bu sözün ne anlamı olurdu?
4) Kur'ân'ın kendisi de, "Onların sonuç çıkarabilenleri (istinbat gücü olanları) onu bilebilirlerdi..." [51] buyurmuştur. Binaenaleyh, te'vilde (muhtemel mânâlar çıkarmada) sadece duyulanlarla menkule dayanma iddiası batıldır ve herkesin Kur'ân'dan, anlayışının gücüne ve aklının kapasitesine göre mânâlar çıkarması (istinbatı) caizdir. (Yeter ki, yukarıda işaret edilen usûle muhalif olmasın). Öyleyse bir tehdidin anlamı nedir? Bu iki şekilde anlaşılmalıdır:
1) Ya kişinin (dinden olmayan) kendine has bir görüşü (felsefesi, inancı) vardır ve Kur'ân'ı o görüşü takviye etmek için, zahirine muhalif olarak yorumlar, zorlar. Bu da âyetin mânâsının o olmadığını bile bile olabileceği gibi bilmeden de yapılmış olabilir.
2) Ya da Kur'ân'ı, sırf Arapçaya dayanarak, bazı mücmel meselelerdeki hadis ve nakillere bakmaksızın açıklamaya kalkışır. Çünkü nüzul sebebi vb. bazı nakiller bilinmeden bazı âyetleri anlamak mümkün değildir. [52]
Konumuzu İmam Birgivî de özetle şöyle açıklar:
"Bilmiş ol ki, Kur'ân'ın 'görüş'le tefsir edilmesinin yasaklanması, bu konuda sadece Resulullah'tan (sav) duyulanlarla (nakillerle) yetinilmesi anlamında değildir. Çünkü bu çok çok azdır. Öyle olsaydı kimse Kur'ân'la delil getiremezdi ve ictihad kapısı kapanırdı. Bu ise icma ile batıldır. Fakih Ebulleys'in el-Bustan adlı eserinde dediğine göre bu yasak, Kur'ân'ın bütününe değil, sadece 'müteşabih' âyetlere yöneliktir. Nitekim Kur'ân'da, “Kalplerinde sapma olanlar onun müteşabih olanına uyarlar..,” [53] buyurulur. Durum böyle olunca Arapçayı ve Kur'ân'ın nüzulü ile ilgili bilgileri bilenlerin Kur'ân'ı tefsir yetkileri vardır ve bu tefsirleri, 'kendi görüşlerine göre açıklama sayılmaz. Baksanıza, müctehitler nice âyetlerin tefsirinde ihtilâf etmişler ve kendi anlayışlarına binaen “Veya kadınlara dokunursanız (mülemese)” [54] İfadesini İmam Şafiî, elle dokunma (ten teması) anlamış ve bunun abdesti bozduğuna hükmetmiştir. Oysa Ebu Hanife bunu cinsel ilişkiye (cima) yormuş ve ten temasının abdesti bozmayacağına hükmetmiştir. Bunun örnekleri pek çoktur." [55]
Mezkûr hadiste geçen "el-Kur'ân" ifadesinin umumundan (istiğrak) hareketle bu yasağın, Kur'ân'ın tamamını kendi görüşü ile tefsir etmeye yönelik olması da düşünülebilir ki, bu da iki imamı destekler. Yani müteşabih âyetleri ya da nakilsiz anlaşılamayacak âyetleri kendi görüşüne göre tefsir etmeyenler, Kur'ân'ı, yani tamamını, kendi görüşleriyle tefsir etmemiş sayılırlar ve bu tehdidin dışında kalırlar. [56]
[34] bkz. Fussulet: 41/53; Kıyame: 75/19
[35] Muhammed: 47/24.
[36] Hucurat: 49/4.
[37] Kamer: 54/17, 22, 32, 40
[38] Mâide: 5/75
[39] bkz. M. Fuad Abdülbaki, el-Mu'cemu'l-Mufehres, 141 -147
[40] İbnül-Esîr, Câmiu'l-Usûl, 1/186 (Muvatta'dan)
[41] Darimî, Fedailû'l-Kur'ân, l; Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân, 14
[42] Tevbe: 9/97
[43] Bediüzzaman, Sözler, Sözler Yay., 1987, 383, (özetleyerek)
[44] Ahzâb: 33/40
[45] Bediüzzaman, age (özetleyerek).
[46] Bediüzzaman, İşâratü'l-İ'câz, 39.
[47] Bediüzzaman, age, 7.
[48] Gazâlî, İhya, 1/285-86 (özetleyerek), Mısır 1936; Mısır, Dam Nehru'n-Nil, l/251, Türkçe terc. Bedir, 1/804
[49] Tirmizî, tefsîr 1 (Müslim, münafikûn 40; Darimî, mukaddime 20;Müsned V/1 15 benzer hadisler).
[50] Buharı, vudû 10; Müslim, fedailüssahâbe 138; Müsned 1/266
[51] Nisa: 4/33.
[52] Gazâlî, İhya (Dâr Nehrun-Nîl) 1/255-256, (Terc. 1/825-826)
[53] Âl-i İmran: 3/7.
[54] Mâide: 5/6.
[55] Birgivî, et-Tarikatü'l-Muhammediyye (Mısır, Mustafa el-Babil-Halebî, 1379-1960) 57.
[56] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 36-47.