- Hz.Peygamberin doğumu ve sonrası

Adsense kodları


Hz.Peygamberin doğumu ve sonrası

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Fri 8 October 2010, 10:13 am GMT +0200
ÎKÎNCÎ BÖLÜM


HZ. PEYGAMBERİN DOĞUMUNDAN PEYGAMBER OLUŞUNA KADAR


1- Resülullah  (S.A.V.) ın Soyu, Doğumu Ve Süt Çocukluğu Dönemi
 

Allah Resûlü'nün soyu şöyledir: (Muhammed bin Abdullah bin Abdülmuttalib).

1- Abdullah.

2- Abdülmuttalib (Şeybetü'1-Hamd diye de çağırılır),

3- Hâşim,

4- Abdi Menâf (Asıl ismi Muğîre'dir),

5- Kusay (Zeyd diye de isimlendirilir),

6- Kilab,

7- Mürre,

8- Kâ'b.

9- Lüey,

10- Galib,

11- Fihr,

12- Mâlik,

13- Nadr,

14- Kinane,

15- Huzeyme,

16- Müdrike,

17- Ilyâs

18- Mudar,

19- Nizar,

20- Ma'ad,

21- Adnan.

Resûlullah (s.a.v.)'ın neseb-i şerifinden bu kadan üzerinde itti­fak vardır. Ama bundan yukarısında ihtilâf edilmiştir. Aynı zaman­da güvenilir de değildir. Ancak Adnan'ın, ibrahim Halllullah'ın oğ­lu ismail peygamberin torunlarından olduğunda ve Cenâb-ı Allah'­ın, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i kabilelerin en temizinden, batınların (Oba, kabilenin kolu) en faziletlisinden, sulblerin (nesillerin) en pâ-kinden seçm-4 ulduğunda ihtilâf yoktur. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in soyuna câhiliyye kirlerinden hiçbir şey bulaşmamıştır.

Müslim, sahih bir senedle Resûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurdu­ğunu nakleder:  -Yüce Allah,  İsmail'in oğullarından Kinâne'yi,  nâne'den Kureyş'i, Kureyş'ten Hâşimoğullarını, Hâşimoğullarından beni süzüp çıkardı.»

Resûlullah (s.a.v.)'m doğumu «Fil yılı»nda olmuştu. Yâni Ebre-he el-Eşrem'in Mekke'ye yürüyüp, Kâbe-i Şerîf'i yıkmaya uğraştığı yıl. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'inde açıkladığı apaçık bir muci­ze ile onu, bunu yapmaktan menetmişti. Benimsenen görüşe göre, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in doğumu, Rebiülevvel ayının on ikinci ge­cesi pazartesi günü olmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) yetim olarak doğmuştu. Annesi, ona henüz iki aylık hâmile iken babası Abdullah vefat etmişti. Bu yüzden do­ğumdan itibaren dedesi Abdülmuttalib onu kendi himayesine al­mıştı. Dedesi onu - o zamanki Arap âdetine göre - Benî Sa'd bin Be­kir kabilesinden Halime binti Ebî Züeyb adında bir kadına süt em­zirmeye verdi.

Siyret nakilcileri, o yıl Benî Sa'd yurdunun kıtlığa mâruz kal­dığı, oradaki hayvanların sütlerinin çekilmiş olduğu, otların kuru­duğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.v.), Halime'-nin evine gelir gelmez, onun kucağına konar konmaz çadırın et­rafı tekrar yeşilliklerle doldu. Halime'nin koyunları otlaktan, karın­lan tok, memeleri sütle dolu olarak dönmeye başladılar.

Hz. Muhammed (s.a.v.), Sa'd oğulları yurdunda bulunduğu sı­rada, Müslim'in[1] de rivayet etmiş olduğu «Göğsünün yarılması : Şakku's-Sa'd» olayı meydana geldi. Bu olaydan sonra, Hz. Muham­med, beş yaşını tamamlamış olarak annesine geri verildi.

Hz. Muhammed (s.a.v.) altı yaşında iken annesi Hz. Âmine ve­fat etti. Bundan sonra, dedesi Abdülmuttalib'in vefatına kadar, onun himayesinde kaldı. Sekiz yaşını doldurmuş iken, o da vefat edin­ce, bu sefer amcası Ebû Tâlib'in himayesinde kaldı. [2]

 

İbretler Ve Öğütler
 
Resûlullah (s.a.v.)'m siyretinin bu bölümünden aşağıda özetle­yeceğimiz Önemli öğütler ve prensipler elde edilir:

1- Resûlullah (s.a.v.)'m şerefli soyunu açıkladığımız bölüm­de; Allahü Teâlâ'nm Arapları diğer insanlara üstün kıldığına, Ku-reyş kabilesini de diğer kabilelere göre daha faziletli kıldığına açıkça ibaret vardır. Okuyucu, bu işareti, Müslim'den rivayet ettiğimiz hadiste açıkça bulur. Aynı mânâda diğer birçok hadîsler de bulun­maktadır. Tirmizİ'nin rivayet ettiği şu hadîs bunlardan biridir: Re-sûlullah (bir gün) minbere çıktı ve: «Ben kimim?» diye buyurdu. Ashab: «Sen Allah'ın peygamberisin, sana selâm olsun!» dediler. Resûl-i Ekrem de: «Ben Abdullah bin Abdülmuttalib'in oğlu Muham-med'im! Allah mahlûkatı yarattı ve beni onların en hayırlılarının içinde kıldı. Sonra onları (Arap ve Arap olmayanlar Acem diye) iki fırkaya ayırdı ve beni onların en hayırlı fırkaları (Araplar) içinde kıldı. Sonra onları kabilelere ayırdı ve beni en hayırlı kabileleri (Kureyşî içinde kıldı. Sonra onları ailelere ayırdı ve beni aile ola­rak onların en hayırlısı, (şahıs) olarak da onların en hayırlısı kıl­dı» buyurdu.[3]                                                                                   

Dikkat!.. Resûlullah'm aralarında zuhur ettiği kavmi ve içinde doğduğu kabileyi sevmek, Resûlullah'ı sevmenin gereğidir. Bu sev­gi fert ve cins yönünden değil, aksine mücerred hakikat yönün-dendir. Çünkü, o hakikî Kureyş araplığı, şübhesiz ki Resûlullah'm onlara intisabıyla şeref kazanmıştır.

Bazan Araplardan veya Kureyşlilerden bir kimsenin Allah Az-ze ve Celle'nin yolundan sapması ve Allah'ın kendi kulları için seç­tiği İslâmiyet şerefinden aşağıya düşmesi bu sevgiye ters düşmez... Çünkü bu inhiraf Resûlullah ile o kişi arasındaki nisbeti ve bağlan­tıyı kaldırmış olur.

2- Resûlullah (s.a.v.)'ın yetim olarak dünyaya gelmesi, son­ra çok uzun bir zaman geçmeden yine dedesini kaybetmesi, ayrıca hayatının çocukluk dönemini baba terbiyesinden ve gözetiminden uzak, anne sevgisi ve şefkatinden mahrum bir şekilde geçirmesi te­sadüf kabilinden birşey değildir.

Gerçekten, Allah (c.c.î peygamberine birtakım büyük hikmet­lere binâen bu tür bir yetişmeyi' uygun gördü. Belki de o hikmet­lerin en önemlilerinden biri, bozguncular için, kalblere şübhe bı­rakmaya ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in gençliğinden beri çağırdığı risâlet ve da'vetinin ilk bilgilerini babasının ve dedesinin yol göster­mesi ve yönlendirmesi ile almış olduğunu söylemelerine fırsat ver­memektir. Bu niçin olmasın? Çünkü Hz. Peygamber'in dedesi Ab-dülmuttalib kavminin başkanı idi. Bundan dolayı da, Kabe hizmet­lerinden olan «Rifade ve Sikaye»[4]de ona aittir. Bir dedenin torunu' veya bir babanın kendi oğlunu bu geleneğe göre büyütmesi ve eğit­mesi tabii bir şeydir.

îlâhî hikmet, bozguncular için, bu tür bir şübheye fırsat ver­medi. Buna göre de Yüce Allah, Resulünü, çocukluk döneminden beri, anne-baba ve dede terbiyesinden uzak bir şekilde yetiştirdi. ResûluUah'ın çocukluk dönemini, tüm ailesinden uzakta, Sa'd Oğul­ları yurdunda geçirmesini yine ilâhi kader istemişti. Dedesi vefat edip, hicretten üç yıi öncesine kadar hayatta kalan amcası Ebû Tâlib'in vesayetine geçmesi ve Ebû Tâltb'in de müslümanhğı kabul etmemesi ilâhi kaderin bir başka yönüdür. Hz. Muhammed'in da'-vetlnde, amcasının rolü olduğu; mes'elenin, bir kabile veya aile, ya da başkanlık ve makam mes'elesi olduğu zannını vermesin diye, böyle olmuştur..

Yine ilâhî kader, Hz. Peygamber'in yetim olarak büyümesini; şımarıklığına engel olacak baba otoritesinden ve refah seviyesini arttıracak maldan uzak kalarak yalnızca ilâhî yardımın onun işle­rini üstlenmesini murad etti ki, nefsi onu mal ve makama meylet­tirmesin; başkanlık ve liderlik arzusu ile etkilenmesin. Böyle olma­saydı, nübüvvetin kudsıyeu, halkın nazarında, dünya sevgisi ile bir­birine karışırdı. Hattâ insanlar, Hz. Peygamber in, mal ve makama ulaşmak için peygamberlik yaptığını zannedebilirlerdi.

3- Siyerciler, Halime'nin otlaklarının kuruduktan sonra yeni­den yeşermesini, yaşlı ve düşkün develerin memeleri kuruyup, süt­leri çekilmiş iken, yeniden memelerine süt gelmesini ittifakla rivayet ederler. Bu olaylar, onun diğer çocuklar gibi küçük bir çocuk ol­duğu zaman dahi, yüce Rabbinin katındaki derecesinin yüksekli­ğine, şanının yüceliğine işaret ediyor. Allah'ın ona ikramının en barizi onu emzirme şerefine nail olan Halime'nin evinin, bolluk ve berekete gark olmasıdır. Bunda ne garabet, ne de şaşılacak bir du­rum vardır. Buna göre şeriatımız îslâmiyet, bize yağmur yağmadı­ğı vakit, duamıza Allah'ın icabet edeceğini umarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ehl-i beytinden ve halktan sâlih kişilerin bereketiyle yağ­mur duasına çıkmamızı  öğretmiştir*   Hz.   Muhammed (s.a.v.), Halime'nin kucağına oturmuş ve göğsüne yapışmış süt emen bir çocuk iken, o zaman, o yer Resûlullah ile nasıl şereflenmişti? Gerçek­ten, Resûlullah'm etrafındaki kurak arazinin yeşermesine sebeb olması, yeryüzü kaynaklarının ve gökyüzü damlacıklarının sebeb olmasından daha orijinal olduğunu, söylemek yerinde olur. Madem ki herşey Allah'ın elindedir ve bütün sebeblerin yaratıcısı O'dur. Ve yine Yüce Allah, Kitab'ında, gayet açık bir şekilde: -Biz seni âlemlere rahmet olasın diye gönderdik» buyurmaktadır. Öyle ise; O'nun lütuf ve bereket sebeblerinin başında gelmesi çok tabiîdir ve normaldir.

4- Resûlullah, Sa'd oğulları obasında bulunduğu sırada, vu-kubulan göğsünün yarılması hâdisesi, peygamberlik •irhasat»ından[5] ve Allahü Teâlâ'nm onu yüce bir göreve seçmesinin işaretlerin­den sayılır. Bu hâdise, sahih tariklerle ve sahâbe-i kiramın birço­ğundan rivayet edilmiştir. Müslim'in kendi sahihinde, rivayet etti­ği şu aşağıdaki hadîsin senedinde sahâbe-i kiramdan Enes bin Mâ­lik bulunmaktadır: «Resûlullah Cs.a.v.) çocuklarla oynarken, Cibril ona geldi, onu aldı yere yatırdı ve kalbini, yardı. Kalbi dışarı çıkar­dı. Sonra kalbden bir kah pıhtısı çıkardı. Peygambere hitaben: Bu, şeytanın senden olan nasibidir, diye gösterdi. Sonra kalbi altundan bir tas içinde zemzem suyu ile yıkadı. Sonra kalbi kapadı. Daha honra onu kendi yerine iade etti. Bu sırada, çocuklar koşarak süt-annesinp geldiler vg Muhammed olduruldu, dediler. O, rengi soluk bir haldeydi[6]»

Bu hâdisenin hikmeti - Allah daha iyi b'lir Resûlullah'ın vü­cudunda bulunan şer guddesinin kökünü kazımak değildir. Çünkü şerrin kaynağı vücuttaki bir gudde (bez) veya vücudun bazı böl­gelerindeki bir kan pıhtısı olsaydı, elbette, şerli bir kişinin cerrahî b:r ameliyatla hayırlı bir kişi olması mümkün olurdu. Fakat Öyle gözüküyor ki; asıl hikmet, Resûlullah'ın durumunu bildirmek, onu çocukluğundan beri vahiy ve günahsızlık (ismet) için hazırlamak­tır. Ki bu durum, halkın ona iman etmesine ve onun risaletini tas­dik etmesine daha uygun düşer. Bu duruma göre o ameliyat, manevî temlizlik ameliyesidir. Fakat o ameliyatta, halkın gözlerinin önünde ilâhi bir ilân olsun diye, maddî ve duyularla idrâk edilen bu şekil kullanıldı. Bu hâdisenin hikmeti ne olursa olsun, bu hâdisenin haberi, sahih bir şekilde sabit olduğuna göre; zahir ve hakikî manâ­sından uzaklaşarak, mânâsız, yapmacık ve kafadan atma bir te'vil çıkarmak için birtakım- gayretlere girmek gereksizdir. Bunu yap­maya uğraşan kişinin, Allah'a imanının zayıflığından başka birşeye hükmetmek mümkün değildir.

Şunu bilmeliyiz ki, haberi kabul etmemizde'ki ölçü, sadece ri­vayetin sıhhati ve doğruluğudur. Bu da açık ıbir şekilde sabit oldu­ğuna göre artık kabul etmekten başka çare yoktur. Onu anlamak için de, eldeki ölçümüz, o vakit Arap dilinin anlamları ve kuralla­rıdır. Sözde asıl olan hakikattir. Eğer her araştırmacı ve okuyucu­nun, sözü gerçek mânâsından çıkarıp, hoşuna gidenleri seçmek için çeşitli mecazî mânâlara çevirmesi caiz olsaydı; elbette, dilin kıyme­ti gider, mânâları kaybolur, insanlarda uyandırdığı mânâlar da ter­sine dönerdi.

Sonra te'vil aramak ve hakikati inkâra yeltenmek de nedir? » Ama bu, ancak Allah'a iman zayıflığından ileri gelir, ikinci ola­rak da, Resûlullah'm nübüvvetine, onun risâletinln   doğruluğuna olan iman zayıflığından kaynaklanır. Yoksa, hikmeti ve sebebi bi­linsin bilinmesin, nakli sıhhatli olan şeylere inanmak çok kolaydır. [7]

 

2- Resûlullah  (S.A.V.)'In Şam'a İlk Yolculuğu Ve Rızık Yolundaki Gayreti
 

Resûi-i Ekrem (s.a.v.) on iki yaşını tamamladığı vakit amcası Ebû TâLb bir ticaret kervanının başında Şam'a doğru hareket et­mişti. Bu yolculukta Ebû Tâlib yeğenim de yanına almıştı. Kervan «Busra» denilen kasabada konaklayınca, burada Bahira denilen bir rahibe uğradılar. Rahib Bahira, İncil'i bilen, Hristiyanlığın Önemli hususlarından haberi olan, bir kişiydi. Rahib Bahira, Hz. Peygam­ber (s.a.v.)i burada gördü. Onun hakkında düşünmeye ve onunla konuşmaya başladı. Sonra rahib, Ebû Tâlib'e döndü ve ona şöyle dedi.

- Bu çocuk senin sulbünden midir? Ebû Tâlib de:

- Oğlumdur, dedi. (Ebû Tâlib, yeğenini çok sevdiğinden ve ona olan şefkatinden dolayı, oğlu olarak çağırıyordu.)  Bunun üzerine Bahira, Ebû Tâlib'e:

- O senin oğlun değildir. Bu çocuğun babası yaşıyor olmamalı, dedi.'Ebû Tâlib de:

- Evet, ben onun amcasıyım. Bahira:

- Babası ne oldu? diye tekrar sordu. Ebû Tâlib:

- Annesi ona hâmile iken babası öldü, dedi. Bu sefer Bahira:

- Doğru söyledin. Onu hemen memleketine geri çevir. Yahu­dilerin ona zarar vermelerinden sakın. Vallahi,  onlar bu çocuğu burada görecek olurlarsa, muhakkak ona zarar vermeye kalkışır­lar. Çünkü yeğeninde çok büyük bir hâl ve şan vardır* dedi Bu sözler üzerine, Ebû Tâlib onunla birlikte Mekke'ye dönmeye acele etti[8].

Sonra Resûlullah (s.a.v.î hayatının gençlik dönemini yaşama­ya başladı. Geçimini sağlamak için çalışmaya koyuldu. Koyun güt­mekle meşgul oluyordu. Daha sonra Resûlullah kendinden bahse­derken, Buhâri'nin rivayetine göre: «Ben ehl-i Mekke'nin Kararlt'in-de koyun gütmüştüm» buyurduydu. Yüce Allah, Hz. Peygamber'i, bazı gençlerin yöneldiği oyun, eğlence ve boş yerlerden korudu. Aleyhissalâtü Vesselam kendi hayatını anlatırken şöyle buyurmuş­tur:

«Ben câhiliyyet devri insanlarının işledikleri birşeyi, iki defa işlemeye teşebbüs etmiş idiysem de, Allah benimle işlemek istedi­ğim şey arasına girip, beni ondan alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni peygamberlikle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşeb­büs etmedim.

Teşebbüs ettiğim şeye gelince: Bir gece, Mekke'nin yukarı ta­raflarında Kureyş'ten bir gençle birlikte kendi koyunlarımızı otlatıyordum. Ben o gence: «Eğer koyunuma bakarsan, ben de diğer genç­ler gibi, Mekke'ye gidip gece masalları toplantılarına katılayım» de­dim. Arkadaşım: «Olur, istediğini yap» dedi. Ben bu arzumu yerine getirmek üzere yola çıktım. Mekke'nin evlerinden ilk evin yanına. geldiğim zaman, çalgı sesleri işittim. «Bu nedir?» diye sorunca; «Fa­lanın oğlu, falanın kızı ile evleniyor» dediler. Hemen oturup dinle­meye başladım. Bu esnada Allah, kulaklarımı tıkadı. Uyuyakalmı­şım. Beni ancak güneşin sıcaklığı uyandırdı. Hemen dönüp, arkada­şımın yanına geldim. Bana ne yaptığımı sordu. Ben de, ona basım­dan geçenleri anlattım. Sonra yine başka bir gece arkadaşıma aynı şekilde ricada bulundum. O da, bu ricamı kabul etti. Yola çıkıp Mekke'ye geldiğimde; şu geçen geceki şeyler aynen başıma geldi Bundan sonra, bir daha da hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim[9]».

 

İbretler Ve Öğütler
 
Rahib Bahira'nın, Peygamberimizin durumundan haber verme­si -bu haber, bütün siyret âlimleri ve ravîlerinin rivayet ettiği bir hadistir. Ayrıca onu, Tirmizi, Ebû Mûsâ ei-Eş'ari'den uzunca bir şe­kilde rivayet etmiştir. Yahudi ve Hristiyan olan ehl-i kitabın, Peygamberimizin bi'seti ve alâmetleri konusunda bilgileri bulunduğuna işaret etmektedir. Bu bilgiler, Tevrat ve incil'de, onun bi'seti ile il­gili delil ve evsafı konusunda gelen haberler vasıtasıyla elde edil­miştir. Buna işaretler çok ve yaygındır.

Siyret âlimlerinin rivayet ettiklerinden biri de şudur:

Yahudiler, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinden önce, Evs ve Hazrec kabilelerine karşı, ondan yardım umuyor ve şöyle diyorlardı: «Gerçekten, yakında bir peygamber gelecek, biz ona tâbi olacağız ve onunla birlikte sizi, Âd ve îrem kavimleri gi­bi öldüreceğiz[10]». Yahudiler gelecek peygambere tâbi olacaklarına dair verdikleri sözü tutmayınca, Allah (c.c.î bu konuda şu âyeti in­dirdi : «Vaktaki, onlara Allah katından, beraberlerindekini tasdik eden Kur'an geldi. Halbuki Kur'an gelmeden önce o müşriklere kar­şı yardım istiyorlardı   tşte o bildikleri tpeyganıber)  onlara gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirler üzerine olsun...[11]

Kurtubî ve başkaları şunu rivayet ediyorlar:

AUahü Teâlâ'nın, -Kendilerine kitab verdiklerimiz, o Resulü, öz oğullarım tanır gib: tanırlar. Böyle iken içlerinden bir topluluk, hak ve hakikati bile bile gizlerler[12]» âyet-i kerimesi inince, Hz. Ömer bin el-Hattâb (r.a.) daha önce ehli kitabdan iken sonradan müs-lüman olmuş Abdullah bin Selâm'a: «Sen oğlunu tanıdığın gibi, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i tanır mısın?» diye sormuştu. O da: «Evet, bel­ki daha çok. Allah gökteki eminini (Cebrail) yerdeki eminine (ön­ceki peygamberlere) onun sıfatı (onu tanıtacak vasıflar) ile gön­derdi. Buna göre, ben de onu tanıdım. Kendi öz oğluma gelince, annesinin bana hıyanet edip etmediğini bilmiyorum» diyerek cevap verdi. Selmân-ı Fârisî'nin müslümanlığı kabul edişinin sebebi de, Hz. Peygamber'in geliş haberini ve vasıflarını İncil'den, Ruhbanlar­dan ve ehl-i kitab âlimlerinden araştırması olmuştu.

Ehl-i kitabtan birçoklarının bu bilgiyi inkâr etmeleri ve elde bu­lunan incil'lerde, Resûlullah (s.a.v.)'in adına işaret olunmayışı buna tezat teşkil etmez. Çünkü, bu kitablar üzerinde tebdil ve tağyirat açıkça bilinmektedir. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyu­rarak, bunu doğrulamaktadır: «Onların bir kısmının okuyup-yaz-ması yoktu. Kitabı bilmezlerdi. Bildikleri sadece birtakım yalan ve kuruntulardı. Onlar ancak vehim içindedirler. Vay, kitab (Tevrat)'ı elleriyle yazıp sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay, ellerinin yazdıklarından dolayı başla­rına geleceklere! Vay, kazandıklarına![13]».

Daha önce Resûlullah'ın etrafını kuşatan ilâhî ikramı; onun ge­lişiyle, Haîime'nin ev:nde meydana gelen bereketi görmüş olduğu­muza göre; rızkını ve geçimini sağlamak maksadıyla çobanlık et­mesinde, Yüce Allah'ın seçkin kulları için dünyada beğendiği ha­yatın türüne işaret eden, büyük öneme haiz delâletler vardır. Hz. Muhammed (s.a.v.) daha hayatının başlangıcında iken; ona refah yollarını açmak ve onu, çalışıp çabalamaya, yorulmaya ve rızık peşinde koşarak koyun gütmeye ihtiyaç duyurmayacak beçinı se-beblerini hazırlamak, ilâhî kudret için pek kolay gelirdi. Fakat Hik-met-i İlâhî bizden; insanın malının en hayırlısı kendi elinin eme­ğiyle, kendi toplumu ve hemcinslerinin çocuklarına sunduğu hizme­tine karşılık kazandığı şeyler, malın en şerlisi de; kendisi sırtının üstüne yattığı halde, uğrunda herhangi bir yorgunluk görmeden, topluma herhangi bir fayda sağlamadan, elde ettiği şeyler olduğu­nu bilmemizi istiyor...

Sonra bir da'vetin sahibi, kazancını ve geçimini da'vetine veya halkın verdiği bağış ve hediyelere bağladığı sürece; dâvasının, hal­kın arasında herhangi bir kıymeti olmayacaktır. îslâm Da'veti'nln Önderi Hz. Mu ham m e d (s.a.v.) insanların en bağımsız ve hür ola­nıydı. Zira o, geçimini şahsi gayretine veya bağış kabul etmeyen şerefli bir kaynağa dayamıştı ki, kimseye minnet borcu olmasın ve­ya hakkı haykırmasına engel olacak dünya malı bulunmasın!...

Resûlullah bu dönemde bu tür bir düşünceyi aklından geçir-memiş olsa da -ki o, ilâhî da'vet ve risâlet işinin kendisine verile­ceğini bilmiyordu - yine. Yüce Allah'ın kendisine hazırladığı bu yol, böyle bir hikmeti ihtiva ediyor. Ve bu yol, şunu da açıklıyor: Yüce Allah, Resûlü'nün bi'setinden sonra onun da'vetine olumsuz bir etki­de bulunacak şeylerin olmamasını murad etmiştir.

Resûlullah kendinden bahsederken, Yüce Allah'ın, kendisini, ço­cukluğundan beri, her türlü kötülüklerden koruduğunu haber ver­mesi; her biri büyük önem taşıyan iki hakikati bize açıklıyor:

Birinci Hakikat: Resûlullah (s.a.v.), insanî özelliklerin tümüyle donatılmıştı. Yâni o da, her genç gibi, Yüce Allah'ın insanı, üze­rinde yaratmış olduğu fıtrî temayüllerin birçoğunu kendinde bulu­yordu. O, eğlence ve gece sohbetinin anlamını idrak ediyor, bun­daki lezzeti duyuyordu. Nefsi de onu diğerlerinin hoşlandığı ve zevk aldığı şeylerden yararlanmaya zorluyordu.

İkinci Hakikat: Bununla beraber, Allahü Teâlâ, Resûlü'nü her türlü sapıklık ve ahlâksızlıktan, da'vetiyle bağdaşmayacak davra­nışlardan korumuştu. Hattâ o, nefsi arzularına boyun eğmekten, kendisini koruyacak bir şeriata veya vahy-i ilâhîye mazhar olma­dan önce; diğer gizli bir koruyucu buluyor, tlâhî kaderin; îslâm şe­riatını yaymak, güzel ahlâkı tamamlamak için yetiştirdiği kimiye yakışmayacak nefsani arzular ile peygamberin arasına girer bu giz­li koruyucu...

Bu iki gerçeğin Resûlullah'ta bulunması, açıkça şuna işaret eder: Terbiye ve yönlendirme gibi basit vasıta ve sebebler olmadan; özel bir inâyet-i Rabbani, Resûlullah'ın elinden tutar ve yürütür. Etrafın­da bulunan komşuları, soydaşları ve ailesi doğru yoldan sapmış ve bu yoldan habersiz iken; onu şu doğru yola sevkedecek kim var?...

Şübhesiz ki, Allah'ın ona gençlik döneminde bile, câhiliyye ka­ranlığını yırtacak nurlu bir yol çizmesinde lütfettiği bu özel himaye, onun peygamberlik için nasıl hazırlandığının delili, aynı zaman­da, hayatında takip ettiği fikrî, ahlakî ve hissi tutum ve şahsiyetinin de temeli olan peygamberliğinin en büyük isbatıdır...

En büyük Sevgilinin (s.a.v.) nefsini; şehvetten ve arzularını tat­mine zorlayıcı güdü (rnotiv Herden arındırmış olarak dünyaya getir­mek, Yüce Yaratıcı'ya göre çok kolay bir işti. O zaman da; Mekke'ye in'p halkın eğlendiği evleri bulmak için koyunlarım arkadaşına bı­rakmaya sevkedecek bir motivi kendinde bulamıyacaktı. Ne var ki bu husus; onun ruhî yapısındaki bozuklukların çokluğuna delâlet etmez. Halbuki her asırda ve her millette Örnekleri görülen bir va­kıadır bu. O halde:

Resûlullah'ın tabiatındaki motivlerin varlığına rağmen, ona uy­gunsuz işlerde engel olan gizli yardımın delâletleri böyle değildir. Ancak Yüce Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilgili ilâhî yardımı, insanlara açıklamak istedi ki; onun risâletine inanmak kolaylaşsın ve kafalarından, doğruluğu konusundaki şübhe belirtileri uzaklaşsın. [14]

 
3- Resûlullah  ( S. A.V.)’ın Hatice'nin Malıyla Ticaret Yapması Ve Onunla Evlenmesi
 

Hz. Hatice (r.a.) -Îbnu'1-Esîr ve tbn-i Hişâm'ın rivayet ettiği gi­bi- şeref ve mal sahibi tüccar bir kadındı. Malının başına adam­lar kiralıyor, onlara sermaye veriyor, kârına onları ortak ediyordu. Resûlullah (s.a.v.î'ın doğru sözlülüğü son derece güvenilirliği ve güzel ahlâkını öğrenince, malının başında Şam'a tüccar olarak git­mesi için Peygamberimize haberci gönderdi. Kendisine, başkalarına verdiğinden daha fazlasını vereceğini ve kölesi Meysere'yi de yanı­na katacağını bildirdi. Hz. Muhammed (s.a.v.) bu teklifi kabul et­ti. Hemen, Hz. Hatice'nin malının başında bir yetkili olarak, Meyse-re ile birlikte Şam'a doğru yola çıktı. Allah'ın yardımı, onunla di­ğer yolculuklardan daha çok bu ticarî yolculukta beraber oldu. Hz. Hatice'nin yanına kat kat kârla döndü. Hz. Muhammed (s.a.v.) üze­rindeki emaneti Hatice'ye tam bir güven ve büyük bir dürüstlük içinde takdim etti. Hz. Hatice'nin kölesi Meysere, Hz. Muhammed'-in hususiyetlerini ve ahlâkının yüceliğini tanımış, ona karşı gön­lü hayranlıkla dolmuştu. Bütün bunları, Hz. Hatice'ye anlattı.

Bunun üzerine Hatice, Peygamberimizin son derece güvenilirli­ğini beğendi. Belki de, Hz. Hatice bu yüzden kendisine gelen kâra hayret etti. Hemen dostu Nefise binti Müneyye vasıtasıyla Hz. Mu-hammed'e evlenme teklifinde bulundu. Peygamberimiz de bu teklifi kabul edip, bu konuda amcalarıyla konuştu. Onlar da, Hatice'yi, amcası Amr bin Esed'den yeğenlerine istediler. Hz. Peygamber y.'r-mi beş yaşında, Hatice de kırk yaşında iken evlendiler.

Hz. Hatice fr.a.), Peygamberimizle evlenmeden önce iki kişiyle evlenmişti. Birincisi Atik bin Âiz et-Temimî'dir. Ondan sonra da Ebû Hâle et-Temiml'dir. Bu kişinin asıl ismi, Hind bin Zürâre'dir.[15]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Allah Resûlü'nün, Hz. Hatice'nin malının başındaki çalışması, koyun gütmekle başlayan çalışma hayatını sürdürmekten ibarettir. Bununla alâkalı hikmet ve ibret yönlerini açıklamıştık.

Hz. Hatice'nin faziletine ve Resûlullah'ın hayatındaki yerine ge­lince-, Resûlullah'ın yanında ve hayatı boyunca onun yüksek bir mevkisi vardır. Buhâri ve Müslim'de onun kendi dönemi kadınla­rının mutlak olarak en hayırlısı olduğu sabittir.

Buhâri ve Müslim, Hz. Ali'den, Resûlulîah'ın şöyle buyurduğu­nu rivayet etmiştir: «Zamanındaki dünya kadınlarının en hayırlısı, îmrân'ın kızı Meryem'dir. Bu ümmetin kadınlarının, kendi zamanın-dakilerinin en hayırlısı da Hüveylid'in kızı Hatice'dir.»

Yine Buhâri ve Müslim, Hz. Âişe'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben Peygamberin kadınlarına karşı kıskançlık duymadım. Ancak Hatice'ye karşı kıskançlık duydum. Halbuki ben ona erişememiştim.» Yine Hz. Âişe (r.a.) dedi ki: «ResûluIIah (s.a.v.) bir koyun kestiği zaman: «Bunun etinden Hatice'nin sadık dostlarına gönderiniz!» de­mek alışkanlığında idi. Bir gün Peygamber (s.a.v.)'e öfkelendim de: «Hatice'de ne var ki» deyiverdim. Bunun üzerine Resûluîlah: «Hiç şübhe yok ki, ben onun sevgisi ile rızıklandırılmışımdır» buyurdu[16]».

îmam Ahmed ve Taberâni, mesrûk tarikıyla Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

Resûlullah (s.a.v.), Hatice'yi anmadan ve ona güzel Övgüler sunmadan nerdeyse evden dışarı çıkmazdı. Yine günlerden bir gün onu andı. Bunun üzerine beni ağlamak tuttu. Ben Resûlullah'a: «O ancak yaşlı bir kadındır. Allah sana ondan daha hayırlısını vermiş­tir» dedim. Bunun üzerine Resûlullah kızdı, sonra: «Hayır, vallahi Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi. Çünkü halk bana inan­mazken o inandı. İnsanlar beni yalanlarken, o beni tasdik etti. Halk bana herşeyi yasakladığı vakit, o beni malıyla destekledi. Diğer hanımlarımdan çocuğum olmadığı halde, Allah ondan bana çocuk ihsan etti» buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.)'m, Hz. Hatice ile evlenme olayına gelince: Ha-k ak i ten bu evlilikten insanın aklına ilk gelen şey, Resûlullah'ın be­deni nazların vasıtalarına ve tamamlayıcılarına önem vermediğidir. Şayet o diğer genç akranları gibi buna önem vermiş olsaydı, elbette, kendisinden yaşça daha küçük olan kadın veya en azından kendi­sinden büyük olmayan bir kadına rağbet ederdi. Bize öyle görünü­yor ki, Hz. Peygamber sadece Hatice (r.a.)'nin şerefine ve kavmi ile toplumunun arasındaki faziletine rağbet etmişti. Hattâ Hz. Ha­tice câhiliyyet döneminde bile «el-Afife: Çok iffetli» ve «et-Tâhire: Çok namuslu, çok temiz kadın» lâkabları ile şöhret bulmuştu.

Bu evlilik, Hz. Hatice'nin altmışbeş yaşında vefatına kadar ve Resûlullah'ın da elli yasına yaklaşıncaya kadar devam etti. Resûlul­lah (s.a.v.) bu evlilik suresince herhangi bir kadınla veya diğer bir genç kızla evlenmeyi aklından bile geçirmedi. Halbuki insanın yir­mi ile elli yaş arası öyle bir dönemidir ki, çok kadınla evlenme arzusu ve cinsel duyguların etkisiyle teaddüd-ü zevcata meyil, bu dönemde depreşir.

Fakat daha önce de dediğimiz gibi; Hz. Muhammed bu döne­mini; Hatice gibi bir kadınla ve bir câriye ile, evlenmeyi düşünme­den geçirdi. Şayet o böyle bir arzuyu taşısaydı, elbette örfün, alış­kanlıkların ve insanlar arasındaki âdetlerin dışına çıkmadan bir­çok câriye veya hanım bulabilirdi. Halbuki o, dul bir kadın olan ve yaşı kendisinin iki katına yaklaşan Hz. Hatice ile evlenmişti...

Resûlullah'ın, kendisinden daha yaşlı bir kadınla evlenişi; müs­teşriklerle misyonerlerden, bir de; (Yüce Allah'ın buyurduğu gibi: «...Bağırıp çağırmadan başka birşey duymayarak haykıran...») ko­yun gibi müsteşriklerin ve misyonerlerin ardından yürüyen sadık kölelerden... îslâm Dinine ve onun hâk'miyyetine karşı kalblerinde kin taşıyan bu kişilerden her birinin ağızlarına gem vuruyor: Ha­ni ya bu müsteşrikler ve misyonerlerle onların sadık köleleri, Resû-lullah'm evliliği mevzuunda, İslâm'a saldırılabilecek bir alan ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in şahsiyetinin tahkir edilebileceği bir yan bu­lacaklarını zannettiler. Yine onlar, Resûlullah'ı, evinin geçiminde ve peygamberlik işlerinde kalb ve ruh iffetinden uzaklaşmış, maddî zevklere dalmış, şehvetperest bir adam şeklinde, halka tanıtmayı plân­lıyorlar.

Misyonerlerin ve müsteşriklerin çoğunun İslâm'a karşı olmayı meslek haline getirmiş düşmanlar olduğu bilinmektedir. Onlar bu dini kötülemeyi san'at edinmişlerdir. Buna da bir hayli gayret gös­teriyorlar ve ondan, bilindiği gibi birşeyler kazanmaya bakıyorlar. Onların peşinden giden gafiller ise, çoğu kulaktan dolma bilgilerine göre ve başkalarını taklit etmek suretiyle, İslâm'a karşı düşmanca tavır alıyorlar. Anlamak ve araştırmak için zihinlerini açmak, me­seleyi kavramak yerine, bütün gayretleri ancak taklit ve başkala­rına uymaktan ibaret kalıyor. Yine onların İslâm'a olan düşmanlık-: lan, sadece, insanın halk arasında belli bir ekole mensup olduğunu bildirmek için yakasına taktığı rozet nev'inden birşeydir! Rozetin ise, sembolden öte birşey olmadığı da bilinmektedir... Buna göre, bu kişilerin İslâm'a olan düşmanlıkları; insanlar arasında kendi kim­liklerini ortaya koyan bir sembol oluyor. Şöyle ki, onların bu du­rumda, İslâm tarihi hakkında hiçbir şeye sahip olmadıkları anlaşı­lıyor. İslâm'a olan ilgileri ise, yalnızca misyonerlerin ve müsteşrik­lerin emperyalist zihniyetteki çalışmalarında kendini gösteren sö­mürge fikrinde olan eğilimlerinden ibarettir. Bu da onların, herhan­gi bir araştırmaya ve anlamaya lüzum görmeden peşin tercihleri^ dir. Evet onların İslâm'a olan husumetleri bile ancak kendi millet­leri ve toplumları arasında, kendilerini onunla tanıttıkları yaftadan ibarettir. Yoksa, belgelemek veya araştırmak kastıyla yapılan fikri 1 bir çalışma değildir[17].

Ancak, Resûlullah (s.a.v.)'ın evliliği konusu, İslâm düşmanları­nın gündeme getirdiklerinin tamamen aksine; ileri görüşlü bir müs-lümanın, dinini tanıyan, peygamberinin siyretini (yaşayışım) iyi bi­len bir mü'minin; kendisine birtakım deliller çıkarabileceği konula­rın en kolayıdır.

İslâm düşmanları ve onların sadık kullan, Hz. Peygamber'in şahsiyetini bedensel hazîara dalmış şehvetperest bir kişinin sure­tiyle benzeştirmek istiyorlar! Halbuki Resûl-i Ekrem'in evliliği ko­nusu, bunun tam aksini isbata tek başına yeterli bir delildir. Çün­kü, şehvetine düşkün bir adam, yirmi beş yaşına kadar, cahiliyyet çukuruna düşmüş Arap toplumu, gibi bir toplumda, etrafında cere­yan eden bozuk davranışlara tenezzül etmeden, namuslu ve iffetli olarak yaşayamaz. Yine, şehvetine düşkün bir adam kendi yaşının iki katına yakın dul bir kadınla evlenmeyi kabul etmez. Sonra O, etrafındaki herhangi birşeye gözünü çevirmeksizin Hz. Hatice ile birlikte yaşıyor. Halbuki etrafında birçok imkânlar bulunmaktaydı. Gençlik çağım aşıp ihtiyarlık gelip çatmadan bu tür şeylere yol bu­labilirdi.

Hz. Peygamber'in, Hz. Âişe ve diğer hanımları ile evlenmesi olaylarına gelince; gerçekten onların her birinde önemli sebeb ve her evlilik için bir hikmet ve çok önemli bir gaye vardır ki; bu sebeb ve hikmetler bir müslümanm, Hz. Peygamber'in azametine, çanının yüceliğine ve ahlâkının olgunluğuna olan imanını artırır... Hikmet ve sebeb ne olursa olsun, kesin gerçek şu ki, O'nun evli­liğinin sadece bir ihtiyacı yerine getirme ve cinsel arzusunu tatmin etme şeklinde olması mümkün değildir... Çünkü O, bu durumda olsaydı, elbette bu istek ve arzularının esas döneminde nefsanî ar­zu ve ihtiyaçlarını gidermek istemesi daha uygun olurdu... Hele özellikle o döneminde bu türlü düşünce ve fikirden uzaktı. Yâni, yaratılışın gereği olan ihtiyaçlardan onu alıkoyacak kadar meşga­lesi ve insanları Hakk'a çağırma düşüncesi yoktu...

Biz Resûlullah'ın evliliği konusunu savunma hususunda birçok araştırmacıların yaptığı şekilde mübalâğa etmeyi düşünmüyoruz. .

Çünkü her ne kadar İslâm düşmanları Hz. Peygamber'in evlilik konusuna şübhe gözü ile bakmak isteseler bile, biz bu problemi çöz­mek için araştırma ve tetkike ihtiyaç duyulacağına inanmıyoruz. (Şunu vurgulamak isteriz):

İslâm hakikatlarından nice mes'ele vardır ki, îslâm düşmanla­rı, onları kendileri iptal etmek yerine-, müslümanlan onları savun­mak için münakaşa alanına çekerek (sulandırmak isterler... Biz bu oyuna gelmeyiz!..) [18]


[1] Resûlullah'ın, Benî Sa'd yurdunda süt anneye verilmesi ve göğsünün yarıl­ması konusunda şu kaynaklara bakınız: Tehzîbü's-SIyre: 36, tbn Hİşâm, es-Siyre: 1/164, Müslim, Sahîh:  1/101, îoa...

[2] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 61-62.

[3] Tlrralzî, Sünen: 9/236. KİtâbÜ'l-Meıaâkıb.

[4] Rifade: Kureyş'ln câhiliye döneminde kendi araiarjnd» pluşturdukları yar­dım fonu. Her ,lnsan gücünün yettiği kadar bir para çiKaro ounu biraraya getirerek, büyük bir servet oluştururlar. Sonra da bu para ile yiyecek, Üzüm ve hurma şarabı satın alırlar   Hac mevsimi süresince insanlara yedirlr içirir­lerdi. Sikaye ise, hacılara su dağıtma htemeline denirdi

1 ResûluUah'ın ehl-i beytinden biri ile veya takva ve salah ehil İle hastalığa şifâ İstemek mtlbahdır. Bu, yağmur duası ve diğerlerinde de aynıdır. Fukaha ve imamların cumhuru bunun üzerinde müttefiktirler. Bak: Fethü'1-Bârî- 2/339,' Neylü'l-Evtâr 2/7, Sübülü's-Selam: 2/134, tbn Kudâme el-Hanbelî. el-Mugni. 2/265.

[5] Irhasat:   Peygamberlerde    pcyKantberlğündrn   ünce   zuhur   eden   hârllculâde İşlpre dfTiır (mütercimler).

[6] Müslim: C   ı   s   101, 102. Yine Sahih-i Müslim'de Resûlullah'm göğsünün ya- o..tyı, bir defadan f.ı/ia olarak yer almaktadır.

[7] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 62-66.

[8] Yukarıdaki bu olay, îbn Hişâm'ın Siyret (l/180)'inden kısaltılarak alınmıştır. Onu Taberânî, Tarih'inde: 2/287, Beyhaki, Sljnen'inde; Ebû Nuaym, Hllye'-sinde rivayet etmiştir. Bu rivayetlerin arasında, tafsilât yönünden bazı ihti­laflar bulunuyor. Tİrmizî başka bir tarzda, uzunca olan bu rivayetinde tek ' kalmıştır. Belki de senedinde bazı gevşeklikler vardır. Tirmizî bu hadîsi ri­vayet ettikten sonra: «Bu hadîs, garib hasen bir hadistir. Biz onu ancak bu şekli ile biliyoruz» demiştir. Bu hadisin senedinde Abdurrahman bin Gazven bulunmaktadır, el-Mizan sahibi ondan bahsederken: «Onun münker riva­yetleri vardır» demiştir. Sonra yine Mizan sahibi: «Hz. Peygamber, Ebû T&-İib'le birlikte Şam'a yaklaşmış olduğu haldeki seferinde...... diye bahsedilen

hadisin, Yûnus bin Ebî İshâk'tan rivayetinde de münker kabul edilmiştir» de­miştir, tbn Seyyidinnas da ondan bahsederken bu hadîsin metninde nekâ-ret vardır demiştir. Bak: Uyûnü'1-Eser, c. 1, s. 43. Nasıruddin el-Elbânî Mu-hammed el-Gazzalî'nın «Fikhu's-Siyre»'sinin hadislerini tahric ederken bun­ları bilmesine rağmen, «isnadı sahihtir* demesi, şaşılacak bir durumdur. Hal­buki o, Tirmizi'nin sadece: «Bu hadîs hasendir» sözünden başka diğer açık­lamalarım nakletmemiştir. Şeyh el-Elbânî'nin, bu hadisten daha çok sahîh olanlarım zayıf kabul etmesi âdetidir. Bu olayın müşterek olan bu kadarı, birçok tariklerle sabittir. Onlara herhangi bir zayıflık ulaşmamıştır.

[9] Bu olayı İbnu'1-Esîr rivayet etmiştir   H*kfm de, Ali bin fcbı Talibden rtvâ yet etmiş ve Müslim'in şartı üzere salimdir, demiştir Taberânî ise Ammar bin Yâsir'den rivayet etmiştir.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 66-68.

[10] Bakara sûresi, âyet: 89.

[11] Bakara sûresi, âyet: 146.

[12] En'âm sûresi, âyet: 20.

[13] Bakara sûresi, âyet: 78, 79.

[14] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 68-71.

[15] Bunları İbn Seyyidinnas: «Uyünü'l-EseiVinde, İbn Hacer: «el-îsâbe»'sinde rivayet etmiştir. Hatice'nin eski kocalarının hangisinin evvel olduğunda ih­tilâf varid olmuştur. îbn Seyyidinnas'ın tercih ettiğine Katâde ve îbn ts-hâk'in rivayetlerine göre birincisi Atik bin Âiz, ikincisi de Hind bin Zürâ­re'dir.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 71-72.

[16] Bu hadis de müttefekun aleyhtir. Lâfız İse Müslim'e aittir.

[17] Husumette bile ciddiyetleri yok. Gayeleri, tersinden kazanılacak şöhret!..(Mütercimler)

[18] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 72-75.