- Hz.Mevlana´nın dilinden dua namaz

Adsense kodları


Hz.Mevlana´nın dilinden dua namaz

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Sat 30 January 2010, 02:40 pm GMT +0200
Hz.Mevlana´nın Dilinden Dua Namaz ve Menkıbeleri


Yâ Rabbî!
Bizim hâlimize bakarak muâmele etme. Kendi ikrâm ve ihsânına göre bize muâmele eyle.

Yâ Rabbî!
Kerem ve lütfunla hidâyet ettiğin kalbi tekrar dalâlete, sapıklığa meylettirme. Belâları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir. Ey affı çok olan, günahları örten Rabbim!
O günahlar dolayısı ile bizden intikam alma. Bize azâb etme.

Yâ Rabbî!
Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma.

Ey Hayy, ebedî diri olan Rabbim!
Taleb ve duâ üzerine nasıl olur da kerem etmezsin. Sen kerem sâhibisin.Ey mahlûkâtın, yaratıkların canlıların ihtiyâcını gideren Rabbim! Sen varken hiç bir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak lâyık değildir.

Yâ Rabbî!
Rûhumda bir ilim katresi var. İlâhî onu hevâ rüzgarıyla ten toprağından muhâfaza eyle.
Ey ihsânı çok olan Rabbim!
Cefâ içinde geçip giden ömre merhamet et.
Ey affetmeyi seven Rabbim!
Bizi affeyle. İsyân derdimize çâre eyle.
Ey yardım isteyenlerin yardımcısı!
Bizi hidâyete çıkar.

Yâ Rabbî!
Duâ ve yakarışlarımızda sana lâyık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatâlarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslâh et ve duâmızı kabul buyur.
Çünkü sözlerin hâkimi ve sultanı ancak sensin.

Ey âlemin yaratıcısı!
Kasvetli, kararmış, katılaşmış âdetâ taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryâdımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin.
Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al.
O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti).

Yâ Rabbî! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin."

Hz. Mevlâna son demlerinde iken, dostu Siraceddin Tatari´yi yanına çagırarak, kendisine su duayı ögretmis ve sıkıntılı zamanlarında okumasını tavsiye etmistir:

"Ya Rabbi!
Bana ne senin zikrini unutturacak,
sana şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü artıracak bir sıhhat ver."
Ey Merhamet edenlerin merhametlisi!
Merhametinle bu duamı kabul et.



Hz. Mevlana´nın Sabah Namazından Sonra Okudukları Dua

Allah´ım kalbimi nurlandır, kulağımı nurlandır,
gözümü nurlandır, saçımı nurlandır, derimi nurlandır,
etimi nurlandır, kanımı nurlandır, önümü nurlandır, ardımı nurlandır, altımı nurlandır,
üstümü nurlandır, sağımi nurlandır, solumu nurlandır,
Allahım! nurumu artır, bana nur ver. Ey nurun nuru ey merhametlilerin merhametlisi Allahım merhametinle beni nur et.

Bu dua, ismi güzel, cismi güzel, teni güzel, canı güzel, ruhu güzel, huyu güzel
Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)´in dilindendir.


Namaz Hakkında




Ey imam, namaza başlarken Allâhu ekber demenin mânâsı şudur: “Allâh´ım, biz senin huzûrunda kurban olduk.” Kurban keserken Allâhuekber dersin işte, öldürülmeye layık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir. O esnada beden İsmail, can da Halîl İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin hevâ ve hevesini kesmek için tekbîr getirince Beden şehvetlerden, hırslardan kurtulur, namazda “Bismillahirrahmânirrahîm” demekle kurban olur gider. Namaz kılanlar, kıyâmette olduğu gibi, Allâh´ın huzûrunda saflar halinde dururlar, sorguya, hesap vermeye, yalvarmaya koyulurlar.

Namazda gözyaşı dökerken ayakta durmak, kıyâmet günü dirilerek, kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allâh´ın huzûrunda ayakta durmağa benzer. Cenâb-ı Hakk; “Sana verdiğim bu kadar mühlet içinde ne yaptın? Ne kazandın, ve bana ne getirdin?” diyecek. Ömrünü ne ile, ne işlerle, ne gibi ibâdetlerle, ne iyilikler yaparak harcadın, bitirdin? Sana verdiğim rızkı, kuvveti, gücü ne ile yok ettin? Gözünün nûrunu nerede tükettin? Beş duygunu nerelerde kullandın?

Gözünü, kulağını, aklını, irâdeni, bileğini, arşa ait olan bütün bu kuvvetlerini, neye, nerelere harcadın da onlara karşılık, bu dünyada neyi satın aldın? Sana kazma gibi, bel gibi el, ayak verdim. Onları sana ben bağışladım; onlar ne oldular?” Allâh´ın huzûrunda bunun gibi derde dert katan yüz binlerce haberler, sualler gelir.

Namazda kıyamda iken, kula gelen bu sözlerden kul utanır, utancından iki büklüm olur ruküa varır. Utancından ayakta durmağa gücü kalmaz, ruküda: “Subhane rabbiye´l-azîm” diyerek Allâh´ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler.

Sonra o kula Hakk´tan ferman gelir; “Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver.” denir. Kul utana utana başını ruküdan kaldırır; fakat, dayanamaz; o günahkar, utancından yine yüz üstü yere kapanır.

Ona tekrar; “Secdeden başını kaldır da, yaptıklarından haber ver.” diye ferman gelir. O bir kere daha utanarak başını kaldırır ama, dayanamaz yine yılan gibi yüz üstü düşer.

Cenâb-ı Hakk; “Tekrar başını kaldır da söyle, yaptıklarını kıldan kıla, birer birer senden soracağım” diye buyurur.

Allâh´ın heybetli hitabı, onun rûhuna te´sir ettiği için, ayakta duracak gücü kalmamıştır. Bu ağır yük yüzünden ka´deye varır, dizleri üstüne çöker. Cenâb-ı Hakk ise; “Haydi söyle, anlat.” diye buyurur.

“Sana nimet vermiştim, nasıl şükrettiğini söyle; sana sermaye vermiştim, onunla ne kâr elde ettiğini göster.” Kul yüzünü sağ tarafına döndürür, peygamberlerin rûhlarına ve meleklere selam verir. Onlara niyâzda bulunur da der ki: “Ey mânâ pâdişahları, bu kötü kişiye şefaat edin, bu günahkarın ayağı da, örtüsü de çamura battı.” Peygamberler selam veren kula, derler ki: “Çâre ve yardım günü geçti, gitti. Çâre dünyada olabilirdi, orada hayırlı işler yapmadın, ibâdet etmedin, öğünler geçti. Ey bahtsız kişi, sen vakitsiz öten bir horoz gibisin; git, bizi üzme, bizim kalbimizi kırma.”

Kul yüzünü sola çevirir, bu defa akrabalarından yardım ister, onlar da ona; “Sus.” derler. “Ey efendi, biz kimiz ki sana yardım edelim, elini bizden çek de kendi cevâbını Allâh´a kendin ver.” derler.

Ne bu taraftan, ne o taraftan bir çâre bulamayınca, o çâresiz kulun gönlü, yüz parça olur.

O herkesten ümidini kesince, iki elini açar, duâya başlar.“Allâh´ım, herkesten ümidimi kestim. Evvel ve ahir kulunun başını vuracağı, sığınacağı sensin; senin rahmet ve mağfiretine son yoktur.” Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, sonunda, kesin olarak işin böyle olacağını anla... Aklını başına al da namaz yumurtasından civciv çıkar, yâni namazdan mânen yararlan, yoksa dane toplayan bir şey öğrenememiş kuş gibi, Allâh´ın büyüklüğünü düşünmeden yere başını koyup kaldırma.



"Ey Hak tâlibi can! Önce ambara giren fâreden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış. Büyüklerin büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen sevgili peygamberimizin; "Namaz ancak kalp huzuru ile tamam olur." hadisini hatırla da nefisten ve şeytandan kurtulmak için kalp huzuru ile namaza başla.

Eğer ambarımızda, hırsız bir fâre bulunmasaydı, kırk yıllık ibâdet buğdayı nereye giderdi? Her gün azar azar da olsa, candan ve sevgi ile sâdıkâne yapılan ibâdetlerden, iyiliklerden hâsıl olan iç rahatlığı ve huzur neden gönlümüzde hissedilmiyor?

Çakmak demirinden bir çok kıvılcım sıçradı. İlâhî aşkla yanan gönül onları çekti aldı. Fakat karanlıkta gizli bir hırsız var. Kıvılcımları söndürmek için üstlerine parmak basıyor. Dünyada mânevî bir çerağ uyanmasın diye, o karanlıktaki hırsız, kıvılcımları söndürüyor.

Allah´ım, senin inâyetin, merhametin bizimle beraber oldukça, şeytandan, o alçak hırsız (nefs-i emmâre)den ne korkumuz olur? Sen, bizimle berâber olup, bizi korudukça, ayak altında yüz binlerce tuzak olsa da önemi yoktur."

"O kerem sahibi, namazda gizlenmiştir; gönül namazı kılan, kendini tamamıyla Allâh´a veren kuluna lütuf ve ikramda bulunur! O´nun affı ve mağfireti günaha şeref elbisesi giydirir de, böylece o günahı affedilmeye, ihsana, kurtuluşa vesile eyler, sebep kılar!"



"Bu namaz da, oruç da, hac da, Allâh yolunda savaş da hep insanın ezeldeki sözleşme inancının şahitleridir."

"Ben namazda Rabbim´e yönelirim; O´nun iltifatına alışmışımdır. ´Namaz gözümün nûrudur.´ sırrı zuhur eder; gözlerim nûrlanır, içim açılır. Namazda, içimde duyduğum rahatlıktan, mânevî zevkten ötürü rûhumun penceresi açılır da, oradan vasıtasız olarak Allâh´tan haberler gelir, ilham gelir. Allâh´ın ilhamı, feyz yağmuru, rahmeti, nûru, ezeldeki kaynağımdan ve hakîkatimden gelir, penceremden evime girer.

Penceresi olmayan bir ev, cehennem gibidir. Ey Allâh´ın kulu! Dinin aslı, temeli mânevî pencere açmak ve oradan tevhîd ve hidayet nûru alarak gönlü, gözü aydınlatmaktır. Yol açmak için ormana az kazma vur! Sen gel, himmet kazmasını nefis duvarına vur da gönle mânevî bir pencere aç!"

Hürriyet Allah’a kulluktur. Hür insan, Allah’a kul olandır. Nefsin ve şeytanın arzuları istikametinde hareket, yaradılış gayesine ters düşmektir. Nefsin perdelerini aralayıp veya ortadan kaldırıp Hakk’a vuslattır kulluk, O’nun huzurunda olmaktır. O’nsuz olan anlar köleliktir.

Hz. Mevlâna, “Mihrabı dost cemali olan kimse için, yüz çeşit namaz, yüz çeşit rüku ve secde vardır” der. Bu konuda Cenab-ı Hak: “Ne yana dönerseniz Allah oradadır” buyurmuştur. Resulullah da (sav): “Namaz mü’minin miracıdır.” buyurmuştur.

Kulluk sadece cesetle değil, gönülle ibadet etmektir. Ezan sesleri kalbimin mescidine öyle muhrik gelir ki, onun tesiri ile gönül mabedimin kapısı aşk ateşiyle yanıyor.

Hz. Mevlâna -kuddise sirruh- insanı Allâh´a vâsıl eden gerçek namaz hâlini ve bu duyguları namazın dışında da muhâfaza edebilmeyi şöyle anlatır:

"Bize doğru yolu gösteren, bizi kötülüklerden alıkoyan namaz, beş vakitte kılınır. Halbuki âşıklar, daima namazdadırlar! O gönüllerindeki aşk, başlarındaki ilahî sevgi ne beş vakitle yatışır, ne de beş yüz bin vakitle geçer gider!

"Beni az ziyaret et!" sözü, âşıklara göre değildir; gerçek âşıkların canları pek susuzdur! "Beni az ziyaret et!" sözü balıklara uyar mı? Onların canları, deniz olmadıkça yaşayabilir mi? Bu denizin suyu pek korkunçtur; ama, balıkların mahmurluğuna göre bir yudumcuktur! Bir an için ayrı düşmek, âşıka bir sene gibi gelir."

Hz. Mevlâna -kuddise sirruh- Allâh´ın huzûruna boş çıkmamak gerektiğini, geceleri yarın için hazırlık yaparak geçirmek gerektiğini ne güzel ifâde eder:

"Dostların yanına eli boş gelmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Cenab-ı Hakk, mahşer gününde, halka; "Kıyamet günü için ne armağan getirdiniz?" diye soracak. Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza muhtaç bir halde geldiniz." diye buyuracak. "Haydi söyleyin kıyamet günü için, armağan olarak ne getirdiniz?" Yoksa, sizde dünyadan ahirete dönmek ve Allah´ın huzuruna çıkmak ümidi yok mu idi? Kur´an´ın kıyamet hakkındaki haberi, size boş mu görünmüştü?

Kıyamet gününü inkar etmiyorsan, o dostun kapısına böyle eli boş olarak nasıl ayak atıyorsun? Azıcık olsun, uykuyu, yemeyi içmeyi bırak da Hakk´la buluşacağın zaman için bir armağan hazırla... Ey Hakk âşıkı, geceleri az uyuyanlardan, seher vakitleri günahlarının bağışlanmasını isteyenlerden ol.

Ana rahmindeki çocuk gibi azıcık oyna, kımılda da sana, nûr gören duygular bağışlasınlar. Ana rahmine benzeyen, şu sıkıntılı, kasvetli, kederlerle dolu dünyadan dışarı çıkarsan, yer yüzünden daha geniş, daha ferah bir âleme çıkmış olursun. "Allah´ın yarattığı yeryüzü geniştir. Kulluk, ibadet edilecek yerleri çoktur." demişlerdir ya, işte o geniş yer, peygamberlerin gitmiş oldukları yerdir; mânâ âlemidir. O geniş sahada, gönül daralmaz. Yaş ağacın dalı orada kurumaz."



Hz.Mevlana´nın

Hayatından Dersler



Şemseddîn Attâr anlatır: Mevlânâ bir gün câmide vâz ederken, mevzû; Hızır ile Mûsâ aleyhimesselâmın kıssasına gelmişti. Bu kıssayı, öyle fesâhat ve belâgat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim, dediklerini anladım. "Sanki yanımızda idin, sanki üçüncümüz sen idin." diyordu. Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına sokuldum. "Anladım. Sen Hızır´sın, ne olur, bana ihsân eyle!" dedim. Cevâben; "Burada hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşkillerini o halleder." dedi ve gözümden kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, ben daha söze başlamadan; "Ey Attâr! Hızır aleyhisselâmın sözleri doğrudur." diyerek benim sözümü kesti.

Mevlânâ, Allahü teâlânın yarattığı bütün mahlûkâta merhamet sâhibi idi. Bir gün Nefîsüddîn Sivâsî´ye bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline alıp bir virâneye gitti. Nefîsüddîn de gizlice onu tâkibe başladı. Sonunda, Mevlânâ´nın o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yedirdiğini gördü. Mevlânâ dönüşünde, Nefîsüddîn´in kendisini tâkib ettiğini anlayıp; "Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü teâlâ, kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Eshâbım! Siz de O´nun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin" buyurdu. Nefîsüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlânâ´nın ellerini öptü ve hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbâb ve dostlarınıza da merhamet edersiniz." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ; "Evliyâullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkâta ve ahbâblarına da şüphesiz merhamet eder." buyurdu.


Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Mevlânâ´ya beş kese altın gönderip almasını arzu etti. Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlânâ´ya altınları arz edince; "Beni hakîkaten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!" buyurdu. Talebeleri bu emri derhal yerine getirdiler. Dünyâya kıymet veren bâzı kimseler, bu altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. Mevlânâ, talebelerine onların bu vaziyetlerini göstererek; "Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünyâ için çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malının muhabbetini kalbinize koymayınız diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmak lâzım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat edilecek nokta; hırs ve tamâ yapmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyâda, âhiret saâdeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslâmiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saâdet, en büyük sermâye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak âhirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermâye, mal, mülk, para sâhibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk sâhibi olmaktır." buyurdu.


Bedreddîn Tirmizî isminde biri simyâ ile uğraşırdı. Mevlânâ´nın ismini duyarak Konya´ya ziyâretine geldi. Önce oğlu Sultan Veled´e uğrayarak, yapacağı altınlardan hergün bir dirhem Mevlânâ´nın talebelerine vereceğini vâd eyledi. Bu haberi Mevlânâ´ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra Bedreddîn´in çalıştığı yere gitti. Bedreddîn simyâ ilmiyle uğraşarak altın yapmaya çalışıyordu. Mevlânâ´nın geldiğini görünce, ayağa kalkarak hürmette bulundu. Mevlânâ, oradaki demirden, bakırdan ve diğer mâdenlerden yapılmış eşyâları teker teker alıp Bedreddîn´e vermeğe başladı. Bedreddîn, her eline gelen eşyânın en yüksek ayarda som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü. Mevlânâ, Bedreddîn´in şaşkın bir hâlde kendisine baktığını görünce; "Ey Bedreddîn! Sen simyâ ile uğraşmayı bırak. Çünkü sen âhirete gidince, simyâ dünyâda kalacaktır. Sen öyle bir simyâ ile uğraş ki, seninle berâber âhirete gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu, kalbden mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisini çıkarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur." buyurdu.


Mevlânâ´nın Celâleddîn isminde bir talebesi vardı. Ticâretle uğraşır, at alıp satardı. O anlatır; "Bir gün Mevlânâ sarığını sarıp, giyinmiş olduğu hâlde, bana bir at hazırlamamı emretti. Ben, atların içinden en güçlüsünü eğerlemek için huzûrundan ayrıldım. Fakat at huysuzluk yaptığından, bir türlü eğerleyemiyordum. Yanıma iki kişi daha alıp, atı zorla eğerledik. Buna rağmen at hâlâ huysuzluk yapıyordu. O hâliyle Mevlânâ´nın bulunduğu yere getirip, atın hazırlandığını bildirdik. Mevlânâ dışarı çıkar çıkmaz at sâkinleşti ve önceki huysuzluğu kalmadı. Mevlânâ ata binip, kıble istikâmetinde yola çıktı. Ancak akşama doğru, ter içinde, toza gark olmuş bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış görünüyordu. Cesâret edip bir şey soramadık. Ertesi gün yine bir at hazırlamamı emretti. Başka bir atı eğerleyip getirdik. Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi. Üçüncü gün de aynı şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde; "Elhamdülillah! Ey cemâat! Müjdeler olsun ki, o kâfir, Cehennem´in dibini boyladı." dedi. Biz edebimizden yine bir şey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam tarafından bir kâfile gelip, o taraflarda, müslümanlar ile Moğolların yaptığı savaşı anlattılar. Dediler ki; "Düşman askeri oldukça çoktu. Müslümanlar mağlub olmak üzere idiler. Son üç günde, Mevlânâ , bir atın üzerinde olduğu hâlde savaş meydanında göründü. En ön safta; "Allah, Allah" nidâlarıyla düşmana hücûm edip önüne geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu. Müslümanlar, Mevlânâ´nın akıl almaz hâllerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ard arda yaptıkları hücûmlarla düşmanı geriye püskürttüler. Mevlânâ düşman komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar." Ben bu haberi işitince, doğruca hocam Mevlânâ´nın huzûruna çıktım. Beni görünce; "Müslüman askerlere yardım edilmiş ve zafere kavuşmalarına sebeb olunmuştur. Ey Celâleddîn! Bize cân u gönülden hizmet edenler dünyâ ve âhirette gam ve kederden kurtulur." buyurdu.


Mevlânâ´nın talebelerinden biri, hac vazîfesini yapmak üzere Hicaz´a gitti. O Hicaz´da iken, evinde hanımı, Arefe gecesi bir tepsi helva yapıp, Mevlânâ´nın talebelerine gönderdi. Mevlânâ, helvayı kabûl edip, orada bulunan bütün talebelerine bizzat kendi eliyle taksîm etti. Herkes hissesine düşeni aldığı hâlde, tepsiden hiçbir şey eksilmedi. Alanlar tekrar aldılar, doyuncaya kadar yediler, yine eksilmedi. Bunun üzerine helvâ dolu tepsiyi Mevlânâ mübârek eline alıp; "Bu tepsiyi sâhibine göndereyim." diyerek dışarı çıktı. İçeri girdiğinde, elinde tepsi yoktu. Ertesi gün helvayı getiren hanım, tepsisini medresenin mutfağında arattı, ancak, bulamadı. Mevlânâ´yı da bunun için rahatsız etmedi. Aradan günler geçti, hacca gidenler dönmeye başladılar. Bu hanımın da beyi Kâbe´den dönüp Konya´ya geldiğinde, o tepsi, eşyâlarının arasından çıktı. Kadın tepsiyi görür görmez tanıyıp, hayretinden dona kaldı. Beyine; "Ben Arefe gecesi bu tepsi ile helva yapıp Mevlânâ´nın talebelerinin yemesi için göndermiştim. Tepsiyi ertesi günü arattığım hâlde bulamadım. Nasıl oldu da bu tepsi senin eline geçti?" deyince, şaşırma sırası hacıya geldi. O da; "Arefe gecesi hacı arkadaşlarımla oturup sohbet ediyorduk. Bir ara çadırın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı. Biz de tepsiyi aldık, elin sâhibini araştırmak da aklımıza gelmedi. Helvayı yedikten sonra tepsiyi tanıdım. Kimseye vermeyip eşyâların arasına koydum. Başka bir şey bilmiyorum." dedi. Bunun Mevlânâ´nın bir kerâmeti olduğunu anlayınca, ona olan bağlılıkları daha da arttı.


Mevlânâ´yı sevenlerden bir kimse, Mısır´a ticâret yapmak için gitmeye hazırlandı. Akrabâsı gitmemesi için çok zorladı ise de, dinlemedi ve kararından vazgeçmedi. Bunun üzerine yakınları, durumu Mevlânâ´ya bildirip, gitmemesini istirhâm ettiler. Mevlânâ da: "Gitme!" dedi. Ancak o kimse dinlemeyip gizlice yola çıktı. Gemi ile yolculuk yaparken, bir küffâr gemisi bu gencin bulunduğu gemiye saldırdı. Pek çok yolcu ile berâber, bu genci de esir aldılar. Memleketlerine götürüp çeşitli yerlerde çalıştırdılar. Genç, başına gelen felâketlerin sebeblerini, Allahü teâlânın sevdiği bir kulun sözünü dinlememekten olduğunu anlayıp, çok pişmân olup, tövbeler edip istigfârda bulundu. Bu şekilde kırk gün devâm etti. Ertesi gün rüyâsında Mevlânâ´yı gördü. Ona;

"Yarın senden bâzı şeyler soracaklar. Ne sorarlarsa, biliyorum, de!" diye tenbihte bulundu. Bir hastalık ile ilgili ilâç târif etti. Genç uyandığında sevince gark olup, sabahı iple çekti. Sabahleyin yanına gelenler kendisine; "Doktorlukla ilgili bir bilgin var mı?" diye sordular. Genç de; "Var!" deyince, genci alıp o yerin hükümdârına götürdüler. Meğer o yerin hükümdârı hasta imiş. Hiçbir doktor derdine çâre bulamamış, hükümdâr da hastalıktan kurtulamamış. Bu genç, hasta hükümdârı görüp; "Bana, şu şu meyvelerden şu kadar, şu şu otlardan şu kadar getirin." dedi. Kısa zamanda bulup getirdiler. Genç, hepsini güzelce öğütüp karıştırdı ve mâcun hâline getirerek hastaya yedirdi. Hasta, Allahü teâlânın izniyle bir anda şifâ buldu. Hükümdâr bu hastalıktan ümidini kesmiş iken, birden şifâya kavuşunca, gence; "Bir murâdın varsa söyle, yerine getireyim. Mal, mülk istersen seni zengin edelim." diye ısrârla sorunca, genç;

"Ben, hiçbir şey bilmeyen bir kimseyim. Âilemden ve hocamdan izinsiz para kazanmak için evden çıktım. Beni yolda esir alıp, buralara getirdiler. Esir olunca, başıma gelen bu musîbetin sebebini anlayıp, çok tövbe ettim ve hocam Mevlânâ hazretlerinden mânen af diledim. Kendisini, kurtulmam için Allahü teâlâya vesîle eyledim. Bu akşam hocam Mevlânâ, bana bu size yaptığım şeyleri târif eyledi. Ben de aynen yaptım. Gördüğünüz gibi, bütün bunlar, hocamın himmeti ve bereketiyle oldu." dedi. Hükümdâr genci serbest bıraktı. Çok para vererek zengin eyleyip, memleketine gönderdi. Mevlânâ´ya da pek çok hediyeler gönderdi.


Moğolların Anadolu umûmî vâlisi Baycu Noyan, Konya´yı muhâsara etti. Konyalılar gâyet sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşadı. Muhasaranın kaldırılması için Mevlânâ hazretlerinin huzûruna çıkıp; "Efendim! Bize merhamet ediniz. Baycu Noyan, bildiğiniz gibi Konya´yı muhasara etti. Çoluk-çocuğumuzla gâyet sıkıntıya düştük. Korku içinde yaşıyoruz. Şâyet bize yardım etmezseniz, sonumuz felâket olur. Çünkü Baycu Noyan, hangi şehri fethettiyse halkı kılıçtan geçirip, mallarını yağmaladı. Bu işe bir tedbir istirhâm ediyoruz." dediler. Mevlânâ;

"Siz, Allahü teâlâya tevekkül edin. Doğru bir îtikâd ile cenâb-ı Hakk´ın evliyâsını vesîle ederek duâ edin. İnşâallah sıkıntınız def olur." buyurdu. Sonra şehirden dışarı çıkıp meydanın ortasında durdu. Kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı. Etrafta binlerce Moğol askeri vardı. Baycu Noyan´a kocaman bir çadır kurmuşlardı. Askerler hemen komutanlarına koşup;

"Şehirden yaşlı bir kimse çıktı. Mâvi kaftanlı, sarıklı, heybetli bir kimse... Meydanda namaz kılmaya başladı. Ne bir korku, ne bir heyecânı var. Askerlerden hiçbiri yanına yaklaşmaya cesâret edemiyor...." dediler. Baycu Noyan, askerlerine; "Ok yağmuruna tutarak derhal öldürün!" dedi. Bu emir üzerine, okçular ellerini sadaklarına atmak için davrandıklarında, herbirinin kolları yerinden kalkmaz hâle geldi. Hiçbirisi ok atamıyordu. Bu durumu gören Baycu Noyan, süvârilere; "Atlara binip kılıçla üzerine saldırın!"emrini verdi. Süvâriler hemen ata binip sürmek istediler, fakat atların ayakları toprağa battı. Atlar, üzerindeki askeri götüremez hâle geldi. Bunu da hayretle gören Baycu Noyan´ın canı sıkıldı. Kendisi okunu çekip yayını gerdi. Nişan alarak Mevlânâ´ya fırlattı. Attığı üç ok da hedefe değil, Baycu´nun önüne düştü. Bu hâli de gören vâli Noyan, iyice öfkelenip atını getirmelerini emretti. Ata bindiyse de, atı bir türlü hareket ettiremedi. Hiddeti ziyâdeleşen Baycu, attan inip yaya olarak hücûm etmek istedi. Fakat ayakları tutulup yüzüstü yere düştü. Yüzü yaralanan Baycu, ne yapacağını şaşırdı. Olanları şehirden tâkib eden halk, hayretten hayrete düştüler, hep bir ağızdan tekbîr getirdiler. Nihâyet Baycu Noyan hiçbir şey yapmaya kâdir olamayacağını ve Mevlânâ karşısında âcizliğini anlayınca;

"Bu kimse, şimdiye kadar karşılaştığım insanların hiçbirine benzemiyor. Bunun, Allahü teâlânın himâyesi altında olan kimselerden olduğu anlaşılıyor. Bu kadar askerî gücümle, değil kendisiyle mücâdele etmek, üzerine doğru bir adım bile atamadık. Dolayısıyle bununla iyi geçinmekte, anlaşma yapmakta fayda vardır." diyerek, askerini toplayıp muhâsaradan vaz geçti.


Menkıbeler


Mevlâna, yaşadığı dönemlerde sadece eserleriyle değil yaşayış tarzı, hal ve hareketleri ve karşılaştığı olaylardaki beyan ettiği fikirleriyle de insanlara doğru yolu göstermiş ve onlara örnek olmaya çalışmıştır.

Bilindiği gibi Mevlâna sadece üst düzey insanlarla bir arada bulunmamış, mürit ve yakın dostlarını genellikle farklı kesimlerin oluşturduğu insanlardan seçmiştir. İşte bundan dolayıdır ki O, çok farklı olaylarla karşılaşmış ve Müslim-gayr-i Müslim, zengin-fakir, padişah-hizmetçi, her tür insanlarla birlikte olmuş ve davranışlarıyla onlara örnek olmaya çalışmıştır.

İşte, Mevlâna’nın yukarıda belirginleştirilmeye çalışılan bu hayat tarzı ölümünden sonra çeşitli vesilelerle kitaplara aktarılmış ve bu eserler de Mevlâna ve Mevlevîlik tarihi açısından “ilk kaynaklar” olarak değerlendirilmiştir. Bu amaçla yazılmış kaynaklara örnek olarak Mevlâna’nın hizmetinde de bulunmuş olan Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr’ın (ö.1312 civarı) Risâle’si ve Ahmed Eflâkî Dede’nin(ö.1360) Menâkıbu’l-ârifîn adlı eserini saymak mümkündür. Yine Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’in (ö.1312) İbtidânâme’si (Velednâme) de içerdiği bilgiler açısından bu tür kaynaklara örnek olarak verilebilir. Zaten yukarıda anılan iki eserin ana kaynaklarından birini de Sultan Veled’in bu mesnevîsi oluşturur. Her üçü de Farsça olan bu eserler Türkçe’ye tercüme edilmiştir.

Yine Mevlâna’nın ölümünden sonra bir araya getirilen ve sohbet ve vaazlarını kapsayan kendi eserlerini de (Fîhi mâ Fîh, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât) bu kaynaklar arasında telâkki etmek yanlış olmaz.

Mevlâna’nın “yaşam tarzı”na ve “olaylara bakış açısı”na örnek teşkil etmesi bakımından esere alınan bu bölüm, yukarıda anılan kaynakların en hacimlisi olan Ahmed Eflâkî Dede’nin Menâkıbu’l-ârifîn adlı eserinden seçilmiştir. Eserin müellifi, Mevlâna’nın torunu Ulu Ârif Çelebi (ö.1320)nin çağdaşı olup; eserine Çelebi’nin tavsiyesiyle 1318 yılında başlamış ve 1358’de bitirmiştir. Eserini tamamladıktan iki sene sonra vefat eden Eflâki Dede, Mevlâna Türbesi civarına defnedilmiştir.


Herşeyi Allah’tan İste!..

Bir gün Mevlâna Hazretleri Şeyh Selâhaddin-i Zerkûb’un dükkânında oturmuştu. Dostlar da dükkânın çevresinde halka olmuş ilâhî bilgiler ve sırlarla meşgul oluyorlardı. Birdenbire ihtiyar bir adam göğsünü döverek, ağlayıp sızlayarak içeri girdi; Mevlâna’nın ayağına kapandı, hüngür hüngür ağladı ve :

–Yedi yaşında bir çocukcağızım vardı. Onu çaldılar. Kaç gündür aramaktan dermansız bir hâle geldim; ama yine onu bulamadım, dedi. Bunun üzerine Mevlâna büyük bir hiddetle:

–Tuhaf şey bütün varlıklar Allah’ı yitirmişler, onu hiç aramıyor ve onun için de bir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini, ne de başlarını dövüyorlar. Sana ne oldu da göğsünü dövüyorsun. Senin gibi bir ihtiyar kendi çocukcağızının hasretiyle harap ve rüsvâ oluyor. Neden bir an Allah’ı aramıyor ve imdat istemiyorsun ki kaybolmuş Yusuf’unu Yakup gibi bulasın, buyurdu.

Çaresiz kalan ihtiyar derhâl tövbe etti ve göğsünü kapamağa başladı. Tam bu sırada onun kaybolan çocuğunun bulunduğu haberini getirdiler. (I, 118-119)


Her şey Kur’an’da...

Bir adam karısını çok seviyordu. Bir gün hanımı naz ederek;

–Ey efendi, gel de senden her ne istersem vereceğine dair üç talâkla yemin iç; yoksa boşanırım, der. Kocası ise mecburen kabul eder:

–Ne istersen vereceğim, der.

Kadın:

–Yüce Allah’ın dünyada yarattığı her nimet ve garip şeyi benim önümde hazır etmeni istiyorum, der.

Zavallı kocası bu arzuyu yerine getirmekten âciz kalır. Nihayet, samimiyetle kalkıp Mevlâna’ya gelir, macerayı anlatır. Mevlâna:

–Git Allah’ın kitabı Kur’an’ı al ve onu mendiline sarıp eşinin eteğine koy; çünkü böylece dünyadaki yaş ve kuru nimetleri onun eteğine koymuş ve dünyanın garip şeylerini onun önünde hazır etmiş olursun. Zira “yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kur’an’da olmasın” (Kur’an, VI, 59) buyrulmuştur. Böylece asla talâk ve ayrılık vâki olmaz, dedi ve adamı boşanmaktan kurtardı. (I, 467-468)


Hâfızların Değeri

Bir gün hâfızların sultanı Hâfız İshak, Mevlâna’nın yanına gelmişti. Mevlâna büyük bir saygı gösterip ayağa kalktı; üst başa oturmasını söyledi ve:

–Mushafı nasıl aziz tutmak, nasıl rahle ve kürsülerin üzerine koymak lâzımsa, hâfızları da o şekilde aziz tutmak ve üst başa oturtmak lâzımdır. İçinde Kur’an’ın nuru bulunan bir gönlün Cehennemin yüzünü görmesi uygun düşmez. Bir kağıt parçasına Kur’an yazılı olsa onu ateşe atmazlar; ona hürmet gösterirler ve onda Kur’an yazılıdır, derler. O halde bir kalpte bütün bir Kur’an bulunursa onu nasıl Cehenneme atarlar, buyurdu.

Bu müjdenin minnettarlığı olmak üzere şehrin bütün hâfızları Mevlâna’ya mürit oldular. (I, 336)


Hangisi Misafir?

Bir gün Bağdat’tan Konya’ya bir şeyh geldi. Bütün ulular ve faziletli kişiler onun ziyaretine gitti ve onu son derece iyi ağırladılar. Tesadüfen o gün Mevlâna Hazretleri bütün müritleriyle birlikte Meram Mescidine gitmişti. Şeyh:

–Acaba benim Konya’ya geldiğim haberi Mevlâna’nın mübarek kulağına gitmemiş mi? ki beni ziyarete gelmedi. Çünkü bir memlekete gelen ziyaret edilir, dedi. Mevlâna’nın arkadaşlarından bir mürit onun bu sözünü işitti. Öte tarafta Meram’da Mevlâna hakikatleri anlatma sırasında birdenbire:

–Ey kardeş, gelen biziz sen değilsin. Sen ve senin gibilerinin bizi ziyaret etmeleri ve bizimle müşerref olmaları lâzımdır, demeye başladı. Mecliste bulunanlar:

–Mevlâna Hazretleri nereye ve kime sesleniyor, diye şaştılar.Ondan sonra Mevlâna:

–Biri Bağdat’tan geldi, öteki kendi ev ve mahallesinden dışarı çıktı. Hangisini ziyaret etmek daha iyi olur, diye misal getirdi. Orada bulunanlar:

–Bağdat ülkesinden geleni ziyaret etmek daha iyi olur. Onu ziyaret edip ağırlamak vacip olan şeylerdendir dediler. Mevlâna:

–Hakikatte biz mekânsızlık Bağdat’ından geldik. Bu aziz şeyh ise bu dünyanın bir mahâllesinden geliyor. O halde bizi ziyaret etmesi lâzımdır. Bizim onu ziyaret etmemiz icap etmez dedi; ve şu şiiri okudu:

-Biz, Mansûr’un “Ene’l-Hakk” demesinden ve dar ağacına çekilmesinden çok evvel ruh âleminin Bağdat’ında “Ene’l-Hakk” demişlerdeniz.

Mevlâna’nın bu anlattıklarını duyan Şeyh hemen kalktı, Mevlâna hazretlerini ziyarete geldi. Başını açarak kendini ona teslim etti. Onu samimiyetle sevenlerden oldu ve Mevlâna’ya:

–Babam, senin hakkında ne yap yap, demirden çarık giy ve eline demirden bir asâ al, Mevlâna’yı aramaya git; çünkü o ulu kişinin sohbetine nâil olmak iyidir, buyurmuştu. Babamın bu sözü gerçekten doğru imiş, Mevlâna’nın yüceliği babamın söylediğinin yüz bin mislidir. (I, 153-154)


Gerçek Şeyh...

Bir gün Emir Pervâne, Mevlâna için bir semâ tertip etmişti. Mevlâna, Pervâne’nin sarayının kapısına geldiği vakit, bütün dostlar içeri girsinler diye kapıda uzun müddet bekledi. Müritlerin hepsi içeri girdikten sonra Mevlâna da içeri gitti. Mevlâna o gece orada kaldı. Pervâne haddinden fazla ona hizmetlerde bulundu ve böyle bir bilgi padişahının kendisinin misafiri olduğu için Allah’a çok şükretti. Hüsâmeddin Çelebi, Mevlâna’nın kapıda beklemesinin sebebini sordu. Mevlâna şu cevabı verdi:

–Eğer biz önceden saraya girmiş olsaydık, bizden sonra gelen arkadaşlarımızın bazılarının içeri girmelerine uşaklar mânî olurlardı ve onlar bizim sohbetimizden mahrum kalırlardı. Eğer biz bu dünyada onları bir emirin sarayına veya bir vezirin evine sokamazsak kıyamette Ukbâ sarayına ve Cennet-i Alâya ve Allah’ın huzuruna nasıl sokabiliriz? (I,165-166)


İdareci Bekçi Olmalı; Kurt Değil!

Bir gün Sultan İzzeddin Keykâvus II, Mevlâna hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlâna ona gerektiği gibi iltifat etmeyip dersi, müritleri ve nasihatlerle meşgul oldu. Sultan :

-Mevlâna hazretleri bana bir nasihat versin, dedi. Mevlâna:

-Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık emretmişler, sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı, sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun, buyurdu.

Sultan ağlayarak dışarı çıktı, medresenin kapısında başını açıp tövbeler etti ve:

–Ey Allah’ım! Mevlâna hazretleri bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü senin padişahlığından ötürü gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bu iki riyasız sıdkın hürmetine bana merhamet et, dedi ve şu beyti söyledi :

«Nemli olan iki gözümün yaşına, ateş ve gamla dolu olan sîneme merhamet et.»

Mevlâna Hazretleri salına salına dışarı çıktı ve onun gönlünü alıp:

-Git, yüce Allah sana merhamet etti ve seni bağışladı, dedi. (I, 480-481)

akmina
Sat 30 January 2010, 03:30 pm GMT +0200
Paylaştığın konular çok güzel ALLAH RAZI OLSUN

Sems
Sun 28 February 2010, 12:19 am GMT +0200
Mevlana adına ne varsa paylaşın. Bastan sonra okumaya hazır bu nefis.

8-D fatma zehra
Sun 1 June 2014, 05:28 pm GMT +0200
Yâ Rabbî!
Biz nefis ile şeytana köpek gibi tâbi olduksa da sen, azab arslanını bize saldırtma(amin)

mevlüdekalınsaz
Tue 27 January 2015, 04:59 pm GMT +0200
Allah razı olsun.her biri pek kıymetli paylaımlar.özellikle de namaz hakkında" başlığı altında anlatılan konu çok hoşuma gitti.namazdaki hareketlerin maanları,ifade ettikleri çok güzel açıklanmış.tekrar teşekkür ederim değerli paylaşımınız için.Rahman razı gelsin

ceren
Tue 27 January 2015, 05:09 pm GMT +0200
Aleykümselam.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşimden.Hz.Mevlananın ettiği bu mükemmel dualara binler amin olsun inşallah...

[Muhammed]
Tue 27 January 2015, 06:01 pm GMT +0200
Ve aleykumselam
Rabbim razı olsun paylaşımdan dolayı