- Hz.Alinin hilafeti

Adsense kodları


Hz.Alinin hilafeti

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Thu 7 October 2010, 09:26 am GMT +0200
4- Hz. Ali (r.a.)'nin Hilafeti (35-40 H.)


Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Hz. Ali (r.a.)'ye 35. Hicrî yılın Zil­hicce ayı sonunda ve Hz. Osman'ın şehâdetinin ertesi günü bey'at olundu. Ama sahabelerden bir grup bunda gecikmişti. Sa'd İbn-i Ebi Vakkas, Üsâme bin Zeyd, Mugîre bin Şube, Nu'man bin Beşir ve Has­san bin Sabit bunlar arasındaydı. O'nun halifeliği dönemi, bir sürü fitne, savaş ve bunalımlarla geçti. Meselâ Cemel vak'asıyla başladı, Sıffeyn ile sürdü. Muaviye ile İslâm büyükleri arasında husumet başladı ve sürdü. Hâriciler fitnesi de buna eklendi. Öyle ki, ancak Hz. Ali'nin şehid edilmesi ile o mel'aneL sona erdi... Şimdi bunu özetliyelim: [39]

 
Osman (r.a.)'a Karşı İhtilâl Ve Cemel Olayı:
 

Hz. Osman'ın, bir âsi grubu tarafından öldürüldüğü kesin. Ama onun ardında hâin yahudi parmağı da aynı kesinlikte... Bu durum-Ja, katillerin bulunması ve şeriatın hükmüne boyun eğdirilmesi en tabiî istek ve vazifeydi. Bu yüzden de bütün müslümanlarla birlikte Hz. Ali de bunun peşinde ve çabası içindeydi. Kısası bekliyordu her­kes. Ancak Hz. Ali, bu işi aceleye getirmek istemiyor; fitnenin ta­mamen yok edilebilmesi için isabetli karar ve tam suçluya ceza dü­şüncesiyle, daha temkinli gitmeyi ve bazı önlemler almayı uygun gö­rüyordu. Bunun için de aceleden sakınıyordu. Bütün tarihçilerimiz de, Hz. Ali'nin bu isyanı ve suikastı şiddetle kınadığı ve uygun pozis­yonu bulup suçluları bastırarak, ilâhi adaletin isabetle tatbikini ta­sarladığında ittifak halindeler. Ama ne var ki; toplum durmuyor, olay­lar da onun tasarladığı istikamette gelişmiyordu[40].

Hâdisenin özü de şu: Talha, Zübeyr ikilisi ve üçüncü olarak da bir grup sahâLk; bu işin hızlandırılması, katillerin hemen kısas edil­mesi görüşünde olup, fitnenin bitimini de burada görüyorlardı. Hz. Ali'ye de bu konuda kendilerine düşeni yapacakları konusunda yar­dım ve destek sözü veriyorlardı, iddialarını isbat için de Basra'da bir ordu teşkil etmişlerdi. Ancak Ali (r.a.) onlardan mühlet istemiş, du­rumun selâmeti ve infazı yerinde olması için plânlı hareket etme­sine fırsat vermelerini istemişti[41].

Bütün bunlardan sonra ne oldu? Her iki taraf da Hz. Osman'ın intikamının alınması konusunda b-rleşiyorlardı. Bu niyetle de; kı­sasta acele taraflıları Basra'da buluştular. Aralarında Hz. Aişe, Tal-ha ve Zübeyr'in bulunduğu büyük bir sahabe grubuydu bu. Ve hiç­birinin de; Hz. Osman'a karşı girişilen isyan ve sonunda onun katle­dilmesine giden âsilerin yakalanıp cezalandırılmasının ötesinde bir niyyet ve emeli yoktu.

Bu meyanda, Hz. Ali tarafından da, durumun ıslahı ve bir iç har­bin önlenmesi bakımından, bir ordu o yöne hareket ediyordu.

îki cephe de aynı (sulh) gaye ile yüzyüze geldiler. Hiçbirinde sa­vaşmak, fitneyi körüklemek gibi bir niyet yoktu.

Nitekim de, Ka'ka' bin Amr, Hz. Ali'nin elçisi olarak, Hz. Aişe'nin huzuruna çıktı:

«Annemiz! Nedir sizi buralara getiren?» diye sordu.

«İnsanların arasını bulup, barıştırmak» diye cevab verdi. Sonra da Talha ve Zübeyr'e, ayrı ayrı sordu aynı soruyu. Onlar da:

«Biz de sade ve sade sulh için ve insanları barıştırmak için gel­dik» dediler... îki taraf konuşup tartışıp mes'eleyi, Hz. Ali'nin uhde­sine bırakmaya karar verdiler. Çünkü Osman'ın katillerine Allah'ın hükmünü uygulamaya fevren imkân olmadığını kabullendiler.

Ka'ka', Hz. Ali'nin yanına dönüp, varılan ittifakı haber verdi. Barıştan herkes sevinç duydu. Bu uzlaşma ve barış üstüne Hz. Ali de halka hitap etti ve Allah'a hamdini belirtip, ertesi gün geriye dönüş için emir verdi[42].

Peki ama sonra ne oldu?

Evet Hz. Ali barış ve uzlaşmayı halka duyurdu ve ertesi gün yola çıkma emri verdi. Ama fitne elebaşıları hemen toplanıp görüş­tüler. Bunlar; Ester Neh'î, Şüreyh bin Ûfî, İbni Sevda diye tanınan İbni Sebe, Sahim bin Sa'lebe ve îbni Haysem'in kölesi idi... Ve İbn-i Kesîr'in dediği gibi; «Hamdü lillâh ki aralarında bir tek sahabe yok­tu...» Barışın kendileri için doğuracağı tehlikeyi müzakere ettiler. Yâni sahabenin uzlaşmasının kendileri için tehlike olduğunu tesbit ettiler. Bu yüzden bazısı, «öyleyse Ali'yi de Osman'ın yanına gönder­meliyiz» dedi!.. Ama ibni Sebe bu görüşü reddetti ve sakındırdı. Asıl çâreyi de şöyle açıkladı: Kurtuluşunuz halkı karıştırmaktadır. Ki­minle karşılaşırsanız, harbi teşvik etmeye bakın. Birleşmek çağrı­sından şiddetle sakının. Böylece ancak, herkes kendi nefsiyle uğrasaçağından sizinle uğraşmalarını önlemiş olursunuz... Ve elebaşı­ları bu görüşte anlaşır anlaşmaz, ordunun ;çine yayıldılar.   -

Hz. Ali, ertesi gün yola niyetlenirken, Talha ve Zübeyr de aynı niyete varmışlardı. Artık barış kesinleşmiş, herkes hayırlı bir geceye girmişti. Ama Osman'ın katilleri şerli bir gecedeydiler.

Abdullah İbni Sebe ve arkadaşları harbi kızıştırmakta ittifak etr tekten sonra, durumun gelişmesine göre elaltmdan halkı kışkırtma­ya başladılar.

Ve bu düzenbazlar, fecirle uyandılar. Bine yakın sayıdaki hain­ler grup grup kendi çevrelerindeki karşıt grubun adamlarına kılıçlarla saldırdılar. Her grup kçndi çevresini ayaklandırdı. Halk yerinden fır­layıp, -baskına uğradık» zannıyla silâhına sarıldı. Herkes haykırı­yordu :

«Kûfelüer bizi oyuna getirdi. Bize hiyânet ettiler, uykuda bastı­lar!..» Ve bu işi Hz. Ali'nin plânladığını sanmışlardı. Durum Hz. Ali'­ye bildirilince şaşırdı ve «Bu halka ne oluyor?» dedi. Ve çevresine hay­kırıyordu: «Basrahlar bizi oyuna getirdi, uykuda bastırdılar.»

Artık herkes silâhına davranmış, insan ve binekler birbirine gir­mişti. Ve kimse de işin içyüzünü bilemiyordu. Artık savaş tabii sey­rinde yediğini yiyordu. Çünkü Hz. Ali'nin çevresinde 20 bin, Hz. Aişe'-nin çevresinde ise 30 bin civarında insan vardı. Bu koca orduları, lâ­netli İbni Sevda'nm fesat ekibi tutuşturmuştu. Hz. Ali'nin münadi-leri, «Savaşı bırakın, çekilin» diye bağırıp çağırsalar da duyacak yoktu[43]..

Savaşın hây u huyları arasında; Resûlullah'ın sohbetinde bulun­muş, iman şemsiyesi altında tanışmış yüzler birbirini karşılıyor, ta­nır tanımaz da hangi cepheden olursa olsun hemen savaştan el çe­kiyorlardı.

Beyhaki şöyle naklediyor: Ebû Bekir Muhammed bin Hasen El-Kaadî, senedi ile birlikte, Harb bin Esvedüddü veli'den şöyle rivayet etti: Hz. Ali ile dostları Talha ve Zübeyr, safların yaklaşmasıyla yüz yüze geldiler. Hz. Ali, Resûlullah'ın katırına binmiş halde ileri çıkıp, seslendi. Zübeyr'i çağırıyorum!.. Zübeyr'i çağırdılar. O kadar yaklaş­tılar ki, atlarının başları birbirinin hzasma geldi. Hz. Ali, «Zübeyr, Allah senden razı olsun; hatırlıyor musun biz falan yerdeydik, Resû-lullah geçiyordu, sana hitaben: «Zübeyr, Ali'yi sever misin?» dedi. Sen de: «Sevmez miyim, dayımın oğlu, amcamın oğlu ve dinimden...» dedi. O tekrar: «D.kkat et, gün gelir, haksız olduğun halde onunla savaşırsın» buyurduydu... Zübeyr hemen: «Haa, tabii. Resûlullah söy­ledikten sonra onu unutmuştum. Ama işte şimdi hatırladım... Valla­hi ben seninle savaşmam artık» dedi ve safları yara yara geri dö­nüp gitti Zübeyr.

Daha sonra Hz. Aişe'nin devesi yıkılınca, hevdecini alıp savaş alanının dışına taşıdılar. Hz. Ali onun yanına geldi. Selâm ver.p hâ­lini hatırım sordu: «Valide nasılsın?» deyince; «iyiyim» diye cevap verdi. O da «Allah seni

affetsin» dedi. Sonra sahabeler gelip onu selâmladılar. Sağlığına sevindiler[44].

 
Muaviye Mes'elesi Ve Sıffiyn Harbi
 

Hz. Ali, payitaht edindiği Kûfe'ye döndü, varır varmaz da Cerir bin Abdillâh el-Becli'yi Şam'a Muaviye'ye gönderip, onun da hal­kın bey'atına katılmasını istedi. O da, Muhacir ve Ensâr'ın toptan Hz. Ali'ye bey'at ettiğini pekâlâ biliyordu. Fakat Muaviye, bu bey'-atta «Ehl-i Hail ve Akt'in» bölündüğü ve dolayısıyla bu bey'at akti-nin gerçekleşmediği görüşünde ve onlarla tamamlanabileceği iddia-sındaydı. Bu yüzden de, Ali'nin çağırışına uymadı. Şart olarak da, Osman'ın katillerinin bulunmasını öne sürdü. Ve ancak o zaman «Mü'minlerin enıîri» olabileceğini savundu...

Fakat Hz. Ali, imametinin ve bey'atın tamlığına kesinlikle inanı­yordu. Çünkü Medine'lilerin ittifakı vardı. Burası Nebevi Hicret evi idi. O yüzden de Medine dışında bulunup da bey'atı gecikenleri zor­luyordu... Hz. Osman'a isyan edip onu öldürenler mes'elesini ise, plânlı şekilde ve kesin tesbitle, sağlıklı sonuç almak için programa bağlamıştı.  .

Muaviye'nin karşı tavrı anlaşılınca, onu âsi saydı, tslâm cema­atı ve imamlarının dışında ilân etti. Netice olarak, otuzaltıncı Hicri'­de Receb ayının onikinci gecesi yola çıktı. Nahile'de ordugâh kurdu, îbn-i Abbas'ı yerine vekil bıraktığından o Basra'dan gelip yetişin­ce, ordu Şam üzerine yürüdü. Maksat âsi valiyi İslâm cemaatına ka­tılmaya ve itâata zorlamaktı[45].

Muaviye bunu öğrenince, o da Şam'dan ordusuyla yürüdü, tki ordu Fırat nehri boyunda Sıffiyn ovasında karşılaştı. Ama önce, iki aya yakın süre karşılıklı elçi teatisiyle geçti. Hz. Ali, Muaviye ve çevresini bey'ata çağırıyor. Osman'ın katillerinin kısasının da çok yakında gerçekleşeceğine iknaya çalışıyordu. Muaviye ise, amca oğ­lu da bulunan Hz. Osman'ın kan dâvasında en çok hak sahibi olduğu­nu, öyleyse ön şart olarak bunu talep ettiğini belirtiyordu. Esasen bu sırada, aralarında zaman zaman taşlaşmalar da oluyordu.

Nihayet, otuzyedinci yılın Muharrem ayı gelip çattı. îki taraf da, bir ay ara vermekte anlaştılar. Umulan barıştı. Fakat, bu bekleme dö­neminde de hiçbir ilerleme kaydedilemedi. Sonunda Hz. Ali deîlâllar çıkarıp ilân etti: «Emîrü'l-Mü'mininin Şam halkına çağrısı şudur: Si­zi uzun zaman hakka ve itâata çağırdık. Inad ve isyanınızdan vaz­geçmediniz ve hakka teslim olmadınız. Ben size açık davranıp öde­vimi yaptım. Allah hâinleri sevmez[46]».

Bunun üzerine Muaviye ve Amr bin As, orduyu tanzime başla­dılar. Hz. AH de ordusunu gece boyu tanzim edip; Küfe süvarilerine Ester en-Neh'i, Basra ekibine ise Sehl bin Hanif'i komutan tâyin et­ti. Ve her birine, sıkı sıkıya tenbih etti: Şamlılar savaşı başlatınca-ya kadar bekleyeceklerdi. Yine yaralılara eziyet etmemeyi, kaçanla­rı kov alamamayı, kadınlara ve yaşlılara el sürmemeyi ilke olarak bil­dirdi...

ilk gün çok şiddetli çarpışma oldu. İkinci gün de aynı hal sür­dü. Yedinci günde bile hiçbir tarafta galibiyet belirtisi yoktu. En son savaş Muaviye taraflarım hırpalamaya ve Hz. Ali tarafının zaferine meyletti... Bu esnada Muaviye ve Amr durum müzakeresi yapıp, bir karara vardılar. Amr ona, Irak ordusuna Allah'ın kitabını hakem edinmeye' çağırma tavsiyesinde bulundu. Muaviye askerlere, Kur'an sahifelerini mızraklarının ucuna takıp; işte Allah'ın kitabı. Aramızda hakem olsun, diye çağırmalarını öğütledi... Hz. Ali'nin ordusundan bunu görenler, tam da zafere ramak kalmışken, tereddüde düştü­ler: Bazısı, evet biz ilâhî kitabı hakem edinelim derken, bir kısmı da bunun hiyle olduğunu bildiklerinden savaşa devam ediyorlardı. Bu aslında Hz. Ali'nin görüşüydü. Ne var ki, karşı tezi tutanlar çoğa­lınca bunaldı. Eş'as bin Kays'ı göndererek, Muaviye'nin ne istediğini öğrenmeyi denedi. İkimiz de Allah'ın kitabına başvuralım diye cevab verdi. Sonra bizden bu kişi, sizden de bir kişi seçelim. Yetkiyi onlara verelim. Kitabın hükmünü onlar ortaya koysunlar. Ne karar verirler ise, birlikte uyalım ..

Şamlılar Amr İbn-i As'ı, Kûfeliler ise Ebü Mûsâ el-Eş'arî'yi seç­tiler. Bu iki hakem ön anlaşmayı yazıp imzalayınca iki tarafın sözü birleşmiş gözüküyordu.

Anlaşmaya göre Ramazan'a kadar beklenecek ve sonra iki ha­kem Dûmetü'l-CendeVde bir araya gelip sonucu ilân edeceklerdi. Bu­nun üzerine herkes dağılıp gitti.

Emirü'l-mü'minin Hz. Ali Kûfe'ye döndü. Fakat ordusu içinde de tehlikeli tartışmalar bağlamıştı. Nitekim Kûfe'ye varır varmaz da bir kitle ayrıldı. Onlara göre hakem tâyini sapıklıktı. Ve Harara mev­kiinde toplanan on iki bine yakın isyancıya Hz. Ali İbn-i Abbas'ı, ko­nuşup ikna etmek için gönderdi. Fakat bu çaba hiçbir sonuç verme­yince, Hz. Ali bizzat kendisi gitti. Toplantıda şöyle konuştu: İsyanı­nıza sebeb ne? Dediler ki: Hakem tâyininiz. O da: Ama biz, hakemlere Kur'an hükmünü ortaya koymalarını şart koştuk dedi. Kur'an ne d"-yorsa o olacak. Dediler ki: Bize kan dâvasında insanın hakemliğini adalete uygun görüyor musun? O da, biz insanı değil, Kur'ân'ı ha­kem kılıyoruz, dedi. Kur'an ise iki kapak arasında yazılıdır. O an­cak insanın diliyle konuşur. Onlar: Peki aranızda neden süre belirt­tiniz? dediler. O da: Cahil bilsin, âlim kaydetsin diye... Ve umdu ki, bu esnada Allah bu ümmetin arasını düzeltir... diye bitirdi.

O anda hepsi, onun görüşünü benimsediler. O da, hadi mem­leketinize dönün, Allah size acısın., dedi ve herkes savuşup gitti.

Nihayet belirlenen vakit geldi. Hicri 37. Ramazan'ı girdi. Hz. Ali, Ebû Mûsâ El-Eş'arî'yi, bir grup Kûfeli ve sahabe ile birlikte gönder­di. Muaviye de Amr bin As'ı Suriyeli bir grupla gönderdi. îki hey'et Dûmetü'l-Cendel'de toplandı. Allah'a hamd ü senadan ve birbirlerine öğütten sonra, bir kâtip tensibi ve karara bağladıkları herşeyi yaz­dırmayı kararlaştırdılar. Fakat, ümmeti kimin idare edeceği konu­sunda ittifak edemediler. Ebû Mûsâ, hem Hz. Ali ve hem de Muavi-ye'yi azletmeye razı olduğu halde yerine sadece Abdullah İbn-i Ömer'i namzet gösterdi. Halbuki o da bu işe girmek istemiyordu.

Bu sırada iki hakem, Ali ve Muaviye'yi azletmede birleşmiş gö­ründü. Sonucu müslümanların şûrasına bıraktılar. Kimi isterlerse se­çeceklerdi. Sonra tarafların hey'etleri karşısına çıktılar. Anlaşma ko­nusunu ilân etmek üzere Amr, Ebû Musa'yı ileri sürdü. O da, hamdü sena ve Resûlullah'a saîât u selâmdan sonra dedi ki: Cemaat! Biz bu ümmetin problemini görüştük. Onun kesin halline ulaşamadık. An­cak bir mukaddime olarak bir ilkede anlaştık. Bu ilke gereği ben Ali'yi de Muaviye'yi de vazifeden alıyorum, dedi ve oturdu. Ardın­dan Amr kalktı ve hamd ü senadan sonra dedi ki: «Bu zâtın ne dedi­ğini duydunuz. O kendi efendisini azletti. Evet ben de onu azlettim. Kendi efendim Muaviye'yi ise yerinde bıraktım. Çünkü o Osman bin Affân'ın velisidir. Onun kan dâvasına olduğu gibi, yerini almaya da herkesten çok çok hak sahibidir.»

Bunun üzerine, halk dağıldı. Herkes kendi memleketine döndü. Amr ve hey'eti, Muaviye'nin yanına girip Halife olarak selâmlarken, Ebû Mûsâ Hz. Ali'ye karşı mahcubiyetinden doğruca Mekke'ye git­ti... îbn-i Abbas, Şüreyh bin Hani' ise Ali'ye varıp durumu haber verdiler[47].

 
Haricîler Mes'elesi Ve Hz. Ali'nin Öldürülüşü:
 

Hz. Ali, Ebû Mûsâ ve kafilesini, Dûmetü'l-Cendel'e gönderince; Hâricilerin tutumu sertleşti. Hattâ onu küfürle itham etmeye baş­ladılar. Halbuki onu en çok sevenlerdi bunlar...

Hz. Ali'nin artık bunlarla konuşacağı yoktu. Onlara son uyarısı şu oldu: «Sizin üzerinizdeki hakkınız, isyan etmedikçe, sizi mescid-lerimize kabul etmemizdir. Bizimle işbirliğiniz olduğu müddetçe de ganimetlerden hissenizi veririz. Ve siz savaş açmadıkça da size sa­vaş açmayız...»

Sonra da Hz. Ali büyük bir ordu ile tekrar Şam üzerine yürüdü ve aynı zamanda «Hakem kararı»nı reddettiğini de ilân etti. Fakat iş çığırından çıkmış, Hâriciler[48] her tarafta fesat çıkarmaya ve kan dökmeğe başlamışlardı. Öyle ki, Resûlullah'in sahabesi Abdullah ibn-1 Hubab'ı ve hâmile karısını bile öldürmekten çekinmediler... Bu du­rumda Hz. Ali ve çevresi, Şam'a kadar gidip Muaviye'yi itaat altına almak için savaşırken bunların arkadaki herşeyi yakıp yıkmaların­dan endişelendiler. Öyleyse, bu azgınların ıslahından başlanması ge­rektiğine karar verildi.

Hz. Ali, çevresindeki ordusuyla onlar üzerine yürüdü. Medain'e yaklaşınca, Nehrevan'daki Hâricilere elçi gönderdi: «Bizim adam­larımızı öldürenleri teslim edin, kısas edelim. Bu şartla sizi rahat bırakırız. Sonra Şam'a yürüyecek ve inşâallah, sizin hayır gördüğü­nüz duruma döndüreceğiz» dedi. Fakat onlar Ali'ye şu mealde ce­vap gönderdiler: Sizin adamlarınızı hepimiz öldürdük. Biz onların da sizin de kanınızı helâl görüyoruz..

Bunun üzerine Hz. Ali yaklaştı ve onlara nasihat edip uyarıda bulundu. Fakat onlardan müsbet cevap şöyle dursun; haydin sava­şa, haydin Allah'a kavuşma cidaline, diye meydan okumaktan öte bir karşılık alamadı.

Bütün bunlara rağmen Hz. Ali, savaşı başlatmadan önce bir de

Ebû Eyyûb El-Ensârî'ye emir verdi, o da barış sancağını sallayarak, «Kim bu sancak altında toplanırsa güven altındadır. Kim, Küfe ve­ya Medain'e dönerse güven altındadır» diye çağında bulundu... Bu­nun üzerine halkın çoğu dağıldı ve Abdullah îbn-i Vehb er-Rasibl çevresinde bin kadar kişi kaldı. Ve Hâricilerin başlattığı çarpışmada, hepsi ya da çoğu öldü. Hz. AH tarafından ise sadece yedi kişi öldü...

Ama sır döndü sanki, mes'ele Hz. Ali çevresinde daraldı. Ordusu bunaldı. Şam'a şans güldü. Iraklılar da sağa-sola çekmeğe başladılar. İbn-i Kesir'in dediği gibi: İki liderden Muaviye hakemlerin kararını kullandı. Buna bağlı olarak da Suriye güçlenirken Irak sürekli za­yıflayıp gitti. Halbuki hepsi de, o çağda Mü'minlerin emiri Ali'den daha hayırlı bir kimsenin yeryüzünde bulunmadığının şuurundaydı. Allah'a itaatte, zühd ve takvada, bilgide ve titizlikte yegâne... Ama bir kere onu terkedip yenik düşürdüler. Ve Hz. Ali hayattan öyle nef­ret etti ki, âdeta ölümü ister oldu. Hattâ şunu tekrar ediyordu:

«Çekirdeği yarıp hayat veren, rüzgârı estirip nefes aldıran el­bette başı boyundan ayırır ve azgmlaştırmaz...»

Abdurrahman îbn-i Mülcem'e gelince, bu herif Hâricilerin lider-lerindendi. Katâme isminde ve fevkalâde güzel bir kadına tâlib ol­muştu. Kadın ise, Nehrevan savaşında babası ve kardeşini kaybet­mişti. Kadın şöyle bir şart koştu: Benim beldeme, Ali (r.a.)'yi öldür­meden gelmemelisin. Adam onunla evlendi ve Hz. Ali'yi öldürme plâ­nını sürdürdü.

Kırkıncı Hicret yılında, Ramazanın onyedinc; günü cuma akşa­mı îbn-i Mülcem iki adamıyla pusuya girdi. Hz. Ali'nin mescide gider­ken çıkıp geldiği kapının arkasına siper aldı. Sabah namazına çı­karken aniden saldırdılar. İbn-i Mülcem kılıcıyla şakağına vurdu. Kan sakalına aktı... Arkadaşlarına «ben ölürsem onu öldürün. Ölmezsem, kendim karar veririm yapılacağa dedi. Çünkü, îbn-i Mülcem'in yap­tığını biliyordu... Fakat son deme geldi. Sadece «Lâ ilahe illallah» diyordu. 63 yaşında vefat etti. Hilâfeti de beş yıldan üç ay eksik sür­müştü.

îbn-i Kesir'in terâh ettiği görüşe göre, Kûfe'de imarethaneye gö­müldü. Fakat çoğu tarihçiye göre Haricîlerden koruma niyetiyle ya-, kınları, kabri sakladılar. Baki' mezarlığı gibi çok değişik yerler de söylenir... İbn-i Mülcem'i de, Hz. Hasan hak sahibi olarak öldürttü ve cesedini yaktırdı[49].

 
5- İbretler Ve Dersler
 

Birinci olarak: Acaba Hz. Ali ile, Hz. Osman'ın kan dâvasında acele edenler arasında ciddi ve esaslı bir ihtilâf var mıydı?

Başta anlattıklarımızdan peşinen anlaşılmış olmalı ki; Hz. Os­man'ın katillerini kısas etme mes'elesinde hiçbir anlaşmazlık yoktu. Çünkü Talha, Zübeyr ve Âişe (r.a.) ve çevresindekiler, katillerin kı­sas edilmesinde hırslıydılar. Bu da Hz. Ali'nin işe başlar başlamaz ilk el attığı husustu... Ne var ki Ali (r.a.) ise önce nizamı sağlamak, sükûnu sağlamak, ondan sonra da plânlı ve güçlü bir şekilde ola­yın üzerine gidip katilleri kıskıvrak yakalamak niyet ve görüşün­deydi, îşte Hz. Ali'nin özen gösterdiği iş, önce nizamın avdetiydi... Ama karşı tarafın esas aldığı ve ilk plânda icrasını istediği; barışı ve toplum istikrarını bağladığı ise kısastı. Ve sonunda, Aişe, Zübeyr ve Talha çevresindekiler de mes'eleyi kavrayıp-, işi Hz. Ali'nin inis-yatifine bıraktılar. Sonuç olarak, katillerin yakalanması ve kısas edil­mesi temel karar oldu.

İşte böyle bir anlaşma sonunda, herkes kendi sorumluluğunu bi­lerek, onu yerine getirme azmi içinde, yerlerine ve evlerine dönme­yi kabul ettiler, gittiler.

İkinci olarak: Peki, taraflar anlaşıp işi Hz. Ali'nin iradesine bı­raktıkları ve ona her hususta destek olmaya söz verdikten sonra, bu kararın uygulanmasını köstekleyen neydi?

Görüldü ki bu kararı iptal eden, fitnenin elebaşlarımn hazırla­dığı hiyle idi. Başında ise, îbn-i Sevda yâni İbni Sebe vardı. Karar verdiler ama bu karar fitnecileri çılgına çevirdi. Sonuçtan korktuk­ları için ordunun içine yayılıp, gecenin karanlığında baskın süsü ve­rerek birbirine düşürdüler. Kimse neye uğradığını anlamadan, her­kes karşısındakine kılıç salladı. Bunu yaptırdılar ki; kimsenin kim­seye güveni kalmasın. Ve her iki taraf da birbirini; sulh perdesi ar­kasında hiyânet ve baskınla suçlasın.

Bunu böylece tesbit ettikse; bu kolay ve ucuz bir oyun, ancak insanlıktan sıyrılmış, tıyneti bozuk ve câhiliyyeye yönelmişlerin işi olabilirdi. Ama o tertemiz mayalı ve yüce ahlâklı sahabeler, böyle bir hiyle karşısında ne tedbir alabilirlerdi?.. Eh, nefis müdafaasın­dan başka ne gelirdi elden, bu âni zuhurat karşısında?.. Ve karşı ta­rafın bir fırsatı değerlendirmesi olmanın ötesinde nasıl bir yorum ve değerlendirme yapabilirlerdi? Ve bütün bu olumsuzluklara rağmen gördük ki, müslümanlar; karşısındakilerini tanır tanımaz, he­men kavgadan el çekip ötekinden af diliyor.

Demek ki, bu fitne hiçbir zaman sahâbe-i kiram (r.a.)'ın gönül­lerinde bir bozukluğa ve tahrifata sebeb olamıyor. Hangi tarafta olur­sa olsun, birbirine azılı düşman olmuyorlar. Aksine, hiylekârlarm gönüllerini kararttıkça karartıyor, hangi taraftan olursa olsun sa­habeye karşı hıyanetten hıyanete geçiriyor onları.

Ama işin şaşırtıcı yanı, bütün bunlara rağmen, bu fitneyi ya­zanların çoğunun uyanamaması. Ve olayın kendi şartları içinde ki­min parmağıyla döndüğünü keşfedememesid.r. Hemen herkes olayı satıhtan alıyor, zahirî sebebleri üzerinde ve görüntülerde dolaşıyor, habire tafsilâtiandırıyorlar. Hep bu fitnenin kurbanlarını gündeme getirip, rastgele şuna buna sataşıyor, eleştirip suçluyorlar. Hemen hiçbiri de; bu fitneyi tezgâhlayan, bu ateşi körükleye körükleye; Ha­life Hz. Osman'dan başlatıp son Halife Hz. Ali'nin ölümü noktasına kadar besleyen perde arkasına eğilmiyorlar.

Yâni bu türlü bir üslûpla yazmak da oyunun ayrılmaz bir par­çası; bu üslûp o oyunun mütemmimi midir yoksa?

Üçüncü olarak  Biz kesin olarak tanıyor ve inanıyoruz ki, Hz. Ali efendimiz, (k.v.) yaptığı işlerde ihlâslıdır. Ve asla şahsî ve nefsi bir maslahatın etkisinde kalmamıştır... Onun derin bilgisini de bili­yoruz. Hattâ kendisinden önceki üç halifenin herbirinin müsteşarı ve bilgide tedbirde başvurduğu hüviyyetti. Hz. Osman'dan sonra hal­kın kendisine bey'at etmiş ve bu bey'atı ihmal eden Muaviye'yi de âsi saymış olmasıyla, bundan sonra süren tartışma ve mücadeleleri irdeleyen ulemanın cumhurunun ve büyük imamların da ittifakıyla-, Muaviye'nin Hz. Ali'ye karşı takındığı tavırla âsi olduğu, Hz. Ali'nin ise, onun karşısında, Osman'dan sonra yegâne, şer'î ölçüde halife olduğunun bilincindeyiz. Ama tabiî, âsi olanın müçtehid olduğunu da hatırımızda tutuyoruz. Öyleyse müçtehide, karşı içtihada yetkisi olun­ca, onu uyarmaya, onu korkutmaya, onunla savaşmaya da kendisini yetkili sayabilir; bunu da unutmamalıyız.

O halde, sadece tek yönden bakarak, Muaviye'nin tepkisini par­mağımıza dolayıp, oradan öteye geçmemek yakışmaz. Üstelik, tari­hin tozlandırdığı bu olaya, ona aşırı düşmanlık takınanların rolünü üslenerek eleştirmenin ne faydası var?.

Bize yaraşan ise, özellikle akide yönünden, şeriatın kuralını bilip onun gerektirdiğini yapmaktır. Evet Hz. Osman'dan sonra Halife Hz.. Ali'dir. Muaviye de, ona karşı çıkmış âsîlerin mümessilidir. Şimdi ise, olay Allah fecî'm hükmüne kalmıştır.

Dördüncü olarak: Hâricilerin konumunu araştıran, Hz. Ali'nin yardımına son gücüyle koşmuşken, aniden değişmelerini, bu sefer de onun en keskin düşmanı ve peşini takibeden suikastçısı oluverişle-rini gören,  onların aşırılığın kurbanı  olduklarını  kabul  edecektir.

Nitekim, islâm'ın akidede ve metodda hep orta yolu seçtiği ma^ lûmdur. Bunun anlamı, bilerek ve dengeli hareket etmektir. Orta yo­lun sınırları bunlardır. Bilgiyi kaynağından süzen, kural ve gereği­ne göre kullanan, buna nüm ve vekarı da ekleyen artık, ifrat ve tefrit tehlikesinden korunmuş demektir.

Halbuki Hâriciler, çöllerden gelmiş, Arabın en cahil tabakasıydı. İncelikten, sevgiden geç de, bilgiden ve ölçüden mahrumdular. Bun­lar, onların akıl ve gönüllerine misafir bile olmamıştı. Eh, artık, ka­ba yapılarına ve nefsi taşkınlıklarına kul olmaları tabiiydi. Bu da en başta, hakem usûlünden ötürü Hz. Ali'yi tekfir etmelerinde tipik ha­liyle ortaya vurdu. Öyle bir karakter yansıtır ki bu; artık büyük gü­nah - küçük günah, kim ne işlerse; bunların nazarında hemen kâfir olmuştur.

Bu aşırılığın işleri tâ günümüze kadar da uzamıştır. Küfürle it­ham basit sebeblere dayanır, çünkü aklî aşırılıktır.

Hep söylediğimiz gibi, aşın akılcılık, her zaman ilmi reddeder ve kurallarını, kanunlarım hiçe sayarlar. [50]

 

6- Hâtimte (Son Söz)
 

Resûlullah (s.a.v)'In Bazı Özellikleri Ve Mescidiyle Kabrini Ziyaret Etmenin Fazileti Hakkındadır
 

Resûlullah (s.a.v.), arasında gömlek ve sarık bulunmayan üç par­ça kumaşla kefenlendi. Kefenleme bitince, kabrinin kenarındaki se­dir üzerine kondu ve halka izin verildi. Grup grup giriyorlar, hücre­ye, imamsız olarak O'nun namazını kılıyorlardı. Namaz kılanların sırası şöyleydi: Önce amcası Abbas, sonra Hâşim oğulları, sonra Mu­hacirler ve Ensâr. Daha sonra da öbür halk kitleleri gelip kıldı... Ve Resûlullah (s.a.v.) vefat etmiş olduğu yere, Hz. Âişe'nin odasındaki yerine defnedildi.

Resûlullah (s.a.v.} vefat ettiğinde, dokuz tane hanımı vardı. Hz, Şevde, Hz. Aişe, Hz. Hafsa, Hz. Ummü Habibe, Hz. Ümmü Selemer Hz. Zeyneb bin Cahş, Hz. Cüveyriye, Hz. Safiyye, Hz. Meymûne. Bun­lardan, sadece Hz. Âişe (r.aJ'yi bakire olarak almıştı.

Üç tane oğlu olmuştur: Kasım (ki kendisi onunla künyelenir) ve Peygamberliğinden önce doğmuş, iki yaşındayken vefat etmişti. Ab­dullah ki, Tahir ve Tayyib diye de adlanırdı. Nübüvvetten sonra dünyaya gelmişti.

İbrahim ise, Medine'de, sekizinci yılda doğdu, onuncu yılda ve­fat etti.

Dört de kızı vardı:

Fâtıma, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsum. Hz. Rukiyye, Bedir günü, yâni ikinci yıl Ramazanında vtat etti. Ümmü Külsum ise do­kuzuncu yılda Şaban ayında vefat etti. Bu ikisi de, sırasıyla, Hz. Osman Ibn Affân (r.a.)'ın nikâhına girmişti. Hz. Zeyneb ise, en bü­yük kızı olup, Ebü'l-Âs ile evliydi ve Hicretin sekizinci yılında vefat etti. Hz. Fâtıma (r.a.) için söze hacet yok. Hz. Ali (r.a.)'nin zevcesi, Hz. Hasan ve Hüseyin'in anneleriydi. Resûlullah, insanların en yi­ğidi idi. Özellikle de Ramazan günlerinde... Herkesten çok daya­nıklı ve metin idi. Yine insanların en güzeliydi. Hem hulk (huy),, hem de haki (dış görünüş) bakımından. En eliaçık ve en güzel kokulusuydu insanlığın. Muaşerette en üstün, Allah'tan korkmada İse en şiddetli... Asla kendi nefsi için kızmaz, intikam almaz, ancak Al­lah'ın yasakları ciğnenirse kızar, kızması da ancak Hak yerini bu­lunca geçerdi. O'nun ahlâkı Kur'an İdi. İnsanların tecavüzce en ilerisi olup, ev halkının işlerine bile yardımcı olur, zayıfları son derece himaye ederdi,. Haya bakımından da insanların en üstünüydü, de­sek yerindedir. Asla yemek ayırmaz; iştahı varsa yer, yoksa bırakır­dı. Hiçbir zaman yaslanıp ya da bir masaya oturup yemek yeme­miştir. Yiyeceklerden tatlıları ve özellikle balı çok sever, debbeki (kabak yemeğini) aşırı severdi. Öyle olurdu ki; bir ay, iki ay evinde ateş yanmaz, yemek pişmezdv... Hediyye kabul eder, sadaka yemez­di. Ayağına sandalet giyer, elbisesini yamalar, hastaları ziyaret eder. O'nu, ister fakir, ister zengin kim da'vet ederse, da'vete icabet eder­di. Yatağı, iç hurma lifi dolu bir deri minderdi ...Hâsılı dünya me-tâmdan erzak ve malzemesi son derece tiz idi. Allah O'na yeryü­zünün tüm hazinelerinin anahtarını vermişken O, bunların yerine âhirettekini tercih etti... O, sürekli düşünür ve zikirle meşgul olur­du. Gülmesi hep tebessüm halinde görülürdü. Mizah bile yaptığı ol­sa hep olanı, gerçeği söylerdi (uydurma, asılsız değil). Ashâbıyla ül­fet eder, iyilik yapan herkese iyilikte bulunur ve her birinin işine yar­dımcı olurdu.

Sahîh-i Buhâri'de, Enes İbn Mâlik'ten nakledildiğine göre O, şöyle demiştir: «Resûlullah (s.a.v.)'m elinden daha yumuşak ne ipek, ne atlas benim elime değmedi. O'nun kokusundan daha hoş bir ko­ku da koklamadım. Ben O'na on yıl hizmet ettim. Ama bana asla: Öff» demedi, yaptığım hiçbir işe niçin böyle yaptın, yapmadığıma da niçin böyle yapmadın, diye azarladığını duymadım.»

Bilelim ki, O'nun mescidini ve kabrini ziyaret, Allah'a en yakın olma hallerindendir. Bunun üzerinde ise, bütün devirlerde, bütün İslâm uleması ittifak etmiştir, tht.lâf eden olmamıştır, tâ günümü­ze kadar, İbn Teymiye hariç (Allah onu afvetsin). O'na göre Re-sûlullah (s.a.v.)'ın kabrini ziyaret meşru değildir. Halbuki, ona rağ­men müslümanların ittifak ettiği bin sürü delil var-.

a) Genel anlamda kabir ziyareti meşru ve hoşlanılan birşeydir. Nitekim,   hepsi   bir  yana,   yukarıda  naklettiğimiz   gibi  Resûlullah (s.a.v.) âdeta her gece Baki1  kabristanına gider ve orada yatanlara selâm verip mağfiret dilerdi... Sahihte böylece sabit olmuştur. Bu­nun tafsilâtına dair hadisler çoktur. Eh, Resûlullah'ın kabri de umu­ma dahil olduğuna göre, onun hükmü de kendiliğinden anlaşılır.

b) Resûlullah (s.a.v.)'m kabrini ziyaret hususunda Sahabe, Tâbiîn ve onlardan sonraki dönemlerde ulemanın icma'ı sabit olmuş­tur. Hattâ, O'nun Ravza-i Şerifinden her geçişte O'na selâm veril­mesi gerektiğine dair hadîsleri de bütün seçkin İslâm ulemasının ara­sında bizzat îbn Teymiye de nakletmiştir.

c) Sahabelerin de, Resûlullah (s.a.v.)'ın kabrini sık sık ziyaret etmekte oldukları sabittir. Ceyyid isnat ile Îbn Asâkir'in nakline gö­re Bilâl (r.a.) bu ziyaretçilerden biridir. Mâlik'in Muvatta'ındaki nak­line göre de, îbn Ömer, Ahmed'in nakline göre de Ebû Eyyub sık ziyaret edenlerden olup, hiçbir kimse de çıkıp onlara mâni olama­mış, ya da kötü görüp ayıklamamıştır.

d) Ahmed  (r.a)'in sahih senedle, nakline göre Muâz îbn Ce-bel'i Yemen'e gönderirken, vedâlaşıyor ve şöyle diyordu: «Muâz! bel­ki bu yıldan sonra artık benimle karşılaşamazsın. Ama muhtemel ki bu mescidime ve kabrime uğrarsın.»   Hadîste   «Lâalle»   kelimesi geçiyor   Bu kelimenin haberine «En»  dahil olursa arz ve rica mâ­nâsı ifade eder. Bu cümlenin dizilişi apaçık bir tavsiye ifade ediyor. O'na selâm vermesi tavsiye ediliyordu[51]. Durum böyle bir açıklığa ulaşınca, artık tek başına kalan îbn Teymiye  (r.h.)'nin iddia ettiği tarza karşı başka bir savunmanın yersiz ve kabri ziyaretin de meş­ru bir amel olduğu anlaşılır...

Zâten Îbn Teymlye'nin bu konudaki dayanağının hepsi Resûlul-lah (s.a.v.)'ın şu kavlidir: İnsanın, ziyarete bineğini ancak şu üç mescide gitmek için hazırlaması uygun olur: Mescidi Haram, Be­nim Mescidim ve Mescid~i Aksa».

Yine: «Allah Yahudilere lanet etsin. Onlar peygamberlerinin kab­rini mescid haline getirdiler». Ayrıca: «Kabrimi iyd (bayram) yeri edinmeyin!»

Halbuki bu üç hadis-i şerifte de, o zâtın tek başına iddia etti­ği şeye bir dayanak mevcut değil. Meselâ: «Hayvan koşturulmaz veya hazırlanmaz...» diye başlayan hadis: «Şu üç mescidin ziyare­ti için uzaklardan kalkıp gelmek, bunun için hazırlanmak, başka yerlere nazaran daha uygundur» anlamında kinayedir. Yâni bura-âaki özelleştirme izafidir. Zira sahihte sab;t olan hadîse göre Resû-lullah (s.av.) Küba mescidini de her hafta, hattâ bir rivayete göre her Cumartesi günleri ziyaret ederdi. Buna bakılınca, O'nun bu mes-cidlerden başkalarını da ziyarete tahsis etmiş olduğu kabul edilir. Ama Resûlullah (s.a.v.) orası için at koşturmadı denemez. Çünkü böyle bir tefsire girişilirse; o zaman bir kimsenin, bir yerden bir ye­re gitmesi eğer hayvan hazırlayıp gidilmedlyse caiz, yok binek ha­zırlayıp özel gidilirse, bu üç mescidin dışındaki yerleri ziyaret ha­ram olması gerekirdi. Bu tür bir mantığı ise en zayıf akıllar bile reddeder... «Allah, yahudilere lanet etsin. Peygamberlerinin kabri­ni mescid yaptılar», hadisine gelince, genel haliyle ziyarete delâleti yok.

Çünkü, yukarıda izahı geçtiği üzere, burada kabrin veya çevre­sinin namazgah edilmesini ayıplamaktadır. «Mesâcid» sözü bunu an­latır. Çünkü mescid, namaz kılınan yerin adıdır. Çünkü kabri sade­ce ziyaret, onu mescid

edinme anlamına edinmiş olurdu. Öyle ya, O da Baki' kabristanını her gun ziyaret ederdi.

«Kabrimi bayram yeri yapmayın» sözüne gelince: Bu demektir ki, benim kabrimi ziyareti muayyen günlere bağlamak suretiyle; bay­ram günleri gidilen mahallere benzetmeyin. Nitekim Hafız el-Mün-ziri de, öbür hadîs uleması da böyle tefsir etmişlerdir. Ayrıca; o ma­halde, süslü püslü görünme, yığılıp bağırıp çağırma, laubali hare­ket etme; yâni bayram şenliğine gelmiş gibi davranmanın nehyedil-mesini anlamak da mümkündür tabii... Ama, Resûlullah'ın kendi kabrini, sırf ziyaretten menetme anlamına yormak, çok uzaktır. Çün­kü yine «îyd»den kastı, kabri ziyaret olsa; o zamanda Resûlullah, Baki' mezarlığını «lyd» yâni bayram yeri kabul etmiş olurdu. Bu te­zat nasıl anlaşılsın?

Şimdi, dikkat etmeliyiz. Resûlullah (s.a.v.)'m kabrini ziyaretin de birtakım usûl ve âdabı vardır. Ve uyulması zaruridir. Allah sa­na, orasını ziyareti nasibederse, önce ona doğru bir niyetle karar ver. Önce O'nun mescidini ziyarete, sonra da kabrini ziyarete niyet et. Medine'ye girerken boy abdesti al. En temiz elbiselerini giyin. Medine'ye ayak basıp O'nunla şereflendiğinde, Allah'ın yarattık­larının en hayırlısı ile şereflendirdiği bir beldeye girmekte olduğuna kalben hâzır ol. Mescide girer girmez de doğruca «Ravza»'ya yönel. Kabirle minber arasında iki rek'at Tehıyyetü'l-Mescid kıl. Bundan sonra «Kabr-i Şerif»'e yaklaştığında; dikkat et, öyle şamata ve teha­cümden sakın. Bazı cahillerin yaptığı gibi, şebekeye yapışıp öpme, elini yüzünü sürme vs. den şiddetle sakın. Bu, insanı harama kadar götüren b'r bid'attır .. Aksine, kabirden mümkün mertebe uzakta dur. Önüne gelen duvarın karşısında heybetle celâl duygusuyla dur.

Ve Resûlullah'a hafif bir sesle selâm ver; «Şehadet ederim ki, Allah'­tan başka ilâh yoktur. Şehadet ederim ki; sen Peygamberlik ödevini duyurup yerine getirdin. Ümmetine nasihatim yapıp on­ları güzel öğüt ve üstün hikmetle Allanın nizamına çağırdın. Son ne­fesine kadar da Allah'a kulluktan geri kalmadın. Öyleyse, sana, as­habına, ailene; Rabbimin sevip dilediği ve razı olduğunca salât ve rahmet etsin...» de.

Sonra biraz sağa kayarak kıbleye dön. Böylece yönelişin, sırf kabre olmamış olsun. Ve elini açıp kalbin Aziz ve Celîl olan Allah'­ın korku ve ürpertisi içinde duâ et. Ama, sakın bunu Resûlullah (s.a.v.)'a karşı edebsizlik de sanma. Sanma ki, duâ kabre yönelerek yapılmalıdır. Hayır! Duâ Allah (c.c.)'a bir hitaptır. O'na hitabta ise ikinci birşeyin iştiraki asla caiz olmaz. Ve Allahü Teâlâ'ya duada dönülecek en hayırlı yön ise Kıble'dir. Sen sakın, birtakım câhil ve bid'atçılardan gördüğün şeylere itibar etme. Ve duana şöyle başla:

«Ya Rab! Sen buyurdun, buyruğun haktır: «O nefsine zulmeden­ler sana gelip de Allahtan af dileselerdi, Resul de onlara af dilerdi ve Allah'ın ne kadar da tevbeleri kabul ettiğini göreceklerdi.»

îşte ben de sana geldim, tevbe ediyorum. Günahlarımdan istiğ­far edip, Resulünden de şefaat diliyorum, senin nezdinde!. Ve yâ Rabbi, sağlığında O'nun kendisine mağfiret ettiğin gibi, bana mağfi­ret etmeni bekliyorum...

Bundan sonra da, artık, din ve dünyan için, din kardeşlerin ve yakınların için istediğin kadar çok duâ et.

Ey kardeşim! Bu duada bana da bir hisse ayırmayı unutma sa­kın. Ve de ki; yâ Rab! Öncekileri ve sonrakileri, o muhakkak ola­cak mahşer gününde topladığında; şu fakir günahkâr kulun, «M. Said Molla Ramazan oğlunun» da günahlarını en uygun şekilde ört. Ve bağışladığın kullarının arasında onu da ni'met ve bereketinin hi­mayesine dahil et. Onu da, Resulün K^uhammed aleyhisselâm'ın Hav-zı kenarında o şerbetten takdim edilenlerden eyle. O, yüzünde neş'e ve tebessüm, Havzının kenarında; hayat dağıtmak için, ashabım, ta­nımadığı tüm ümmetini, kendisini iştiyakla sevenleri beklediği gün­de!.. Onu kovulan ve mahrum bırakılanlara katma.

Bu senin için bir ahd olsun kardeşim. Hangi halde olursan ol, bu kitabı bitirdiğinde, Allah'tan bu kardeşin için taleb edeceğin bir ahd. Ve bil ki; bir kardeşine gıyabında duadan daha hâlis ve samimt-si olamaz. Sakın beni unutma!..

Ben ise, Allah'a bu kitabı bitirirken tevfik ve hidâyetinden ötü­rü sonsuz şükür ve hamdimi arz ediyorum. Aynı zamanda sevgilisi Muhammed Mustafa (s.a.v.)'nın sünnetinden bana en güzel nasibi ihsan etmesini yalvara yakara istiyorum. Gönlümü O'nun sevgisiyle doldurmasını, bizi de O'nun sancağı altında toplamasını diliyorum. Ve her müslüman kardeşim için de tıpkı bunları niyaz ediyorum.

Ve nihayet, O yüceler yücesi dergâhtan benim şu kitabı yazar­ken, farkına varmadan düştüğüm hatâları hoş görmesini, sâdır olan yanlış ve kusurları bağışlayıp; sarfettiğim gayret ve doğru niyetten ötürü bu kitabı bana şefaat belgesi kılmasını temenni ediyorum.

Salât ü selâm, her türlü ihtiram; o Ürarai Nebimize, O'nun âl ü ashâb ü etbâına olsun.

Dâva ve duamızın başı ve sonu: «ElhamHü Hllâhi Rabbİ'l âlemin'dir. [52]

 
Fıkhu’s-Siyre İçin Basında Yazılanlar
 

«Fıkhu’s-Siyre»
 

Çiçek bahçemizde yeni hârika bir gül daha açtı! Her açan yeni gü­le selâm olsun. Rengiyle, kokusuyla gönül ve gözlerimize ziyafet çeken rengârenk güller, siz ne güzelsiniz! Tüm çiçekler güzel ama yediveren gülleri daha bir başkadır. Bazı güller vardır kokusu, rengi ve formuyla di­ğerlerinden daha gözalıcıdır! Böylesi güllere «Sultanî Gül» derler. Gülü sevenlere, bahçevan hep bu gülü göstererek: «Hârika değil mi?» diye sorar bazen. Eğer siz gülden anlıyorsanız, hele hele tutkunsanız, o gülü övecek kelime bulmakta zorluk çekersiniz! Binbir emek çekilerek yetiş­tirilen böylesi nadide bir gülü yetiştiren bahçevana içinizde ancak bir minnet, bir sevgi duyarsınız.

Diğer adıyla «Peygamberimiz (s.a.v.)'in uygulamasıyla İslâm» eserini ölime alır almaz; böyle bir duygu »ardı içimi. Eskilerin deyimiyle «Zarf ve Mazruf» bir aradadır. Yalnız cildi güzel, baskısı güzel değil «İçerik» muhteva bakımından güzel! Aslolan da bu değil mi? Okuyucuya verdiği mesai nisbetinde değer kazanır bir kitab! Kitab vardır uyutur, kitab var­dır uyandırır. Sizi uyandıran bir kitabı okudukça, yazarın düşünce kapa­sitesi sizi etkilemeye başlar, okurken O'na saygı ve sevgi duyarak okur­sunuz. Hele bir kitabın nasıl bir doğum sancısı İçinde meydana geldiğini biraz biliyorsanız, bu saygınız minnete dönüşür!

Tarihimizin içinden süzülüp gelen saygt değer âlimlerimizin özgün te'liflerini okurken hep bu duyguyla okumuşuzdur. Ondört asırlık bir za­man içinde eserleriyle haklı bir üne kavuşan ve müslümanların gönlüne taht kuran kaç âlimimiz var? Her asırca on veya onbeş kadar değil mi? Belki bazılarının değerleri öldükten sonra anlaşılmış olur. Yeni gelen âlime bazı kısır yetenekliler yer açmak istemezler; dudak bükerler, istihfaf eder­ler. Köşeleri tutanların her devirde âdetleri böyledir! Ama, yeni gelenin bileği güçlüyse, bu yeri kendi bileğinin gücüyle açmasını bilir. Dr. Said Ramazan el-Bûtî Hocamız da bu bileği, yâni kalemi güçlü olanlardan... Ne için yazdığını bilenlerden! Zamanın sırrını kavrayan, zamanı yaşayan soylu bir âlimimiz! Onu, bize bu eseri tercüme ederek kazandıran Ali NAR Hocamız daha iyi tarif ediyor.

«Üstad M.S. Ramazan, bütün vazifelerini yürütürken, bir yandan da ülkede 'intişar eden çeşitli gazete ve özellikle ilmî dergilerde, ilmî, fikrî ve edebî yazılar neşretmekteydi. Yine çeşitli seviyede, halka ve gençliğe hitaben konferanslar vererek, camilerde geniş çaplı sohbet düzenleyerek -halkı irşad ediyor, kültür ve inanç yönünden genç müslümanlan eğiti­yordu... Dersleri, sohbet ve konferansları da umumiyetle yazdığı ilmî eser­lere istinad ediyordu. Yâni şu sunduğumuz «Fıkhu's-Siyre İle itikadı ko­nulan ele alan «Kübrâ'l-Yekiniyât» kitablarındaki konuları izah ve yorum­ları çevresinde, müslüman halkın din ve dünya ufkunu aydınlatmağa uğ­raşıyordu.»

Öte yandan tabiî, ilmî, fikrî ve edebî olmak üzere yeni eserler ver­meye halen devam etmektedir... Eserlerinde ele aldığı başlıca konular, Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Akîde, Felsefe, Sosyoloji, Edebiyat... Yirmi beşten faz­la eserinden bazılarına birer cümleyle işaret ediyoruz» diyor.

Üstadın kısa biyografisini ve verdiği te'lif eserleri okuyunca geçmiş­teki âlimlerimizi anımsıyoruz. Kesintiye uğrayan bir devirden sonra, ye­niden dirilişimizin öncülerini selâmlıyorsunuz. Şimdikilerin birçoğu ancak bir tek ilim dalında uzman olabitiyorlar. Bu devirde bu bile kolay değil iken, üstadın bu kadar ilim dalında mütehassıs olması, ilmî ve fikrî kariye­ri hakkında, dahası bir «Dâva adamı» olması hakkında yeterli bir fikir ve­riyor bize... Onun için: Bir pınar bulmuşuz, isitifade etmesini bilelim di­yoruz

AH NAR kardeşimizle birlikte bu kıymetli esere emeği gecen Orhan AKTEPE kardeşimizi ve GONCA yayınevi sahiplerini bize böylesi özgün eserler kazandırmaları duâ ve temennisiyle tebrik ediyor, «Esselâmü Aley-küm ve Rahmetullahi ve Berekâtühû» diyoruz.

Mustafa ARAFATOĞLU[53]

 

Fıkhu's-Siyre Ve Ali Nar
 

«Batt'ntn ilimde ilerlediği gibi onlar da ilerlemiş olacak­lar, kalkınpıa ve teknolojide onların seviyesine çıkmış ola­caklar...»   Dr. M. S. R. el-BÛTÎ

 

Rkhu's-Siyre müellifi muhterem Dr. M. S. Ramazan el-Bûtî'yi şahsen tanıyabilmiş değilim. Talih; her zaman ve her konuda gülmüyor insana...

Vesile-i tesellidir ki bu ilim adamını «Fıkhu's-Styre» isimli eserinin tercümesiyle; gıyaben de olsa tanıma fırsatını bulmuş olduk.

«Beyânü'l-Lisân ayniyle insan» fehvasınca; «Fıkhu's-Siyre» eserini tet­kik imkânı bize; muhterem müşârün-ileyhi tanıma imkânını da birlikte ge­tirmiş oldu.

Gerçekten de Dr. el-Bûti; «Fıkhu's-Siyre» isimli eseriyle hem târihe, hem fıkha ve binnetice de «İslâms'a büyük hizmet vermiş bulunmakta­dır.. Mütevâzi ifadelen bir yana, bu bâbda «Yeni Bir Ekolsün çığırını aç­mıştır. Hiç şübhesiz: «...güzel çığır açanlar için ecirler vardır» sünne-tindeki müjdenin muhatablarından da olmuştur.

Fi'l-vâki; İslâm tarihi yazılmış, bu konuda İyi veya kötü niyyetll İn­sanlar kalem sallayıp mürekkep de harcamıştır. Kötü niyyetlerl kendi niy-yetlerinin âkıbetleriyle kendilerini başbaşa bırakarak, iyi niyyetlerinin hiz­metlerine bakıldıkta görülür ki. İslâm âleminin tarihî seyr içerisindeki ge­lişmesi, duraklaması, gerilemesi birtakım hâdiselerin eseridir. Değerlen­dirilmesi ve ders alınması gereken sayısız olaylar cereyan etmiş; farklı yapılar, farklı etkiler, hâdiselere de farklı istikamet vermiştir.

Esasen genel mânâda «târihî gelişme» hep böyle görünegelmiştir. Ta­rihçi; «Vaka-nüvis» olmaktan öteye geçememiştir. Okurlar» da bazı isim­leri ve belli tarihleri hafızasının gücü nisbetinde öğrenip ezberlemekten öteye gidememiştir. Genelde «işte târih budur» denilebilir.

İlim erbabınca «Fıkıh» konusu da İhmal edilmiş değildir Bu husus­ta da; yine «mahzâ İslâm'a hizmetsin dışında hiçbir emeli olmayan kalem erbabı bulunduğu gibi, islâm'ı gerçek hüviyetinden ve amelî yaşantısından saptırmak isteyenler de olmuştur. Bilhassa; kendilerini «müceddid» zanneden ukalâlar, «müctehid» vehmeden akl-ı evveller; «nâs» ile «man­tık» arasında mukayeseye cesaret gösteren pervasızlar, «asrîlik» illetine mübtelâ illetliler çıkmıştır. Bunları niyyetleri ve amellerinin akıbetiyle baş-başa bırakalım.

Dr. el-Bûtİ bu eserinde; «Fıkıh» ile «Siyer»'i birlikte, yaşantılar ve olay­lar halinde takdim etmektedir ki; mutalar (veriler) ve kaynak hükümler birbirini te'yid ve takviye etmektedir.

«Dersler, İbretler, tahliller...» bölümleri ile ise; târihe mâl olmuş, geç­miş ile yaşanmaya hazır gelecek arasında akıllı ve faydalı, hattâ zarurî bir köprü kurulmak istenmiştir.

İşte çarpıcı bir örnek: «...Bu kafalar, Batı hayranlığının etkisi altın­da müslümanlann Avrupalılar gibi kalkınmalarının tek yolu, Avrupalıların hristıyanlığı anladıkları gibi onların da müslümanlığı öyle anlamaları, İs­lâm'ın gaybî hakikatlarını maddî ilimlerin buluşmalarıyta izah etmeleri, İl­min tesbit edemediği gayba inanmamaları... vehmine kapıldılar. Bundan dolayı da bu ekolün ileri gelenleri Din'de reform fikrini ortaya attılar. Hal­buki İslâm Dini hiçbir zaman bozulmadı ki, reforma veya reformcuya fhti-yaç duysun.»

Asrımızda; «herşeyin madde plânında, çok para kazanma hırsıyle yü­rütüldüğü...» platformlarda, «te'lif-tercüme» eserlerin seçimi gerçekten ko­lay değildir.

Müellifin «24 ayar» olması yetmiyor. Bizim gibi .konuyu asıl kaynak eserden değil de tercümesinden takib etmek zorunda kalanlar için «MÜ­TERCİM» belki de birinci derecede önemlidir.

Bu eserin mütercimlerinden Ali Narı' ilk talebelik yıllarından ve çok yakından tanıdığım içindir ki her halde; esere olan güvenim daha da art­mıştır.

Devir artık «İlm'-i Hâl» devri değildir. Her müslüman biraz daha İle­rilerini, Isla mî konuların stratejik yanlarını da öğrenmek zorundadır. Çün­kü hasımlar senelerden beri o gayrettedir.

«FIKHU'S-SİYRE» isimli eseri tavsiye etmek hem hizmet, hem de ma­nevî zevktir. Emeği geçenlere «TEŞEKKÜR» ise borcumuzdur.

Yasin HATİBOĞLU[54]


[39] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 514.

[40] Bidâye ve Nihâye; 7/234.

[41] Bidâye ve Nihâye: 7/235 ve Fethül-Bâri - İbn-i Hâcer: 13/46.

[42] Bidâye ve Nihâye: 7/239.

[43] Taberi Tarihi: 4/506 - Bidâye ve Nlhâye: 7/240.

[44] Bidâye ve Nlhâye: 7/241.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 514-517.

[45] Bldâye ve Nihâne: 7/254.

[46] Bldâye ve Nihâye; 7/260.

[47] Bİdâye ve Nihâye'den özetlendi: 7/282-284.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 517-520.

[48] Yâni, ta başta Hakem olayına İtiraz etmekle, ne Ali, ne Muaviye tarafı olma. yanlar.  (Müt.)

[49] Taberi Tarihi: 5/133; Bidâye ve Nihâye: 7/285 ve devamı.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 520-521.

[50] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 522-524.

[51] Burada, ayrıca Resûlullah'tan vârid olmuş bir grup hadîsi var, kabrini ziya­retin fazileti hakkında. Ancak çoğu zaaftan hâli değil. Ama her birinin kuv­vet derecesi var. Ancak biz, bunca delilin, İbn Teymiye'nin görüşünü şâz bir duruma getirmeye yeteceğini gördüğümüzden artık, onların tahlil, tenkid ve İsbatıyla uğraşmayı yersiz bulduk.

[52] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 525-530.

[53] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 531-532.

[54] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 533-534.