- Hz. Peygamberin Büyük Zeka Ve Fetaneti

Adsense kodları


Hz. Peygamberin Büyük Zeka Ve Fetaneti

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
saniyenur
Sat 28 July 2012, 04:21 pm GMT +0200
HZ. PEYGAMBER'İN BÜYÜK ZEKÂ VE FETÂNETİ

Peygamber, davet için gerekli zekâ ve fetânete sahip kimselerdir. Onlar, risalet gö­revlerini yerine getirirken hasımlarıyla müna­kaşaya mâruz kalabilecekleri gibi, taraftarla­rının sorularını cevaplandırmak, yapılan itiraz ve tenkitleri izale etmekle de karşı karşıya ka­lacaklardır. Öyle ise böyle bir vazife için ze­ka, fesahat ve münazara gücü lüzumludur ki, muhatablarını ikna etsin ve mağlup düşme­sinler. Mağlubiyetleri, onlara karşı üstünlük­lerini sağlayamaz. Bu da, Peygamberlerin bü­tün davasının hak olduğuna bağlıdır. Çünkü, bâtıl olan bir davanın üstün gelmesine imkân yoktur. O, daima zevale mahkûmdur. Hakkın üstün gelebilmesi için davasını delîl ile isbat edebilecek bir akla ihtiyaç vardır. Aklî izahla­rı bulunmayan haklar kaybolup ortadan kalk­mıştır. Delili gereği gibi açıklamak için fesahat ve konuşma kabiliyeti lâzımdır. Bu da ancak en bilgili, en zeki ve en fasîh olan kim­se için mümkündür.

İnsanların ilim ve meslekleri farklı farklıdır. Kimi din adamıdır, kimi siyasetçidir, kimi ik­tisatçı, kimi doktor, kimi felsefeci... Bunlar­dan herhangi biri kendi branşı açısından bir tenkitte bulunacak olursa onu ikna etmek ge­rekir. Peygamber davasıyla ilgili her konuda herkesten daha bilgili olmazsa davasını ispat-layamaz.

insanlar zekâ, fesahat ve konuşma kabiliyyeti yönünden de farklılık gösterir. Peygamberin bir vazifesi de bütün insanları ikna edip dava­sını ispatlamaktır. Herkesten zeki olması da bunu ispatlamaya yetmez. Bunlara sahip olan kimse, açık bir ifadeye ve fasîh bir lisâna da muhtaçtır. Allahu Teâlâ, peygamberi Musa'yı tebliğ ile görevlendirdiği zaman Hz. Mûsâ şöyle dedi: "...Rabb'im, benim göğsümü aç (risalet görevini yüklenebilmesi için yüreğimi genişlet), bana işimi kolaylaştır, dilimden (şu) düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar." (20: 25-28). Yani, "kalbimi bir rasûlün büyük görevi ile ilgili zorluklan yerine getirmeme yaraya­cak cesaretle doldur ve bu görevin yerine ge­tirilmesi için bana güven ver." Hz. Musa böy­le dua etti, çünkü görevinin büyük sorumlu­luklarının şuurundaydı. Ayrıca akıcı bir dile sahip olması niyazında da bulundu,

Bu hususiyetler Allah'ın Son Peygamberi ve Rasûlü Hz. Muhammed'in şahsında toplan­mıştı. O, zihin açıklığı, anlama ve kavrama yeteneği ve üstün bir zekâ ile teçhiz edilmişti. Ne önden ve ne de arkadan bâtıla mâruz ol­mayan tam ve açık bir burhan, mükemmel ve düzgün bir üslûp ile hakkı ifade etmek; hasmı susturup onu teslim olmağa zorlamak, ancak her şeyi bilgisiyle ihata eden Allah'ın davet ve risalet yükünü yüklenen Rasûl için müm­kün olabilir.

"Allah, meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer..." (22: 75).

"...Allah, elçiliğini nereye koyacağını (risale-tini kime vereceğini) daha iyi bilir..." (6: 124).

Bu hususiyetleri gözden geçirince, Hz. Mu­hammed'in bunların her birinde zirve oldu­ğunu göreceğiz. Peygamber en büyük -ger­çekten de mucizevî ve karşı konulamaz- bir silâhla yani Kur'an'ın belagatİ ve fesahatiyle silahlandırılmıştı. İnandırmak ve ikna etmek için Kur'an'ın gücü, eşi olmayan büyük bir "tremendum" ve harekete sevkeden bir tesir­dir. Peygamber her fırsatta İslâm'ın üstün bir sunucusu olarak İlâhî kelâmın müessir gü­cüyle insanları Allah'a çağırdı. Kur'ân'dan yaptığı iktibasların yanında Hz. Muhammed'in kendi konuşması da etkileyiciydi. Benî Sa'd b. Bekr'in kampında yetiştirildiğini söy­lerdi. Arapçayı mükemmel ve belagatla konu­şurdu. Konuşmada belagat ve fesahatin kıy­metini çok iyi takdir ederdi. Dinleyenlerin kalplerinde tesir uyandıracak ve onların hayallerini harekete geçirecek yetenekte Arap diline hâkimdi. İnsanları hakikate inandır­makta fevkalâde başarılıydı. O'nun ifadeleri Hz. Aişe'nin belirttiğine göre, ilk duyuşta ez­berlenebilecek kadar açık-seçik ve tane tane idi. Hz. Muhammed'in daveti aynı zaman­da insanların gönüllerine hitap ediyor ve on­ların fıtratlarındaki duyguları aydınlığa çıka­rıyordu. (Farukî, a.g.e., sh.135-136).

Dâva yönünden, davasının hak ve doğru ol­duğunda şüphe yoktur. Bunu isbat etmek için kitabın konularını incelemek kâfidir. Fesahat yönünden ise O, bütün Araplardan daha fasih ve açık bir ifadeye sahipti. Burhan ile davası­nı isbat etmek yönünden de, bir başkasında görülmeyecek şekilde, Rasûlullah'in her insanın seviyesine inip, sâde bir ifade ile onu iknaya kabiliyetli olduğu görülür. Böylelikle bütün insanlara inanç, ibâdet, yaşayış ve ha­yat yolunu gösterip Kur'ân-ı Kerim'in her şeyi açıkladığını isbat etmiş ve herkesi susturmuştur. Kur'ân-ı Kerîm kıyamete kadar her devir­de insanlar için Allah'tan birer belgedir. O'nun rasûlü Hz. Muhammed'in sahîh sün­neti de bu dinin tatbiki için en güzel bir mi­saldir.

Bütün bu hususiyetleri açıklamak için Hz. Peygamber'in serdettiği hüccetlerden ve İslâm'a davet etmek için okuduğu hutbe ve mektuplardan ve emr-i bil mâruf ve nehy-i ani'l münker meyamnda söylediği delil ma­hiyetindeki sözlerinden de bir kaç misâl vere­ceğiz. Bunlan gördüğümüzde, Allah'ın, Rasû-lüne verdiği ikna kabiliyetinin ne kadar kuv­vetli olduğunu ve her yönden mahlûkâtın en mükemmeli bulunduğu anlaşılacaktır:

Abdullah b. Ahmed ve Ebû Ya'la. Saîd Ebî Râşid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hirakl'in Hz. Peygamber'e elçi olarak gön­derdiği (Arap) Tenûh kabilesine mensup zâtı Humus'ta gördüm. O, benim komşum idi. Çok yaşlanmış, pîri fâni olmuştu. O'na: "Hi-rakl'in Hz. Peygamber'e, Peygamber'in Hirakl'e gönderdikleri mektuplar hakkında bana bilgi verebilir misin?" dedim. Tenûhî: "Evet." dedi ve söze başladı.. "Hirakl'in mektubum alıp götürdüm. Tebük'e varınca baktım ki Peygamber ashabı ile birlikte suyun kenarın­da oturuyorlar. 'Adamınız nerededir?' dedim 'İşte budur!' dediler. Ben de kendisine yakla­şıp oturdum ve mektubu eline verdim. O dt mektubu alıp eteğinin üzerine koydu. Bana: 'Kimlerdensin?' dedi. Ben de: 'Tenûh kabilesindenim' dedim. Peygamber: 'İbrâhim'ir hanif dinini ister misin?' diye sorunca: 'Ber bir kavmin elçisiyim ve onun dinine mensu­bum. Onlara dönmedikçe ondan (dinimden^ dönmem.' dedim. Bunun üzerine şu ayeti (28; 56) okudu: "Sen, sevdiğini doğru yola ilete­mezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola ile­tir. O, yola gelecekleri daha iyi bilir."

Tenûhî dedi ki: "Sonra mektubu sol yanında bulunan birine verdi. 'Mektubu okuyan arka­daşınız kimdir?' diye sordum. 'Muâviye'dir' dediler. Benimkinin (Hirakl'in) mektubunda şu vardı: 'O, muttakiler için hazırlanmış, eni gökler ile yer kadar olan cennete beni davel ediyor, ya cehennem nerededir?'

Peygamber buna karşılık: 'Subhanallah! Gündüz gittiği zaman gece nerededir?' dedi."

İbni Huzeyme, İmran b. Hâlid b. Talayk b. Muhammed, İmran b. Husayn babasından, 0 da dedesinin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kureyşliler Husayn'a gidip (onu sayıyorlar­dı) dediler ki: 'Sen bu adamla görüş. O, bizim ilâhlarımıza sövüyor.' Birlikte gittiler, Pey­gamber'in kapısına yakın bir yerde oturdu­lar ve birbirlerine şöyle dediler: 'Bu yaşlı zâtın konuşmasına müsaade ediniz.' İmran ile arkadaşlan epeyce vardı. Sonra Husayn ko­nuşmaya başladı: 'Nedir bu kulaklarımıza ge­len şu sözler? Sen bizim ilâhlarımıza sövüp kötülüyorsun. Halbuki senin baban kal'a gibi ve iyi bir insandı.' Hz. Peygamber de şöy­le dedi: 'Ey Husayn! Benim babamla senin baban ateştedirler! Ey Husayn, kaç ilâha tapı­yorsun?' Husayn: 'Yer yüzünde yedi, gökte bir olmak üzere sekiz ilâha tapıyorum' dedi. Peygamber: 'Sana bir musibet gelirse kime yalvarıp dua ediyorsun?' 'Gökte olan Allah a yalvarıp duâ ediyorum.' 'Malın helak olursa kime duâ ediyorsun?1 'Gökte olana yalvarıp dûa ediyorum.' 'Yalnız o senin duam kabul ettiği halde neden diğerlerini ortak ediyor­sun? Acaba şükretmek hususunda rızasını mı aldın, yoksa sana galebe çalmaktan mı korku­yorsun?' 'Hayır bunlardan hiç birisi değil.' dedi- (Husayn, şimdiye kadar böyle bir kimse ile konuşmamıştım, dedi). Peygamber: 'Ey Husayn! Müslüman ol, selâmet bulursun.' Husayn: 'Benim kavmim ve aşiretim vardır, onlara ne diyeceğim?' "De ki: 'Allah'ım be­nim için en doğru yolu göster, bana faydalı bir ilim ver?"

Husayn  bunları söyledi. Bunun için kavmin­den İslâm'a girmeyen kimse kalmadı. Sonra İmran kalkıp onun başını, elini ve ayaklarını öptü. Hz. Peygamber, bu hâli görünce göz­leri yaşardı. Husayn, kâfir olarak Peygamberin yanma girdiğinde, İmran onun için ne ayağa kalkmış ne de O'ndan tarafa bakmıştı. Müslüman olunca hakkım Ödedi. Husayn çık­mak istediği zaman, Hz. Peygamber, ashaba: 'O'nu evine kadar yolcu ediniz.' bu­yurdu. Kapıdan çıkar çıkmaz onu gören Kureyş: 'Sapıttı!' dediler ve dağıldılar." (el-İsâbe).

Ebû Temime Hüceymî'nin rivayetine göre, kendi aşiretinden bir zât, Peygamber'e gitti (veyahut Peygamber'in yanında iken birisi geldi) ve: "Allah'ın Rasûlü (veya Muhammed) sen misin?" dedi. Peygamber: "Evet." "Kime yalvarıp duâ ediyorsun?"

'Ben yalnız Allah'a yalvarıp duâ ediyorum. O, öyle bir zattır ki, başına gelen musibetin kalkması için duada bulunsan onu kaldırır; sana çatan kıtlığın kalkması için duâ edersen bitki ve ekinlerini bitirir. Bir çölde kaybetti­ğin bineğinin geri dönmesi için duâ edersen, sana geri çevirir." Bunun üzerine adam Müslüman oldu. Sonra: "Ey Allah'ın Rasûlü, bana bir vasiyette bulun" dedi. Peygamber:

Wıç bir şeye (veya kimseye) sövme." dedi. Râvî dedi ki: "Peygamber bana vasiyet ettikten sonra, ne bir deveye ne bir koyuna ve ne de bir keçiye sövmedim." (Müsned-i Ahmed).

Adiy b. Hatem'in şöyle dediği rivayet edil­miştir:

Peygamber'in ortaya çıktığını duyunca hiç hoşlanmadım, nefret ettim. Bunun için Bizans Devleti(Kayseri)nin tarafına geçtim. Bulun­duğum yerde de yalnızdım, bu yalnızlık ise bana fazlasıyla sıkıntı veriyordu. Sonra şöyle düşündüm: 'Bu adama gideyim. Yalancı çı­karsa bana zarar vermez, doğru ise ben de du­rumu öğrenmiş olurum.' Geri dönüp yanına gittim, yanına varınca etraftakiler: "Bu, Adiy b. Hatem'dir" diye takdim ettiler. Rasûlullah bana: "Ey Adiy b. Hatem! Müslüman ol, selâmet bulursun." dedi ve bunu üç defa tek­rarladı. Adiy: "Ben bir dine mensubum." Pey­gamber: "Dinini senden iyi bilirim." "Ben­den iyi mi bilirsin?" "Evet, sen Rükûsiye (Hı­ristiyanlığın bir kolu) dinine müntesip olup kavminin elde ettikleri ganimetin dörtte birini yiyen bir kimse değil misin? "Evet." "Bu se­nin dininde caiz değildir." "Evet." dedim, bir kaç defa tekrar etti. Ben de buna tevazu gös­terdim. "Haberin olsun! Senin müslüman ol­manı önleyen şeyin ne olduğunu bilirim. Sen diyorsun ki, etrafında bulunanlar zaif ve güç­süz kimseler; onları da Araplar safdışı etmiş­tir. Sen Hire şehrini bilir misin?" "Görmedim, sadece işittim." "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bu iş tamam olacaktır. Öyle ki, Hire'den deve üstünde yola çıkan bir kadın, tek başına, kimseden çekinmeden, ra­hatça gelip Beyti (Kabe'yi) tavaf edebilecek­tir. Kisrâ b. Hürmüz'ün hazîneleri fethedile­cektir." "İbni Hürmüz'ün hazineleri mi?" "Evet! Kisrâ b. Hürmüz'ün hazineleri. Mal ve servet öyle çoğalacaktır ki, onu kabul edecek kimse bulunmayacaktır?" dedi.

Adiy b. Hâtem şöyle diyor: Gerçekten de böyle oldu. İşte Hîre'den kalkan bir kadın, hiç bir kimsenin himayesine girmeden tek başına gelip Beyti tavaf ediyor. Kisrâ'nın hazîne­lerinin fethine gelince, ben bizzat onu fethe­denlerle beraber idim. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun, üçüncüsü de ola­caktır. Çünkü Rasûluilah haber vermiştir. (Müsned-i Ahmed).

Adiy b. Hâtem'in rivayetine göre, kendisi Akrap'ta bulunduğu bir sırada Hz. Peygamber'in seriyyeleri gelip halasını ve bazı kimse­leri alıp götürmüşlerdi. Onları Peygamber'in yanına çıkarınca iki saf haline getirmiş­lerdi. Halam şöyle dedi: "Bize bakan uzaklar­da, kimsem yok. Ben de yaşlı bir kadınım, ar­tık hizmet edecek bir hâlim kalmadı. Beni bağişla ki, Allah da seni bağışlasın." Hz. Pey­gamber: "Sana bakan kimdi? "Adiy." "Şu, Allah ve Rasûlünden kaçan kimse mi?" Sonra Peygamber halamı bağışladı. Hatta o, bir binek de isteyince çevresindekilere verilmesi­ni emretti. (Adiy diyor ki,) Halam sonra bana gelip şöyle dedi: "Sen öyle bir şey yaptın ki, baban olsa onu yapmazdı. Hoşuna gitsin veya gitmesin, O'nun yanına gitmelisin. Falan ve filan yanına gittiler, pek çok şey elde ettiler."

Bunun üzerine Peygamber'in yanına git­tim, yanında bir kadın ve bir kaç çocuk (veya bir çocuk) vardı. Onların Peygamber'e bağlılıklarından sözetti. O zaman anladım ki, ne Kisrânın ne de Kayser'in hükümdarlıkları kalmayacaktır. Peygamber bana: "Ey Adiy b. Hâtem! Neden kaçtın, yoksa Lâ ilahe İllallah demekten mi? Neden? Yoksa Allahu ekber demekten mi? Allah'tan büyük ne var?" Bunun üzerine müslüman oldum. O za­man Peygamber'in yüzünün sevinçten par-ladığını gördüm. (Müsned-i Ahmed).

Ebû Ya'lâ, Harb b. Süreyc'den, o da Beladeviye kabilesine mensup birisinden, o da dede­sinden şöyle rivayet etmiştir: Medine'ye git­tim, Vâdi'nin kenarına gelince baktım ki, bir keçiyi tutan iki kişi müşteri ile pazarlık yapı­yordu. Müşteri satıcıya; "bana ikram et", di­yordu. Kendi kendime, "Bu adam, halkı dalâlete sürükleyen Haşimî değil mi?" dedim. Dikkatlice baktım; yakışıklı, zarif, geniş alın­lı, ince kavisli kaşları vardı. Göğüs kılları seyrekti. Üzerinde iki parçadan ibaret eski bir elbise vardı. Bize doğru geldi ve esselâmû aleykûm dedi. Biz de selâmını aldık. Müşteri hemen durmadan: "Ya Rasûluilah! Ona (satı­cıya) söyle, bana ikram etsin." dedi. O da eli­ni uzatıp şöyle dedi: "Siz mal sahibisiniz. Ben hiç kimsenin malına, kanına ve ırzına haksız­lık etmeden Allah'a kavuşmayı arzu ediyo­rum. Allah'ın hakkı hâriç. (O zâlim değildir) Allah, dürüst alış-veriş yapana, borcunu eda edene ve alacağını isterken nazik olan kimse­ye merhamet etsin." Sonra gitti. Ben de kendi kendime; 'vallahi, bu adamın tatlı bir dili var. Onu takip edeyim' dedim ve peşinden gidip: "Yâ Muhammedi" deyince, Peygamber bütün bedeniyle dönüp: "Bir arzun mu var?" diye cevap verdi. Ben: "Halkı dalâlete sürük­leyip helak eden ve ecdadın yaptıkları ilâhlardan çeviren sen misin?" dedim. Pey­gamber : "O, Allah'tır." Ben: "Neye davet ediyorsun?" "Allah'ın kullarını Allah'a davet ediyorum." "Ne diyorsun?" Peygamber şöyle dedi: "Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim, Allah'ın Rasûlü olduğuma ve bana ge­lene imân edip Lât ve Uzza putlarını inkâr et­meye, namaz kılıp zekat vermeye davet edi­yorum." "Zekât nedir?" diye sordum. Pey­gamber: "Zenginlerimizin, mallarından bir kısmını fakirlerimize vermesidir." "Çağırdı­ğın şey güzeldir" dedim. (Râvi, anlatmaya de­vam ediyor:) Daha önce yeryüzünde herkes­ten ziyade nefret ettiğim bir adam iken, sonra evladımdan, babamdan ve bütün insanlardan daha fazla bana sevimli oldu. Peygamber: "Dediğimi anladın mı?" dedi."Evet dediğinizi anladım" dedim. "Öyle ise Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadet eder ve bana gelene imân eder misin?" Ben de: "Evet, ey Allah'ın Rasûlü! Ayrıca bir çok kimsenin uğradığı bir yere, beni davet ettiğin şeye onları da davet edeceğim, sana tâbi olacaklarına umutlu­yum." dedim. Peygamber: "Evet, onları davet et." Daha sonra dediğim yerde davetimi yaptım. Erkekli kadınlı hepsi müslüman oldu­lar. Allahın Rasûlü, beni taltif etmek için ba­şımı okşadı.

Buhârî ve Ebû Dâvûd, Uhud savaşında müslümanlar yenilgiye uğradıktan sonra, mü'minlerle müşrik ordusunun başı Ebû Süf-van arasında cereyan eden muhaverenin bir kısmını naklettiler. Geri kalanını da Râzî zik­retti. Rivayetlerine göre, muhaverenin tam metni şöyledir: Ebû Süfyân, savaş meydanın­dan döneceği zaman bir tepenin üzerine çıktı ve yüksek sesle şöyle bağırdı: "Muhammed içinizde midir?" Peygamber, yanındakilere cevap vermemelerini tembihledi. Ebû Süfyân cevap alamayınca: "İçinizde Ebû Kuhâfe (Ebû Bekir) var mıdır?" diye seslendi. Pey­gamber yine sus işareti verdi. Bu sefer Ebû Süfyân: "Yâ Hattab oğlu Ömer!" diye bağır­dı. Peygamber yine cevap vermemelerini emretti. Ebû Süfyân haykırmalarına cevap alamayınca çevresindekilere: "Anlaşıldı, hep­si ölmüş. Hayatta olsaydılar mutlaka cevap verirlerdi." dedi. Ömer kendini tutamayıp şöyle seslendi: "Ey Allah'ın düşmanı! Yalan söylüyorsun, seni üzenleri Allah korumuş­tur!" Ebû Süfyân da: "Yaşasın Hübel!" diye bağırdı. Bunun üzerine Peygamber: "Ken­disine cevap veriniz." dedi. "Ne diyelim?" dediler. Peygamber: "Allah her şeyden bü­yük ve yücedir! deyiniz" dedi. Ebû Süfyân: "Bizim Uzzâ'mız var, sizin ise yok!" deyince Peygamber şu cevabı verin, buyurdu: "Al­lah bizim mevlâmız(dost ve yardımcımız)dır, sizin ise mevlânız yok!"

Ebû Süfyân dönerken: "Savaşta yenmek nö­betledir. Bugün Bedir (savaşının) karşılığıdır. Cesedleri görüyorsunuz." diye seslendi. Pey­gamber: "Kendisine söyleyiniz" dedi. "Bi­zim şehitlerimiz cennette, sizin ölüleriniz ise cehennemdedir!"

Ebu İshak, Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dedi­ğini rivayet ediyor: Allah'ın Rasûlü, Huneyn günü ele geçirdiği ganimetleri Kureyşin yeni müslümanlan ve diğer Araplar arasında bağıttı. Ensâra hiç bir şey vermedi. Bunun üzerine Ensar'm bir kabilesinin kalbinde bazı Şüpheler uyandı. Hatta onlardan birisi "Valla­hi, Peygamber kendi kavmiyle anlaşmıştir" dedi. Bu sebeple Sa'd b. Ubâde, Peygamber'e giderek: "Yâ Rasûlullah! Ensâr ganimet mallarının bu suretle taksiminden dolayı zâtınıza karşı gönüllerinde teessür duymuşlar­dır. Ganîmet malını Rasûl-i Ekrem kendi kav­mi arasında bol bol dağıttı, kavmine büyük hediyeler verdi de Ensâr'a bir şey vermedi, di­yorlar." dedi. Hz. Peygamber : "Ey Sa'd, sen de bu fikirde misin?" diye sordu. Sa'd b. Ubâde: "Yâ Rasûlullah! Ben de kavmimden bir fert olmaktan başka bir şey değilim." diye son derece edibâne cevap verdi. Bunun üzeri­ne Peygamber : "Öyle ise haydi kavmini şurada topla!" diye emretti. Sa'd çıkıp Ensâr'ı orada topladı. Muhacirlerden bazı kimseler gelmişlerdi. Bunları da içeri aldı. Başka ge­lenleri kabul etmedi. Sonra gelip: "Yâ Rasûlullah! Ensâr toplandı. Teşrifinize hazır­dır." diye cevap verdi. Rasûlullah de he­men kalkıp geldi. Ve şu şekilde en heyecanlı hitabelerinden birisini irad etti: Allahu Teâlâ'ya hamdü senadan sonra: "Ey Ensar ce­maati! Hakkımda gönlünüzde duyduğunuz te­essürü işittim. Siz dalâlet içinde iken ben size gelmiş değil miyim ve benim vasıtamla Al­lah'ın hidayeti erişmiş değil midir? Siz fakir iken benim hicretimle Allah sizi zengin kıl­madı mı? Aranızdaki düşmanlık ateşi sizi ke­mirirken, gelişimle, Allah kalblerinizi birleştirmedi mi?" buyurdu. Ensar bu soruları: "Evet! Allah ve Rasûlullah'ın üzerimizdeki minnet ve şükranı daha yücedir." diye tasdik ve teyit ettiler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: "Siz benim suallerime şöyle cevap verseydi­niz daha doğru söylemiş ve tarafımdan daha ziyade tasdik edilirdiniz! Siz bana: 'Ey Mu­hammed, herkes sana yalancı derken sen ara­mıza geldin. Biz, sarsılmaz bir kanaatle senin peygamberliğine inandık! Herkes seni terk et­tiği sırada biz sana müzaheret ettik! Vatanın­dan kovdukları zaman seni yurdumuza sığın­dırıp evimize misafir ettik. Sen bize fakir gel­din, biz sana yardım ettik!' deseydiniz, ben de 'çok doğru söylüyorsunuz!' derdim. Ey Ensâr cemaati! Bir takım kimselerin kalbleri-ni telif ile müslüman olmaları için verdiğim ve müslümanlığımızın kuvvet ve kemâline güvenerek sizi mahrum ettiğim önemsiz dün­ya metamdan dolayı canınız mı sıkıldı, nefsi­nizde bir endişe mi buldunuz? Halk aldıkları develerle, koyunlarla evlerine dönerken siz de Rasûlullah ile yurdunuza dönmek istemez mi­siniz ey Ensar cemaati? Muhammed'in hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer hicret fazileti olmasaydı, muhakkak ben Ensâr'dan bir fert olmak isterdim. Halk bir vadiye yönelse, Ensâr da bir vadiye seyr edip gitse, hiç şüphesiz ben de Ensâr vadisine yö­nelirdim. Allah'ım! Sen Ensâr'a, Ensâr'ın ev­ladına, evladının evladına rahmet eyle!" bu­yurdu.

Bu heyecanlı hutbeden sonra Ensâr hüngür hüngür ağladı. Sakallarını gözyaşları ıslatı­yordu. Ve bir ağızdan: "Biz nasip, sevinç ve saadet vesilesi olarak Rasûlullah'ı isteriz!" di­ye bağırıştılar. Sonra Rasûlullah mekânına döndü, onlar da dağıldı. (Buharî).

Atâ b. Yesâr anlatıyor: Birisi, Hz. Peygamber'e gelerek sordu: "Yâ Rasûlullah! Annemin yanına girerken izin istemem gerekir mi?", "evet" cevabını verince adam tekrar: "Eğer ben evde onunla berabersem?" Hz. Peygam­ber tekrar: "izin iste" dedi. Adam itirazla: "Ben ona hizmet etmekteyim." dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (öfkeyle): "Annenden izin iste, onu üryan olarak görmekten hoşlamr mısın?" dedi. Adam: "Hayır" deyince; "Öyleyse (her seferinde yanına girerken) annen­den izin iste!" buyurdu. (Muvatta).

Ebû Ümâme'nin rivayetine göre, bir genç Hz. Peygamber'e gelerek: "Yâ Rasûlullah! Bana zina yapmak için izin ver" der. orada bulu­nanlar gencin üzerine yürüyerek onu ayıplar­lar ve hırpalamağa başlarlar. Hz. Peygamber: "Bana getirin" der. Yaklaşınca: "Bu fiili annen için kabul eder misin?" diye sorar. "Vallahi, hayır" cevabı üzerine: "Başkaları da anneleri için buna razı olmazlar" der ve aynı şekilde "kızın için kabul eder misin?...", "kız kardeşin için...", "halan için...", "teyzen için... kabul eder misin?" diye sorar ve her seferinde: "Vallahi hayır" cevabını alınca

Rasûlullah da: "Başkaları da buna razı ol­mazlar" der. Sonunda elini üzerine koyup: "Yâ Rabbi, günahlarını affet, kalbini paket, fercini hıfzet" diye dua eder ve genç bundan böyle hiçbir menfî temayül göstermez. (Müs-ned-i Ahmed).

Siyer kitaplarının rivayet ettiklerine göre, Medine'ye gelen Necrân Hıristiyanları Rasû­lullah ile tartışmaya girmişlerdi. "O'nun (İsâ aleyhisselâm'ın) babası kimdir?" diye sordular. Akılları sıra bu soruyla, Hz. Peygamber'i susturup -hâşâ- İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ifade etmek istiyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm, onların sorularını şöyle cevaplandırı­yor: "Allah yanında İsâ'nm durumu, Âdem'in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı, sonra ona 'Ol' dedi, o da oldu." (3: 59).

Peygamber onlara şöyle cevap verdi: "Al­lah'ın Ölmeyeceğini ve İsa'nın ölmeye mahkûm olup öleceğini bilmiyor musunuz?" "Evet biliyoruz." "Rabbimizin herşeyin koru­yucusu ve rızıklandıncısı olduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "İsâ, bunlardan herhangi birini yapabilir mi?" "Hayır." "Ne yerde, ne gökte hiç bir şeyin Allah'a gizli kalmadığını bilmiyor musunuz?" "Evet." "İsâ, bunlardan hiç bir şey bilir mi?" "Hayır." "Rabbimiz di­lediği şekilde İsa'yı ana rahminde suretlendirdiğini, ne yemek yediğini ne su içtiğini, ne de abdest bozduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "Her anne gibi, İsa'nın annesinin de ona hamile olduğunu; sonra her annenin yav­rusunu doğurduğu gibi onu doğurduğunu; sonra her çocuk gibi emzirildîğini; yemek yi­yip su içtiğini ve abdest bozduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "Öyleyse iddia ettiğiniz gibi nasıl olacaktır?" dedi.

Hudeybiye günü, Kureyş kabilesi müslümanlara karşı savaşa hazırlanmıştı. Hz. Peygam­ber ise bu niyetle gelmemişti. Müslümanların Hacc için Mekke'ye girmelerine müsaade et­meyen Kureyş'e şöyle söyledi: "Siz de bilirsi­niz ki, biz Kureyş ile cenk etmek için buraya gelmedik. Fakat Kureyşlileri bizimle savaşa girmeye pek arzulu görüyorum. Beni dinlerlerse, onlara şöyle bir teklifim var: Aramızda bir mütareke yapalım. Onlar beni diğer Araplarla başbaşa bıraksınlar; yenilirsem, zaten maksatlarına ererler. Allah beni galip kılarsa onlar da ötekiler gibi ister İstemez İslâm'a gi­rerler. Ya Allah dinini galip kılacak, yahut şu cah daman kesilecektir."

Bunlar, açık ve fasih bir uslûbla, Hz. Pey­gamber'in başkalarıyla yaptığı tartışma, nasihat ve hutbelerinden bir kaç misaldir.

Veda haccında Peygamber uzun bir hutbe irâd etti. Yüksek bir sesle bunu cemaate du­yuran, Rebî'a b. Ümeyye idi. Aşağıda zikre­dilen metin, bunun bir bölümüdür.

Rasûlullah, Rebî'a b. Ümeyye'ye: "Ey in­sanlar! Peygamber şöyle diyor, de" dedi. Rebî'a bunu aktardıktan sonra: "Bu ay hangi aydır?" diye seslendi. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. "Zilhicce (ayı) değil midir?" buyurdu. "Evet Zilhiccedir!" dediler. "Bu içinde bulunduğumuz hangi beldedir?" bu­yurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dedi­ler. Sustu, arkasından: "Mekke şehri değil mi­dir?" buyurdu. "Evet, Mekke'dir!" dediler. "Bugün hangi gündür?" buyurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. Rasûlullah: "Yevmü'n-nahr (kurban kesim günü) değil midir?" buyurdu. "Evet, yevmü'n-nahr'dır!" dediler. Bundan sonra Rasûlullah: "Ey in­sanlar! Şu hâlde iyi biliniz ki, bu aylarınız, bu şehriniz, bu gününüz nasıl mübarek ve mu­kaddes ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir; her türlü saldırıdan masundur." buyurdu. (Buharî).

Konuşmalarından biri de şudur: "Rabbim ba­na dokuz emir vermiştir: Gizli ve açıkta Al­lah'tan korkmak; öfke ve rıza halinde hak sö­zü söylemek; yoklukta ve bollukta iktisada ri­ayet etmek; bağı koparan kimseyle irtibatı sağlamak ve beni mahrum bırakan kimseyi mahrum bırakmayıp yardım etmek; bana hak­sızlık edeni affetmek; ayrıca, susmamın tefekkür; konuşmamın zikir; bakışımın da ibret olmasını ve iyiliği emretmemi dilemiştir."

Vasiyetlerinden biri de şudur; "Evlâd, Allah'ı (yani emir ve nehyini) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki, O'nu karşında bula­sın. (Bir şey) istediğin vakit Allah'tan iste. Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile. Şunu bil ki, bütün mahlûkat toplanıp el birliğiyle sana bir fayda ve menfaat bahşetmek istese­ler, Allah'ın sana yazdığından fazla bir şey bahsedemezler. Yine bütün mahlûkat el birli­ğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah'ın sana takdir ettiği zarardan ziyadesini yapa­mazlar. Kalemler (işleri sona erip) kaldırıl­mış, sahifeler de (üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur. Rıza ve imanla Allah için çalışabilirsen çalış. Buna gücün yetmezse, ar­zu etmediğin şeylere karşı sabretmende bü­yük bir fayda vardır. Bil ki, Allah'ın yardımı sabır iledir, kolaylık da sıkıntısıyla birliktedir. Her güçlükle beraber mutlaka birer kolaylık vardır." (Tirmizî).

Ebû Saîd el-Hudrî, Hz. Peygamber'in uzun bir hutbesinden ezberlediği şu sözleri nakle­der:

"Şüphesiz dünya güzel ve tatlıdır. Allah bu dünyada sizi halife kılacak ve yapacağınızı da görecektir. Dikkat ediniz, dünya(mn zevk ve eğlenceleri) ve kadın(lar) sizi Hakk'tan uzak­laştırmasın. Yine dikkat ediniz: Kınayanların kınaması, sizleri, hakkı söylemekten alıkoy­masın. Biliniz ki: Ahdini bozup hıyanet eden herkes için hiyaneti nisbetinde birer sancak dikilecek. Müslümanların hükümdarına karşı hıyanet yapmaktan daha büyük bir hainlik yoktur. Hâinin sancağı, arkasında dikilecek­tir. İnsanlar çeşit çeşit yaratılmışlardır. Bir kısmı mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, mü'min olarak Ölür. Bir kısmı da mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Bir başka çeşit de; kâfir ola­rak doğar, kâfir olarak yaşar ve mü'min ola­rak ölür. Diğer bazıları da, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve kâfir olarak ölür. Bilmiş olun ki, bir sınıf insan var ki, alıngan değildir. Kolay kolay öfkelenmez, öfkelense de öfkesi çabuk geçer. Bir sınıf da var ki, çabuk öfkelendiği gibi çabuk da yumuşar. Bİr başka sınıf da var ki, kolay kolay öfkelenmez, öfkelendi­ğinde geç yumuşar. O, onun dengidir. Diğer başka bir sınıf var ki, çabuk öfkelenir, geç yu­muşar. Bilmiş olun ki, bir sınıf var; vereceği­ni güzel verir, alacağını güzel İster. Bir sınıf da vardır ki, vereceğini güzel vermez, ama alacağını güzel ister. Diğer bir sınıf var ki, alacağını güzel istemez ama vereceğini güzel verir. Başka bir sınıf var ki hem vereceğini güzel vermez, hem alacağını güzel istemez. Bunların en iyisi, hem vereceğini güzel veren, hem alacağını güzel isteyen kimsedir. Şerlile­ri de; vereceğini güzel vermiyen ve alacağını güzel istemeyen kimsedir. Bilmiş olun ki, öf­ke insanın kalbinde bir ateş parçasıdır. Siz gözün kızartısını ve boyun damarlarının ka­barmasını görmediniz mi? Onun için onu his­seden yere yapışıp kalkmasın.

Muaz b. Cebel'den şöyle rivayet olunmuştur: Demiştir ki, Hz. Peygamber ile Tebük gazasına çıkmıştık. Sıcak bastı. Herkes birer tarafa dağıldı. Bir de baktım ki, Rasûlullah yanı basımdadır. Hemen yaklaşıp: "Yâ Rasûlullah, beni cennete sokacak ve cehen­nemden uzaklaştıracak bir ameli bana haber ver" dedim. Peygamber buyurdu ki; "Sen çok büyük bir şey sordun.Böyle olmakla be­raber, Allahu Teâlâ'nın müyesser kıldığı kim­seye göre herhalde asandır. Allah'a hiç bir şe­yi şerik etmemek üzere ibadet edersin. Nama­zı kılar, zekâtı verir, Ramazan orucunu tutar, Beytu'llâh'ı hacc edersin.." Peygamber şöyle devam etti: "Sana hayır kapılarına delâlet edeyim mi? Oruç siper ve kalkandır. Sadaka günahı, suyun ateşi söndürdüğü gibi söndürür. Gece ortasında kişinin namaz kıl­ması da böyledir." (Sonra şu âyeti okudu:) "Yanlan yataktan uzaklaşır, korku ve ümit içinde Rab'lerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır) için harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne göz­ler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bilemez!" (32: 16-17). Sonra: "İşin (dînin) başı, direği, en yüce tarafı nedir, sana haber   vereyim   mi?"   dedi.   "Evet   yâ Rasûlullah!" dedim. "İşin başı İslâm'dır. Di­reği namazdır. En yüce tarafı da cihaddır." Sonra şöyle devam etti: "Bu dediklerimin hepsini tutan, işin esası nedir, sana söyleyeyim mi?" "Evet yâ Rasûlullah" deyince mü­barek dilini (eliyle) tutup: "İşte şunu tut" bu­yurdu. Dedim ki: "Yâ Nebiyya'llâh, biz söy­lediğimiz sözlerle de mi muâhaze olunaca­ğız?" Buyurdu ki: "Herkesi cehennemde yü­zükoyun düşüren, dillerinin biçtiklerinden (yani kazandıklarından) başkası mı zanneder­sin." (Tirmizî).

Ebû Hureyre, Rasûlullah'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmiştir: "Allah'a ve âhiret gü­nüne imanı olan, ya hayır söylesin, ya ağzını mühürlesin. Allah'a ve âhiret gününe imanı olan, komşusuna ikram etsin. Allah'a ve âhiret gününe imam olan, misafirine ikram et­sin." (Buhârî ve Müslim).

Ebû Zerr, Rasûlullah'ın şöyle dediğini ri­vayet etmiştir: "Allah üç kişiyi sever ve üç ki­şiye de buğz eder. Sevdikleri:

1- Aralarında akrabalık bağını vesile yapmadan sadece Al­lah'ı vasıta kılmak suretiyle bir kavme baş vu­rarak yardım isteyen ve mahrum bırakılan kimseye yardım etmek için geriye kalıp gizli­ce Allah ve ondan başka hiç bir kimsenin ha­beri olmadan yardım edendir.

2- Gece yürü­yüşü yapıp devam eden ve uyku her şeyden hoş gelince konaklayan kavimden birisi, kal­kıp benim hoşuma giden söz ve hareketlerde bulunup âyetlerimi okuyan kimsedir.

3- Düş­manla karşılaşıp çarpışan ve hezimete uğra­yan birlikten birisi, göğsünü gererek ölünceye veya galip gelinceye kadar savaşa devam edendir. Allah'ın buğz ettiği kimseler de şun­lardır:

1- Zina eden yaşlı,

2- Kibirli fakir ve

3- Zâlim zengindir.

Ebû Hureyre, Peygamber'den şöyle rivayet etmiştir: Allahu Teâla kıyamet günü şöyle di­yecektir: "Ey Âdem oğlu! Hastalandım, be­nim ziyaretime germedin." Âdem oğlu: "Na­sıl ben senin ziyaretine gelebilirim. Halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Sen bilmiyor mu­sun ki, filan kulum hastalandığında ziyaretine gitmedin. Sen bilmiyor musun ki, onun ziya­retine gitseydin beni orada bulurdun." "Ey Âdem oğlu! Senden yemek istedim. Sen bana yedirmedin." "Rabbim, nasıl sana yemek ye­direceğim, halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Filân kulum senden yemek istediği halde kendisine yemek yedirmedin.. Sen bilmiyor musun ki, kendisine yemek yedirseydin onu (mükâfatını) yanında bulacaktın." "Ey Âdem oğlu! Senden su istediğim halde bana su içirmedin." Adem oğlu: "Nasıl ben sana su içireceğim, halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Filân kulum senden su istediği halde kendi­sine su içirmedin. Sen bilmiyor musun ki, ona su içirseydin, onu (mükâfatını) yanında bula­caktın."

Hz. Peygamber'in fasih olmasının sırrı; öz söyleyip, sözün bütün ufuklarını ve muhtemel mefhumlarını kapsayıp, mes'elenin derinlikle­rine inmesidir. İnsanlar ilimleri ve kavrayış derecelerine göre O'ndan faydalanabilir.

Rasûlullah'in tavrmdaki yumuşaklığı, söze başlamasındaki tatlılığı, bitirmesindeki güzel­liği, sözlerindeki açıklık ve netliği, kolay an­laşılır, güçlü ifadelerle konuştuğu herkes tara­fından bilinirdi. Allah O'na özlü kelimelerle üstün hikmetle konuşan güçlü bir natıka ver­miş ve Arap kavimlerinin lehçelerini öğret­mişti. Onlar Peygamber'e kendi dilleri ile konuşuyorlar, Peygamber de onların kendi dilleri ile cevap veriyordu. Her kavmin dilini öyle ustalıkla konuşuyordu ki, çoğu defa as­habı O'nun ne konuştuğunu ve ne demek iste­diğini sormak zorunda kalırdı. Rasûlullah'ın hadislerini ve sîretini inceleyen bunu an­layacaktır. (Kadı Iyaz, Şifâ-i Şerîf).

Büyük mânâları ve bütün siyaset ilmini içine alan kısa sözlerinden birisi şudur: "Nasılsa-nız, öyle idare edilirsiniz." Yani, her millet, başında bulunan idareden sorumludur. Yol­suzluğunu bilmezse mazur sayılmaz ve mes'uliyetten kurtulamaz. Çünkü cehalet ce­zayı gerektiren bir suç olduğu gibi, yönetimin zor kullanması ve baskıda bulunması cezayı gerektiren aczİyet suçunun neticesidir. Ayrı­ca, mevcut düzen ve yönetimin İlân ettiği programın pek değeri yoktur. Önemli olan milleti meydana getiren fertlerin ahlâkıdır. Yönetici her ne kadar kanun ve nizama bağlı değilse de baskıya boyun eğmeyen bir milleti istibdad ile yönetmek mümkün değildir. Hür­riyetin mânâsını bilmeyen bir milletin hür ol­masına imkân olmadığı gibi, hükümdar, bir kanun ve nizama bağlı kalsa da durum değiş­mez. İdare asıl değil, tâbidir. Bir toplum, hâlini değiştirmedikçe Allah onun halini de­ğiştirmez. Biliniz ki, toplum kendi durumunu düzeltmedikçe idare onu düzeltmez. Ve, in­sanlar bir idareye müstehak oldu mu ona kat­lanır; isterse yönetim iyi olmasın ve millet hürriyetten mahrum kalsın. İşte bu, her tarafa ulaşan en etkin bir tebligattır.

Siyâset, ahlâk ve sosyal hayat kurallarına dair bu hadisin benzerleri sayılamayacak kadar çoktur. Hz. Muhammed'in sözü, lisanı ve ifadesi fasihdi. Nezaket ve yeterlilik yönünde belagatın en akıcı bir üslûbu üzerinde idi ve böylece bir belagat ile görevini edâ eti. O'nun vefatından sonra mü'minler tarafından günü­müze kadar İslâm'a davet faaliyetleri yürütü-legeldi. Kıyamete kadar İslâm davetini sürdü­recek, Hakk uğrunda mücadele ve mukatele edecek bir topluluğun bulunacağı yine Rasûlullah'in belirttiği bir husustur.

Kur'an-ı Kerîm'de yer alan: "Siz insanları doğru yola ulaştırmak için çıkarılmış en ha­yırlı Ümmetsiniz..." (3: 110) ilâhî kelâmı aynı zamanda müslümanlara görevlerini hatırlat­maktadır. Bu yoldaki gayretler bazen müca­dele, bazen anlatarak ve ikna ederek, bazen de daha değişik vasıta ve usûllerle yürütülme­lidir. Bu konuda da önderimiz elbette ki, Al­lah'ın Son Peygamberi ve Rasûlü Hz. Mu­hammed'dir.

Rasûlullah'in   ulaşılmaz   fesahat   ve belagatına, O'nun hadislerinden birçok misal göstermek mümkündür:

"Müslümanların kanları birbirine denktir. Onların zimmetinde en zayıfların bile sözü geçerlidir. Onlar kendi dışındakilere karşı tek eldirler."

"İnsanlar bir tarağın dişleri gibidirler." "Kişi sevdiği ile beraberdir."

"Onun hakkım senin gözettiğin gibi, senin hakkını gözetmeyen kimse ile arkadaşlık et­mekte hayır yoktur."

"İnsanlar madenlerdir."

"Kendi kıymetini bilen helak olmaz."

"İstişare edilen kimse güvenilir olmalıdır. Konuşmadığı sürece de serbesttir."

"Allah o kuluna rahmet etsin ki, hayır söyler fayda bulur; sükût eyler selâmet bulur."

"Müslüman ol, selâmete çık."

"Müslüman ol, Allah mükâfatını iki kat ver­sin."

"Allah'a en sevimli ve kıyamet gününde bana en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olan ile çevresi güvenli olandır ki, onlar insanlarla, insanlar da onlarla iyi geçinirler."

"Belki kendini ilgilendirmeyen şeyleri konu­şuyor ve kendine faydası olacak fiil ve sözler­den kaçmıyordu."

"İki yüzlü olanın Allah katında yüzü olmaz." "Nerede olursan ol, Allah'tan kork."

"Kötülüğün arkasından iyilik yap ki onu yok etsin."

"İnsanlara iyi ahlâkla muamele et." "İşlerin en hayırlısı orta olanıdır."

"Sevdiğini normal ve ihtiyatlı sev; olur ki, bir gün kızdığın birisi oluverir."

"Zulüm, kıyamette zulümattır."

"Yâ Rabbi! Senin katından öyle bir rahmet diliyorum ki, onunla kalbimi düzeltesin; onunla işimi düzene koyasın; onunla zihnimi toplayasm; bana gizli olan işlerimi düzeltesin; görülen İşlerimi yüceltesin; amelimi tezkiye edesin; onunla bana olgunluğumu ilham ede­sin; iyi kimselerle kaynaşmamı sağlayasm ve onunla bütün kötülüklerden beni koruyasın."

"Yâ Rabbi! Senden hüküm ânında kurtuluşu, şühedanın makamım, süedamn (mutluların) hayatını ve düşmana karşı nusretini istiyo­rum."

"Mü'min, aynı yılan deliğinden iki defa so­kulmaz."

"Bahtiyar kişi başkasından ders alandır."

Ümmu Ma'bed, Rasûlullah'i anlatırken di­yor ki: "Tatlı sözlü, tane tane konuşur, çok ve anlaşılmaz söz söylemez. Kelimeleri sanki iti­nayla dizilmiş inci taneleri gibiydi. Sesi açık ve güzeldi. O'na salât ve selâm olsun."


Bu bölüm Inkılâb yayınları tarafından hazırlanmıştır.


selinay 7b
Tue 20 October 2015, 08:55 pm GMT +0200
Selamun Aleykum
Risalet resul olan peygberlerin gerçekleştirdiği görenlerdir
Allah razı olsun

ceren
Tue 20 October 2015, 09:03 pm GMT +0200
Aleykümselam.Peygamberler büyük bir zekâya ve uzlaşma sağlayan yapıya sahiptirler.Rabbim bizlere de peygamberler gibi zeka ,fatanet ve ileri görüşlülük nasip etsin inşallah.....