saniyenur
Sat 28 July 2012, 04:21 pm GMT +0200
HZ. PEYGAMBER'İN BÜYÜK ZEKÂ VE FETÂNETİ
Peygamber, davet için gerekli zekâ ve fetânete sahip kimselerdir. Onlar, risalet görevlerini yerine getirirken hasımlarıyla münakaşaya mâruz kalabilecekleri gibi, taraftarlarının sorularını cevaplandırmak, yapılan itiraz ve tenkitleri izale etmekle de karşı karşıya kalacaklardır. Öyle ise böyle bir vazife için zeka, fesahat ve münazara gücü lüzumludur ki, muhatablarını ikna etsin ve mağlup düşmesinler. Mağlubiyetleri, onlara karşı üstünlüklerini sağlayamaz. Bu da, Peygamberlerin bütün davasının hak olduğuna bağlıdır. Çünkü, bâtıl olan bir davanın üstün gelmesine imkân yoktur. O, daima zevale mahkûmdur. Hakkın üstün gelebilmesi için davasını delîl ile isbat edebilecek bir akla ihtiyaç vardır. Aklî izahları bulunmayan haklar kaybolup ortadan kalkmıştır. Delili gereği gibi açıklamak için fesahat ve konuşma kabiliyeti lâzımdır. Bu da ancak en bilgili, en zeki ve en fasîh olan kimse için mümkündür.
İnsanların ilim ve meslekleri farklı farklıdır. Kimi din adamıdır, kimi siyasetçidir, kimi iktisatçı, kimi doktor, kimi felsefeci... Bunlardan herhangi biri kendi branşı açısından bir tenkitte bulunacak olursa onu ikna etmek gerekir. Peygamber davasıyla ilgili her konuda herkesten daha bilgili olmazsa davasını ispat-layamaz.
insanlar zekâ, fesahat ve konuşma kabiliyyeti yönünden de farklılık gösterir. Peygamberin bir vazifesi de bütün insanları ikna edip davasını ispatlamaktır. Herkesten zeki olması da bunu ispatlamaya yetmez. Bunlara sahip olan kimse, açık bir ifadeye ve fasîh bir lisâna da muhtaçtır. Allahu Teâlâ, peygamberi Musa'yı tebliğ ile görevlendirdiği zaman Hz. Mûsâ şöyle dedi: "...Rabb'im, benim göğsümü aç (risalet görevini yüklenebilmesi için yüreğimi genişlet), bana işimi kolaylaştır, dilimden (şu) düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar." (20: 25-28). Yani, "kalbimi bir rasûlün büyük görevi ile ilgili zorluklan yerine getirmeme yarayacak cesaretle doldur ve bu görevin yerine getirilmesi için bana güven ver." Hz. Musa böyle dua etti, çünkü görevinin büyük sorumluluklarının şuurundaydı. Ayrıca akıcı bir dile sahip olması niyazında da bulundu,
Bu hususiyetler Allah'ın Son Peygamberi ve Rasûlü Hz. Muhammed'in şahsında toplanmıştı. O, zihin açıklığı, anlama ve kavrama yeteneği ve üstün bir zekâ ile teçhiz edilmişti. Ne önden ve ne de arkadan bâtıla mâruz olmayan tam ve açık bir burhan, mükemmel ve düzgün bir üslûp ile hakkı ifade etmek; hasmı susturup onu teslim olmağa zorlamak, ancak her şeyi bilgisiyle ihata eden Allah'ın davet ve risalet yükünü yüklenen Rasûl için mümkün olabilir.
"Allah, meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer..." (22: 75).
"...Allah, elçiliğini nereye koyacağını (risale-tini kime vereceğini) daha iyi bilir..." (6: 124).
Bu hususiyetleri gözden geçirince, Hz. Muhammed'in bunların her birinde zirve olduğunu göreceğiz. Peygamber en büyük -gerçekten de mucizevî ve karşı konulamaz- bir silâhla yani Kur'an'ın belagatİ ve fesahatiyle silahlandırılmıştı. İnandırmak ve ikna etmek için Kur'an'ın gücü, eşi olmayan büyük bir "tremendum" ve harekete sevkeden bir tesirdir. Peygamber her fırsatta İslâm'ın üstün bir sunucusu olarak İlâhî kelâmın müessir gücüyle insanları Allah'a çağırdı. Kur'ân'dan yaptığı iktibasların yanında Hz. Muhammed'in kendi konuşması da etkileyiciydi. Benî Sa'd b. Bekr'in kampında yetiştirildiğini söylerdi. Arapçayı mükemmel ve belagatla konuşurdu. Konuşmada belagat ve fesahatin kıymetini çok iyi takdir ederdi. Dinleyenlerin kalplerinde tesir uyandıracak ve onların hayallerini harekete geçirecek yetenekte Arap diline hâkimdi. İnsanları hakikate inandırmakta fevkalâde başarılıydı. O'nun ifadeleri Hz. Aişe'nin belirttiğine göre, ilk duyuşta ezberlenebilecek kadar açık-seçik ve tane tane idi. Hz. Muhammed'in daveti aynı zamanda insanların gönüllerine hitap ediyor ve onların fıtratlarındaki duyguları aydınlığa çıkarıyordu. (Farukî, a.g.e., sh.135-136).
Dâva yönünden, davasının hak ve doğru olduğunda şüphe yoktur. Bunu isbat etmek için kitabın konularını incelemek kâfidir. Fesahat yönünden ise O, bütün Araplardan daha fasih ve açık bir ifadeye sahipti. Burhan ile davasını isbat etmek yönünden de, bir başkasında görülmeyecek şekilde, Rasûlullah'in her insanın seviyesine inip, sâde bir ifade ile onu iknaya kabiliyetli olduğu görülür. Böylelikle bütün insanlara inanç, ibâdet, yaşayış ve hayat yolunu gösterip Kur'ân-ı Kerim'in her şeyi açıkladığını isbat etmiş ve herkesi susturmuştur. Kur'ân-ı Kerîm kıyamete kadar her devirde insanlar için Allah'tan birer belgedir. O'nun rasûlü Hz. Muhammed'in sahîh sünneti de bu dinin tatbiki için en güzel bir misaldir.
Bütün bu hususiyetleri açıklamak için Hz. Peygamber'in serdettiği hüccetlerden ve İslâm'a davet etmek için okuduğu hutbe ve mektuplardan ve emr-i bil mâruf ve nehy-i ani'l münker meyamnda söylediği delil mahiyetindeki sözlerinden de bir kaç misâl vereceğiz. Bunlan gördüğümüzde, Allah'ın, Rasû-lüne verdiği ikna kabiliyetinin ne kadar kuvvetli olduğunu ve her yönden mahlûkâtın en mükemmeli bulunduğu anlaşılacaktır:
Abdullah b. Ahmed ve Ebû Ya'la. Saîd Ebî Râşid'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hirakl'in Hz. Peygamber'e elçi olarak gönderdiği (Arap) Tenûh kabilesine mensup zâtı Humus'ta gördüm. O, benim komşum idi. Çok yaşlanmış, pîri fâni olmuştu. O'na: "Hi-rakl'in Hz. Peygamber'e, Peygamber'in Hirakl'e gönderdikleri mektuplar hakkında bana bilgi verebilir misin?" dedim. Tenûhî: "Evet." dedi ve söze başladı.. "Hirakl'in mektubum alıp götürdüm. Tebük'e varınca baktım ki Peygamber ashabı ile birlikte suyun kenarında oturuyorlar. 'Adamınız nerededir?' dedim 'İşte budur!' dediler. Ben de kendisine yaklaşıp oturdum ve mektubu eline verdim. O dt mektubu alıp eteğinin üzerine koydu. Bana: 'Kimlerdensin?' dedi. Ben de: 'Tenûh kabilesindenim' dedim. Peygamber: 'İbrâhim'ir hanif dinini ister misin?' diye sorunca: 'Ber bir kavmin elçisiyim ve onun dinine mensubum. Onlara dönmedikçe ondan (dinimden^ dönmem.' dedim. Bunun üzerine şu ayeti (28; 56) okudu: "Sen, sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecekleri daha iyi bilir."
Tenûhî dedi ki: "Sonra mektubu sol yanında bulunan birine verdi. 'Mektubu okuyan arkadaşınız kimdir?' diye sordum. 'Muâviye'dir' dediler. Benimkinin (Hirakl'in) mektubunda şu vardı: 'O, muttakiler için hazırlanmış, eni gökler ile yer kadar olan cennete beni davel ediyor, ya cehennem nerededir?'
Peygamber buna karşılık: 'Subhanallah! Gündüz gittiği zaman gece nerededir?' dedi."
İbni Huzeyme, İmran b. Hâlid b. Talayk b. Muhammed, İmran b. Husayn babasından, 0 da dedesinin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kureyşliler Husayn'a gidip (onu sayıyorlardı) dediler ki: 'Sen bu adamla görüş. O, bizim ilâhlarımıza sövüyor.' Birlikte gittiler, Peygamber'in kapısına yakın bir yerde oturdular ve birbirlerine şöyle dediler: 'Bu yaşlı zâtın konuşmasına müsaade ediniz.' İmran ile arkadaşlan epeyce vardı. Sonra Husayn konuşmaya başladı: 'Nedir bu kulaklarımıza gelen şu sözler? Sen bizim ilâhlarımıza sövüp kötülüyorsun. Halbuki senin baban kal'a gibi ve iyi bir insandı.' Hz. Peygamber de şöyle dedi: 'Ey Husayn! Benim babamla senin baban ateştedirler! Ey Husayn, kaç ilâha tapıyorsun?' Husayn: 'Yer yüzünde yedi, gökte bir olmak üzere sekiz ilâha tapıyorum' dedi. Peygamber: 'Sana bir musibet gelirse kime yalvarıp dua ediyorsun?' 'Gökte olan Allah a yalvarıp duâ ediyorum.' 'Malın helak olursa kime duâ ediyorsun?1 'Gökte olana yalvarıp dûa ediyorum.' 'Yalnız o senin duam kabul ettiği halde neden diğerlerini ortak ediyorsun? Acaba şükretmek hususunda rızasını mı aldın, yoksa sana galebe çalmaktan mı korkuyorsun?' 'Hayır bunlardan hiç birisi değil.' dedi- (Husayn, şimdiye kadar böyle bir kimse ile konuşmamıştım, dedi). Peygamber: 'Ey Husayn! Müslüman ol, selâmet bulursun.' Husayn: 'Benim kavmim ve aşiretim vardır, onlara ne diyeceğim?' "De ki: 'Allah'ım benim için en doğru yolu göster, bana faydalı bir ilim ver?"
Husayn bunları söyledi. Bunun için kavminden İslâm'a girmeyen kimse kalmadı. Sonra İmran kalkıp onun başını, elini ve ayaklarını öptü. Hz. Peygamber, bu hâli görünce gözleri yaşardı. Husayn, kâfir olarak Peygamberin yanma girdiğinde, İmran onun için ne ayağa kalkmış ne de O'ndan tarafa bakmıştı. Müslüman olunca hakkım Ödedi. Husayn çıkmak istediği zaman, Hz. Peygamber, ashaba: 'O'nu evine kadar yolcu ediniz.' buyurdu. Kapıdan çıkar çıkmaz onu gören Kureyş: 'Sapıttı!' dediler ve dağıldılar." (el-İsâbe).
Ebû Temime Hüceymî'nin rivayetine göre, kendi aşiretinden bir zât, Peygamber'e gitti (veyahut Peygamber'in yanında iken birisi geldi) ve: "Allah'ın Rasûlü (veya Muhammed) sen misin?" dedi. Peygamber: "Evet." "Kime yalvarıp duâ ediyorsun?"
'Ben yalnız Allah'a yalvarıp duâ ediyorum. O, öyle bir zattır ki, başına gelen musibetin kalkması için duada bulunsan onu kaldırır; sana çatan kıtlığın kalkması için duâ edersen bitki ve ekinlerini bitirir. Bir çölde kaybettiğin bineğinin geri dönmesi için duâ edersen, sana geri çevirir." Bunun üzerine adam Müslüman oldu. Sonra: "Ey Allah'ın Rasûlü, bana bir vasiyette bulun" dedi. Peygamber:
Wıç bir şeye (veya kimseye) sövme." dedi. Râvî dedi ki: "Peygamber bana vasiyet ettikten sonra, ne bir deveye ne bir koyuna ve ne de bir keçiye sövmedim." (Müsned-i Ahmed).
Adiy b. Hatem'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Peygamber'in ortaya çıktığını duyunca hiç hoşlanmadım, nefret ettim. Bunun için Bizans Devleti(Kayseri)nin tarafına geçtim. Bulunduğum yerde de yalnızdım, bu yalnızlık ise bana fazlasıyla sıkıntı veriyordu. Sonra şöyle düşündüm: 'Bu adama gideyim. Yalancı çıkarsa bana zarar vermez, doğru ise ben de durumu öğrenmiş olurum.' Geri dönüp yanına gittim, yanına varınca etraftakiler: "Bu, Adiy b. Hatem'dir" diye takdim ettiler. Rasûlullah bana: "Ey Adiy b. Hatem! Müslüman ol, selâmet bulursun." dedi ve bunu üç defa tekrarladı. Adiy: "Ben bir dine mensubum." Peygamber: "Dinini senden iyi bilirim." "Benden iyi mi bilirsin?" "Evet, sen Rükûsiye (Hıristiyanlığın bir kolu) dinine müntesip olup kavminin elde ettikleri ganimetin dörtte birini yiyen bir kimse değil misin? "Evet." "Bu senin dininde caiz değildir." "Evet." dedim, bir kaç defa tekrar etti. Ben de buna tevazu gösterdim. "Haberin olsun! Senin müslüman olmanı önleyen şeyin ne olduğunu bilirim. Sen diyorsun ki, etrafında bulunanlar zaif ve güçsüz kimseler; onları da Araplar safdışı etmiştir. Sen Hire şehrini bilir misin?" "Görmedim, sadece işittim." "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bu iş tamam olacaktır. Öyle ki, Hire'den deve üstünde yola çıkan bir kadın, tek başına, kimseden çekinmeden, rahatça gelip Beyti (Kabe'yi) tavaf edebilecektir. Kisrâ b. Hürmüz'ün hazîneleri fethedilecektir." "İbni Hürmüz'ün hazineleri mi?" "Evet! Kisrâ b. Hürmüz'ün hazineleri. Mal ve servet öyle çoğalacaktır ki, onu kabul edecek kimse bulunmayacaktır?" dedi.
Adiy b. Hâtem şöyle diyor: Gerçekten de böyle oldu. İşte Hîre'den kalkan bir kadın, hiç bir kimsenin himayesine girmeden tek başına gelip Beyti tavaf ediyor. Kisrâ'nın hazînelerinin fethine gelince, ben bizzat onu fethedenlerle beraber idim. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun, üçüncüsü de olacaktır. Çünkü Rasûluilah haber vermiştir. (Müsned-i Ahmed).
Adiy b. Hâtem'in rivayetine göre, kendisi Akrap'ta bulunduğu bir sırada Hz. Peygamber'in seriyyeleri gelip halasını ve bazı kimseleri alıp götürmüşlerdi. Onları Peygamber'in yanına çıkarınca iki saf haline getirmişlerdi. Halam şöyle dedi: "Bize bakan uzaklarda, kimsem yok. Ben de yaşlı bir kadınım, artık hizmet edecek bir hâlim kalmadı. Beni bağişla ki, Allah da seni bağışlasın." Hz. Peygamber: "Sana bakan kimdi? "Adiy." "Şu, Allah ve Rasûlünden kaçan kimse mi?" Sonra Peygamber halamı bağışladı. Hatta o, bir binek de isteyince çevresindekilere verilmesini emretti. (Adiy diyor ki,) Halam sonra bana gelip şöyle dedi: "Sen öyle bir şey yaptın ki, baban olsa onu yapmazdı. Hoşuna gitsin veya gitmesin, O'nun yanına gitmelisin. Falan ve filan yanına gittiler, pek çok şey elde ettiler."
Bunun üzerine Peygamber'in yanına gittim, yanında bir kadın ve bir kaç çocuk (veya bir çocuk) vardı. Onların Peygamber'e bağlılıklarından sözetti. O zaman anladım ki, ne Kisrânın ne de Kayser'in hükümdarlıkları kalmayacaktır. Peygamber bana: "Ey Adiy b. Hâtem! Neden kaçtın, yoksa Lâ ilahe İllallah demekten mi? Neden? Yoksa Allahu ekber demekten mi? Allah'tan büyük ne var?" Bunun üzerine müslüman oldum. O zaman Peygamber'in yüzünün sevinçten par-ladığını gördüm. (Müsned-i Ahmed).
Ebû Ya'lâ, Harb b. Süreyc'den, o da Beladeviye kabilesine mensup birisinden, o da dedesinden şöyle rivayet etmiştir: Medine'ye gittim, Vâdi'nin kenarına gelince baktım ki, bir keçiyi tutan iki kişi müşteri ile pazarlık yapıyordu. Müşteri satıcıya; "bana ikram et", diyordu. Kendi kendime, "Bu adam, halkı dalâlete sürükleyen Haşimî değil mi?" dedim. Dikkatlice baktım; yakışıklı, zarif, geniş alınlı, ince kavisli kaşları vardı. Göğüs kılları seyrekti. Üzerinde iki parçadan ibaret eski bir elbise vardı. Bize doğru geldi ve esselâmû aleykûm dedi. Biz de selâmını aldık. Müşteri hemen durmadan: "Ya Rasûluilah! Ona (satıcıya) söyle, bana ikram etsin." dedi. O da elini uzatıp şöyle dedi: "Siz mal sahibisiniz. Ben hiç kimsenin malına, kanına ve ırzına haksızlık etmeden Allah'a kavuşmayı arzu ediyorum. Allah'ın hakkı hâriç. (O zâlim değildir) Allah, dürüst alış-veriş yapana, borcunu eda edene ve alacağını isterken nazik olan kimseye merhamet etsin." Sonra gitti. Ben de kendi kendime; 'vallahi, bu adamın tatlı bir dili var. Onu takip edeyim' dedim ve peşinden gidip: "Yâ Muhammedi" deyince, Peygamber bütün bedeniyle dönüp: "Bir arzun mu var?" diye cevap verdi. Ben: "Halkı dalâlete sürükleyip helak eden ve ecdadın yaptıkları ilâhlardan çeviren sen misin?" dedim. Peygamber : "O, Allah'tır." Ben: "Neye davet ediyorsun?" "Allah'ın kullarını Allah'a davet ediyorum." "Ne diyorsun?" Peygamber şöyle dedi: "Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim, Allah'ın Rasûlü olduğuma ve bana gelene imân edip Lât ve Uzza putlarını inkâr etmeye, namaz kılıp zekat vermeye davet ediyorum." "Zekât nedir?" diye sordum. Peygamber: "Zenginlerimizin, mallarından bir kısmını fakirlerimize vermesidir." "Çağırdığın şey güzeldir" dedim. (Râvi, anlatmaya devam ediyor:) Daha önce yeryüzünde herkesten ziyade nefret ettiğim bir adam iken, sonra evladımdan, babamdan ve bütün insanlardan daha fazla bana sevimli oldu. Peygamber: "Dediğimi anladın mı?" dedi."Evet dediğinizi anladım" dedim. "Öyle ise Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadet eder ve bana gelene imân eder misin?" Ben de: "Evet, ey Allah'ın Rasûlü! Ayrıca bir çok kimsenin uğradığı bir yere, beni davet ettiğin şeye onları da davet edeceğim, sana tâbi olacaklarına umutluyum." dedim. Peygamber: "Evet, onları davet et." Daha sonra dediğim yerde davetimi yaptım. Erkekli kadınlı hepsi müslüman oldular. Allahın Rasûlü, beni taltif etmek için başımı okşadı.
Buhârî ve Ebû Dâvûd, Uhud savaşında müslümanlar yenilgiye uğradıktan sonra, mü'minlerle müşrik ordusunun başı Ebû Süf-van arasında cereyan eden muhaverenin bir kısmını naklettiler. Geri kalanını da Râzî zikretti. Rivayetlerine göre, muhaverenin tam metni şöyledir: Ebû Süfyân, savaş meydanından döneceği zaman bir tepenin üzerine çıktı ve yüksek sesle şöyle bağırdı: "Muhammed içinizde midir?" Peygamber, yanındakilere cevap vermemelerini tembihledi. Ebû Süfyân cevap alamayınca: "İçinizde Ebû Kuhâfe (Ebû Bekir) var mıdır?" diye seslendi. Peygamber yine sus işareti verdi. Bu sefer Ebû Süfyân: "Yâ Hattab oğlu Ömer!" diye bağırdı. Peygamber yine cevap vermemelerini emretti. Ebû Süfyân haykırmalarına cevap alamayınca çevresindekilere: "Anlaşıldı, hepsi ölmüş. Hayatta olsaydılar mutlaka cevap verirlerdi." dedi. Ömer kendini tutamayıp şöyle seslendi: "Ey Allah'ın düşmanı! Yalan söylüyorsun, seni üzenleri Allah korumuştur!" Ebû Süfyân da: "Yaşasın Hübel!" diye bağırdı. Bunun üzerine Peygamber: "Kendisine cevap veriniz." dedi. "Ne diyelim?" dediler. Peygamber: "Allah her şeyden büyük ve yücedir! deyiniz" dedi. Ebû Süfyân: "Bizim Uzzâ'mız var, sizin ise yok!" deyince Peygamber şu cevabı verin, buyurdu: "Allah bizim mevlâmız(dost ve yardımcımız)dır, sizin ise mevlânız yok!"
Ebû Süfyân dönerken: "Savaşta yenmek nöbetledir. Bugün Bedir (savaşının) karşılığıdır. Cesedleri görüyorsunuz." diye seslendi. Peygamber: "Kendisine söyleyiniz" dedi. "Bizim şehitlerimiz cennette, sizin ölüleriniz ise cehennemdedir!"
Ebu İshak, Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Allah'ın Rasûlü, Huneyn günü ele geçirdiği ganimetleri Kureyşin yeni müslümanlan ve diğer Araplar arasında bağıttı. Ensâra hiç bir şey vermedi. Bunun üzerine Ensar'm bir kabilesinin kalbinde bazı Şüpheler uyandı. Hatta onlardan birisi "Vallahi, Peygamber kendi kavmiyle anlaşmıştir" dedi. Bu sebeple Sa'd b. Ubâde, Peygamber'e giderek: "Yâ Rasûlullah! Ensâr ganimet mallarının bu suretle taksiminden dolayı zâtınıza karşı gönüllerinde teessür duymuşlardır. Ganîmet malını Rasûl-i Ekrem kendi kavmi arasında bol bol dağıttı, kavmine büyük hediyeler verdi de Ensâr'a bir şey vermedi, diyorlar." dedi. Hz. Peygamber : "Ey Sa'd, sen de bu fikirde misin?" diye sordu. Sa'd b. Ubâde: "Yâ Rasûlullah! Ben de kavmimden bir fert olmaktan başka bir şey değilim." diye son derece edibâne cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber : "Öyle ise haydi kavmini şurada topla!" diye emretti. Sa'd çıkıp Ensâr'ı orada topladı. Muhacirlerden bazı kimseler gelmişlerdi. Bunları da içeri aldı. Başka gelenleri kabul etmedi. Sonra gelip: "Yâ Rasûlullah! Ensâr toplandı. Teşrifinize hazırdır." diye cevap verdi. Rasûlullah de hemen kalkıp geldi. Ve şu şekilde en heyecanlı hitabelerinden birisini irad etti: Allahu Teâlâ'ya hamdü senadan sonra: "Ey Ensar cemaati! Hakkımda gönlünüzde duyduğunuz teessürü işittim. Siz dalâlet içinde iken ben size gelmiş değil miyim ve benim vasıtamla Allah'ın hidayeti erişmiş değil midir? Siz fakir iken benim hicretimle Allah sizi zengin kılmadı mı? Aranızdaki düşmanlık ateşi sizi kemirirken, gelişimle, Allah kalblerinizi birleştirmedi mi?" buyurdu. Ensar bu soruları: "Evet! Allah ve Rasûlullah'ın üzerimizdeki minnet ve şükranı daha yücedir." diye tasdik ve teyit ettiler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: "Siz benim suallerime şöyle cevap verseydiniz daha doğru söylemiş ve tarafımdan daha ziyade tasdik edilirdiniz! Siz bana: 'Ey Muhammed, herkes sana yalancı derken sen aramıza geldin. Biz, sarsılmaz bir kanaatle senin peygamberliğine inandık! Herkes seni terk ettiği sırada biz sana müzaheret ettik! Vatanından kovdukları zaman seni yurdumuza sığındırıp evimize misafir ettik. Sen bize fakir geldin, biz sana yardım ettik!' deseydiniz, ben de 'çok doğru söylüyorsunuz!' derdim. Ey Ensâr cemaati! Bir takım kimselerin kalbleri-ni telif ile müslüman olmaları için verdiğim ve müslümanlığımızın kuvvet ve kemâline güvenerek sizi mahrum ettiğim önemsiz dünya metamdan dolayı canınız mı sıkıldı, nefsinizde bir endişe mi buldunuz? Halk aldıkları develerle, koyunlarla evlerine dönerken siz de Rasûlullah ile yurdunuza dönmek istemez misiniz ey Ensar cemaati? Muhammed'in hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer hicret fazileti olmasaydı, muhakkak ben Ensâr'dan bir fert olmak isterdim. Halk bir vadiye yönelse, Ensâr da bir vadiye seyr edip gitse, hiç şüphesiz ben de Ensâr vadisine yönelirdim. Allah'ım! Sen Ensâr'a, Ensâr'ın evladına, evladının evladına rahmet eyle!" buyurdu.
Bu heyecanlı hutbeden sonra Ensâr hüngür hüngür ağladı. Sakallarını gözyaşları ıslatıyordu. Ve bir ağızdan: "Biz nasip, sevinç ve saadet vesilesi olarak Rasûlullah'ı isteriz!" diye bağırıştılar. Sonra Rasûlullah mekânına döndü, onlar da dağıldı. (Buharî).
Atâ b. Yesâr anlatıyor: Birisi, Hz. Peygamber'e gelerek sordu: "Yâ Rasûlullah! Annemin yanına girerken izin istemem gerekir mi?", "evet" cevabını verince adam tekrar: "Eğer ben evde onunla berabersem?" Hz. Peygamber tekrar: "izin iste" dedi. Adam itirazla: "Ben ona hizmet etmekteyim." dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (öfkeyle): "Annenden izin iste, onu üryan olarak görmekten hoşlamr mısın?" dedi. Adam: "Hayır" deyince; "Öyleyse (her seferinde yanına girerken) annenden izin iste!" buyurdu. (Muvatta).
Ebû Ümâme'nin rivayetine göre, bir genç Hz. Peygamber'e gelerek: "Yâ Rasûlullah! Bana zina yapmak için izin ver" der. orada bulunanlar gencin üzerine yürüyerek onu ayıplarlar ve hırpalamağa başlarlar. Hz. Peygamber: "Bana getirin" der. Yaklaşınca: "Bu fiili annen için kabul eder misin?" diye sorar. "Vallahi, hayır" cevabı üzerine: "Başkaları da anneleri için buna razı olmazlar" der ve aynı şekilde "kızın için kabul eder misin?...", "kız kardeşin için...", "halan için...", "teyzen için... kabul eder misin?" diye sorar ve her seferinde: "Vallahi hayır" cevabını alınca
Rasûlullah da: "Başkaları da buna razı olmazlar" der. Sonunda elini üzerine koyup: "Yâ Rabbi, günahlarını affet, kalbini paket, fercini hıfzet" diye dua eder ve genç bundan böyle hiçbir menfî temayül göstermez. (Müs-ned-i Ahmed).
Siyer kitaplarının rivayet ettiklerine göre, Medine'ye gelen Necrân Hıristiyanları Rasûlullah ile tartışmaya girmişlerdi. "O'nun (İsâ aleyhisselâm'ın) babası kimdir?" diye sordular. Akılları sıra bu soruyla, Hz. Peygamber'i susturup -hâşâ- İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ifade etmek istiyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm, onların sorularını şöyle cevaplandırıyor: "Allah yanında İsâ'nm durumu, Âdem'in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı, sonra ona 'Ol' dedi, o da oldu." (3: 59).
Peygamber onlara şöyle cevap verdi: "Allah'ın Ölmeyeceğini ve İsa'nın ölmeye mahkûm olup öleceğini bilmiyor musunuz?" "Evet biliyoruz." "Rabbimizin herşeyin koruyucusu ve rızıklandıncısı olduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "İsâ, bunlardan herhangi birini yapabilir mi?" "Hayır." "Ne yerde, ne gökte hiç bir şeyin Allah'a gizli kalmadığını bilmiyor musunuz?" "Evet." "İsâ, bunlardan hiç bir şey bilir mi?" "Hayır." "Rabbimiz dilediği şekilde İsa'yı ana rahminde suretlendirdiğini, ne yemek yediğini ne su içtiğini, ne de abdest bozduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "Her anne gibi, İsa'nın annesinin de ona hamile olduğunu; sonra her annenin yavrusunu doğurduğu gibi onu doğurduğunu; sonra her çocuk gibi emzirildîğini; yemek yiyip su içtiğini ve abdest bozduğunu bilmiyor musunuz?" "Evet." "Öyleyse iddia ettiğiniz gibi nasıl olacaktır?" dedi.
Hudeybiye günü, Kureyş kabilesi müslümanlara karşı savaşa hazırlanmıştı. Hz. Peygamber ise bu niyetle gelmemişti. Müslümanların Hacc için Mekke'ye girmelerine müsaade etmeyen Kureyş'e şöyle söyledi: "Siz de bilirsiniz ki, biz Kureyş ile cenk etmek için buraya gelmedik. Fakat Kureyşlileri bizimle savaşa girmeye pek arzulu görüyorum. Beni dinlerlerse, onlara şöyle bir teklifim var: Aramızda bir mütareke yapalım. Onlar beni diğer Araplarla başbaşa bıraksınlar; yenilirsem, zaten maksatlarına ererler. Allah beni galip kılarsa onlar da ötekiler gibi ister İstemez İslâm'a girerler. Ya Allah dinini galip kılacak, yahut şu cah daman kesilecektir."
Bunlar, açık ve fasih bir uslûbla, Hz. Peygamber'in başkalarıyla yaptığı tartışma, nasihat ve hutbelerinden bir kaç misaldir.
Veda haccında Peygamber uzun bir hutbe irâd etti. Yüksek bir sesle bunu cemaate duyuran, Rebî'a b. Ümeyye idi. Aşağıda zikredilen metin, bunun bir bölümüdür.
Rasûlullah, Rebî'a b. Ümeyye'ye: "Ey insanlar! Peygamber şöyle diyor, de" dedi. Rebî'a bunu aktardıktan sonra: "Bu ay hangi aydır?" diye seslendi. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. "Zilhicce (ayı) değil midir?" buyurdu. "Evet Zilhiccedir!" dediler. "Bu içinde bulunduğumuz hangi beldedir?" buyurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. Sustu, arkasından: "Mekke şehri değil midir?" buyurdu. "Evet, Mekke'dir!" dediler. "Bugün hangi gündür?" buyurdu. "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir" dediler. Rasûlullah: "Yevmü'n-nahr (kurban kesim günü) değil midir?" buyurdu. "Evet, yevmü'n-nahr'dır!" dediler. Bundan sonra Rasûlullah: "Ey insanlar! Şu hâlde iyi biliniz ki, bu aylarınız, bu şehriniz, bu gününüz nasıl mübarek ve mukaddes ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir; her türlü saldırıdan masundur." buyurdu. (Buharî).
Konuşmalarından biri de şudur: "Rabbim bana dokuz emir vermiştir: Gizli ve açıkta Allah'tan korkmak; öfke ve rıza halinde hak sözü söylemek; yoklukta ve bollukta iktisada riayet etmek; bağı koparan kimseyle irtibatı sağlamak ve beni mahrum bırakan kimseyi mahrum bırakmayıp yardım etmek; bana haksızlık edeni affetmek; ayrıca, susmamın tefekkür; konuşmamın zikir; bakışımın da ibret olmasını ve iyiliği emretmemi dilemiştir."
Vasiyetlerinden biri de şudur; "Evlâd, Allah'ı (yani emir ve nehyini) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki, O'nu karşında bulasın. (Bir şey) istediğin vakit Allah'tan iste. Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile. Şunu bil ki, bütün mahlûkat toplanıp el birliğiyle sana bir fayda ve menfaat bahşetmek isteseler, Allah'ın sana yazdığından fazla bir şey bahsedemezler. Yine bütün mahlûkat el birliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah'ın sana takdir ettiği zarardan ziyadesini yapamazlar. Kalemler (işleri sona erip) kaldırılmış, sahifeler de (üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur. Rıza ve imanla Allah için çalışabilirsen çalış. Buna gücün yetmezse, arzu etmediğin şeylere karşı sabretmende büyük bir fayda vardır. Bil ki, Allah'ın yardımı sabır iledir, kolaylık da sıkıntısıyla birliktedir. Her güçlükle beraber mutlaka birer kolaylık vardır." (Tirmizî).
Ebû Saîd el-Hudrî, Hz. Peygamber'in uzun bir hutbesinden ezberlediği şu sözleri nakleder:
"Şüphesiz dünya güzel ve tatlıdır. Allah bu dünyada sizi halife kılacak ve yapacağınızı da görecektir. Dikkat ediniz, dünya(mn zevk ve eğlenceleri) ve kadın(lar) sizi Hakk'tan uzaklaştırmasın. Yine dikkat ediniz: Kınayanların kınaması, sizleri, hakkı söylemekten alıkoymasın. Biliniz ki: Ahdini bozup hıyanet eden herkes için hiyaneti nisbetinde birer sancak dikilecek. Müslümanların hükümdarına karşı hıyanet yapmaktan daha büyük bir hainlik yoktur. Hâinin sancağı, arkasında dikilecektir. İnsanlar çeşit çeşit yaratılmışlardır. Bir kısmı mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, mü'min olarak Ölür. Bir kısmı da mü'min olarak doğar, mü'min olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Bir başka çeşit de; kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve mü'min olarak ölür. Diğer bazıları da, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve kâfir olarak ölür. Bilmiş olun ki, bir sınıf insan var ki, alıngan değildir. Kolay kolay öfkelenmez, öfkelense de öfkesi çabuk geçer. Bir sınıf da var ki, çabuk öfkelendiği gibi çabuk da yumuşar. Bİr başka sınıf da var ki, kolay kolay öfkelenmez, öfkelendiğinde geç yumuşar. O, onun dengidir. Diğer başka bir sınıf var ki, çabuk öfkelenir, geç yumuşar. Bilmiş olun ki, bir sınıf var; vereceğini güzel verir, alacağını güzel İster. Bir sınıf da vardır ki, vereceğini güzel vermez, ama alacağını güzel ister. Diğer bir sınıf var ki, alacağını güzel istemez ama vereceğini güzel verir. Başka bir sınıf var ki hem vereceğini güzel vermez, hem alacağını güzel istemez. Bunların en iyisi, hem vereceğini güzel veren, hem alacağını güzel isteyen kimsedir. Şerlileri de; vereceğini güzel vermiyen ve alacağını güzel istemeyen kimsedir. Bilmiş olun ki, öfke insanın kalbinde bir ateş parçasıdır. Siz gözün kızartısını ve boyun damarlarının kabarmasını görmediniz mi? Onun için onu hisseden yere yapışıp kalkmasın.
Muaz b. Cebel'den şöyle rivayet olunmuştur: Demiştir ki, Hz. Peygamber ile Tebük gazasına çıkmıştık. Sıcak bastı. Herkes birer tarafa dağıldı. Bir de baktım ki, Rasûlullah yanı basımdadır. Hemen yaklaşıp: "Yâ Rasûlullah, beni cennete sokacak ve cehennemden uzaklaştıracak bir ameli bana haber ver" dedim. Peygamber buyurdu ki; "Sen çok büyük bir şey sordun.Böyle olmakla beraber, Allahu Teâlâ'nın müyesser kıldığı kimseye göre herhalde asandır. Allah'a hiç bir şeyi şerik etmemek üzere ibadet edersin. Namazı kılar, zekâtı verir, Ramazan orucunu tutar, Beytu'llâh'ı hacc edersin.." Peygamber şöyle devam etti: "Sana hayır kapılarına delâlet edeyim mi? Oruç siper ve kalkandır. Sadaka günahı, suyun ateşi söndürdüğü gibi söndürür. Gece ortasında kişinin namaz kılması da böyledir." (Sonra şu âyeti okudu:) "Yanlan yataktan uzaklaşır, korku ve ümit içinde Rab'lerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır) için harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için ne gözler aydınlatıcı (nimetler)in saklandığını hiç kimse bilemez!" (32: 16-17). Sonra: "İşin (dînin) başı, direği, en yüce tarafı nedir, sana haber vereyim mi?" dedi. "Evet yâ Rasûlullah!" dedim. "İşin başı İslâm'dır. Direği namazdır. En yüce tarafı da cihaddır." Sonra şöyle devam etti: "Bu dediklerimin hepsini tutan, işin esası nedir, sana söyleyeyim mi?" "Evet yâ Rasûlullah" deyince mübarek dilini (eliyle) tutup: "İşte şunu tut" buyurdu. Dedim ki: "Yâ Nebiyya'llâh, biz söylediğimiz sözlerle de mi muâhaze olunacağız?" Buyurdu ki: "Herkesi cehennemde yüzükoyun düşüren, dillerinin biçtiklerinden (yani kazandıklarından) başkası mı zannedersin." (Tirmizî).
Ebû Hureyre, Rasûlullah'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah'a ve âhiret gününe imanı olan, ya hayır söylesin, ya ağzını mühürlesin. Allah'a ve âhiret gününe imanı olan, komşusuna ikram etsin. Allah'a ve âhiret gününe imam olan, misafirine ikram etsin." (Buhârî ve Müslim).
Ebû Zerr, Rasûlullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah üç kişiyi sever ve üç kişiye de buğz eder. Sevdikleri:
1- Aralarında akrabalık bağını vesile yapmadan sadece Allah'ı vasıta kılmak suretiyle bir kavme baş vurarak yardım isteyen ve mahrum bırakılan kimseye yardım etmek için geriye kalıp gizlice Allah ve ondan başka hiç bir kimsenin haberi olmadan yardım edendir.
2- Gece yürüyüşü yapıp devam eden ve uyku her şeyden hoş gelince konaklayan kavimden birisi, kalkıp benim hoşuma giden söz ve hareketlerde bulunup âyetlerimi okuyan kimsedir.
3- Düşmanla karşılaşıp çarpışan ve hezimete uğrayan birlikten birisi, göğsünü gererek ölünceye veya galip gelinceye kadar savaşa devam edendir. Allah'ın buğz ettiği kimseler de şunlardır:
1- Zina eden yaşlı,
2- Kibirli fakir ve
3- Zâlim zengindir.
Ebû Hureyre, Peygamber'den şöyle rivayet etmiştir: Allahu Teâla kıyamet günü şöyle diyecektir: "Ey Âdem oğlu! Hastalandım, benim ziyaretime germedin." Âdem oğlu: "Nasıl ben senin ziyaretine gelebilirim. Halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Sen bilmiyor musun ki, filan kulum hastalandığında ziyaretine gitmedin. Sen bilmiyor musun ki, onun ziyaretine gitseydin beni orada bulurdun." "Ey Âdem oğlu! Senden yemek istedim. Sen bana yedirmedin." "Rabbim, nasıl sana yemek yedireceğim, halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Filân kulum senden yemek istediği halde kendisine yemek yedirmedin.. Sen bilmiyor musun ki, kendisine yemek yedirseydin onu (mükâfatını) yanında bulacaktın." "Ey Âdem oğlu! Senden su istediğim halde bana su içirmedin." Adem oğlu: "Nasıl ben sana su içireceğim, halbuki sen âlemlerin Rabbisin." "Filân kulum senden su istediği halde kendisine su içirmedin. Sen bilmiyor musun ki, ona su içirseydin, onu (mükâfatını) yanında bulacaktın."
Hz. Peygamber'in fasih olmasının sırrı; öz söyleyip, sözün bütün ufuklarını ve muhtemel mefhumlarını kapsayıp, mes'elenin derinliklerine inmesidir. İnsanlar ilimleri ve kavrayış derecelerine göre O'ndan faydalanabilir.
Rasûlullah'in tavrmdaki yumuşaklığı, söze başlamasındaki tatlılığı, bitirmesindeki güzelliği, sözlerindeki açıklık ve netliği, kolay anlaşılır, güçlü ifadelerle konuştuğu herkes tarafından bilinirdi. Allah O'na özlü kelimelerle üstün hikmetle konuşan güçlü bir natıka vermiş ve Arap kavimlerinin lehçelerini öğretmişti. Onlar Peygamber'e kendi dilleri ile konuşuyorlar, Peygamber de onların kendi dilleri ile cevap veriyordu. Her kavmin dilini öyle ustalıkla konuşuyordu ki, çoğu defa ashabı O'nun ne konuştuğunu ve ne demek istediğini sormak zorunda kalırdı. Rasûlullah'ın hadislerini ve sîretini inceleyen bunu anlayacaktır. (Kadı Iyaz, Şifâ-i Şerîf).
Büyük mânâları ve bütün siyaset ilmini içine alan kısa sözlerinden birisi şudur: "Nasılsa-nız, öyle idare edilirsiniz." Yani, her millet, başında bulunan idareden sorumludur. Yolsuzluğunu bilmezse mazur sayılmaz ve mes'uliyetten kurtulamaz. Çünkü cehalet cezayı gerektiren bir suç olduğu gibi, yönetimin zor kullanması ve baskıda bulunması cezayı gerektiren aczİyet suçunun neticesidir. Ayrıca, mevcut düzen ve yönetimin İlân ettiği programın pek değeri yoktur. Önemli olan milleti meydana getiren fertlerin ahlâkıdır. Yönetici her ne kadar kanun ve nizama bağlı değilse de baskıya boyun eğmeyen bir milleti istibdad ile yönetmek mümkün değildir. Hürriyetin mânâsını bilmeyen bir milletin hür olmasına imkân olmadığı gibi, hükümdar, bir kanun ve nizama bağlı kalsa da durum değişmez. İdare asıl değil, tâbidir. Bir toplum, hâlini değiştirmedikçe Allah onun halini değiştirmez. Biliniz ki, toplum kendi durumunu düzeltmedikçe idare onu düzeltmez. Ve, insanlar bir idareye müstehak oldu mu ona katlanır; isterse yönetim iyi olmasın ve millet hürriyetten mahrum kalsın. İşte bu, her tarafa ulaşan en etkin bir tebligattır.
Siyâset, ahlâk ve sosyal hayat kurallarına dair bu hadisin benzerleri sayılamayacak kadar çoktur. Hz. Muhammed'in sözü, lisanı ve ifadesi fasihdi. Nezaket ve yeterlilik yönünde belagatın en akıcı bir üslûbu üzerinde idi ve böylece bir belagat ile görevini edâ eti. O'nun vefatından sonra mü'minler tarafından günümüze kadar İslâm'a davet faaliyetleri yürütü-legeldi. Kıyamete kadar İslâm davetini sürdürecek, Hakk uğrunda mücadele ve mukatele edecek bir topluluğun bulunacağı yine Rasûlullah'in belirttiği bir husustur.
Kur'an-ı Kerîm'de yer alan: "Siz insanları doğru yola ulaştırmak için çıkarılmış en hayırlı Ümmetsiniz..." (3: 110) ilâhî kelâmı aynı zamanda müslümanlara görevlerini hatırlatmaktadır. Bu yoldaki gayretler bazen mücadele, bazen anlatarak ve ikna ederek, bazen de daha değişik vasıta ve usûllerle yürütülmelidir. Bu konuda da önderimiz elbette ki, Allah'ın Son Peygamberi ve Rasûlü Hz. Muhammed'dir.
Rasûlullah'in ulaşılmaz fesahat ve belagatına, O'nun hadislerinden birçok misal göstermek mümkündür:
"Müslümanların kanları birbirine denktir. Onların zimmetinde en zayıfların bile sözü geçerlidir. Onlar kendi dışındakilere karşı tek eldirler."
"İnsanlar bir tarağın dişleri gibidirler." "Kişi sevdiği ile beraberdir."
"Onun hakkım senin gözettiğin gibi, senin hakkını gözetmeyen kimse ile arkadaşlık etmekte hayır yoktur."
"İnsanlar madenlerdir."
"Kendi kıymetini bilen helak olmaz."
"İstişare edilen kimse güvenilir olmalıdır. Konuşmadığı sürece de serbesttir."
"Allah o kuluna rahmet etsin ki, hayır söyler fayda bulur; sükût eyler selâmet bulur."
"Müslüman ol, selâmete çık."
"Müslüman ol, Allah mükâfatını iki kat versin."
"Allah'a en sevimli ve kıyamet gününde bana en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olan ile çevresi güvenli olandır ki, onlar insanlarla, insanlar da onlarla iyi geçinirler."
"Belki kendini ilgilendirmeyen şeyleri konuşuyor ve kendine faydası olacak fiil ve sözlerden kaçmıyordu."
"İki yüzlü olanın Allah katında yüzü olmaz." "Nerede olursan ol, Allah'tan kork."
"Kötülüğün arkasından iyilik yap ki onu yok etsin."
"İnsanlara iyi ahlâkla muamele et." "İşlerin en hayırlısı orta olanıdır."
"Sevdiğini normal ve ihtiyatlı sev; olur ki, bir gün kızdığın birisi oluverir."
"Zulüm, kıyamette zulümattır."
"Yâ Rabbi! Senin katından öyle bir rahmet diliyorum ki, onunla kalbimi düzeltesin; onunla işimi düzene koyasın; onunla zihnimi toplayasm; bana gizli olan işlerimi düzeltesin; görülen İşlerimi yüceltesin; amelimi tezkiye edesin; onunla bana olgunluğumu ilham edesin; iyi kimselerle kaynaşmamı sağlayasm ve onunla bütün kötülüklerden beni koruyasın."
"Yâ Rabbi! Senden hüküm ânında kurtuluşu, şühedanın makamım, süedamn (mutluların) hayatını ve düşmana karşı nusretini istiyorum."
"Mü'min, aynı yılan deliğinden iki defa sokulmaz."
"Bahtiyar kişi başkasından ders alandır."
Ümmu Ma'bed, Rasûlullah'i anlatırken diyor ki: "Tatlı sözlü, tane tane konuşur, çok ve anlaşılmaz söz söylemez. Kelimeleri sanki itinayla dizilmiş inci taneleri gibiydi. Sesi açık ve güzeldi. O'na salât ve selâm olsun."
Bu bölüm Inkılâb yayınları tarafından hazırlanmıştır.