sumeyye
Fri 7 January 2011, 01:40 pm GMT +0200
10-Hz. PEYGAMBER ZAMANINDA DEVLETİN ASKERLİK TEŞKİLÂTI
Umumi Bilgiler:
278. Meslekten olmayan bir kimsenin girişmiş bulunduğu elinizdeki şu kısa tetkikin, Hz. Peygamber zamanında askerlik teşkilâtının nasıl işleyip nasıl tekâmül ettiğine dair mülâhhas bir bölüm ile ni-hayetlenmesi faydalı olur düşüncesindeyim.
279. İslâm Devleti, Hz. Peygamberin gelip Medine'ye yerleşmesiyle fiilen de mevcudiyet kazanmıştır, îster müdâfaa ve ister taarruz maksatlarına müteveccih olsun, başlangıçta askerî bir teşkilât mevzu bahis değildi. Hz. Peygamberin bütün teşkilâtıyla kendine mâl edebileceği bir Devlet, İslâmdan evvel Medine'de mevcudiyet kazanmış da değildi; keza Hz. Peygamber Medine'yi kendi Devlet ülkesine ve esasen kurulu bulunan idaresine bağlamak üzere bir fâtih sıfatıyla da buraya gelmemişti. Aksine o buraya elinde hiç bir maddî vasıta olmaksızın, denebilir ki bir mülteci olarak göçetmiştir. Medine'ye geldiğinde burada bir karışıklık ve anarşi havası ile karşılaştı. Bu yüzden bir nevî Şehir-Devlet şeklinde siyasi bir teşkilât, ihdas edilmesi teklifinde bulundu; yerli ahali de buna muvafakat ettiler. Fakat her şeye yeniden başlamak icab ediyor, deneme ve tecrübe ile gelişmeyi temin lüzumu hasıl oluyordu.
280. Dikkati çeken nokta, Medine'deki karmakarışık insan yığınları arasına katılışından azamî altı ay sonra, yeni kurmuş olduğu devletin düşmanlarına karşı askeri seferler tertib etmeye başlayabilme-sidir. [375]
Savaşlarda Kollanan Gaye:
280/a. Yukarda, 3 sayılı paragrafta naklettiğimiz :
«Ben rahmet peygamberiyim, ben harp peygamberiyim» şeklindeki hadisiyle Hz. Peygamber (S.A.), onun gözünde savaşın, kendisinden vazgeçilmesi mümkün olmayan bir «kötü gerek» olduğu ve asla kendine menfaat sağlamak gayesiyle ve kendi arzu ve isteğiyle hiç bir zaman harbe tutuşmadığını, olan savaşların ise, tamamen karşı tarafta bulunan hasımlarının arzu ve istekleriyle çıktığını beyân ve ifâde etmektedir. Bu duruma göre onun giriştiği savaşlarda kollanan gaye, düşmanı itaat altına almak ve onun bozuk mantık ve muhakemesini doğrultup düzeltmekti; asla onun kökünü kazıyıp yok etmek değildi. Resûlullah Muhammed aleyh'is-salâtu v'es-se-IAm kan akıtma maksadına dayanan bir harp değil, psikolojik bir harp yapmayı tercih ediyordu. Tam gerektiği an ve yerde merhametli ve şefkatli davranmasını bilmiş ve Kurıan-ı Kerim'de yer alan şu âyetteki prensibe göre (K. 41/34) hareket etmiştir:
«İyilik (hasenat) ve kötülük (seyyiâtJ bir düzeyde değildir. Sen en iyi olan şekilde hareket et!
Bir de bakarsın ki, seninle aranda düşmanlık bulunan kimse çok sıcak bir dost hâline gelivermiş!..»
Samhûdfnin naklettiğine göre (bk. ikinci neşir, Beyrut, s. 1246) .müşriklerden Suheyl'ubn 'Amr, Bedr savaşında Müslümanlar tarafından esir edilmişti. Medine'ye doğru götürülürken yolda, defi hacet etmek üzere Müslüman muhafızından müsaade istedi ve gözden uzaklaşıp bir tenhâ yere ulaşınca da kaçmaya kalkıştı, takip edilip yakalandı; ancak Resûlullah onu, başvurduğu bu «hile» ve işlediği «savaş suçu» dolayısiyle cezalandırmamıştır. Diğer bir savaş esiri olan Ebû 'Azze, Medine'ye gelindiğinde, fidyei necatını ödemek üzere ne parası ve ne de bu konuda kendisine yardım edecek bir kimsesi olduğunu beyan ederek şayet Resûlullah onu azâd edip serbest bırakacak olursa, medyunu şükran olacağını ve ilerde çıkacak savaşlarda asla ona karşı harbe tutuşmayacağını vâdetti. Böylece o, hiçbir şekilde fidye alınmaksızın serbest bırakıldı. Fakat kısa bir zaman sonra, Müslümanlara karşı tertiplenen bir intikam savaşının hazırlıklarına katılarak gönüllülerin ve paralı askerlerin toplanması işinde aktif bir rol oynadı. Daha sonra bir fırsatta yeniden Müslümanların eline esir düştü ki, Resûlullah bu defa onun boynunun vurulması için emir vermiştir (bk. îbn Kesir) Resûhü-lahın bizzat kumandanlığını yaptığı bir *seriyye»de, bir dinlenme molasının verildiği bir sırada Gevres [376] adında bir düşman askeri, Resûluüah'ın hafifçe kestirmekte bulunduğu yere kadar ustalıkla ve gizlice sızıp onun bir kenara bırakmış olduğu kılıcını kaptığı gibi karşısına dikildi ve şöyle haykırdı:
«— Şimdi sent benim elimden kim kurtaracak, ey Muhammedi?» Resûlullah yavaşça doğruldu ve büyük bir sükûnet içinde şu cevabı verdi:
«— ALLAH!..»
Düşman askeri hiç beklemediği bu cevap karşısında kendine sahip olamadı ve' elindeki kılıcı yere düşürdü. Bu defa Resûlullah düşen kılıcı yerden aldı ve şöyle hitâb etti:
— Yâ şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?!.»
— Hiç kimse!»
diye cevap verdi câhil düşman askeri Gevres tir tir titreyerek... Bunun üzerine Resûlullah onu affetmiş ve çıkıp gitmesi için yolunu açık tutmuştur (bk. Belâ-zuri, Ensâb). Bu olaydan ayrı, Selemet'ubn'ul-Ekvâ1, tek başına ve yaya olarak Fezâreli bir haydut sürüsünü takip etmiş ve bu haydutlardan, yağmalamış bulundukları malların hemen hemen yarısını esasen yeniden eline geçirmiş bulunuyordu ki tam bu sırada, yanında silâhlı askerleri de olduğu halde Resûlullah koşup onun yardımına yetişti. Seleme Resûlullah'tan, susuzluk ve yorgunluktan elini kaldıramayacak halde bulunan bu haydut sürüsünü takip edip tamamını yok etmek üzere haklarından gelmesi için kendisine bir at vermesini rica etti ise de Resûlullah kendisine şu cevâbı vermiştir:
«— Şimdi (onları) eline geçirmiş bulunuyorsun; o halde yumuşak ve hoşgörü sahibi ol!» (bk. Îbn'ul-Cevzî, el-Vefâ, s. 696). Bütün bu gibi durumlarda düşüncesiz ve câhil putperestler, hiç beklemedikleri bir şekilde uğradıkları bu merhamet ve şefkat yağmuru karşısında, eninde sonunda İslama girmişlerdir ki, Resûlullah'ın bir İlâhî Tebliğ Elçisi olarak esasen peşinde koştuğu ve kolladığı nihâi gaye de bundan başka bir şey değildir. [377]
Muvazzaf Ve Devamlı Bir Ordu Kurulması:
281. Muvazzaf bir Ordu mevcut değildi ve hattâ böyle bir Ordunun teşkili için zarurî maddî vâsıtalar dahi yoktu: Devlet fakirdi ve muntazam gelirlere malik değildi; Kur'an-ı Kerim bu güçlüğü şöylece hal ve faslediyordu: -Orduya katılma Dinin bir rüknü, asıl vecibesidir. Alîah müslümanların şahıslarını ve mallarını Cennet karşılığında satın almıştır». Bu duruma göre Müslümanlar, ALLAH yolunda savaşma, öldürmek ve ölmek mecburiyetindedirler. [378] Bu durumda bütün Müslüman halk muktedir savaşçılardan müteşekkil, devamlı - muvazzaf bir Ordu haline getirilmişti. Herkes askerî tâlim ve terbiye görmek mecbu-riyetindeydi ki gerçekte Islama girişlerinden önce bile bu tâlime tâbi tutulmuşlardır. Hükümet gerek maddi ve gerekse manevî imkânlarla olmak üzere her yoldan bu işi destekleyip teşvik etmiştir. Bu arada şunu da göstermekte fayda vardır ki, Kur'an sadece müdafaa harbine müsaade etmektedir. Bu konu ile ilgili âyet şöyledir [379] «Sana harp açanlara karşı sen de Alîah yolunda savaşa gir ve mütecaviz, haddi aşan olma; gerçekte de ALLAH mütecavizleri sevmez. Artık onları (düşmanları) nerede bulursan öldür...». Aynı şekilde Kur'anm XXII. sûresinin 39-41. âyetlerinde: «Kendilerine harp açılanlara (savaş) izni verilmiştir...». Yukardaki ilk âyetin ikinci kısmı [380] ile düşman nerede bulunursa öldürüleceğine dair Kur'anın diğer âyetleri, kendisi ile esasen harp halinde bulunulan Devletler ahalisi hakkındadır. [381]
Askerî Seferler İçin Ordu Teşkili İşi:
282. Usul şöyle idi: Devlet Reisi ve Başkumandan yetkileri ve iktidarı içinde Hz. Peygamber, —belki de itimat ettiği arkadaşlarıyla istişare sonucu— muayyen bir askeri seferin ihtiyaç gösterdiği asker miktarı üzerinde bir karara varır ve bunu herhalde bir cemâat namazı esnasında Camide ilân etmek suretiyle bu maksatla açılan bir deftere kendilerini gönüllü olarak yazdırmalarını Müslümanlardan isterdi. Hiç kimse tertiplenen seferin ne tarafa olduğunu önceden bilemezdi, istenen asker miktarı temin edilir edilmez, Hz. Peygamber bunlara bir de Kumandan tayin der ve ancak bu kumandana gerekli talimatı verir, askeri yönden takip etmesi gerekli yol ve usulleri bildirirdi. Bazen daha da tedbirli davramhp gizlilik içinde hareket edildiğini gösteren vâkı'alar malûmumuzdur: Hz. Peygamber, mühürlü bir zarfı Kumandana teslim eder ve ona «şu açık arazi istikametinde ilerle (bunun manâsı görünüşe göre, "sahil tarafına değil, aksi istikâmete doğru yürüyüşe geç" olmalıdır) ve üç gün bu suretle yol aldıktan sonra mektubu aç, içindeki talimatı yerine getir!» derdi.
Her bir gönüllü kendi özel silâhları ile gelir ve şayet ihtiyaç varsa Hükümet dahi bu hususta yardımda bulunurdu.
283. Yukarda gördüğümüz gibi ilk askeri seferler (seriyyeler), müşrik Mekkelilere karşı kervan yolunu kapamak maksadıyla tertiplenmişlerdi. Bu şekilde bir müdâhalenin başlaması, karşılıklı ve zincirlemesine tepkiler doğumuna âmil olmuştur. Hattâ bazen tabiatıyla pek ehemmiyet arzetmeyen maksatlar için âni seriyyeler tertiplemek icab ediyordu. Bu gibi durumlarda, Devlet Başkanı ikamet ettiği mahallin hemen bitişiğinde tam Mescid'un-Nebî içerisinde müesses ve Suffa diye adlandırılan leylî üniversite kâfi bir kaynak teşkil etmiştir. Suffa sakinleri en zahit ve en heyecanlı, ateşli, umumiyetle ticaret, sanayi veya rizaî maksatlarla bir toprağa bağlı bulunmaktan uzak pek fakir genç kimselerdi. Bunlar, sadece asgarî seviyede kendilerine bir yaşama imkânı temin etmek ve çoğunlukla vakitlerini ilim elde etmek, ibâdette bulunmak ve ruhî-mânevi alanda inziva hayatı sürmek üzere şehirde açılan bazı işlerde çalışıp hayatlarını kazanıyorlardı. Gece - gündüz Hz. Peygamber kendilerine her zaman güvenir ve onlar da Hz. Peygamberin kendilerini sevketmek istediği hedeflere derhal yönelir, görevlerini lâyıkıyla ifâ ederlerdi.
284. Tarihî kaynaklar [382], hususî kayıt defterlerine gönüllülerin isimlerinin kaydedildiği ( — iktitâb) her vak'ayı nakledişlerinde umumiyetle, talep edilen gönüllü adedinden daha fazla müracaatların mevzu bahis olduğunu rivayet ederler. Bu kaynakların, hakkında malûmat taşıdıkları yalnız Tebûk seferinde değil, fakat aynı zamanda Mekke'nin Fethi gibi seferlerde de ihtimal ki bu gibi vak'alar ortaya çıkmıştı. Hz. Peygamber (S.A.), Mekke'nin Fethi seferinde düşmana anî bir baskın verip onu şaşırtmak istemiştir ve bunun için de İslâm ülkelerinin muhtelif kabile ve kasabalarına haberciler çıkarmış ve «asıl Ordu ile birleşmek üzere alarm vaziyetinde hazır bekleyiniz!» şeklinde bir talimat vermişti. Bunu müteakip kendisi Medine'den hareketle geniş zig-zaglar çizerek Mekke'ye doğru yollandı. Yol boyunca mevzu bahis kabilelere âit birlikler birbiri arkasına esas Orduya katılmak suretiyle, Hz. Peygamberin yönettiği askeri kuvvetlerin mevcudunu arttırıp durdular. îş-te bu vaziyette pek tabiî ki merkezî bir kayıt defterinin tutulmuş olması imkân haricidir. [383]
Ganimetlerin Dağıtım İşi:
285. İslâm öncesi Arap Yarımadasında teamüle dayanan kaide, Ordu Kumandanının askerler tarafından ganimet olarak ele geçirilen eşyanın dörtte birini kendi şahsına alması şeklindeydi. Umumî yağmadan önce ele geçen şeyler ve keza bölünmesi mümkün olmayan mallar, yine ona giderdi. Medine'ye Hicretini hemen müteakip Hz. Pygamber bu konu ile ilgili kaideleri ilga etti ve şu şekilde bir tedbir aldı:
286. Bir düşmandan ele geçen bütün ganimet malların yakılacağına dair Tevrat'ta mevcut kanunu [384] ilga ettiği gibi İslâm öncesinde bir cahiliye âdeti olarak Araplar arasında yaygın bulunan ve Ordu Kumandamnm ganimetten almakta olduğu 1/4 hisseyi lağvetti ve bundan böyle onun alelade bir nefer kadar hisse alacağı kaidesini getirdi. Ayrıca eskiden Ordu Kumandanının ganimetten almakta olduğu mezkûr hisseyi merkezî Hükümete tahsis etti ve bununla da kalmayarak bu eski hissenin miktarını 1/4 den 1/5'e (hums) düşürdü ki gerçekte kalan miktarın (4/5) bundan sonra askeri sefere iştirak eden Ordu mensupları arasında bölüştürülmesi esası vaz'edilmiş oluyordu. Hükümet hissesi aleyhine, gönüllüler için ayrılan parçada görülen bu artış, bitaraf bir takım dış askeri kuvvetler bakımından cazibe kaynağı olmuş ve bunlar, düşman tarafına katılmak yerine, İslâm Ordusu saflarında yer almayı tercih eder olmuşlardı. Müslümanların tertiplediği seferlere Gayrı Müslim bazı askeri birliklerin de katıldığı bizim bugün malûmumuz bulunmaktadır. Askeri alanda, girişilen diğer bir reform da, İslâm Öncesi devreden farklı olarak ferdi gayret neticesi harpte ele geçen ganimet eşyadan diğer Ordu mensuplarının hisse alamamaları yerine, —askerlerin disiplini hiçe sayıp daha çok mal ele geçirmeyi, Ordu ve kabile veya bü^ tün topluluğun menfaatlerinden çok kendi şahsî menfaatlerini düşünmeleri mülahazasıyla— ele geçen bütün ganimet eşyanın hiç bir tefrike tâbi tutulmaksızın merkezi bir elde toplanması şeklinde olmuştur. Teşri edilen bu yeni Islâmî kaideye göre, her neferin elde ettiği ganimet eşyanın miktarı veya kıymeti hiç nazarı itibare alınmaksızın, keza bir neferin asıl harp cephesinde değil de, ihtiyatta kalmasına veyahut da Kumandanın emri ile herhangi bir diğer geri hizmette vazifelendirilmesine bakılmaksızın bütün ganimet mallar Ordu mensupları arasında eşit surette dağıtılacaktı.
287. Şayet tertiplenmiş bir askeri sefer varsa, çarpışma sonunda ele geçen ganimetin l/5'i ( — Hums) merkezi Hükümetin Bütçesine (Beyt'ul-Mâl'e) gelir olarak girmeye başladı. Ancak düşman tarafdan, çarpışma yapılmaksızın (Harbe tutuşulmaksızın) ele geçmiş menkul mallar mevzu bahis olursa, bunlar için ayrı kaideler tatbik edildi. Yazılı halde bulunmayan bir örf-kanuna göre ganimet olarak gelen her bir mal topluluğundan Ordu kumandanının seçimine tâbi bir hediye kendisine takdim olunurdu. Bu kaide muhafaza edilmiş ve bu hediye - hisse Hz. Peygambere (ATS.) tahsis olunmuştur. Bunların teferruatına girmek istemiyoruz. Dikkat etmemiz lâzım gelen mühim bir nokta, ganimetten Devlet payı olarak ayrılan 1/5 hisseden kimlerin istifade edebileceklerine dair Kur'anda bazı kaidelerin yer almış bulunmasıdır. Savaşlarda şehit düşen askerlerin fakir, muhtaç aileleri, pek tabiidir ki bu parçadan istifadede bir rüç-haniyete sahip olmuşlardır. Fakat İslâm Devlet Ülkesinin emniyet ve selâmetini temin, hiç bir şekilde ihmâl edilemezdi. Gerek sivil kaynaklardan ve gerekse ganimet gibi arızı ve gayrı muntazam kaynaklardan doğan Devlet gelirlerinin önemli bir miktarını Hz. Peygamber, müdafaa tedbirleri için hasr ü tahsis etmiştir. Kur'an (9/60. âyet) Devlet gelirlerinin sarf yerlerini gösterirken bunlar arasından askerî bazı tedbir ve hazırlıklar için tahsisler yapılacağını da tasrîh etmiştir. İmâm Muhammed Şeybâni, Şerh'us-Siyer'il-Kebîr adlı eserinin dikkati çeken bir yerinde [385] bir nevi yarı devamlı - muvazzaf Ordu birliklerine dâir tafsilâtlı bilgi vermektedir ki bu, daha ilerki devirde Halife Ömer'in îslâm Devletinin artan ihtiyaç ve çoğalan gelirleriyle inkişaf ettirmek istediği bir askeri sistemdi. Aşağıda Şeybâni'nin bu konuda verdiği bilgiyi bulacaksınız:
«Bu meselenin asıl ve menşe'i şudur ki Hz. Peygamber, Mahmiyyet'ubn Caz'iz-Zubeydİ'yi, kendisinin esasen ganimetlerden alman beşte bir (hums) Devlet hissesi işlerine bakan bir memur (âmil) olması dolayısıyla, onu Benü Mustalik Seferinden gelen ganimetlerle meşgul olmak üzere tayin etmişti. Devletin sivillerden geleri gelirleri ayrı tutulmuştu ve bunların ehli (buradaki «ehl» bu işle uğraşan vazifeliler mi, yoksa bu devlet gelirlerinden istifâde eden kimseler mi kasdediiiyor?) ayrı ve keza düşmandan elde edilen gelirlerin ehli (aynı şekilde vazifeliler mi yoksa müstefitler mi bu nokta metinde müphemdir) ayrı idiler. Sivil kaynaklardan gelen gelirlerden Hz. Peygamber yetimlere, hayatını kazanamayacak derecede yaşlı kimselere ve fakir kimselere yardımda bulunurdu. Maamâfih yetim kimse, erginlik çağına ulaştığında askere gitmek onun vazifesiydi; bu halde kendisi (sivil kaynaklardan gelen Devlet gelirleri müstefitleri zümresinden), askerî yollardan gelen gelirler (müstefitleri) zümresine nakledilirdi. Bununla beraber, şayet o, askerlik hizmetini tercih etmeyecek olursa, Devletin sivil kaynaklarından gelen gelirlerden dahi hiç bir şey alamaz ve kendisine çalışıp hayatını kazanması emri verilirdi. Hz. Peygamber kendisine yapılan talepleri reddetmezdi. Bir defasında iki kişinin gelip de ondan Benû'l-Mustaliq savaşında ele geçen ganimetten alınan 1/5 (hums)'dan bir şeyler talep etmeleri üzerine onlara şu cevabı vermiştir: «Arzu ediyorsanız bundan size bir şeyler vereyim; fakat (şunu bilmelisiniz ki) zengin ve vücûdu çalışıp kazanmaya müsait hiç kimse bu cins gelirden istifâde etme hakkına sahip değildir".[386]
[375] Muhammad Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, Yağmur Yayınları, İstanbul 1991: 223-224.
[376] Belâzurî ve Maqrîzî'ye göre, bu Başkan'ın adı Du'sûr'-ubn'uI-Hâris el-Muhâribî'dir; fakat Buharı, Tabarî, Îbn Htşâm ve İbn Hazm, hımun adını Ğevres'ubn'ul-Hâris el-Muhâribî olarak verirler. Bazı yazarlar, bu farklı isimlerden birinin ad, diğerinin ise ünvân yahut lâkab olduğunu iddia etmektedirler.
[377] Muhammad Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, Yağmur Yayınları, İstanbul 1991: 224-227.
[378] İlk günlerde veya sonradan nazil olmuş diğer âyetler meyânında, K. 9/111 hassaten zikredilebilir.
[379] K, 2/190-191.
[380] K., 2/191.
[381] Muhammad Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, Yağmur Yayınları, İstanbul 1991: 227-228.
[382] Buharı, Cihâd, 140; Müslim, HAcc, 424 v.s.
[383] Muhammad Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, Yağmur Yayınları, İstanbul 1991: 228-230.
[384] Tesniye, XIII/16 v.d.
[385] C. II, s. 255-56, yeni neşirde paragraf No. 1978.
[386] Muhammad Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, Yağmur Yayınları, İstanbul 1991: 230-234.