- Hz. Muhammedin İnsanlığa Altı Önemli Hediyesi

Adsense kodları


Hz. Muhammedin İnsanlığa Altı Önemli Hediyesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
saniyenur
Mon 23 July 2012, 12:17 pm GMT +0200
Hz. Muhammed'in İnsanlığa Altı Önemli Hediyesi

Şimdi de Hz. Muhammed'in insanlığa bah­şettiği altı önemli lütuftan, insanoğlunun doğ­ru yola yöneltilmesinde, onun ıslâh ve irşad edilmesinde, kalkınmasında ve yükselmesin­de büyük bir faktör olan bu değerli ve esaslı atıyyelerden bahsedeceğiz. Bunlar sayesinde hiçbir konuda eski âleme benzemeyen yepye­ni bir âlem doğmuştur.

1- Saf tevhîd inancı: Rasûlullah'ın insanlı­ğa yaptığı birinci iyilik, insanlığa bağışladığı saf ve berrak tevhid akidesidir. Bu akide mucizevî, kuvvet ve hayat dolu, toplumun içinde bulunduğu hallere değişiklik getiren, bâtıl ilahlara son veren bir akideydi. İnsanlık böyle bir akideye bugüne kadar kavuşamadığı gibi bundan sonra kıyamete kadar da kavuşa­mayacaktır.

Şiir, felsefe, siyaset ve sosyolojinin boş ve değersiz dava ve düşünceleri peşinde koşan, milletleri ve şehirleri pek çok defa hâkimiyeti altına alan, sert ve kocaman kaya parçalarını güzel kokulu çiçeklere dönüştüren, dağlann içinden nehirler fışkırtan, zaman zaman da Üahlık iddiasında bulunan insanoğlu... İşte bu insan kendine ne zarar verebilecek, ne de fayda sağlayacak, ne bir şey verebilecek ve ne de engel olabilecek gücü olan -Kur'an'ın: "...Eğer sinek onlardan birşey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar! İsteyen de âciz, istenen de!" (22: 73) şeklinde gayet veciz bir şekilde ifade ettiği gibi- bizzat kendisinin yaptığı eş­ya karşısında rükûa varıyor, ondan korkuyor ve hayır umuyordu, tnsan sadece dağlara, ne­hirlere, ağaçlara ve hayvanlara, ruhlara, şey­tanlara ve tabiattaki diğer şeylere secdeye ka­panmakla kalmadı; haşerata, kurtlara ve bö­ceklere de taptı. Bütün ömrü bu düşünce ve vesveselerle hayallerle, vehimlerle ve rüya­larla geçti. Bunun en tabii sonucu da şüphesiz ki, korkaklık ve zayıflık, fikrî anarşi, can sı­kıntısı, güvensizlik ve istikrarsızlıktan ibaret­ti. İşte Rasûlullah saf, berrak ve kolay, ça­ba ve gayretleri teşvik edip destekleyen ve hayatiyet kazandıran bir inanç sistemiyle in­sanoğlunu bu durumdan kurtardı. Böylece in­san da her türlü korkudan emin olup, yalnızca Allah'tan korkmaya başladı. Kesin olarak bildi ki, Allahu Teâlâ birdir, zarar verecek ve fay­da sağlayacak olan da, veren de verilmesine engel olan da yalnız O'dur. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını da tek başına karşılamaya sadece O kefildir. Böylece bu yeni bilgiler ve mükâfeşeyle âlem onun nazarında bambaşka bir âlem oldu. Yaratılmışlardan korkmak ya da birşey beklemekten, ona yaptığı her çeşit ibadet ve itaatten, huzurunu kaçıran ve zihnini bulandıran her şeyden emin oldu. Çoklukta birliği farkettİ. Kendisini Allah'ın yaratıkları­nın en şereflisi ve yeryüzünün efendisi, orada Rabbinin emirlerini uygulayan ve Yaratıcısı­na itaat eden bir halifesi olduğunu anladı. Böylece bu büyük insanî şeref ve dünyanın uzun zamandan beri mahrum olduğu ebedî ve insanî azamet gerçekleşmiş oluyordu.

Rasûlullah'in insanlığa tevhid inancı gibi değerli hediyeler lütfeden peygamberliği, o gün dünyadaki bütün inanç sistemlerinden çok daha meçhul ve mağdurdu. Fakat daha sonra, sesini bütün dünyaya duyurdu. Dünya­daki bütün felsefî düşünceler ve doktrinler az veya çok onun tesiri altında kaldılar.

Allah'a ortak koşma ve çok tanrıcılık esası üzerine kurulmuş ve bu inançla yoğrulmuş olan bazı büyük dinler bile sonunda -gizli ve fısıltıyla da olsa- Allah'ın bir olduğunu ve or­tağı bulunmadığını itiraf etmek zorunda kal­dılar ve müşrik inanç sistemlerini bir takım felsefî yorumlarla şirk töhmetinden temize çı­karmaya ve onu İslâm'ın tevhid akidesine el­lerinden geldiğince benzetmeye çalıştılar. Bu müşrik akidenin sahipleri ve ileri gelen şahsi­yetleri şirki itiraf etmekten utanç duymaya ve ondan söz etmekten sıkılmaya başladılar. Bu müşrik sistemlerin tamamı noksanlarla, kü­çüklük ve aşağılık kompleksiyle doludur. Bu armağanlar Rasûlullah @'in peygamberliği sayesinde insanlığın saadete kavuştuğu en gü­zel, en parlak armağanlardı.

2- İnsanlığın Birliği ve Eşitliği: Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ikinci hediyesi insanlığın birlik ve eşitliğini ilân etmesidir. İnsanlar çeşitli kabileler ve milletlere, birbir­lerinden daha aşağı seviyede sınıflara ve dar manada kavmiyetlere bölünmüştür. Bu sınıf­lar arasındaki fark insanla hayvan, köle ile hür insan, tanrıyla kul arasındaki fark kadar korkunçtu. Orada birlik ve eşitlikten bahset­mek mümkün değildi. Bu korkunç sessizlik ve herşeye hâkim olan karanlık çağlardan uzun asırlar sonra Rasûlullah, inkılâb ya­ratan, akıllan dehşete düşüren ve herşeyi de­ğiştiren hakikati ilân ediyordu: "Ey insanlar! Biliniz ki Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah katında en şerefli olanınız takvaca en üstün olanınızdır. Hiçbir Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir." (Kenzu'î-Ummâl).

Bu ilân iki hususu içermekteydi. Bunlar em­niyet ve selâmetin tesisine yarayan iki sütun olup selâmet her yerde ve zamanda ancak bunlar sayesinde mevcut olabilirdi. Bunlar­dan biri ilâhî, diğeri de insanî birlikti. İnsan iki yönden hemcinsinin kardeşidir. Birincisi -ki, işin özü de budur- Rabbimiz birdir. İkinci­si babanız da birdir. "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten (nefes alan candan) yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve ka­dınlar üreten Rabbinizden korkun; adına bir­birinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir." (4: 1).

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi ce­miyetlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (Allah'ın emirleri dışına çıkmaktan) en çok korunanızdır. Allah bilen­dir, haber alandır." (49: 13).

Bunlar Rasûlullah'in Veda Haccında söy­lediği ebedî sözlerdir. Hz. Peygamber bu büyük ve tarihî açıklamayı yaptığı zaman dünya, bu cesur ve sarih ifadeleri sineye çe­kecek kadar tabiî bir vaziyette ve barış içinde değildi. Dolayısıyla o zaman için bu ilân kor­kunç ve şiddetli bir depremden daha az sarsı­cı değildi. Orada tedricî bir surette veya bir perde ve örtü gerisinden üstlendiğimiz husus­lar vardır.

İslâmî davetin üstünlüğü, İslâm toplumunun zuhuru, İslâm davetçilerinin, ıslahatçı ve eği­timcilerinin çalışmaları sayesinde ilim ve an­layışta, insanî düşüncede, insanlığın bugün ulaşmış olduğu mesafe, bu müthiş ilânı, yük­selen bu inkılâbı, cahiliyye barınaklarım, şirk, putperestlik ve ırkçılık kalelerini kökten sar­san bu düşünceyi gündelik normal bir hakikat hâline getirdi. Bugün dünyadaki bütün siyasî ve sosyal amaçlı kuruluşlar insanlığı ona ça­ğırıyor. Bayraktarlığını Birleşmiş Milletler'in yaptığı insan haklan beyannâmesi, cumhuri­yet rejimlerinin ve insan haklanndan ve eşit­likten yana olan her müessesenin üzerine ku­rulduğu beyannameler de bunlardan biridir. Hiç kimse bunu inkâr edemez. Fakat, insanlar üzerine öyle bir zaman geldi ki, bazı millet­lerin ve ailelerin diğerlerinden daha şerefli ol­duğu ve insan üstü bir yaratılışa sahip olduğu şeklinde bir inanç hâkim oldu. Bazı aileler ve hanedanlar soylannın Güneş'e ve Ay'a, hatta -hâşâ- Allah'a dayandığını iddia etmeye başla­dılar. Halbuki Allah, zâlimlerin söylediklerin­den çok yücedir. Kur'an-ı Kerîm, yahudi ve hıristiyanların bu husustaki sözlerini bize naklederek şöyle buyuruyor: "Yahudiler ve hıristiyanlar: 'Biz Allah'ın oğullan ve sevgili­leriyiz' dediler..." (5: 18). Mısır firavunları da kendilerinin Güneş ilâhı Ray'ın cesedi ve onun tecelligâhı olduklarına inanıyorlardı.

Hindistan'da ise iki aile meşhur olmuştu. Bunlardan biri Güneş'in oğulları, diğeri ise Ay'ın oğulları diye adlandırılıyordu. İran'daki Kisrâlar da damarlarında İlâhî kanın dolaştı­ğına inanıyorlardı. Halk onlara kutsal ve ilâhî bir varlık nazarıyla bakıyordu. Meselâ Kisra Perviz (590-628)'in lâkab ve sıfatlarından ba­zıları şöyleydi: "İlâhlar arasında ölümsüz bir insan, İnsanlar arasında bir ikincisi olmayan ilâh, sânı ve şerefi yüce, güneşle beraber ışık saçarak doğar, karanlık geceleri nuruyla ay­dınlatır." {t! İran SousLes Sassanides).

Aynı şekilde kayserler de birer ilândı. Ülke­nin yönetimini ele geçiren her imparator bir ilâh kesilirdi. İmparatorlar "August" (heybetli ve yüce) lâkabını taşırdı. (Victor Chopart, The Roman World).

Çinliler ise imparatoru "Göğün oğlu" olarak kabul ederlerdi. Göğün 'erkek', yeryüzünün de 'dişi' olduğuna, ikisinin birleşmesi sonucu bu kâinatın yaratıldığına ve imparatorun bu evlilikten doğan ilk çocuğu olduğuna inanır­lardı.

Araplar ise kendileri dışında kalan herkese "acem" diyorlardı. Kureyş kabilesi de kendi­sinin Arap kabilelerinin en şereflisi olduğuna inanırdı. Bu imtiyazını hac mevsiminde de korurdu. Diğer insanların durduğu ve oturdu­ğu yerlere girmezlerdi. Hacılarla beraber Ara­fat'a da çıkmaz, bilakis Harem'de kalır ve Müzdelife'de vakfe yaparlardı ve: "Biz Al­lah'ın beldesinde O'nun ev halkıyız. Biz O'nun evinde ikamet eden insanlarız, biz kah­ramanız!" diyorlardı. (Buharî).

3- İnsanın Değer ve Şerefinin İlânı: Rasûlullah'in insanlığa getirdiği üçüncü büyük iyilik ise insanın yüce ve şerefli bir varlık ola­rak ilân edilmesi, insanlığın şeref ve kadrinin yüceliğinin cihana duyurulmasıdır. Hz. Mu-hammed peygamber olarak gönderilmeden Önce insan çok hor ve zelîl bir mevkide bulu­nuyordu. Yeryüzünde ondan daha küçük ve hakir bir varlık yoktu. Efsaneleşmiş ve halkın inanç dünyasına girmiş mukaddes kabul edi­len hayvan ve ağaçlar bile insandan daha yü­ce ve şerefli varlıklardı. Korunmaya, gözetil­meye insandan daha fazla lâyıktı.

Masum insanların katledilmesi ve kanlarının akıtılması pahasına da olsa, ağaç ve hayvan­lara İnsan kanı akıtılarak kurbanlar takdim edilirdi. Hem de en ufak vicdan azabı duyma­dan. Bunun bazı Örneklerini ve çirkin manza­ralarını yüzyılımızda Hindistan gibi ileri ve gelişmiş ülkelerde de görebiliyoruz. Hz. Muhammed, insanlığa şan ve şerefini, itibar ve kıymetini yeniden kazandırmış, insanın bu kâinattaki en aziz varlık olduğunu ve bu dün­yadaki en parlak ve kıymetli cevher olduğunu ilân etmiştir. Dünyada ondan daha şerefli ve yüce, sevgiye, korunup gözetilmeye insandan daha lâyık bir varlık yoktur. Rasûlullah in­sanın mevkiini öylesine yükseltti ki, insan Al­lah'ın yeryüzündeki halifesi ve naibi oldu. Âlem onun için, o ise yalnızca Allah için ya­ratılmıştı: "O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı..." (2: 29). İnsan, Allah'ın yaratıklarının en şereflisi ve mükerremidir. Riyaset ve sadâret makamı onun elindedir.

"Andolsun biz, Âdem oğullarına (güzel bi­çim, mîzaç ve aklî kaabiliyetler vermek sure­tiyle) çok ikram ettik, onları karada ve deniz­de (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık. Onları güzel nzıklarla besledik ve onları ya­rattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık." (17: 70). İnsanın yüceliğine ve onun azameti­ne Rasûlullah'in şu hadis-i şeriflerinden daha güzel bir delil olamaz: "İnsanlar Allah'ın iyali (nzıklannı temin ettiği fertler)dir. İnsanların Allah'a en sevgili olanı da onun iyâline ihsanda bulunandır." (Beyhakî).

İnsanoğlunun yüceliğinin, insanı Allah'a yak­laştıran en doğru yolun insanlığa hizmet et­mek, şefkat ve merhamet beslemek olduğunu Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği şu hadisten da­ha güzel ve beliğ bir şekilde ifade etmek mümkün değildir. Allah ile kulu arasında ge­çen şu konuşmayı Hz. Peygamber'in dilin­den dinleyelim: "Aziz ve celil olan Allah Teâlâ kıyamet günü şöyle buyuracak: 'Ey Âdemoğlu! Ben hastalandım, fakat sen beni ziyaret etmedin.1 'Yâ Rabbi! Ben seni nasıl ziyaret edebilirim, sen âlemlerin Rabbisin.' 'Bilmez misin ki, falan kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin? Ve yine bilmez mi­sin ki, eğer sen onu ziyarete gelseydin andol­sun ki, beni onun yanında bulacaktın. Ey Âdemoğlu! Ben senden yiyecek istedim, sen vermedin.' İnsan: 'Yâ Rabbi! Sen âlemlerin Rabbisin, ben sana nasıl yemek verebilirim?' Allahu Teâlâ: 'Bilmez misin ki, falan kulum senden yemek istedi de sen onu doyurmadın.

Yine bilmez misin ki, eğer sen onu doyursay-dm andolsun ki, beni onun yanında bulacak­tın. Ey Âdemoğlu! Ben senden su istedim de sen bana su vermedin!' İnsan: 'Yâ Rabbi! Sen âlemlerin Rabbisin, ben sana nasıl su verebilirim?' deyince bu defa da Allah Teâlâ şöyle diyecektir: 'Falan kulum senden su iste­di de sen ona su vermedin. Bilmez misin ki, eğer sen ona su vermiş olsaydm, andolsun ki, beni onun yanında bulacaktın." (Müslim).

Rasûlullah Allah'ın rahmetini, merhameti­ni kazanabilmek için insanoğluna merhametli davranmayı şart koşmuştur: "Merhamet eden­lere Rahman olan Allah da merhamet eder. Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, gökte­ki de size merhamet etsin." (Ebû Davud).

Rasûlullah'in, insanın şeref ve itibarım, in­sanlar arasında eşitlik ve birliği sağlamak üzere harekete geçmesinden ve bu uğurda bü­yük bir mücadeleye girişmesinden önce dün­yanın vaziyetini, sosyal ve siyasî durumunu görüyorsunuz.

Rasûlullah, peygamber olmadan önce bir tek şahsın heva ve hevesi yüzbinlerce insanın hayatından çok daha değerli ve kıymetliydi. Bir kral ya da imparator çıkıyor, bir çok bel­deyi harabeye çeviriyor, insanları kul-köle yapıyor, istediği kimselerin boyunlarını uçu­ruyor, kültür ve nesilleri yok ediyor, kendi süflî emellerini gerçekleştirmek için yaş-kuru herşeyin üzerine yürüyor. İskender Hindis­tan'a kadar gidiyor, yol boyunca bütün kültür ve medeniyet eserlerini mahvediyor. Bir baş­kası çıkıyor, vahşi hayvanları avlar gibi insan avlıyor. Yüzyılımızda cereyan eden iki dünya savaşının kurbanları milyonları aştı, fakat millî gurur ve kibir, şahsî benlik, hâkimiyet hırsı, dünya ticaret ve pazarlarını ele geçir­mekten başka bir netice doğurmadı.

4- Ümitsizliğe karşı ümit ve güvenin temi­ni: İnsanlığa sunulan dördüncü iyilik de bu­dur. İnsanlığın büyük bir çoğunluğu Allah'ın rahmetinden ümidini kesmişti ve insanın ter­temiz yaratılışı hakkında sui zana kapılmıştı.

Bu durumun meydana gelmesinde eski doğu dinlerinin, Avrupa ve Ortadoğudaki muharref hiristiyanlığın büyük bir rolü olduğu muhak­kaktır. Eski Hint dinleri tenasuha ve insanın daha önce kendi eliyle yaptıklarının cezasının mutlaka göreceğini ve bunun da yırtıcı ve paralayıcı bir canavar veya kendi halinde otlayan bir hayvan veya hakir bir yaratık yahut da bedbaht, azab çeken bir insan şeklinde tecelli edeceğini kabul eden felsefesine inanıyorlar­dı.

Bu arada hıristiyanlık da insanın doğuştan âsi ve günahkâr olduğunu, Hz. İsa'nın da insanın bu günahına keffaret ve fidye olmak üzere geldiğini ilan ediyordu. Tabiatıyla bu inanç hıristİyanlığı kabul eden medeni ve müreffeh ülkelerdeki milyonlarca insanın ruhunda ken­di nefisleri hakkında sûizana sanıp olamalarına, gelecekten ve rahmet-i ilâhiyyeden ümit kesmelerine sebep oldu.

İşte böyle bir zamanda Hz. Muhammed bütün gücüyle ve açıklığıyla şu hakikati du­yurdu: "İnsan, doğduğunda üzerine henüz hiçbir şey yazılmamış olan tertemiz bir levha gibidir. Onun üstüne en güzel nakışlan yap­mak, en güzel yazıları yazmak mümkündür, insanın hayatı kendisiyle başlar, sevaba ve cezaya, cennet veya cehenneme kendi ame­liyle hak kazanır; O bir başkasının yaptığın­dan mesul değildir." Kur'an'm pek çok âyetinde insanın sadece kendi yaptıklarından sorumlu olduğu ve yine ancak kendi çalışma­larıyla sevab ve mükâfata kavuşacağı zikredi­lir. Kur'an-i Kerîm, insanı Allah'a sığmmaya ve O'na doğru koşmaya, O'nun rahmet ve şef­kat yuvasına davet eder.

Kur'an-ı Kerîm, gönülleri ve ufukları kuşatan taşkın ve geniş rahmet denizlerini öylesine güzel ve parlak, öylesine cazip bir şekilde tas­vir eder ki, bundan Allahu Teâlâ'nm sadece halım, rahîm, cömert ve kerîm sıfatlarını taşımadığını, aynı zamanda tevbe edenleri sev­diğini ve onlara iştiyak duyduğunu, onların salih amellerini kabul ve tamamen takdir etti­ğini görürüz: "De ki: 'Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah, bütün günahları bağışlar Çünkü o çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (39: 53). Bir diğer âyeti kerimede de şöyle buyurulur:

"Tevbe eden, ibadet eden, hamdeden, seyahat eden, rükû eden, secde eden, iyiliği emredip kötülükten men eden ve Allah'ın (yasak)sınır-lannı koruyan, (onları çiğnemeyen) insanlar­dır. O mü'minleri müjdele." (9: 112).

Allahu Teâlâ'nm tevbe eden kulunu temize çı­karması ve onu mükerrem kılması, ona olan güvenini açığa vurması, Kur'an'ın, Rasûlullah'ın ashabından sahih ve makbul bir maze­retleri de olmadığı halde Medine'de kalan ve Tebük seferine katılmayan üç kişinin tevbelerinin kabul edildiğini ilan etmesiyle açıkça te­celli etmişti. Kur'an-ı Kerîm önce sefere katı­lan Rasûlullah'ı, Muhacirleri, ve Ensarı zikreder. Sonra da seferden geri kalan bu üç kişiden övgüyle söz eder. Kıyamete kadar ge­lecek olan mü'minler bilsinler ki, onların ta­bii mevkii Muhacirler ve Ensara mensup ilk sâdıklar arasında ve birinci saftadır. Artık utanmaları ve yaptıklarından dolayı ar duy­maları için hiç bir sebep yoktur:

"Hiçbir günahkâr, başkasımn günah yükünü yüklenmez. İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görüle­cektir. Sonra ona tastamam karşılığı verile­cektir." (53: 38-41).

Bu mesaj insana yaratılışı ve doğuştan sahip olduğu değerler konusunda kaybetmiş olduğu güveni yeniden kazandırdı. Böylece insan, in­sanlığa ve kendine iyi bir akıbet hazırlamak, gücünü ve kudretini geniş imkânlar ve büyük fırsatlarda denemek için büyük bir azim ve kuvvetle, kahramanca duygularla ileri atıldı.

Hz. Peygamber, isyan ve günahların, hata ve yamlmalann insan hayatında geçici ve yok olmaya mahkûm şeyler olduğunu, insanın bunlara cehaleti ve gururuyla, bazen kısır gö­rüşüyle, bazen şeytanın iğvasıyla, bazen de nefsinin tahrik ve teşvikiyle düştüğünü duyu­yor ve günahını itiraf edip pişman olmanın insanın yaratılışına, insanlığın özüne daha uy­gun olduğunu, Allah'a yalvarıp tazarru ve ni­yazda bulunmanın, günaha bir daha dönme­meye kuvvetle azmetmeye, insanın şerefine, yaratılışının asaletine delil teşkil ettiğini, bu­nun da Adem aleyhisselâmın mirası olduğunu söylüyordu.

Rasûlüllah, boyuna kadar günah ve zillet bataklığına batmış olan günahkâr ve hatalı in­sanlara geniş bir tevbe kapısı açtı. Bütün in­sanları tevbe kapısına çağırdı ve tevbenin fa­ziletini mükkemmel bir şekilde açıkladı. Öyle ki, dinin bu büyük ve hususi ilkesini ihya etti. Bu sebeple de diğer güzel isimleri yanında Nebiyyü't-tevbe, yani "tevbe peygamberi" di­ye isimlendirildi. Hz. Muhammed, tevbeyi insanların sadece yaptıkları yanlış ve kötü bir hareketten sonra başvuracakları zarurî bir va­sıta olarak telakki etmedi. Bilakis tevbenin sânını ve şerefini yükseltti; Öyle ki, tevbe iba­detlerin en faziletlilerinden biri oldu. O, Al­lah'a yaklaştıran güzel bir vasıta, Allah'ın te­miz, günahtan berî, zahid ve âbid kullarının gıbta ettiği velilik ve Allah'a yakınlık derece­lerinin en yükseğine -en kısa zamanda- ulaştı­ran bir yol haline geldi.

Kur'an-ı Kerîm de tevbenin faziletini ve ge­nişliğini, inşam en büyük masiyetten nasıl te­mizlediğini açıkça ifade etmiştir. Kur'an, bu­nu gönülleri okşayan güzel bir üslûb ile yap­mış; âsileri ve günahkâr insanları nefislerine ve şeytana mağlup olanları, tevbenin kabulü ve tevbe edenin şan ve şerefinin yükseltilmesi ve üzerindeki hüzün örtüsünün lütuf ve sev­giyle kaldırılması hususunda, gerek din ve ahlâk, gerekse eğitim ve ıslâhat tarihinde bundan daha güzel ve parlak, bundan daha dakik ve derin manalı bir misal bulabilir mi­yiz?

Şimdi mealen verilen şu âyetleri birlikte oku­yalım: "Andolsun Allah, Peygamberi ve o güçlük saatinde ona uyan muhacirleri ve Ensârı affetti. O zaman içlerinden bir kısmı­nın kalbleri kaymaya yüz tutmuş iken yine de onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. Ve (savaştan) geri bırakılan o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Bütün genişliğiyle beraber arz başlarına dar gelmiş ve canlan kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah'tan, yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Allah onların tevbesini kabul buyurdu ki, tevbe etsinler. Çünkü Allah, tev­beyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." (9 117-118).

Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatır. Rahmeti, gazabına ve celâline üstün gelir." Kur'an-ı Kerîm'in A'râf sûresinde yer alan âyet-i kerimede de Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "... Azabıma, dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kaplamıştır. Onu, korunanlara, zekatı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazaca­ğım." (7: 156). Bir kutsî hadiste de şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki rahmetim gazabı­ma üstün gelmiştir."

Allahu Teâlâ kendinden ümit kesmeyi küfür­le, cehaletle ve dalâletle eşdeğerde kabul et­miştir. Kur'an'da Yâkub aleyhisselâmın diliy­le: "...Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin; zira kâfir kavimden başkası Allah'ın rahme­tinden ümit kesmez!" (12: 87), bir başka yer­de de İbrahim aleyhisselâmın diliyle: "Sapık­lardan başka kim Rabb'inin rahmetinden ümit keser?" (15: 56) buyurulur.

Hz. Peygamber bir gazve dönüşünde bazı kimselerin oturmakta olduğu bir yerde mola vermişti. Orada bir ateşin etrafında bulunan çocuklu bir kadın ateş birden alevlenince ço­cuğunu alarak Hz. Peygamber'in yanına geldi ve: "Allah, kullarına karşı bir ananın ço­cuğuna olan merhametinden daha merhametli değil midir?" diye sordu. Hz. Peygamber: "Şüphesiz öyle!" buyurdu. Kadın: "Fakat bir anne çocuğunu asla ateşe atmaz." deyince Peygamber gözyaşlarına boğuldu ve: "Al­lah sadece isyankâr, mütekebbir, kendisine karşı gelen ve Allah'a ortak koşan kullarını cezalandıracak." buyurdu (İbni Mâce).

Hz. Muhammed herkesi açıkça tevbeye davet ederek, onun faziletlerini, genişlik ve kapsamını açıklayarak ümitsizlik altında inle­yen, ceza ve azab korkutmalarıyla, gazab ve Öfke görüntüleriyle tirtir titreyen, korkudan dehşete düşürülmüş insanlığı bu durumdan kurtardı. Şüphesiz ki, insanı dehşet ve korku­ya düşürmek konusunda en büyük pay yahudi bilginlerine, mukaddes kitapları açıklayanla­ra, şerhedenlere ve haddi aşmış hıristiyan rahiplere aittir.

Rasûlullah insanlığa hayat için yeni ve gü­zel bir imkân bağışladı. Onun zayıf ve değer­siz kalbine; yıpranmış, çürümüş ve soğuk ce­sedine yeni bir ruh, yeni bir sıcaklık kazandır­dı; yaralarını sarıp tedavi etti. Onu toprağın en çukur yerinden efendilik ve yüceliğin, gü­ven ve şerefin, kendine güven ve Allah'a iti­madın zirvesine çıkardı.

5- Din ile Dünyanın Bütünlüğü: Rasûlullah din ile dünyayı birbirlerinin ayrılmaz bir parçası haline getirmiş ve birbirlerinden nef­ret eden birlikleri ve birbirleriyle savaşan top­lulukları aynı safta toplamıştır.

Eski dinler, özellikle hıristiyanlık insan haya­tım biri dünya, diğeri de dine ait olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Yeryüzünü de biri din adamları, diğeri de dünya ehline ait olmak üzere ikiye taksim etmişti. Bu iki sınıf sadece birbirlerinden ayrılmakla kalmadı, aralarına büyük bir ayrılık girdi, birbirleriyle mücadele edip savaşa giriştiler. Herbiri din ile dünya arasında husûmet ve düşmanlık olduğuna ina­nıyordu. Bir insan bunlardan birine bağlana­cak olursa diğeriyle alâkasını kesmesi, hatta savaş İlan etmesi gerekirdi. Bir anda iki gemi­ye binmek mümkün değildi. Ahiret hayatını unutmadan, gökleri ve yeri yaratan Allah'tan yüz çevirmeden iktisadî savaşı kazanmaya, bolluk ve refaha kavuşmaya imkân yoktu. Dinî ve ahlâkî eğitimi bir yana bırakmadan, Allah korkusundan sıyrılmadan, hâkimiyet ve saltanatın döndürülmesi mümkün değildi. Dindar olmak da ancak ruhbanlıkla, dünya ve dünyadaki herşeyle alâkayı kesmekle müm­kündü.

Bilindiği gibi, insan kolaylığa taliptir ve ona yatkındır. Halbuki, onlara göre dinî düşünce, mubahlardan istifade edilmesine, kalkınmaya, yücelmeye, kuvvet ve hâkimiyet elde edilme­sine müsamaha etmez ve çoğu kez bunların insan nesli için uygun olmadığını söyler.

Hıristiyanlıktaki bu mücadele sonunda zekâ, akıl ve ilmî yeterlik sahibi insanların büyük bir kısmı dünyayı dine tercih ettiler, onunla hoşnut oldular ve gönül huzuruna kavuştular. Bu hayatı güzelleştirmeye ve onun lezzetleri­ni elde etmeye çalıştılar. Dinî yücelmeye ve ruhî ilerlemeye dair hiçbir istekleri kalmadı. Genel olarak dinden uzaklaşanlar apaçık bir hakikat olarak kabul ettikleri bu çelişki sebe­biyle dini terkettiler.

Din ile dünya arasındaki bu ayrılık ve din adamlarıyla devlet adamları arasındaki bu meş'um düşmanlık ilhad ve dinsizliğe kapı açtı. Bunun ilk kurbanı önce Batı, ikinci kur­banı da fikrî, ilmî ve kültürel açıdan Batının tesiri altında kalmış veya onun bayrağı altın­da yaşamış milletler oldu.

Din hususunda öylesine vahşi, korkunç ve asık suratlı bir tablo çizdiler ki, iman edenle­rin tüyleri ürperir oldu. Nihayet iş döndü do­laştı, din gölgesinin çekilmesiyle sonuçlandı. En geniş anlamda hevâ ve hevese kul olmak zirveye ulaştı. Böylece dünya iki zıt kutup arasında gidip geldi. Sonunda dinin zayıfla­ması veya din duygusunun yokluğu sebebiyle dünya çok derin bir dinsizlik çukuruna ve ge­nel bir ahlâkî anarşi içine düştü.

Hz. Muhammed'in en büyük hediyesi ve en büyük iyiliklerir»den, gökleri çınlatan nidalarından biri de amellerin ve ahlâkın özü, in­sanın ulaşmak istediği hedef, Hz. Peygamber'in görünüşte kolay ve basit, aslında geniş ve derin anlamlı bir kelimeyle ifade ettiği "ni­yedir. Rasûlullah: "Ameller niyetlere gö­redir ve insan için ancak niyet ettiği vardır" buyurur.

İnsanın, Allah'ın rızasını kazanmak, ihlas ile Allah'ın emirlerine İmtisal etmek niyetiyle yaptığı her amel Allah'a yaklaşmak, hakka' l-yakîn mertebelerinin ve iman derecelerinin en yücesine ulaşmak için bir vasıtadır. İşte bu kendisine leke sürülmesi mümkün olmayan halis bir dindir.

Bu amel cihad ve savaş olsun, hüküm veya idarî bir iş olsun, temiz ve mubah şeylerden istifade etmek için olsun, dünyanın güzel ni­metlerinden istifade olsun, nefsinin isteklerini gerçekleştirmek, rızık veya vazife uğrunda Çalışmak olsun, aile hayatına ait olsun, her türlü ibadet ve dinî hizmet vs. Allah'ın rızası­nı elde etmek, O'nun emir ve yasaklarına uy­mak düşüncesinden uzaklaşmak ve tecrid edilmişse, gaflet örtüsüne bürünmüş ve ahire-ti unutturmuşsa, bu isterse farz namazlar ol­sun, ister Allah yolunda hicret, cihad ve teş­bih olsun, bunu yapan, bunları bilen, bu uğur­da cihad eden ve davette bulunan hiç bir kim­se asla sevaba nail olamaz. Aksine o ameller ve hizmetler onun aleyhinde bir vebal teşkil eder, Allah ile o insan arasında bir perde olur.

Böylelikle Rasûlullah, getirdiği esaslarla, din ile dünya arasındaki bu uçurumu doldur­du. Birbirine zıt iki yaşayışın arasını bularak beden ile ruhu barıştırdı. Rasûlullah vahdet peygamberiydi. Aynı anda hem müjdeleyen, hem de Allah'ın azabından korkutan bir vasfa sahipti. O insanoğlunu birbiriyle savaşan iki kamptan alıp tevhid cephesine, iman, insanlı­ğa şefkat ve Allah'ın rızasını kazanmaya mü­teveccih bir cepheye götürmüştü. Bizlere de şu evrensel ve mucizevî duayı öğretmişti: "Onlardan kimi de: 'Ey Rabbimİz! Bize dün­yada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Bizi ateş azabından koru!' der" (2: 201).

Yine Rasûlullah, Kur'an'ın şu âyetiyle ha­kikati ilan etmişti: "...Benim namazım, iba­detim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb'i Allah içindir." (6: 162). Şüphesiz ki mü'minin hayatı birbirine zıt muhtelif kısım­lardan ibaret değildir. Bilakis o ibadet ve se-vab ruhunun, Allah'a iman ve O'nun emirleri­ne teslim olma inancının hâkim olduğu bir birliktir. O, hayatın bütün kısımlarını ve bü­tün savaş meydanlarım, samimiyet gerçekle­şip niyet sağlam olduktan ve Allah'ın rızası murad edildikten ve peygamberlerin gösterdi­ği doğru yol üzere olduktan sonra bütün amelleri içine alır. Bu da onun birlik, ittifak ve tamamıyle bir insicam peygamberi oldu­ğuna delâlet eder. O aynı anda cennetle müj­deleyen ve Allah'ın azabından sakındıran bir peygamberdir. Hz. Peygamber din ile dün­ya arasındaki bu ayrılığa son vermiştir. Haya­tın tamamını ibadet, bütün yeryüzünü de bir mescid haline getirmiştir. Birbirleriyle kıyası­ya mücadele eden ve savaşan kışlalardan aldı­ğı nişanlan, salih ameli, insanlığa yararlı hizmetleri ve Allah'ın rızasmı kazanmayı amaç­layan tek bir cephede toplamıştır. Orada fa­kirlerin giydiği eski elbiselere bürünmüş hü­kümdarların, hükümdar ve emir kıyafetinde zâhidlerin, halîm insanların, ilim menbaı âlimlerin, gece ibadet eden insanların, hiçbir çelişkiye düşmeden ve zorlukla karşılaşma­dan, zulüm ve haksızlığa uğramadan bir arada yaşadığım görürsün. (es-Sîretü'n-Nebeviyye).

6- Hedef ve Gayenin Tayini: Hz. Muham-med @'in beşer hayatında yaptığı altıncı inkılâb ise O'nun insanı, kuvvetlerini sarfede-ceği ve lâyık olduğu şerefli bir mevkie çıkar­ması; içinde rahatça dolaşabileceği geniş ve yüksek bir mahalle yükseltmesiydi.

Hz. Muhammed'in peygamberliğinden Ön­ce insan hakiki hedefinden gafildi. Nereye yönelmesi gerektiğini ve akıbetinin ne olaca­ğını da bilmiyordu. Gücünü ve gayretini se­ferber edeceği hakiki, en faziletli ve en uygun yer neresiydi? Bütün bunlardan habersizdi.

insan kendine vehimden kaynaklanan suni bir takım gayeler edinmiş, nefsini sınırlı ve dar bir çerçeveye hapsetmişti. Bütün gücünü, ta­katini ve zekâsını burada tüketmek istiyordu. Ona göre başarılı ve ideal bir insan, en çok mala ve en büyük topluluğa sahip olan, nüfuz ve kuvveti en geniş, en kalabalık insan toplu­luklarına hâkim, en geniş ve mâmur yerleri elinde bulunduran insandır. Orada bütün ar­zulan, parlak renklere bakmak, nağmeli ses­leri dinlemek, lezzetli- yemekleri yemek, bir bülbülün sesini veya bir tavusun rengini taklit etmek, hatta koyunlarla, sürülerle sığır ve di­ğer hayvanlarla birlikte dolaşmaktan öte geç­meyen milyonlarca insan vardı. Daima hü­kümdarların sarayları arasında hayat süren, bütün maharetlerini ve zekâlarını devlet adamlarına yaklaşmak, zenginlere yaltaklan­mak, zorbalara ve kuvvetli kişilere dalkavuk­luk için sarfeden veya dünya ve ahirette hiç­bir kıymeti haiz olmayan boş edebiyatla tesel­li bulan binlerce kişi vardı. İşte insanlık bu haldeyken Hz. Peygamber geldi ve insanın gerçek ve son gayesinin, gözlerini diktiği ve kalbindeki kök salan en yüce hedefin, gökleri ve yeri yaratanı tanımak, O'nun sıfatlarım, kudret ve hikmetini, yer ve göklerdeki salta­natının genişliğine, azamet ve-ebediliğine muttali olmak, yalnızca Allah'ın rızasını elde etmek, onunla ve kaderiyle hoşnud olmak, bazen dağınık haldeki, bazen de "birbirleriyle çelişki halindeki parçalar arasında uzlaşma sağlayarak birliği, insanın gizli kuvvetinin ve ruhî duygularının gelişmesini araştırmak, in­sana hizmet etmeye, Onun uğrunda can ver­meye teşvik etmek ve Allah'a en yakın me­leklerin bile ulaşamayacağı mevkie ulaşmayı temin etmek... İşte insan için gerçek mutlu­luk, ruhunun ve kalbinin miracı budur.

Dünya Hz. Muhammed'in peygamberliğin­den sonra O'nun yüksek tâlim ve tebligatının tesiriyle hava durumunun değiştiği gibi değiş­ti. İnsanlık bütünüyle kurak, sıcak, kızgın bir iklimden, bir sonbahar mevsiminden tama­men ilk bahara, alt yanından nehirler akan cennetlere intikal etti. İnsanların tabiatları de­ğişti, kalbler Rablerinin nuruyla aydınlandı, herkes Allah'a yöneldi. İnsan şimdiye kadar bilmediği, tecrübe etmediği yeni bir zevke ve daha önce bilmediği bir sevgiye muttali oldu.

Yıpranmış, çürümüş, soğuk, zayıf ve ruhsuz kalbler iman ateşiyle, sevgi kuvvetiyle canla­nıp doğruldu. Akıllar yeni bir nurla aydınlan­dı, gönüller yeni bir neşeyle sermest oldu. İn­sanlık bölük bölük doğru yolu ve yüksek mevkiini aramaya çıktı. Hiçbir millet ve hiç­bir belde gösterilemez ki, bu alanda birbirlerini geçmeye ve birbirleriyle rekabete çalışma­sın, Arabi, Acemi, Mısır'ı,-Şam'ı, Türkistan'ı ve İran'ı, Irak ve Horasan'ı, Kuzey Afrika ve Endülüs'ü, Hindistan'ı ve Doğu Hint adaları bu yüce sevgiyle ve ilâhî feyizle coşkulu ve bu ulvî hedefin âşıkları, bu yüce kapının önünde bekleşen fakirler olarak görülür.

Artık insanlık üstün bir mevkie gelmiş ve yüzyıllar boyunca devam eden derin uykudan gözlerini açıp uyanmıştı. Kaybettiği yıllan te­lafi etmek, kendini Allah'a ibadete vermiş, mücahid ve ıslahatçı, eğitimci ve arif kişilerle Allah'ın yaratıkları uğrunda yanıp tutuşan, nefislerini ve en değerli şeylerini insanlığın hayrına ve onu her yandan kuşatan tehlikeler­den kurtarmak için seferber edenler vasıtasıy­la onarmak istiyordu. Meleklerin gıbta ettiği insanlar, soğuk kalblerin kıvılcımlarını alev­lendirdiler, ilâhî sevgi ateşini artırdılar. Fe­yizli ilim ve irfan, iman ve sevgi fışkıran kay­naklar açtılar. Zulüm ve baskıya, düşmanlara ve buğz edenlere karşı beşer ruhunda şiddetli bir öfke uyandırdılar. Zulme mâruz kalmış, hor ve hakîr görülmüş milletleri, paryaları, kendi toplumları tarafından terkedilmiş zaval­lı insanları sevgiyle bağırlarına bastılar. Onla­rın eserlerine her yerde rastlamlabilir, izlerine yakinen muttali olunabilir. Çadrr olsun, ker­piç olsun hiçbir ev bu izlerden hâlî değildir.

Onların amellerinin niceliğinden çok niteli­ğindeki ve cevherindeki üstünlüğe bakılmalı­dır. Düşüncelerinin yüceliği, yüksek ufuklar­da ve semalarda nasıl dolaştığı müşahade edilmelidir. Onların keskin şuurlarına, latif ve ince ruhlarına, âteşin zekâlarına, temiz tabiat­larına bakılmalıdır. İnsanlık için nasıl yanıp yakıldıklarına, onun için bir mum misali nasıl eridiklerine, nefislerinin ve ruhlarının hüzün ateşinde nasıl eriyip büküldüklerine, insanlara karşı nasıl şefkat beslediklerine, faydalı ve iyi şeylere karşı nasıl haris olduklarına, her türlü tehlikeye nasıl katlandıklarına, insanları kur­tarmak, onlara gelecek musibetleri defetmek için kendilerine gelecek zararları tebessümle "karşıladıklarına, onların hâkimlerinin ve valilerinin işe nasıl sarıldıklarına ve mesuliyet hissi duyduklarına ve sınırlan nasıl gözledik­lerine, milletin onlarla nasıl insicam içinde olduğuna, emirlerine itaat ettiklerine dikkatle bakılmalıdır. Aynı şekilde onların ibadetleri­ne ve zühdlerine, dua sırasındaki hâllerine, güzel ahlâklarına, kendi nefisleri aleyhine şe-hadetîerine, onun için Allah'tan sevap um­duklarına, küçüklere ve düşkünlere karşı bes­ledikleri sevgiye, kardeşlerine ve dostlarına karşı yumuşak kalpli olduklarına, düşmana karşı besledikleri kerem, hoşgörü, af ve ba­ğışlamalarına dair haberler okunmahdır. İleri­de şairlerin ve ediplerin rüyalarının ve geniş hayallerinin, feyizli zekâlarının bu insanların hakikat âleminde ulaştığı bu zirveye asla ulaşamadığı görülecektir. Şayet bu konuda anlatılanlar bize tevatür yoluyla gelmemiş olsaydı ve tarihî belgelere dayanmamış olsaydı, bun­lar hayal mahsulü haberler, efsaneler ve kıs­salar olarak görülecekti. (Ebû'l-Hasen Ali en-Nedvî, es-Sîretü'n-Nebeviyye (Rahmet Pey­gamberi), tere. A. Özaydın, sh. 445-464).

Muhakkak ki bu büyük inkılâb ve bu yeni ve parlak hareket, Hz. Muhammed'in mucize­lerinden, O'nun peygamberliğinin insanlığa bahşettiği büyük hayırlardan biriydi. Olnun insanlığa getirdiği bu ilâhî ruh Allah'ın bir rahmetidir ki, bütün zamanlara ve mekânlara şâmildir. Her çağı ve her yeri kapsar.

Yüce Allah ne güzel buyuruyor: "(Ey Mu­hammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (21: 107).

Bu bölüm İnkılâb yayınevi tarafından hazırlanmıştır.



ikranur 7d
Sat 21 March 2015, 08:11 pm GMT +0200
 "(Ey Mu­hammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."bilgi için teşekkkürler.