- Hz. Ali Hilafetinde Neler Oldu

Adsense kodları


Hz. Ali Hilafetinde Neler Oldu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
seymanur K
Thu 22 September 2011, 05:07 pm GMT +0200
Hz. Ali (r.a.) Hilafetinde Neler Oldu?


Hz. Osman'ın şehadetinden sonra Medine'de kargaşa ve anarşi başladı. Bu curcuna platformunda ümmetin yapacağı ilk iş, kendilerine bir emir, veya bir halife seçmek­ti. Medine ve çevresinin gözü hep ilmin kapısı olan Ali'deydi. Hz. Ali önceleri ümmetin ısrarlarını redettiyse de neticede ümmetin haline, İslam'ın tahribatına dayan' mayarak halifeliğe aday olmuş ve oy birliğiyle hilafete getirilmişti. Halifeyi bekleyen ilk görev, Hz. Osman'ın katillerini bulup, gereken cezaya çarptırmaktı. İkinci ola­rak da Medine'yi sarmış asileri bertaraf ederek, Medine ve diğer şehirlerin emniyetini sağlamaktı.

Halife Ali, gerçekten anarşi ve asilerin tahrip ettiği bir devleti, bir enkazı devralıyordu. Bu görevin üstesin­den gelmek pek kolay görünmüyordu. Daha memleketin dört köşesinden, biat almadan, Hz. Talha ile Zübeyr guru­bu Medinenin göbeğinde Hz. Osman'ın katillerim isteye­rek ona biat etmekten geri durmuşlardı. Samda bulunan Muaviye de özerklik isteyerek 'katiller bulunup bize tes­lim edilsin' diyordu.

Hz. Ali bu hengamede katilleri bulup cezalandırma­nın mümkün olamayacağını görünce, ilk iş olarak, bütün bölgelere kendi valilerini gönderip devletin asayişini sağ­lamayı ve arkasından da suçluları bulup cezai andırmayı düşündü. Halife valileri değiştirmek için Muğire ve İbni Abbas'a müşavere ettiğinde, onlar, fikrine katılmamı şiardı. Onlara göre, daha bir çok bölgeden biat alınmamışken onları azletme yoluna gitmek bu kritik dönemde yararlı olamazdı. Hele on beş yıllık bir zamandan beri Şam böl­gesine valilik yapan Muaviyeyi değiştirmek demek tecrü­besizliğin verdiği bir vehimden başka bir şey değildi. Mugire şunları söylüyordu:

'Muaviye ve adamları dünya peresttirler. İşlerinin başında kaldılar mı başka şeylere ehemmiyet vermezler. Aksi takdirde kıyameti koparırlar. Sen Muaviyeyi yerinde bırak, onun sana biat etmesini is­te. Sonra istersen, onu ben söker atarım."

Hz. Ali uzun uzun düşündükten sonra, 'Muaviye'ye kılıçtan başka bir şey vermem' dedi. Ve valilerini yeni görevlerine gönderdi." [171]

Gönderilen valilerin gittikleri yerde bölgeye hakim olamamaları, hükümeti sağlama bağlayamamaları, asayişi sağlayamamalan ve bir çok zorluklarla karşı karşıya gel­meleri istişareyi dinlememesine bağlanır.

Şam bölgesine giden vali, Muaviye tarafından Şam'a sokturulmamış ve geri dönmek zorunda bırakılmıştı. Muaviyenin maksadını öğrenen Hz. Ali ona bir mektup yaza­rak biat istemişse de Muaviye bunu da reddetmiş ve savaş hazırlıklarına girmişti.

Halife Ali (r.a), Muaviye ile uğraşmak isterken diğer yandan Talha ve Zübeyr grubu Mekke'den Basra'ya doğru harekete geçmişti. Bunlar Hz. Osman'ın katillerini iste­mekle kendilerini haklı görürken, Hz. Ali de onların üstesinden gelecek gücü kendinde bulamadığından kendini haklı görüyordu. Yani bir tarafta akan kan yerde ve asiler Medine'de kol gezmekte, diğer taraftan Hz. Ali'nin birlik ve vahdeti sağlayamamanın acıları ortadaydı. Bu ortamda ne katiller bulunup cezalandırılabilir, ne de muhaliflere söz anlatılır. Sinirler o derece gergin ki artık olayların önüne geçmek imkansızlaşmıştı. Her şey rayından çıkmıştı adeta. Biri, 'bana yardım edin, güçlenip suçluları\cezalandıralım' derken, biri de 'her ne surette olursa ol­sun katiller yakalansın ve cezalandırılsın' diyordu. Bu atmosferde birbirlerine söz dinletmek imkansız hale gel­mişti.

Talha ve Zübeyr grubu, Mekkede bulunan Ümeyye mensuplarının kışkırtmaları ve tahrikleriyle harekete geç­miş ve hedef olarak da Basradaki devlet hazinesini ele ge­çirmeyi planlamışlardı. Bu hareketi duyan Hz. Ali, hemen ordusunu hazırlayıp teçhiz ederek harekete geçti. İki ordu Basra civarında karşı karşıya gelmiş ancak müslümanların birbirlerine hasım olmalarına asla gönülleri razı olma­mıştı. Ancak mukadderat böyle olmasını istemişti. Barış­tan yana olan Hz. Ali, anlaşma zeminini hazırlatıp tam sa­vaştan vaz geçerken, her iki tarafta bulunan asi ve şakiler tekrar hareketi alevlendirmiş, bu vaziyet karşısında barış planları suya düşmüş ve Mervan ile İbni As'ın tertiplediği plan ile meşhur 'Cennet muharebesi vukubulmuştu. An­cak Hz. Ali'nin nasihatini dinleyen öncü liderler Talha ile Zübeyr savaştan geri çekilmişse de kendi adamları tara­fından katledilmişlerdi. [172]

Yahudi ve münafıklar ta ilk günlerden beri illegal çalışmaları ile öylesine bir sahne hazırladılar ki, artık müslümanlar, bırakın dış ülkelere açılmayı, kendi iç meselele­rini halledemeyerek birbirlerine düşmüşlerdi. 'Bir kan' is­terlerken, onbinlerce müslümanın yok olmasına kim hak sahibi olabilirdi? Bu etnik gurupların hükümetin olduğu bölgeye, yani Medine'ye değilde Basra taraflarına saldırmalarının altında acaba neler yatıyordu? Bunun bir komp­lo, bir tertip olduğunu kim bilmez ki! Ancak, her zaman olduğu gibi, bu olayda da komplo düzenleyenler ortada görünmeyerek müslümanlar savaşla başbaşa bırakılmıştı.

Bu savaşın neticesinde İslam'ın siyasi nizamı yavaş yavaş halifelikten uzaklaşarak saltanata dönüşüyordu. Bü­tün bunlara bir türlü gönlü razı olmayan Hz. Ali (r.a) şöyle diyordu:

"Benim gibi bir insan, böyle bir muameleyi ka­firlere bile reva görmezken nasıl olurda müslümanlara karşı bu şekilde davranabilirim." [173]

Cemel olayı onbinlerce müslümanın kanının akma­sıyla sonuçlanırken, Mervanistler bu yenilgiye tahammül etmeyerek Samda ikinci bir savaş hazırlığı içine girdiler. Hz. Osman'ın kanlı gömleğini Samda teşhir ederek halkı devlete karşı ayaklanmaya teşvik ediyorlardı.

Halife Ali, Cemel olayından sonra Basra, Küfe, Mı­sır, Irak, Mekke ve Medine'de hakim bir duruma gelmişti. Sadece kendisine biat etmeyen Şam bölgesi kalmıştı ki buraya da tekrar bir mektup yazarak Muaviyeden biat istemişti. Muaviye uzun uzun düşündükten soma Amr İbni As ile istişare ederek savaşmaya karar vermişti.

Muaviye Şam bölgesinde kendini bir imparator gibi görüyordu. Onun bu tutumunu hiç bir İslam alimi tasdik etmemiştir. Hz. Osman (r.a)'ın kan davasını sahiplenecek ondan daha yakın akrabaları varken, onun Şamdan bunu bahane ederek ümmete savaş açması tasvip edilecek bir tutum değildi. İslam halifesi tarafından yerine vali gönde­rildiğinde itaatsizlikte bulunarak valiyi kovması ve arka­sından, kendisinin vah olarak kabul edilmesi ve kendisin­den biat istendiği halde halifeyi takmaması, ona biat et­meyip savaşa karar vermesi neyin ifadesi olabilir? Kısaca onun bu tutumu, cahiliye döneminde kabilelerin şahsi çı­karları uğruna sürekli birbirleriyle savaşmasına benziyor ki Allah Rasulü bunu kökten silip atmıştı. Ama gelin gö­rün ki daha Rasulullah (a.s)'ın vefatından onbeş yirmi yıl geçmeden İslam'a cahiliye tekrar sızdırılmaya başlanıyor. Muaviye'nin tutum ve davranışı, feodalite ve derebeylik­ten başka bir şey değildir.

Bu hadiselerin bu şekilde tekrar gündeme gelmesini istemeyebilirsiniz, ancak şunu hatırlatalım ki, tarih insan­ların ibret alması gereken en önemli faktördü. Eğer olay­lar tartılıp ölçülmezse, gereği gibi tahlil edilmezse ümmet her asırda da benzeri hatalara düşebilir. Bu nedenle sağ­lıklı bir harekete ve ümmetin birliğine sahip olmak isti­yorsanız, haklı veya haksızı, hatalı veya hatasızı mutlaka birbirinden ayırmanız gerekir. Aksi takdirde sağlıklı bir hareket yürütülemez. Burada Muaviyenin yapması gere­ken şey, ümmet tarafından seçilmiş halifeye biat etmesi, katilleri bulmada ve ümmetin vahdetinin sağlanmasında ona yardımcı olmasıydı. Artık bunu getirip içtihadi ma­nevralarla yamalamak doğru bir davranış olamaz. Hangi­nizin içtihadı yetmiş bin küsur müslümanın kanını akıt­maya razıdır. Bununla birlikte, kıyamete kadar, bir saltanat, bir ümmeti parçalama mezhebini oluşturmayı kim iç­tihat edebilir ve bu nasıl bir ictihaddır? Biz Muaviye'nin haksızlığını ortaya korkan bunu kendi indi görüşümüzden yararlanarak değil, bütün İslam tarihçilerinin kaynakların­dan esinlenerek bu tabloyu çiziyoruz. Hele Ammar b. Yasir'in öldürülme olayı halife Ali'nin haklılığını ve Muavi­yenin haksızlığını ortaya koymaya yeterdir. Sahabelerin seçkinlerinden olan Ammar b. Yasir bir gün Rasulullah (a.s)'dan şu sözü işitmişti:

'Seni isyankar bir güruh katle­decek.' Ammar, halifenin yanında savaşmış ve gerçekten isyankarlar tarafından şehid edilmişti.

İki ordunun karşılaştığı Sıffin vadisi, gurupları anlaş­ma ve barış safhasına getiremedi. Muaviyenin savaşı kaybedeceği bir anda kukla bir hakemlik kurulduysa da neti­ceyi selamete çıkaramadı. Çünkü temelde işin içerisinde hile ve desiseler mevcuttu. Kur'anı mızrakların ucuna ta­karak hakemlik isteğinde bulunmak işin ciddiyetsizliğini baştan gösteriyordu. Ama Ali (r.a), ümmet tarafından zorlanınca hakemlik olayına evet demişse de aralarında baş­ka, dışarıya başka şekilde aksettirilen anlaşma bir çözüm getirememişti. Muaviyenin hakemliğini yapan sekreteri Amr b. As, Muaviyeyi seçtik; deyince, Ali'nin hakemi olan Ebu Musa utancından Hz. Ali'nin yüzüne bakamaz olmuş ve Mekkeye gitmişti. [174]

Belirttiğimiz gibi, Hz. Ali baştan beri Kur'anın sün­gülerin ucuna takılarak bir hakemlik olayının fayda getiremeyeceğini biliyordu. Fakat, kendi askerleri de isteyin­ce buna mecbur kalmıştı. Netice de Amr'in dalavere ve hilesiyle Hz. Ali halifelikten azledilmiş ve Hariciler diye yeni bir gurup ortaya çıkmıştı. Bunlar da Hz. Ali'nin, ha­kem olayına bağlı kalmayarak haksızlığa teşebbüs ettiğini ileri sürmeye başlamışlardı.

Rasulullah (a.s) döneminden itibaren nifak hareketini üstlenen Yahudi ve münafıklar, Hz. Ali döneminde de çalışmalara ağırlık vermiş, müslümanların vahdetini bölmüş ve ümmeti bir kaç hizbe ayırabilmişti. Yahudi ve müna­fıklar bu davranışlarda bulunurlarken dudak altından kıs kıs güldükleri halde Hz. Ali'nin muhalifleri bir türlü işi anlamak istemiyorlardı. Zira çıkartan o doğrultudaydı. Yoksa Cemelde olsun, Siffin de olsun işleri sürekli çık­maza sokanlar bilinmiyor değildi. Hele hakem olayını ile­ri sürüp harici olarak yeni bir hizip teşekkül etmeleri bu­nu ne kadar doğrulamaktadır. Yani bu ümmetin parçalan­ması kimin işine yarıyor, kimler seviniyor, kimler bıyık altından gülüyor? Bunu bir türlü muhalifler anlamak iste­memişti Hz. Ali'nin bütün nasihatlerine rağmen.

En son ortaya çıkan Hariciler yeni bir mantıkla hare­ket etmeye başladılar. Bu mantığa göre, hem Muaviye taraftarları, hem de Ali taraftarları kafirdir. Çünkü onlar Kur'an hakemliğini reddettiler. Bu şekilde ortaya çıkan

hariciler, mecusileri, murtedleri ve müslümanlığa yeni gi­renleri kendilerine kazandırarak hükümet aleyhinde tahrike çalıştılar.

Hadiseler öylesine gelişiyordu ki, Muaviye bir taraf­tan özerkliğini kazanmış gibi sağa sola valiler gönderir­ken, Hz. Ali de elinde tuttuğu bölgelere hakim olmaya ça­lışıyordu. Ancak, Yahudi ve münafıkların çömezleri olan haricileri, yeni bir komplo hazırlığı içerisine girmiş ve Hz. Ali, Muaviye ve Amr b. el-As'i ortadan kaldırmayı amaçlamışlardı. Neticede İbni Mülcem Hz. Ali'yi zehirli ok ile şehid ederken, Muaviye hafif yara ile kurtulmuş, Amr da o gün camiye gitmediğinden yerine giden adam öldürülmüştü. Bütün bunların ne amaçla yapıldığı ve kimler tarafından düzenlendiği gizlenemez.

Hz. Ali'nin şehadetinden sonra Muaviye'nin arenası genişlenmişti. Kendi koltuğunu sağlama aldıktan sonra, oğlu Yezidi veliaht tayin etmek için her tarafa emirler gönderdi. Her taraftan olumlu neticeler almış, ancak Me­dine onun bu felsefesine katılmamıştı. Bunu görünce he­men kalkıp Medineye gitmişti. Zira meselenin Medinede halledilmesi büyük ehemmiyet taşıyordu. Bölgenin ileri gelenlerini bir araya toplayarak görüşlerini sordu. Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ömer ve Abdurrahman b. Ebubekir gibiler bu işe yanaşmayarak, çe­kip Mekkeye gittiler. Bunların çekilmesiyle Muaviye di­ğerlerine baskı yaparak oğlu. Yezid’i kendi yerine veliaht tayin etti. Böylece ilk defa sultanlığı, padişah ve krallığı İslam'a sokmuş oldu. Ve o gün bu gün babadan oğula ve­raset yoluyla intikal eden bir emirlik devam etmektedir.

Muaviye'nin oğlu Yezid'i yerine veliaht tayin etme­si, siyasi alanda yerini İslam'ın daha önce yıkıp kaldırdığı soy ve kabile esasına bağlıyordu. Bu nedenle siyasi ve toplumsal hayatta artık Kur'an ve Sünnet ölçüleri değil, soy ve kabile, kan ve aile bağları geçerliydi. Artık Rasulullah (a.s)'in şu sözünü hatırlatmadan geçemeyiz:

"Hali­felik otuz yıl devam edecektir, arkasından padişahlık baş­layacaktır." Başka bir sözünde: "İslam'ın yıkılışı devletten başlar, en son namazda biter." buyurmaktadır.

Muaviye, Şam'da olsun veya daha sonra hakim oldu­ğu bölgelerde olsun İslam adına bir takım katkılarda bulunmuştur, bu hiç bir zaman inkar edilemez; ancak halife­lik sistemini saltanat ve krallığa çevirmesi de affedilecek cinsten bir olay değildir. Çünkü o günden sonra İslam, saltanatı koruduğu kadarıyla yürürlükte kalmış, saltanatı korumadığı kadarıyla da ortadan kaldırılmıştır. Yani, İs­lam artık bütünüyle değil, kısmen varolmuştur. Bunun so­rumluluğu hafife alınacak bir sorumluluk değildir. [175]



[171] Asr-ı Saadet, c.5, s.81.

[172] Hilafet ve Saltanat; s. 165.

[173] A.g.e.

[174] A.g.e.

[175] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 169-176.