Eslemnur
Fri 1 October 2010, 01:57 pm GMT +0200
Hükümetin Lüzumu ve Ehemmiyeti
"Deki yâ Rabbî beni doğru girişle girdir ve doğru
çıkıştan çıkar ve bana kendi indinden yardımcı bir ikti
dar ver."
(İsra Sûresi: 80)
Bu ulvî âyet, bir peygamber duasındaki mühim ihtiyacı aksettirmektedir. Cemiyetin uğramış olduğu felâketi ve bu yaranın iyi şekilde nasıl sarılacağına bilen Hakkın elçisi Rabbine şöyle niyaz ediyor: Bana hükümlerini icra mevkiine uyacak bir iktidar ver. Veya bana yardımcı olacak herhangi bir hükümeti ortaya çıkar. Onun kuvvet ve kudreti vasıtasiyle, bu dünyayı kurtarayım. Fenalıkların ve ardı arkası kesilmeyen kötülükler selinin önüne geçip yolunu şaşırmış insanlık camiasına Hak Nizamının adalet ve güzelliğini göstereyim. Âyet-i Kerime'nin tefsirinde, Hasan Basri, Kıtâde, İbni Cerir ve İbni Kesir ve bunlar gibi kıymetli müfessirler kaydettiğimiz gibi mâna vermişlerdir. Bu tefsiri şu şerefli Hadîs-kesin bir açıklığa kavuşturmaktadır:
"Hak Taalâ, Kur'an ile ortadan kaldırmadığını, hü kûmet vasıtasiyle ortadan kaldırır."
(Hadîs).
Kesin olarak anlaşılıyor ki; İslâmın dünyada yapmak istediği ıslâhatta yalnız vaaz ve nasihat yolu seçilmemiş, bu cihan çapındaki fikir manzumesi, aynı çapta amelî olarak ta ele alınmış ve bu dört başı mâmur çaba ve gayretin tabiî neticesi olarak islâm'ın örnek siyasî hükümeti vücuda gelmiştir.
Hak Taalâ'nın bizzat kendisinin, kendi Nebisine öğrettiği bu dua ile sabit oluyor. Dinin kaim kılınması ve şeriatın infazı, hududullahın icrası için hükümet istenmiştir. Bu hükümetin elde edilmesi yalnız caiz sayılmamış, aynı zamanda lâzım görülmüş ve zarurî olarak düşünülmüştür. Bazı idrâk yoksunları, anlayış hatasına düşerek, bu şekilde hükümet talep etmeği dünyaperestlik ve dünya isteği olarak vasıflandırmak isterler. Böyle olsaydı bir büyük peygamber hükümeti kendi adına talep ederdi. Halbuki o hükümeti Allah için İstiyordu. Ve böyle kudsî bir istek, Kur'an-ı Kerim'de sözkonusu ediliyordu. Allah'ın emrettiği dinin kaim kılınması için talep edilen hükümet dünyaperestlik ve şahsî istek için değil, Allah sevgisinin gereğindendir.[47]
İşte Yûsuf (A.S.) sûresinde de aynı talebi görüyoruz. O da ahlâkî ve içtimaî ıslahat yolunu tutmak istediği, zaman, risâletin tabî bir zarureti olarak iktidarı ele geçirmek istemişti. Bütün büyük peygamberlerde olduğu gibi, Peygamberimiz de (S.A.V.) gelmiş ve gelecek devletlerin en güzidesini kurarak, İslâm dininin kaim olmasında, kendi hükümetlerini vasıta kıldılar.
Kur'an-ı Kerim'de bu meselenin şerhi hakkında şöyle buyurulmuştur:
"Melik dedi: Onu benim yanıma getirin, onu kendime dost edineyim. Onunla buluştuğu zaman dedi ki: Bu günden itibaren bizim yanımızda emniyetle, güvenle kalacaksın. (O da) dedi: Beni yeryüzünün bütün hazinelerinin başına geçir, ben onları korurum ve bilenimdir."
(Yûsuf:54 - 55)
Bundan evvelki bahislerde bu surenin konusu, detaylı olarak açıklanarak anlatıldı. Ve artık anlaşılıyor ki; istenen bu vazife alelade bir memuriyet ve bir işçilik değildir. Ve istenen memuriyeti ise, makam peşinde koşan, koltuk düşkünü kimselerin istediği tarzda bir makam ve bir mevki da değildir. Bu mukaddes arzunun hedefi, gerçek inkılâbın kapılarını açmak için başvurulan gayet mâkul ve etkili bir çaredir. Hazreti Yûsuf (A.S.) ahlâkî hasletleri gözönüne alınarak; on, onbir senelik dirayet, hikmet ve emniyetin erişilmez örneklerini vermiş; şerefli mazisine dayanarak, kendisine istediği bu makam bir minnet duygusu altında verilmeğe hazırlanmıştı. Bu, kapının açılması için bir işaretti. Hazret-i Yûsuf (A.S.)'ın denenmesi pek uzun sürmüştü. Denemeler sırasında herhangi bir şekilde bir köşede unutulup bırakılmamıştı. Mısır padişahından sokakta oyun oynıyan çocuğa kadar, faziletleri duyulmuş ve yaygınlaşmıştı. O, bütün imtihanlarını muvaffakiyetle vermiş ve kendisinin emanet hususundaki müthiş titizliği, diyaneti, dürüstlüğü, hilmi, zekâsı, dirayeti, feraseti, büyük işler yapma kabiliyetleri, engin gönüllülüğü ve bütün bu ahlâkî değerlerin üzerinde bir nur gibi ışıldayan, nefsi kontrol edebilmek gibi ancak seçilmiş kullara vergi olan bu sıfatla, o zamanki asır içinde eşine ve emsaline rastlanılmıyacak bir şahsiyet olarak tanınmıştı.
Halk ve saray erkânı, zamanla onun yüce hüviyetini tanıyınca artık ona muhalefet edecek kimse de kalmamıştı. Mısır padişahı bile, silâhını atarak ona teslim olmuştu. Hazret-i Yûsuf'un (A.S.); "Ben korurum: Hafz" ve "ben bilenimdir: Alim" demesi sırf bir iddiadan ibaret değildi. Bu, ispat edilmiş bir meseleydi. İşte bunun için kendisine inanıldı. Artık Hazret-i Yûsuf (A.S.) ın hükümeti eline geçirdikten sonra yapacağı işler kalıyordu, Hazret-i Yûsuf (A.S.) kendi isteği ile padişahdan iktidarı talep etmişti. Padişah ve saray erkânı da onun bu işleri yapabilecek kabiliyette olduğuna kanaat getirmiş bulunduklarından ve bu makam için onun kadar ehliyetli başka birisini bulmanın mümkün olmadığını anladıklarından bu işi onun eline teslim etmekte tereddüt etmediler. İşte onlar, bu şekilde kendi memleket işlerinin noksanını düzeltmiş ve tamamlamış oldular. O, kendi lisaniyle bu işi padişahtan talep edince; padişah ve iktidar çevreleri bu isteği öyle bir gönülden kabul ettiler ki, sanki bu işe uzun zamandan beri hazırlanmış ve eskidenberi bunu bekliyor gibiydiler. Bir işaret bu meselenin derhal olup bitmesine kâfi gelmişti.
Talmud'un beyanına göre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) ın iktidarı istemesi yalnız padişahın kendisinden değil, padişahın bütün aile efradı ve halefleri nezdinde vâki olmuştur. Bu talep, padişahla beraber bütün aile efradı ve halefleri de ittifakla kabul etmişlerdir,
Hazret-i Yûsuf (A.S.) un istediği, elde ettiği ve kavuştuğu bu iktidarın mahiyeti ve kapsamı nedir?
Düşüncesiz ve bilgisiz kimseler, Hazâ'in - el - arz cümlesindeki "hazâ'in: hazineler" kelimesine bakarak, bunu hububat taksimi gibi basitbir iş gibi ve buna benzer işlerle mukayese ederler. Hazret-i Yûsuf (A.S.)'u bir tür hazine emini, maliye müdürü, defterdar, yahut da kıtlık zamanındaki iaşe nazırı, yiyecek karnesi dağıtan büro başkanı, maliye bakanı, yiyecekler bakanı gibi birşeye benzetmeye kalkarlar. Fakat Kur'an-ı Kerim ve Talmud'un müttefik olarak şehadetlerine göre; hakikatte Hazret-i Yûsuf (A.S.) Mısır saltanatının her şeyini elinde bulunduran, Roma ıstılahına göre diktatörü olmuştu. Memleketin her işi ve her hususu beyazından siyahına kadar, onun elinde ve onun tercihinde idi.
Kur'an-ı Kerim bu hususu şu şekilde beyan buyuru-yor: Hazret-i Yâkub (A.S.) Mısıra ulaştığı zaman, Hazret-i Yûsuf taht üzerinde oturmuştu.
"Anne-Babasını tahtın üzerine çıkardı.
(Yûsuf: 100).
Hazret-i Yûsuf (A.S.) ın yine bu mevzuda, kendi lisanı ile söylediği bir cümleyi Kur'an-ı Kerim şu şekilde nakleder:
"Yâ Rabbi, Sen bana mülk vermişsindir."
(Yûsuf: 101).
Su maşrapası hırsızlığı meselesine gelince; ora hükümetin memuru, Hazret-i Yûsuf (A.S.) ın su maşrapasını, padişahın su maşrapası olarak vasfediyor.
"Dediler, padişahın su maşrapasını kaybettik."
(Yûsuf: 72).
Hak Taalâ Yûsuf (A.S.) m Mısırdaki iktidarından bahsederken; "Bütün Mısır ülkesi onundu." şeklinde vahiy buyurmuştur.
"Orada istediği gibi barınırdı."
(Yûsuf: 56)
Bu gerçek, Bible (Kitabı Ahd-i Atîk ve Kitabı Ahd-i Cedîd) de şu şekilde anlatılmaktadır. Bu kısımda Firavunun Yûsuf (A.S.) a söyledikleri sözlerimize şehadet eder:
"Ve Firavun Yûsuf (A.S.) a dedi ki, çünkü bu cümleyi Allah sana malûm eyledi. Senin gibi âkil ve bilgili yoktur. İmdi sen evim üzerine ol ve cümle halkım ağzına baksın, ancak taht hesabiyle senden büyük olayım. Ve dahi Firavun Yûsuf (A.S.) a dedi ki, işte seni bütün Mısır diyarı üzerine nasbeyledim. Bâ'dehü Firavun mühürünü elinden çıkarıp, anı Yûsuf (A.S.) ın eline kodu, hem ana tülbent libas giydirip, bir altın tuğu boğazına takdı. Ve anı kendi ikinci kucusune bindirip, (tahtına) önünde herkes diz çöksün deyû nida ettiler, ve anı bütün Mısır diyarı üzerine nasbeyledi. Hem dahi Firavun Yûsuf (A.S.) a dedi ki, ben Firavunum, bütün Mısır diyarında senin iznin olmaksızın, bir adam elini ya ayağını kaldırmaya... Ve Firavun Yûsuf (A.S.)'ın adını "Safnâth Fa'nâkh": Dünyayı Kurtaran kodu, ve ona on şehrin imamı Futîfer'in kızı Esnath'i zevce olarak verdi. Badehu Yûsuf (A.S.) cümle Mısır diyarını seyretmeğe çıktı."
Talmud'un nakline göre, Yûsuf (A.S.) un kardeşleri Mısır'dan dönüp babalarının yanına gelince, babalarına Mısır hükümdarı olan kardeşleri Yûsuf (A.S.) u şu şekilde anlattılar:
Kendi ülkesinin sakinleri arasında, en büyük selâhiyet onun elindedir. Herkes onun emirlerine uymaya mecburdur. Onun sözü bütün ülkede geçmektedir. Her hangi bir işi yapacağı zaman Firavundan müsaade almasına lüzum yoktur.
ikinci sual de şudur ki: Hazret-i Yûsuf (A.S.) bu devletin icra yetkilerini ne maksatla istemiş ve niçin bu ehemmiyetli selâhiyeti elde etmişti? Hazret-i Yûsuf (A. S.) bu hizmetleri yaparken mevcut küfür nizamının kanun ve usullerini mi takibediyordu? Yoksa, hükümet ve iktidar eline geçince, İslâm, siyaset, ahlâk ve medeniyet usullerini mi kuracaktı? Bu suallerin en iyi cevabını Allâme Zemahşerî, "Keşşaf" isimli tefsirinde vermiş bulunuyor:
"Hazret-i Yûsuf (A.S.); Beni yeryüzünün hazinelerinin başına geçir."
Demişti. Onun bu talepten maksadı, yalnız şu idi: Bu vesile ile Hak Taalânın emrettiği gerçek kanunları tatbik etsin. Ülkesindeki mazlumlara haklarını verebilsin. Allah'ın adaletini yaymak için, iktidarını bir vasıta kılabilsin. Vazife almış olduğu işleri yapabilsin. Nihayet Enbiyânın yolunu tutup gitmek imkânına kolaylıkla mâlik olsun. Peygamberlerin politikacılar gibi dünya sevgisi ve dünyanın kirli işlerine bağlılıkları olmaz. Hazret-i Yûsuf (A.S.) da sayılan maksatların husulü için iktidarı talep etmişti.
Hakikat şudur: Bu sualin kendisi de başka bir sualden doğmaktadır. Bu yeni sual de pek mühim ve esaslı bir sualdir. Eğer Hazret-i Yûsuf bir peygamber ise, o zaman Kur'an-ı Kerim'de bildirilen diğer peygamberlerin yolunu takip etmesi lâzımdır. Nasıl olur da bir taraftan islâm'a davet eder, diğer taraftan kendisi kalkar da Allah yolundan gitmeyen, kâfirâne rejimin yürümesi için hizmet etmek yolunu tutar? Belki bu sual bununla da bitmez. Bu sualden daha da ince ve daha da önemli yeni bir sual ortaya çıkar. Hazret-i Yûsuf (A.S.) temiz ve doğru yol tutan bir insan mıydı? Yoksa değil miydi? Eğer Hazret-i Yûsuf (A.S.) doğru ve temiz bir insan ise, o zaman temiz ve doğru bir insan nasıl olur da hapishanede iken, peygamberlik iddiasında bulunarak:
"Şu bir yığın uydurduğunuz ilâhlar mı iyidir? Yoksa, bir tek ve kudret sahibi bulunan Allah mı?"
Sözünü söyler? Yine bundan başka nasıl olur da müteaddit defalar tekrar tekrar, Mısır halkının karşısında şu ibretli uyarmaları yapar ki:
"Sizin için şu uydurup kendi indînizden çoğaltıp durduğunuz ilâhlardan biri de bildiğiniz şu Mısır padişahıdır?" der.
Hazret-i Yûsuf (A.S.) bilhassa şu tebligatı ile her devre ışık tutan ve yegâne hakikati açıklıyarak peygamberlik akidesini açık bir şekilde beyan eder:
"Ferman vermek, buyruk sahibi olmak yalnız bir ve tek bulunan Allahu Taalâ'nındır. Ondan başka kimsenin bir iktidar hakkı yoktur."
Sonra, bu nasıl bir iş olur: Aynı Hazret-i Yûsuf (A. S.) diğer taraftan amelî ve fiilî işe gelince; kalkıp da tenkit ettiği ve nizamını değiştirmek istediği, bildiğimiz, kâfirâne nizamı takibeden şu Mısır padişahının hükümet rejimine hizmet etmek yolunu tutup da gider? Yalnız hizmet etmek yolunu tutmakla da kalmaz, belki, kendisi bu rejimin yürütücüsü, tertibe koyanı, muhafızı olup; hattâ Mısır padişahının rububiyetine de boyun eğip onun temel nazariyesi olan:
"Kanun yapmak, buyruk sahibi bulunmak Allah'ın değildir de benim kendimin yâni padişah olan benimdir."
Fikrine sahip olur? Hakikat şudur ki, bu âyetlerin tefsirini müslümanlar gerileme devrinde herhangi bir zihniyetin neticesinde bu şekilde ileri sürmek istemişlerdir. Burada biraz da Yahudi hususiyetinin kokusu sezilmektedir. Yahudilerin asırlardanberi tuttukları yol malûmdur. Onlar düşünce ve ahlâk bakımından en alçak seviyeye düşmüşlerdir. Eski tarihlerinde, onların da mümtaz bir çok şahsiyetler yetiştirdiklerini okuyor ve bunlardan. ibret dersi alıyoruz. Onlar böyle aşağı bir duruma düştükten sonra, kendilerini mazur gösteren birçok bahaneler icat eder, bu yalanlarını ispat için deliller uydururlar. Ne yazık ki, şimdiki müslümanlar da böyle olmuşlardır. Ve İslama, ihanet eden, kâfir hükümetlerin uşaklarına boyun eğmektedirler. Onlar da bu alçak derekeye düştükten sonra, geçmiş tarihin parlak sahifelerine bakarak, İslâm ve İslâmın ileri gelenlerinin hayat sahifelerini okuyarak utandıklarından, haya ve hicap hissi duyduklarından, bu utanç hissi altında kendilerini teselli etmek, halkın haklı husumetinden kendilerini kurtarmak maksadiyle, bu sefil nazariyeleri uydurarak, ellerinde koz olarak kullanmak için, Yûsuf (A.S.) gibi yüce makamlı bir peygamberin "küfr" yolunda hizmet ettiği şeklinde iğrenç yalan ve iftiralara sığınmak ihtiyacını hissediyorlar. Halbuki herhangi bir ülkede, yalnız ve tek olarak İslama bağlı bir mü'min bulunsa, bu kimse imanı feraset ve hikmet ile mücehhez olsa, o kimse yine yapayalnız, kendi başına, bu ahlâk ve hikmetinin kuvvet ve gücü ile İslâmî inkılâbı tahakkuk ettirebilir. Bu müminin ahlâk kudreti Bu ahlâkî kudreti nasıl kullanacağını ve nasıl bu kudretten istifade edilebileceğini bilmesi şartiyle orduya, silâha, askerî malzemeye ve herhangi bir şeye ihtiyaç bırakmadan, o müminin bulunduğu memleketi fethetmeğe etkilemeye ve o ülkenin saltanatını dağıtmaya bile kâfi gelecektir.[