Eslemnur
Fri 1 October 2010, 09:54 pm GMT +0200
Hükümet ve İslam
İslâm, kendi tarihi boyunca, Hükûmet'in ehemmiyetini hiçbir zaman gözden kaçırmamıştır. Enbiya-yi Kiram Peygamber (A.S.) devrinde içtimaî kuvveti toplumsal gücü, İslâm'a tâbi kılmak yolunda çalışmaları devam etmiştir. Onların, peygamberâne davetlerinin ağırlık noktası "iktidar" ın yalnız, Hak Teâlâ'da olduğu ve Hak Tealâ'ya has bulunduğunu göstermektedir. Bu şekilde, - her türlü gizli ve açık - "Şirk" i ortadan kaldırmak yoluna gitmişlerdir.
Onların her birinin de halka söyle hitap ettiklerini görmekteyiz:
Ey benim kavmim, Allaha ibâdet edin; sizin ondan başka ilâhınız yoktur.[1]
(A'raf: 65)
Bu peygamberlerin her biri de, yine Allah tarafından gönderilmiş, Allah tarafından tayin edilmiş olduklarını ileri sürerek, halkın itaat etmelerini istemektedirler.
"Allah'tan çekininiz ve bana itaat ediniz."
Şu'arâ:163
Hak Tealâ'nın göndermiş olduğu bu "Kullar" yeryüzünde "O"nun dininin kanun ve nizamının kaim olması için, yaşayışın her sahasını tanzim etmek ve islâh etmek yolunda çalışmışlardır. Hak Teala'nın kanununun her yer de ve her zaman, icra edilmesi yolunda uğraşmışlardır.
Onların, bu çalışıp uğraşmaları, yaşayışın her hususunun düzene girmesi içindir. Bu arada, elbette ki, hükümet in de ıslâhı ve düzene konup nizâm dairesine alınması, bu işin mühim mevzularından biridir. Kur'an-ı
Kerim'i düşünerek okuduğumuz zaman, Hazret-i Yûsuf (A.S.), Hazret-i Musa (A.S.), Hazret-i Dâvûd (A.S.), Hazret-i Süleyman (A.S.) ve Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (S.A.V.) in de, uygun ölçüler dahilinde, nizamlı ve düzenli bir "Hükümet" teşekkül ettirmek (yolunda) yolunda, çalışıp uğraştıklarını bütün açıklığiyle görmek mümkündür. Yine incil ve Talmûd'u[2] da düşünerek bir değerlendirme yapacak olursa diğer "Benî İsrail" peygamberlerinin de, bu iş hakkında çalışmış olduklarını öğrenmek imkânı vardır. Onlar da doğru bir "hükûmet"'in kurulması yolunda çalı şıp uğraşmışlar, yanlış ve gayri kanunî "hükümet" lere karşı ağır bir şekilde, her taraftan cephe almış ve tenkitlerde bulunmuşlardır.
İslâmî düşünceye göre, "hükümet" e ait ehemmiyet ölçüsünü, aşağıdaki "Emr-i İlâhî"den anlamak mümkün olur ki, orada "yerin ve göklerin Hâliki" kendi "Nebî" sine (S.A.S.) şu şekilde dua etmesini öğretmek istemektedir:
"Söyle: Yâ Rabbî: beni, doğru bir girişle girdir ve doğru bir çıkıştan çıkar, bana kendi indînden, yardımcı bir kuvvet (iktidar, hükümet) ver."
(İsra Sûresi: 80).
İşbu âyet-i kerime, Hicret-i Nebevi (S.A.S.) den pek az önce nâzil olmuştur. O zamanın görünürdeki durumu gözönüne getirilirse, "hükümet"in ve "iktidar"ın ehemmiyet derecesi kendiliğinden aydınlanmış olacaktır. Bu âyeti kerimenin mefhumu hakkında Mevlânâ Mevdûdî sahib), aşağıdaki cümleleri beyan buyurmaktadır:
"Ya sen kendin, bana iktidar ver, yahut ta bana desdek olacak herhangi bir "hükümet" vücuda getir ki, onun kudreti vasıtasiyle dünyayı, saplanmış bulunduğu şu fenalıklardan, temizleyip kurtarabileyim. Fenalıklardan, açık saçıklıklardan, ardı arkası kesilmeyen kötülük selinin, önüne geçip, onu kurtarıp, senin adalet kanununun geçerli olması ve yürümesi yolunda çalışayım."
Hasan Basrî (R.A.) Katâde (R.A.), İbn-i Cerîr (R. A.), İbn-i Kesîr (R.A.), ve diğer müfessirler, bu âyet-i kerimenin tefsirini, yukarıda anlattığımız şekilde beyan ederler. Bu hususun teyidi hakkında, şu hadis-i şerif de nazarı dikkate alınmalıdır:
"Hak Tealâ, Kıır'an ile karşı koyup, ortadan kaldırmadığı çok şeyi "hükümet" vasıtasiyle karşı koyup ortadan kaldırır."
Buradan anlaşılıyor ki, islâm dünyada yapmak istediği ıslâhat işinde vaaz edip, nasihat ve öğüt vermekle kalmamış, aynı zamanda bilfiil işi ele almış ve siyasî noktayı da ihmal etmemiştir. Hükümet ve "Siyaset"i de işe karıştırmıştır.
Yine, Hak Tealânın böyle bir duayı, peygamberine öğretmek istemesinden sabit oluyor ki, "din"in tutunması, "şeriat"ın uygulanması, Allah'ın emirlerinin yerine getirilmesi içinde, "Hükümet"e ihtiyaç vardır. Bu yolda çalışmak için, sadece cevaz vermekle yetinilmemiş, bu iş zorunlu sayılmıştır.
Bazı kimseler, yanlış düşünerek, bu meseleden peygamberin dünyaya bağlılığı olduğunu ve dünyayı istediği şeklinde bir anlayışı benimserler. Bu hatalı bir düşüncedir. Çünkü, dünyaya bağlanmak ve dünya isteği asılmaksat olsaydı, o zaman, istekte bulunan şahıs, "iktidar" ve "hükümet" i kendisi için istemiş olurdu. Hak Tealâ'nın dininin yükselmesi, ayakta tutunması için, istenen "hükümet" ve "iktidar" ancak, Hakka bağlılığın gereğinin tâ kendisidir. Şahsî bir gaye için değildir.
Tefhim ül-Kur'an, Cilt II, Sahife, 638
Bu meselenin daha iyi anlaşılması için. aşağıda kaydedilen ayet-i kerimelere ve Hadis-i şeriflere de göz gezdirelim.
"Evet... Biz resullerimizi, apaçık delillerle gönderdik. İnsanların ölçüyle (adaletle) hareket etmeleri için. onlarla (peygamberlerle birlikte) kitap ve mizan (ölçü) da indirdik. Bir de "demir" i (Kılıç, silâh, hükümet kuvveti ve iktidar) indirdik ki, onun içinde şiddetli bir kuvvet ve insanlar için çok faydalar vardır."
(Hadîd: 25)
"O, o kimsedir ki, resullerini hidâyet ve hak din üzere gönderir, tâ ki, ... müşrikler hoşlanmasalar dahi .... onun dini kuvvetli ve aydım kılınsın."
(Saf: 61)
"Acaba kim, Allah'ın kuluna gönderdiğiyle, hüküm vermez? Ancak kâfirler hüküm vermezler.
(Mâide: 44)
Ve yine Resûl-i Ekrem, buyurmuşlardır ki:
"İslâm ile devlet (hükümet) ikiz kardeş gibidirler. Bunlardan biri olmaksızın, ötekisi de kâmil olmaz. İslâm bir binadır. "hükümet" de onun bekçisi. Temeli olmayan bina çöker, bekçisi bulunmayan yer de dağılır gider."
(Kenz-ül-Ummâl)
İslâm düşüncesine göre "din ile devleti birbirine zıt görmek" asla mümkün değildir. Bunun neticesidir ki, bir müslüman daima kendi "hükümet" inin inandığı esaslar üzerine kurulması için çalışır. Bu yolda çalışma, Müslüman dininin ve imânının gereğidir. O, Kur'an-ı Kerim'de ve Hazret-'i Resûl-i Ekrem'in Hadis-i Şeriflerinde her ne şekilde olursa olsun, ahlâk ve muaşeret âdabı derslerini öğrenmiştir. Yine böyle, siyaset, medeniyet ve içtimaî yaşama yolunun açık hüküm ve kaidelerini de görmüş ve anlamıştır. Tabiidir ki, yukarda saydıklarımızdan, ikinci sıradakinin yani, "hükümet" in bulunması şart ve farzdır. Bu "hükümet" fiilî bir şekilde ortaya çıkmadıkça, "kanun" un bir parçası işlemez bir hâl almış olur.
Bunun neticesinde de Kur'an-ı Kerim'in ortaya koymak istediği "toplumsal yaşam" gerçekleşmez. Ve işte bu sebebledir ki, "ümmet" in fakihleri ittifakla, "İmamet" (Önderlik, devlet reisliği) in oluşturulmasını, "İmam" ın tayin edilip seçilmesini farz bilmişlerdir. Bu hususta kusur etmek ve ihmal göstermeyi de, en büyük dinî emri yapmamak gibi saymışlardır.
Allâme İbn-i Hazm "El-Faslü Beyne El-Milel Ve'n -Nihal" isimli eserinde şöyle beyan eder.
"Bütün Ehl-i Sünnet, Merci'iye, Şiîler ve Havaric hep bu hususta ittifak ederler ki, "îmana" nasb etmek, İmamı tayin etmek, farzdır. Bu îmanı adil olup, Hak Tealânın hükümlerini icra edip Resûl-ü Ekrem'in (S.A. V.) getirdiği kanun ahkâmına uygun bir şekilde, halkın işlerini yürütmek, memleketi idare etmek ve siyasî işleri düzene koymak yolunu tutmuş bulunan böyle bir İmam'a itaat etmek yine farzdır."
(El-Fasl-ü Beyne - El-Milel Ve'n – Nihal, Cilt IV, S:87.)
Şah Veliyullah Sâhib, bu hususta şöyle yazmaktadır: "Câmi'i şarâ'it" aranan özelliklere sahip bir "halife" nasb ve tayin edip başa geçirmek müslümanlar üzerine vacibün bilkifâye'dir. İşbu hüküm de kıyamete kadar devam eder.
(Şah Veliyyullah Sâhib, İzâlet - ül- hıfâ, Maksad: I, Fasıl:)
Bu öyle mühim bir meseledir ki, bütün "ümmet" bunun üzerinde icmâ ittifak eder. Amelî ve fiili bakımdan da, Re-sul-i Ekrem'in (S.A.V) ve sahabe-i kiram (R.A.) "imam" nasb edip tayin etmek hususunda çok titizlikle durmuşlar ve bu işe büyük ehemmiyet vermişlerdir.
Hazret-i Resûl-ü Ekrem'in (S.A.V.) dünyadan göçtüklerini müteakip, mübarek vücutlarının teçhiz ve tekfinin den önce İmam'ın seçimi işinin üzerinde durmuşlardı. Bu şekilde, Zat-ı saadetlerinin kurmuş bulundukları nizâm ve meydana getirmiş oldukları, idare etmek işlerinin düzeni, bozulmaktan ve dağılmaktan kurtarılmıştır. Onun yapmak istediği işler de tam olarak devam ettirilmiştir.
İslâm, maddî iktidara ihtiyaç gösterir. Böyle olmaksızın kendi camiasını toplumunu tam bir şekilde oluşturamaz. Bunsuz, hiç bir iş yapılamaz ve insanlığın ıslâhı için büyük işler de başarılamaz. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı Kerim de bu meseleyi izah ederken, İslâm'ın maddî iktidarı' nın manevî iktidarına bir destek olduğunu bildirmiştir. O zaman, iyilikler ayakta tutunup, fenalıklar da silinip ortadan kalkar.
"Kendilerini yer yüzüne yerleştirdiğimiz ve iktidar sahibi kıldığımız kimseler (Müslümanlar), namazı kılar, zekâtı öderler. Onlar, doğru işe emredip, eğriliklerden men'eden kimselerdir. İşte, işlerin hepsinin sonu, Allâha aittir."
(Hac: 41)
Şimdi, biz, bu bahislerden şu neticeleri elde etmiş oluyoruz:
1 - Hükümet oluşturmak, insan topluluğunun zaruri, temel binasıdır. Bu, olmaksızın, yaşayışta sosyal düzeni
düşünebilmek bile çok zordur.
2 - İslâm, insanlar için her yönüyle, bir yaşayış düzenidir. İçtimaî toplumsal yaşayış için de, aydın ve açık bir yol gösterici ve rehberdir.
3 - İslâm'da, din ile iktidar arasında, her ne şekilde olursa olsun hiç bir zıtlık ve ayrım yoktur. Caiz değildir. O, bütün yaşayış düzenini Allah kanununa tâbi kılmak ister. İşte bu maksat içindir ki, siyaset de İslâm kanunları arasında düzenlenmiştir. İslâm'da "hükümet" in ayakta tutunması ve sağlamlaşması için, kanuna bağlı bulunmak lâzımdır.
4 - Hak Teâlânın hükümlerinin bir kısmına bağlanmak, bir kısmını bırakmak, "O"nun hükümlerine ilâveler yapmak, veya bir kısmını ortadan kaldırmak, dünyada ve ahirette İlâhî akıbeti gerektirir. Bu gibi İşler, ister gönül arzusu ile olsun, ister başka birinden korkmak, yahut hatır için olsun, aynı neticeyi doğurur ve hep aynıdır.
5 - Din ile hükümet ve devletin o kadar yakınlıkları vardır ki, bunlardan biri diğerinin bir parçası sayılır. İslâm'da, "İslâm hükümeti" ve "islâm devleti" olmaksızın, zulüm, adaletsizlik ve keyfi idare, her tarafı sarmış olur, Neticede Cengiz fesadı baş gösterir, haksızlıklar alır yürür, İslâm, "hükümet" siz ve "devlet" siz, olursa bu hal deki "islâm", kolu bacağı kırık, sakat vücuda benzer. İşe yaramaz bir hal alır. O zaman, Allah'ın "din"inin hüküm sürmesi yerine, "kölelik" "esaret" ve "sefalet" devresi başlar.
Bunun için İslâmda hükümetin temellerinin sağlam kurulması zarureti vardır. "İslâm hükümeti" ne sımsıkı, bağlanmak, onun ayakta tutunup kuvvetli olması için çalışmak lâzımdır.
Son Çağ ve İslam Hükümeti
Meselesinin dinî cephesi budur. Fakat iyi düşünür ve son çağın vaziyetini inceden inceye gözden geçirirsek o zaman İslâm'da bir hükümetin kurulmasının tam zamanı olduğunu ve herşeyden fazla bunun zarurî bulunduğunu öğrenmiş oluruz.
Avrupa'da, gayri dinî hükümetler kurulduğunu düşünerek ve bunun kendisine özgü bir şekil alarak, ortaya çıktığını ve bizi de etkisi altına aldığını göz önünde bulundurmalıyız. Avrupa'da malûm şekilde, bir "Papalık" nizâmı ta eskiden beri kurulmuş bulunuyordu. "Bu papalık" din nâmı altında padişahlardan daha da kuvvetli, onlardan daha da kudretli, padişahlardan daha da baskıcı bir şekilde hükümet sürüp, saltanat etmekteydi. Olmadık mezâlimi, din kisvesine sokarak, icra etmek yolunu tutup gitmişti. Papalığın bu davranışına, zamanın ilerlemesiyle halk da bunun için çareler aramıştı. Bu "Papalık" müessesesi, hakiki Hiristiyanlığa o kadar muhalif hareketlerde bulunmuş, o kadar ölçüsüz davranmıştı ki, onun bu yaptıkları kendiliğinden onu di nin haricine çıkarmış; din namı altında yapılmadık haksızlıklar ve rezaletler bırakmamıştı. Bunun asıl sebebi, hakîkî bir dinî "hükûmet"in mevcut olmadığı ve gayrı - dinî hükümet ve gayrı - dinî siyâset güdülmesi ve bunlara da "dinî" süsü verilmesindendir.
1832 de intizamlı bir şekilde "sekülarizm" cereyanları (düşünce akınları başladı. O zaman "Jakob Holik" tarafından din ile siyâsetin birbirinden ayrılması fikri ortaya atıldı. O zaman ki fikîr ve siyaset adamları bu hareketin öncülüğünü yapıyorlardı. Bu fikir hareketi çok geçmeden siyasi sahada da başarılı oldu. Siyasî rejim olarak kabul edilmek imkânını da buldu. Özet olarak olarak bu hareketin gayesi "din"i ferdî yaşayış sahasıyla sınırlı kılmaktı. İşin başlangıcında, "din" ile kimsenin alâkası olmayacak, kimse de "din" işine karışmayacaktı. Tam manasiyle tarafsız kalınacak ve ferdin "inanç ve din" hürriyeti de korunmuş olacaktı. Fakat bir müddet sonra bu hareket başka bir şekil aldı. Bu defa "din"e karşı cephe almak, zorla "maddecilik" tarafına yöneltmek, bir nevi "komünistlik ve sosyalistlik" yolunu tutmak, ortaya çıktı.
Sekülarizm'in şekil değiştirip bozulması nasıl oldu?
İlk bakışta, bunu kavramak ve tam olarak anlamak mümkün değildir. Bir kısım inançsızlıklar insanın karşısına çıkmakta ve onun fikir ve düşüncesini dağınık bir hale sokmaktadır. Çeşitli fikirler türlü türlü düşünceler, insanın kafasına girip, bir sürü "... izm" ler doğurmaktadır. "Komünizm" "sosyalizm" "kapitalizm" ve bunların benzer leri, insanın fikrinde kökleşip, yaşama sahası bulmaktadırlar. Neticede bu durum insanı her bakımdan, maddeciliğe sürüklüyor.
l -- "Komünizm ve sosyalizm" hakkında tenkidlerde bulunan meşhur eleştirmen R.N. Crew - Hunt şöyle yazıyor:
"Komünizm, sefalet, perişanlık, sıkıntı içinde olmak ve iç timâî sosyal düzenin bozulmasının neticesi değildir. Zira, bu rejimi tatbik eden ülkelerde, halk sınıfları içinde, iyi ve bol keseden para kazanan, maaş alan işçilere, müreffeh bir seviyede yaşayanlara da pek çok rastlanmaktadır. Komünizmin meydana çıkışını, halkın eskiden gözünün kapalı oluşuna, şimdi gözünün açıldığına, sermâye sahiplerinin, yani, kapitalistlerin istismar düzenine karşı koymak yolunu tutmuş olduklarına, onların kötülüklerini, istismarlarını ve adaletsizliklerini anladıklarından, mevcut nizâmı düzeni ortadan kaldırıp eşitlik nizamını tesis etmek yoluna gidilmek için olmamıştır.
Son denemelerden elde edilen neticeye göre, hakikatte, komünizm bir kısım teori ve nizamların toplamının ismidir ki; bizim yaşayışımızda, varlıklarına ihtiyâç olan nazariye ve nizamların yerine geçici olarak oturmuştur. Bu nizam ve nazariyeleri bundan önce dîn temin ediyordu. Bu boşluğu din dolduruyordu. Din ortadan kalkıp, onun yerine gayrı-dinî nizam ve dinsizlik girince, bu boşluk kendisini hissettirdi. O zaman bu boşluğu telâfi etmek için çareler arandı, neticede de "komünizm" çaresi bulun du. "Komünizm" dinsizliğin neticesidir. Bu nizâm da, iş ve düşünce karşısına çıkacak olursa, o zaman, yaşayışta alemşümul (evrensel) başka bir hayat nizamı ortaya çıkmış olur ki, bu yeni çıkmış olan nizam, diğer yöntemlerin öncülüğü vazifesini görmek ister"[3]
Sosyo - komünizm tarafına bağlanmış bulunmayanlar da din ortadan kalkınca fikir emniyetsizliği, ruhî ıstırab ve inanç zaaflarına mağlup olup giderler.
2— Ferdin (bireyin)karşısına yeni yeni arzular ve istekler dikilmiştir. Ferd, yalnız kendi şahsî arzu ve isteklerini gerçekleştirmek yolunu tutar. Millî ölçü üzerine kurul muş bulunan, kamu yararına, zaman zaman - yerine ve gereğine göre - kendisinin şahsi veya içtimaî yaşayışında, bir çeşit zulüm olarak kabul eder. Herhangi bir müstakil ahlakın disiplini altına girmek istemez. Durum böyle olunca da, millî yaşayış için de ahlâkî kontrol kalmaz.
İşte bunun neticesindedir ki, asrımızda çok büyük ve muazzam iki cihan harbi patlak vermiştir. Bu iki harp yüzünden yaralanıp ölmüş olanların sayıları, insanlık tarihi boyunca gerçekleşmiş bütün muharebelerdeki ölü ve yaralı sayısının toplamından kat kat fazladır.
3 — Bu sosyo - komünizm, umumî ahlâkî tesirleri de yok edip ortadan kaldırır. Kişisel özgürlük, sözünde durma cesaret ve buna benzer ahlâkî özellikler şöyle dursun; iyilikle kötülüğü birbirinden ayırd etme hususlarına da maddi olarak imkân vermez. Her türlü müsbet kabiliyetleri de ortadan kaldırır.
Bu ölçüler yerine, alçakça yararlanma yolunu bulmak, zamana uymak, gününü gün etmeyi düşünmek gibi şeyleri, ferdî ve içtimaî ahlâkın temel kaidesi kılar. Bunların da neticesinde içtimaî yapı her taraftan çöküntüye uğrar. O zaman da huzur, emniyet ve güven tamamen ortadan silinip gider.
4 — Tecrübelerden öğrenildiğine göre, eğer sırf maddi bir yarar gözönünde bulundurulup gaye edinilmiş olsaydı ve herhangi bir ahlâki ve manevî nizama bağlılık olmasaydı; gerçekte, insan, yine bu maddi yararı tam olarak elde edemiyecekti. Arnold Toynbee, sekülarizmin neticelerini inceliyerek, açık bir lisanla bu hareketin başarıya ulaşamadığını şu şekilde beyan eder:
"Eğer yaşayışın amacı, sırf maddî istek, dünyevi zevk ve dünyâ arzuları üzerine kurulmuş bulunsaydı, ferdin maddeten iyi geçinmesi, maddî isteklerini elde etmesi dünyevî huzur ve rahata kavuşması yine de mümkün olamıyacağı son tecrübelerden artık anlaşılmış bulunuyor. Yine kesinlikle anlaşılmış oluyor ki, eğer, sekülarizm'in ileri ve yüksek iddiaları manevî ve ruhani amaçların yanı başında bulunursa, işte o zaman ancak bunların dolaylı neticesi olarak, insan dünyevî huzur ve rahatı da elde edebilir."[4]
Gerçeği şu şekilde belirtebiliriz ki, sekülarizm şimdiki hâlde fiilî olarak başarısızlığa uğramamış ise de tarih ancak bunu ilerde açıklayıp gösterecektir. Dikkat ettiğimiz zaman göreceğiz ki şimdiki sekülarizm çok eski ve miadını doldurmuş bir düşüncedir. Zamanın ilerlemesiyle bir daha onun semtine dönmek imkânı kalmamıştır.
"Sekülarizm" bazı tarihi sebeplerden doğmuştur. Belirli ve sınırlı bir çevre içinde de ancak gelişebilecektir. Bu sebepler ve bu çevre mevcut olmasaydı, elbette ki "sekülarizm" meydana çıkamıyacaktı Onu tutundurmak da mümkün olmayacaktı.
Yukarıda söz konusu ettiğimiz gibi, sekülarizm adı verilen bu sisteme göre dinin devlet ve hükümet işleriyle hiç bir alâkası olmayacaktı. Fakat bu noktayı dikkatli bir incelemeye tâbi tuttuğumuz zaman görülecektir ki, bu rejim aslında dîne ve dînî nazariyelere karşı olumsuz ve muhalif bir tavrın sahibidir. 19 uncu asrın tarihini gözden geçirdiğimiz zaman, anlaşılacaktır ki, "sekülarizm" ferdi ve millî mevzularda, fert için, tam bir hürriyet ve serbestliğe taraftarlık etmekte ve bu rejimin asıl siyâsî tutumunun da esası... hükûmet'in bu gibi işlere müdahele etmemesi bir gaye ve amaç olarak düşünülmüştür. Ancak ayrılması düşünülen, bu hususların hepsi de birbirine bağlı, bir diğerinden ayrılamıyan hususlardır.
Sekülarizm ancak hükümetin sadece bir "müdafaa sistemi" yani (Police state) mahiyetine girdiği zaman muvaffak olabilir. Bu şu demektir ki "sekülarizm nizamında," hükûmet'in vazife ve yetkisi, sırf memlekette kontrolü temin etmek, asayişi sağlamak olacaktır. Hükûmet, dıştan gelecek olan taarruzları karşılayacak, içte çıkacak kargaşalıkları yatıştıracak emniyetsizlikleri gidermek yolunda çalışacak ve başka bir iş görmiyecektir. İşte, ancak böyle bir nizam ve böyle bir rejimde, ferdin tam manasiyle, hürriyeti söz konusu olabilir. O zaman ferd, istediği gibi yaşar. Bu şekildeki hükümet de — hiç olmazsa dini akidelere ait hususlara karşı tarafsız kalır, bu gibi şeylerin hiç birisine hiç bir şekilde müdahele etmeyi caiz görmez.
Fakat bu düşünce, ancak 19 uncu asrın sekülarizm'inde bulunuyordu. Bu gün ise vaziyet tamamen başkadır. Ve hükümet düşüncesi, hükümet mefhumu, tamamen değişmiştir. Bugün, hükümet denilen nesne, artık eskiden tasavvur edildiği gibi koca bir put değildir. Bu günkü hükümet bir dâire içine çekilerek, memlekette çeşitli yönlerden olup bitenlere ve olup biteceklere kalamaz. Bugünün hükümetinin pek çok vazifeleri vardır. İş sahası pek geniştir. O artık yaşayışın her yönüyle meşgul olmakta, bu yaşayış tasvirinin her noktasını çizmek yolunu tutmaktadır. Kendi polisi ve zabıtası vasıtasiyle düzen ve intizamı temin eder, cehaleti ortadan kaldırmak yoluna gider; ilim ve bilgi meşalesini yakar ve ilimle her tarafı aydınlatmağa çalışır. Sefaleti ortadan kaldırmak, servetin adilâne şekilde paylaşımını sağlamak, sosyal kötülükleri ve kötü alışkanlıkları silip süpürmek, şehir ve köy halkını ahlâkî ve içtimaî sahada yetiştirip fertlerin gelişmelerini sağlamak, hastalara ilâç sağlamak, onların tedavisine çalışmak, haksızlığa uğramış olanların haklarını kendilerine iade etmek: darda kalan, sıkıntıda bulunanların imdadına koşmak ve bu kimselere yardım elini uzatmak gibi çeşitli vazifeler, hükümetin yapması gereken vazifelerdendir.
Özet olarak, bu günün hükümet denilen müessesesi her bakımdan, refahı ve huzuru temin etmekle sorumlu olmaktadır. Bunun içindir ki, böyle bir hükümet, fikrî nazariyelere ve akidelere bağlı bulunan hususlara karşı alakasız ve ilgisiz kalamaz. Her ne şekilde olursa olsun, — az veya çok — bu gibi akımlarla meşgul olacaktır. Yine, her ne şekilde olursa olsun, iyilikle fenalığın, refahla sefaletin ölçülerini tayin etmek için bir terazi bir ölçüye sahip bulunacaktır. Bu terazi ve bu ölçü'ye göre de kendi polisine, kendi zabıta kuvvetlerine ne şekilde ve ne surette hareket edeceklerine dâir emirler verecektir. Bu sebeplerdendir ki artık bu günkü hükümet bir nazari hükümet olarak kurulamaz.
Tarihî hatıralar bakımından, sekülarizm üzerine kurulmuş, onun tarif ettiği temeller üzerine oturtulmuş ve bu fikre bağlı kalınarak düzenlenmiş bir hükümet hakikatte hiçbir şekilde ve hiçbir noktadan mevcut olmamış, daha kurulmadan ortadan silinip gitmiştir, denebilir. Bu temeller üzerine kurulmak istenen hükümet kalesi sırf bir arzu ve bir istekten başka bir şey olmamış, mevcut bulunan boşluğu doldurmak için ancak bir hayal mahsülünden başka bir şey değildir. Bugün artık, dünyada sekülarizm için yerleşecek, sığınacak bir yer kalmamış tır. Tarih te bunu gösterip gözümüzün önüne sermektedir.
Bugün artık zarurî olan ve varlığı zorunlu bulunan "hükümet" tam mânasiyle "sekülarizm" nazariyesine muhalif bulunan "hükümet" tir. islâm da ancak, böyle bir hükümetin kurulup tutunmasını istemiş ve bunun için çalışmıştır.