rabia
Wed 7 April 2010, 12:45 pm GMT +0200
Hükmün Rükünleri
A. Hakim
B. Mahkumun Aleyh = Mükellef
Unutan ve Gafilin Mükellefliği
Emredilen Şeyin Varlığı Emrin Bir Şartı Mıdır?
Mahkumun Fih = Fiil (Hükmün Konusu
Emredilen Şeyin Yapılmasının Mümkün Olması Fiille Mükellef Tutulmanın Şartı Mıdır?
İki Zıddın Yasaklanması
Teklifin Muktezası
Mükrch Mükellef Midir?
Emredilen Fiilin Şartının, Emir Esnasında Bulunması Şart Mıdır?
III. HÜKMÜN RÜKÜNLERİ
A. Hâkim (Hüküm koyan)
B. Mahkûmun aleyh (mükellef)
C. Mahkûmun fıh (Hakkında hüküm verilcn=konu)
D. Hükmün kendisi (nefsu´1-hükm)
Birinci rükün bizzat hüküm olup, biz, bundan daha önce bahsetmiş ve bunun hitab´a raci olduğunu belirtmiştik.[1]
A. Hakim
Hâkim, hitapta bulunandır. Hüküm de bir ´hitab´ ve faili, konuşan olan bir ´söz´dür. Hükmün biçimsel varlığı hususunda şart olan bu kadarıdır. Hükmün geçerliliğe hak kazanması ise, sadece, yaratmayı ve emri elinde tutana aittir. Geçerli olan hüküm, ancak, mülk sahibinin kendi mülkü hakkındaki hükmüdür; Yaratı-cı´dan (Hâlık) başka mülk sahibi olmadığına göre, hüküm ve emir sadece O´na aittir.
Hz. Peygamber, devlet başkanı, efendi, baba ve koca, bir şeyi emredip vacip kıldıklarında, bunların vacib kılması ile hiç bir şey vacib olmaz; ancak Allah´ın bunlara itaati vacib kılması sebebiyle vacib olur. Şayet böyle olmasaydı, bir yaratılmış (insan) başka birine bir şeyi vacib kıldığında, kendisine vacib kılınan şahsın, İcabı ters yüz ederek, bu şeyi vacib kılan kişiye vacib kılma yetkisi olurdu. Çünkü, vacib kılmaya, biri diğerinden daha hak sahibi değildir. Öyleyse vacib, Allah´a itaat ve Allah´ın kendilerine itaat etmeyi vacib kıldığı kişilere itaattir.
Denirse ki:
Hayır, aksine, ceza verme tehdidinde bulunup bunu gerçekleştirmeye gücü yeten herkes vacib kılmaya ehildir. Çünkü vücub. ancak ceza sayesinde gerçekleşebilir.
Deriz ki:
Biz Kadı Ebu Bekir´in mezhebi olarak bunu zikrettik. Allah bir şeyi vacib kılsa, ceza tehdidinde bulunmamış bile olsa, bu şey vacib olur. Fakat, vücubun hakikati araştırıldığında, eğer kendisine sakındırılan bir zarar taalluk etmiyorsa,bir yarar sağlanmayabilir. Hğer ceza tehdidi dünyada ise, belki buna muktedir olunabilir. Ne var ki adet, bu ismin (ikab), ahirette kaçınılan bir zarara tahsis edilmesi yönünde cereyan etmiştir. Her ne kadar ceza (ıkab) sözcüğü, sakınılan her zarara ıtlak edilse de, ahırette bu, yalnızca Allah´ın kudretindedir. Dünya ise, insanoğlu buna güç yetirebilir. Bu durumda da insanın mucib (vacib kılıcı) olma-sı mümkündür. Fakat bu bizim onun buna güç yetireceğine kesin gözüyle bakmamız anlamına geimez. Çünkü belki de, tehdidini gerçekleştirmeden Önce, bundan aciz kalabilir. Fakat yine de biz, onun buna güç yetirmesini bekleriz. Bunun ile de bir nevi korku hasıl olur.[2]
B. Mahkumun Aleyh = Mükellef
Teklifin (Mükellef olmanın) şartı, hitabı anlayacak şekilde akıllı (âkil) olmaktır. Cansız şeylerin, hayvanın, hatta deli ve temyiz gücü olmayan çocuğun mükellef tutulması doğru değildir. Çünkü teklifin muktezası, taat ve imtisaldir. Bu da ancak imtisal kasdıyla mümkündür. Kasdın şartı ise, kastedileni (maksud) bilmek ve teklifi anlamaktır. Her hitab, ´anlama emrini´ de içerir. Anlamayan kişiye, nasıl, ´anla!´ denilebilir; cansız şeyler gibi, sesleri işitmeyenle nasıl konuşulur! Hayvan gibi, sesi işitip de anlamayanlarda, hiç işitmeyen gibidir. Şöyle-böy-le,bir şey anlayarak işiten, fakat bunu akledemiyen ve tesbit edemeyen, mecnun ve gayr-i mümeyyiz gibi, kişilerle konuşmak mümkündür. Fakat bu kişilerde sahih bir kasıt bulunmadığı için, hitabın bunlar açısından imtisalı iktiza etmesi mümkün değildir.
Denirse ki:
Zekat vermek, mâlî cezalan (garâmât) ve nafakaları ödemek, çocuklar üzerine vacib olmaktadır.
Deriz ki:
Bu gibi şeyler, hiç bir hususta, teklif değildir. Zira, başkasının fiilî ile mükel-
12 lef tutmak imkansızdır. Mesela diyet ödemek âkile [3] üzerine vacibtir; fakat bu
demek değildir ki, âkile başkasının fiili ile mükelleftir. Fakat bu, başkasının fiili- [L 84] nin, akılenin zimmetinde borcun (ğurm) sübutu için bir sebeb olduğu anlamına gelir. Başkasının malını itlaf etmek de böyledir. Nısab´a malik olmak bu hakların/borçların çocuğun zimmetinde sabit olmasının sebebidir. Yani, çocuğun nısâb´a malik olması, velinin, şu anda, ona eda etme hitabında bulunmasının sebebidir ve çocuğun buluğdan sonra muhatab olmasının sebebidir. Bu imkansız bir şey değildir. Muhal olan, anlamayana ´anla!´ demek; işitmeyene ve akletme-yene hitab etmektir
Hükümlerin zimmette sübut ehliyeti ise, teklifi anlamaya yarayan akıl kuvvetini kabule, ileri ki bîr zamanda (fî sâni´1-hâl), kendisiyle hazır (istidatlı) olunan ´insanlık* vasfından elde edilir. Hatta, hitabı gerek bilfiil gerekse bilkuvve anlama ehliyeti olmadığı için, hayvan, zimmetine hüküm izafe edilmesine uygun değildir. Şartın, mevcut veya kısa zaman sonra hasıl olmasının mümkün olması gerekir. Bu şartın bilkuvve mevcut olduğu söylenebilir. Nitekim, mâlikiyetin şartı ´insanlık*, insan olmanın şartı ´hayat´tir. Rahimdeki nutfe için, miras veya vasiyet yoluyla mülk sabit olabilir. Halbuki hayat fiilen mevcut değildir; fakat bilkuvve mevcuttur. Zira, bu nutfe hayata dönüşecektir. Ttpkı bunun gibi, çocuk da, sonunda ´aktl´a (gerekli aklî olgunluğa) kavuşacaktır. Bu yüzden, çocuk, şu anda teklife uygun olmasa da, zimmetine hüküm izafesine uygundur. Bu noktada hemen, bu hale göre, mümeyyiz çocuğun da namaz kılmakla emrolunması gerektiği söylenecek olursa, şöyle deriz; çocuk, veli tarafından namaz kılmakla emrolunur. Veli de, Allah tarafından çocuğa namaz kılmayı emretmekle emrolunmuştur. Nitekim, Hz. Peygamber, "Yedi yaşına geldiklerinde çocuklarınıza namaz kılmayı emredin ve on yaşına geldiklerinde -kılmazlarsa- dövün"[4] demiştir. Bunun sebebi şudur; çocuk velinin hitabını anlar ve dövmesinden korkar. Bu yüzden velinin hitabına ehil olur; Şari´in hitabını ise anlamaz. Çünkü çocuk henüz Şâri´i tanımamakta ve ahireti anlayamadığı için de, Şâri´in cezalandırmasından korkmamaktadır.
Denirse ki:
Çocuk buluğa yaklaştığında, artık akletmeye başlar. Buna rağmen, Şer´ onu mükellef tutmamıştır. Bu onun, aklının eksikliğine delalet etmez mi?
Deriz ki:
Kadı, bu durumun, buluğa yaklaşmış çocuğun aklının eksikliğine delalet edeceğini söylemiştir. Fakat bu görüş, benimsenebilecek tutarlı bir görüş değildir. Çünkü, çocukt?wmeni gelmesi onun aklını artırmaz. Fakat, bu durumdaki Çocuktan hitabın kaldırılması, kolaylık olsun diyedir. Çünkü akıl, bu çocukta, henüz örtüktür ve peyderpey ortaya çıkacaktır. Çocuğun, Şer´in hitabını anladığı; peygamber göndereni, peygamberi ve ahıreti tanıdığı sınıra, birden bire, vakıf olmak mümkün değildir. Şer´, bu sınır için zahir bir alamet dikmiştir.
Mesele: (Unutan ve Gafilin Mükellefliği)
Unutan ve mükellef tutulduğu şeyden gafil (habersiz) bulunan kişinin mükellef tutulması mümkün değildir. Zira, anlamayana, nasıl ´anla!´ denilebilir! Ancak, bu kişinin, uyku ve gaflet halindeki fiilleri sebebiyle, mâlî borçlar (ğarâmât) vb. gibi bazı hükümlerin sabit olacağı inkar edilemez.
Aynı şekilde, tıpkı, unutanın, mecnunun ve işittiği halde anlamayanın mükellef tutulması mümkün olmadığı gibi, akledemeyen sarhoşun teklifi de muhaldir. Hatta sarhoşun durumu, uyandırılması mümkün olan uyuyandan; sözün çoğunu anlayan mecnundan daha da beterdir. Bununla birlikte sarhoşun boşamasının geçerli (nafiz) oluşu ve mâlî borcu ödemesinin lazım gelişi ise, hükümleri sebeblere bağlamak kabilindendir. Bu da inkar edilemeyecek hususlardandır.
Denirse ki:
Allah Teâlâ; "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın...´1 {Nisa, 4/43} buyurmuştur. Bu sarhoşa hitab değil midir?
Deriz ki:
Sarhoşa hitabın imkansızlığı, burhan ile sabit olduğundan, bu ayetin tevil edilmesi gerekir. Bu ayet iki şekilde tevil edilebilir;
a) Bu hitab, aklı zail olmaksızın, kendisinde sallanma ve yalpalama belirtileri görünen ve henüz sarhoşluğun başında olan kişiye hitabtır. Bu durumdaki kişi [f5 85] daha önce güzel bulmadığı bazı oyun ve sevinçleri güzel bulabilir. Fakat bununla birlikte aklı başındadır. Allah Teâlâ´nın "...ne dediğinizi bilinceye kadar" {Nisa, 4/43} sözünün anlamı ise, ´sebatınız açıklık kazanıp tekamül edinceye kadar´ şeklindedir. Nitekim kızgın kişiye ´ne dediğini bilinceye kadar sabret!´ denilir; bunun anlamı ´kızgınlığın yatışıp, bilgin tam oluncaya kadar´dır. Halbuki, kızgın kişinin aklı yerindedir. Bu da sarhoş gibi, namazla meşgul olamaz ve belki
de, harflerin mahreçlerini düzeltmek ve tam bir huşu içinde olmak ona zor gelebilir.
b) Bu hitab, İslamın başlangıcında, henüz şarap haram kılınmadan önce va-rid olmuştur. Bu hitab ile kastedilen, namazın kılınmaması değil, namaz vaklinde aşın içki içilmcmesidir. Nitekim Tıkabasa doymuş iken, teheccüde yaklaşma´ denildiğinde bunun anlamı ´çok yeme, çok yersen teheccüd sana ağır gelebilir´ demektir.
Mesele: [Emredilen Şeyin Varlığı Emrin Bir Şartı Mıdır?)
Birisi çıkıp ´Size göre, emredilen şeyin mevcud olması, emrin şartlarından değildir. Çünkü siz, Allah Teâlânın henüz yaratmadan önce, ezelde, kullarına emretmiş olduğuna hükmettiniz. Nasıl oluyor da, -şimdi- mükellefin işiten ve akıllı olmasını şar! koşuyorsunuz. Halbuki sarhoş, unutan, çocuk ve mecnun, mükellef tutulmaya -henüz mevcut olmayan- yok´lan daha yakındır1 diyebilir. Buna karşı biz de şöyle deriz:
Bir kere ´Allah Teâlâ emredendir; ´yok´ (henüz var olmayan şey) emredilendir´ sözümüzün anlamının iyi anlaşılması gerekir. Biz bununla şunu kastediyoruz; ´Yok, yokluk durumunda değil, varolması takdiriyle emredilendir. Zira, yokun, yokluk durumunda bir şeyi yapmakla emredilmesİ muhaldir. Fakat, kelâmu´n-ncfs´i kabul edenler, babanın, ilerde mevcud olacak çocuktan ilim öğrenme talebinde bulunmayı içinden geçirmesi ve -şayet, çocuk mevcud oluncaya değin bu talebin baki kaldığı takdir edilecek olursa-, çocuğun bu talebi yerine getirmekle emrolunması yadırganacak bir şey değildir. İşte, kullarından iktizayı talep demek olan ve Allah Teâlânın zatıyia kaim olan mana da kadim olup. mevcud olmaları takdiriyle kullarına taaalluk eder. Kullar var olduklarında, bu iktiza ile emrolunmuş oludur. Bunun benzeri, çocuk ve mecnun hakkında da caridir. Aklı (aklın olgunlaşmasını) beklemek, varolmayı beklemekten fazla bir şey değildir. Ezeldeki bu mana hitab olarak adlandırılmaz; ancak emredilen şahıs mevcud olup, kendisine işittirilince hitab haline dönüşür. Bunun ´emir´ olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı tartışmalıdır. Doğrusu, bunun emir olarak adlandırıla-bilmesidir. Zira çocuklarına, malını tasadduk etmelerini vastyet eden biri hakkında, her ne kadar bazı çocukları henüz cenîn halinde veya henüz cenîn bile değilse de, ´Fuian kişi, çocuklarına şunu emretti´ denilmesi uygun düşer. Fakat bu kişi hakkında, ´çocuklarına hitab etti´ denilmesi uygun değildir. Çocuklar hazır bulunup, duyacak durumda olurlarsa, bu durumda ´çocuklarına hitab etli´ denilebilir. Sonra bu kişi, vasiyette bulunsa, çocukları o vasiyeti yerine getirseler; her ne kadar, emreden şu anda mevcud değil, emredilenler de emredenin varlığı esnasında yok idiyseler de ´çocuklar babalarına itaat ettiler ve onun emrine imtisal ettiler´ denilir. Aynı şekilde, şu anda biz, taat etmek suretiyle, Hz. Peygamberin emrine imtisal etmiş oluyoruz. Halbuki, Hz. Peygamber Allah katında diri olsa bile, şu bizim alemimizde mevcud değildir. Emredilen kişinin itaatkar (muti1) ve mümte-sil olabilmesi için, emredenin mevcudiyeti şart olmadığına göre, emrin emir olabilmesi için de, emredilenin mevcud olması şart değildir.
Denirse ki:
Siz, Allah Teâlânın ezelde, yok´u (ma´dûm) bağlayıcı bir tarzda emrettiğini mi söylüyorsunuz?
Deriz ki:
Evet, biz O´nun emreden olduğunu söylüyoruz; fakat mevcud olma takdirine göre söylüyoruz. Nitekim, yukarıdaki örnekte, ´Baba, çocuklarına tasadduk etmeyi vacib kılan (mucib) ve ilzam edendir (mülzim)´ denilir. Çocuklar akıl-baliğ fi. 86] °´unca´ Uzam ve icab hasıl olur; fakat, varlık ve kuvvet şartı ile. Yine, bir kimse kölesine ´yarın oruç tut´ dese, şu anda yarının orucunu ilzam etmiş ve vacip kılmış olur. Halbuki, yarının orucu, şu anda değil, ancak yarın tutulabilir. Böyle olduğu halde, bu orucu emreden, şu anda ´ınülzim´ ve´mucib´ olmakla vasıflanır.[5]
C.Mahkumun Fih = Fiil (Hükmün Konusu)
Teklif altına ancak ´ihtiyarî fiiller´ girer. Teklif altına girecek fiillerde şu şartlar aranır:
1)Hudusunun (meydana gelmesinin) mümkün olması. Çünkü ´teklîf-i mâ lâ yutâk´ı imkansız görenlere göre, emrin, kadime, bakiye, cinsleri çevirmeye, iki zıddı bir araya getirmeye ve teklifi caiz olmayan diğer muhal şeylere taalluk etmesi imkansızdır. Ancak, meydana gelmesi mümkün olabilen ´yok´ emredilebilir.
Peki, hadis, hudustan Önce olduğu gibi hudus halinin evvelinde emre konu (memurun bih) olur mu? Yoksa varlığının ikinci halinde olduğu gibi, emredilmiş olmaktan çıkar mı? Bu konuda ihtilaf edilmiştir. Bu konuda, zikredilmesi fıkıh usulünün maksatlarına uygun olmayan kelamî bir bahis vardır.
2)Kulun müktesebi olabilecek ve kulun ihtiyariyle hasıl olabilecek bir şey olması. Zira, Zeyd´i, Amr´in yazmasıyla veya dikmesiyle mükellef tutmak caiz değildir. Her ne kadar bunun meydana gelmesi mümkünse de, mümkün olması yanında muhatabın kudreti dahilinde olması da gerekir.
3) Emredilen tarafından, başka şeylerden ayirdedilebilecek biçimde, biliniyor olması, ta ki, ona yönelmesi (kastetmesi) tasavvur edilebilsin. Allah tarafından emredildiğinin de biliniyor olması gerekir ki, onun imtisal kasdı tasavvur edilebilsin. Bu husus, kendisinde taat ve takarrûb kasdı gereken fiillere hastır.
Denirse ki:
Kafir, Hz. Peygambere inanmakla emredilmiştir. Halbuki kafir, bununla emredilmiş olduğunu bilmemektedir.
Deriz ki:
Şartın, malum olması veya malum hükmünde olması gerekir. Yani, gerek delillerin ortaya konmuş olması ve gerekse akıl ve İnceleme imkânlarının hasıl olmasıyla, bilmenin mümkün olması gerekir. Nitekim, hakkında delil olmayan şeyin emredilmesi ve çocuk, mecnun gibi aklı olmayan kişilere emrin yöneltilmesi sahih olmaz.
4)Fiilin, taat olarak gerçekleştirme iradesinin sahih olacağı şekilde olması. İbadetlerin çoğu böyledir. Bundan iki şey istisna edilmiştir;
a)İlk vacib: Bu, vücubu gösteren incelemedir. Vücubu gösterecek olan incelemeyi, tâat olarak gerçekleştirme kastı mümkün değildir. Zaten bunun vacib olduğu, inceleme yapıldıktan sonra anlaşılmaktadır.
b)Taat iradesi ve İhlas: Şayet taat iradesi, başka bir iradeye İhtiyaç duyacak olsaydı, bu irade de başka bir iradeye ihtiyaç duyacak ve böylece teselsüle düşülecekti.
Fiilin şartlarıyla ilgili olarak beş mesele ortaya çıkmaktadır.
Mesele: (Emredilen Şeyin Yapılmasının Mümkün Olması Fiille Mükellef Tutulmanın Şartı Mıdır?)
Bir grup alim, teklif edilen şeyin meydana gelişinin mümkün olmasının şart olmadığını; güç yetirilemeyen şeylerin teklifinin, iki zıddı bir araya getirmenin, cinsleri çevirmenin, kadimi yok etmenin ve mevcudu var etmenin emredilebile-ceğini ileri sürmüştür. Bu görüş, Ebu´l-Hasen el-Eş´arî´ye [6]nisbet edilmiştir; zaten, bu görüş, iki yönden, onun mezhebinin bir sonucu olmaktadır:
a)Eş´arî´ye göre, oturmakta olan kişi, namaza kalkmaya kadir değildir. Çünkü ona göre yapabilme gücü (istitâat), fiilden önce değil fiille beraberdir. Bu bakımdan kişi ancak, fiilden önce emrolunmuş olur.
b) Hadis kudretin, yapılabilir şeyleri (makdûr) varetmede bir etkisi yoktur. Aksine bizim fiillerimiz Allah´ın kudreti ve yaratmasıyla meydana gelmektedir. Eş´arî´ye göre, her kul, başkasının fiili ile emredilebilir. Eş´arî, buna üç şeyle istidlal etmektedir.
[I, 87]
1) Allah Teâlânın, "Bize takat getiremeyeceğimiz şeyleri yükleme" {Bakara, 2/286} sözü. Zaten imkansız olan bir şeyin giderilmesi İstenemez; bu zaten giderilmiştir.
Eş´arTnin bu gerekçesi zayıftır. Çünkü bu sözle kastedilen husus ´bize meşakkatli ve ağır geleni yükleme´dir. Zira, "...Nefislerinizi (kendinizi) Öldürün veya diyarınızdan çıkın..." {Nisa, 4/66} ayetinde olduğu gibi, şiddetinden dolayı helakine sebeb olacak bir çok işlerle mükellef tutulmak suretiyle bitkin düşen kişi için *Takati yetmeyecek şeyler yüklendi´ denilir. Tevil edilmiş zahir, kat´iyyât hususunda zayıf delaletlidir.
2) Onlar derler ki; ´Allah Teâlâ, hem, Ebu Cehl´in tasdik etmeyeceğini haber vermiş ve hem de onu inanmakla mükellef tutmuştur. Bunun anlamı şudur; Allah Ebu Cehl´i, getirdiği şeyler hususunda Hz. Muhammcd´i tasdik etmekle mükellef tuttu. Halbuki, Muhammedin getirdiği şeyler arasında, Ebu Cehl´in O´nu tasdik etmeyeceği de vardı. Adeta Allah ona, kendisinin tasdik etmeyeceğini tasdik etmesini emretmiş olmaktadır. Bu İse muhaldir´.
Bu gerekçe de zayıftır. Çünkü Ebu Cehl, tevhîd´e ve risâlet´e inanmakla em-rolunmuştur; deliller ortadadır ve akıl hazırdır. Zira Ebu Cehl deli değildir. Öyleyse inanma imkanı hasıl olmuştur. Fakat Allah Teâlâ, onun hased ve inad yüzündan, gücü dahilinde olan inanmayı terkedeceğını bilmiştir. Bilgi, bilinene tabi olur; onu değiştirmez. Bir şeyin, bir şahıs için güç yetirîlebilir olduğu; o şahıs açısından mümkün olduğu ve gücü yetmesine rağmen o şahıs tarafından terkedilmiş olabileceği bilindiğinde, şayet bu muhale dönüşüyorsa, ilim cehle dönüşür ve şey, mümkün ve makdur olmaktan çıkar. Aynı şey kıyamet için de geçerlidir. Allah kıyameti koparmayıp, gücü yetmesine rağmen terkedeceğini haber verse bile, kıyamet şu anda Allah açısından güç yetirilebilir bir iştir. Allah´ın, kendi verdiği habere aykırı davranması muhaldir; zira bu takdirde, vaîdi yalan olmuş olur. Fakat bu imkansızlık, şeyin kendisine raci olmayan bir imkansızlık olup, o şeyde hiç bir tesiri yoktur.
3) Onlar derler ki; ´İmkansız bir şeyle mükellef tutma (teklîfu´l-muhâl), imkansız olsaydı; bu imkansızlık, ya bu teklifin sıygası yüzünden; ya manası (muhtevası) yüzünden; ya kendisine taalluk eden bir mefsedet yüzünden; ya da hikmete çelişik olması yüzünden olurdu. Sıygası yüzünden imkansız olamaz. Zira "aşağılık maymunlar olun" {Bakara, 2/65} demek imkansız değildir; yine efendinin kör kölesine ´gör!*; felçli kölesine ´yürü!´ demesi imkansız değildir. Manasının bizzat kendisiyle kaim olması da, imkansız değildir. Zira, efendinin, kölesinden, her iki beldedeki malını koruması için, bir anda, iki ayrı yerde olmasını talep etmesi mümkündür. Yine, mefsedet yüzünden veya hikmete aykırı olması yüzünden imkansız olduğu da söylenemez. Çünkü, Allah hakkında işleri bu anlayış üzerine bina etmek imkansızdır. Zira, Allah´ın yaptığı hiç bir şey çirkin olmadığı gibi, en İyiyi yapmak (aslah) da O´na vacib değildir. Diğer taraftan, tartışma gerek Allah açısından gerekse kulları açısından aynıdır. Kuldan fesad ve sefihlik mümkündür ve mutlak olarak imkansız değildir.
Tercih edilen görüş şudur: Muhali teklifin imkansız oluşu; bunun çirkinliği yüzünden veya kendisinden neşet eden bir mefsedet yüzünden veya sıygası yüzünden değildir. Çünkü teklif sıygası bu yönde varid olabilir. Şöyle ki;
a) Allah Teâlâ´nın "Taş ya da demir olun" [İsra, 17/50] sözü ve "...aşağılık maymunlar olun" {Bakara, 2/65} sözü sıyga itibariyle muhali teklif etmektedir. Fakat bu sözler talep için değil, ´ta´cîz´ (aciz bırakma, acizliğini gösterme) içindir.
b) "...Ol der; o da oluverir" {Bakara, 2/117} sözünde olduğu gibi, muhali teklif sıygası, kudreti göstermek için olabilir. Bu söz, ´Allah, mevcud olmayan bir şeyden, kendi başına olmasını taleb etti´ anlamına gelmez.
Öyleyse, muhali teklifin imkansızlığı ´teklifin anlamı´ yüzündendir. Zira teklifin anlamı, kendisinde külfet bulunan bir şeyi taleb etmektir. Taleb de bir matlubu (istenen şeyi) gerektirir. Ayrıca bu matlubun, ittifakla, mükellef tarafından anlaşılır olması gerekir. Bu itibarla ´hareket et!´ demek mümkündür. Çünkü hareket anlaşılmaktadır. Fakat birine ´mareket et!´ denilse, bu teklif olmaz. Çünkü bu sözün manası anlaşılır ve makul olmadığı gibi, kendi nefsinde bir anlamı [I, 88] da yoktur. Çünkü bu mühmel bir lafızdır. Şayet bu lafzın, bazı dillerde, emredenin bilip de, emredilenin bilmediği bir anlamı olsa bile, bu yine de teklif olmaz. Çünkü teklif, kendisinde külfet bulunan bir şeyi söylemektir. Muhatabın anlamadığı bir şey, ona bir şey söylemek değildir. Teklifin anlaşılır olması şart koşulmuştur ki, emre muhatap olan kişinin taati tasavvur olunabilsin. Çünkü teklif, ta-ati iktiza etmektir. Eğer akılda taat yoksa, taatın istenmesi (iktiza) makul ve mutasavver olmaz. Zira, ağaçtan dikiş dikmeyi talep etmenin, akıllının zatıyla kaim olması imkansızdır. Çünkü lalep. öncelikle, makul bir matlubu gerektirir; bu ise, makul değildir. Yani bunun akılda varlığı yoktur. Bizzat varolnıazdan önce, şey´in akılda bir varlığı vardır. Şey, ancak akılda husule geldikten sonra, kendisine laleb yönelebilir. Kadîmi ihdas etme akıla girmemiştir. Öyleyse, kadîmi ihdası talep etmek, nasıl bizatihi kaim olabilir! Aynı şekilde, ´beyazın siyahlığı´nın da akılda bir varlığı yoktur. Yine ´oturanın kalkması´ da böyledir. Oturan birine ´sen oturur halde (oturarak) kalk!´ nasıl denebilir! Bu talebin kalp ile kaim olması imkansızdır; çünkü matlub yoktur. Nitekim, matlubun, a´yanda (dış dünyada) ´yok´ olması şart olduğu gibi, zihinlerde yani akılda mevcud olması da şarttır; ta ki, matlubu zihindekine uygun olarak ayan´da meydana getirme (îcâd) mümkün olabilsin ve bu meydana getirme işi, taat ve imtisal yani talepte bulunanın nefsinde-ki şeyin örneğine benzetme olabilsin. Zihinde bir misali olmayan şeyin, varlıkta da misali olmaz.
A. Hakim
B. Mahkumun Aleyh = Mükellef
Unutan ve Gafilin Mükellefliği
Emredilen Şeyin Varlığı Emrin Bir Şartı Mıdır?
Mahkumun Fih = Fiil (Hükmün Konusu
Emredilen Şeyin Yapılmasının Mümkün Olması Fiille Mükellef Tutulmanın Şartı Mıdır?
İki Zıddın Yasaklanması
Teklifin Muktezası
Mükrch Mükellef Midir?
Emredilen Fiilin Şartının, Emir Esnasında Bulunması Şart Mıdır?
III. HÜKMÜN RÜKÜNLERİ
A. Hâkim (Hüküm koyan)
B. Mahkûmun aleyh (mükellef)
C. Mahkûmun fıh (Hakkında hüküm verilcn=konu)
D. Hükmün kendisi (nefsu´1-hükm)
Birinci rükün bizzat hüküm olup, biz, bundan daha önce bahsetmiş ve bunun hitab´a raci olduğunu belirtmiştik.[1]
A. Hakim
Hâkim, hitapta bulunandır. Hüküm de bir ´hitab´ ve faili, konuşan olan bir ´söz´dür. Hükmün biçimsel varlığı hususunda şart olan bu kadarıdır. Hükmün geçerliliğe hak kazanması ise, sadece, yaratmayı ve emri elinde tutana aittir. Geçerli olan hüküm, ancak, mülk sahibinin kendi mülkü hakkındaki hükmüdür; Yaratı-cı´dan (Hâlık) başka mülk sahibi olmadığına göre, hüküm ve emir sadece O´na aittir.
Hz. Peygamber, devlet başkanı, efendi, baba ve koca, bir şeyi emredip vacip kıldıklarında, bunların vacib kılması ile hiç bir şey vacib olmaz; ancak Allah´ın bunlara itaati vacib kılması sebebiyle vacib olur. Şayet böyle olmasaydı, bir yaratılmış (insan) başka birine bir şeyi vacib kıldığında, kendisine vacib kılınan şahsın, İcabı ters yüz ederek, bu şeyi vacib kılan kişiye vacib kılma yetkisi olurdu. Çünkü, vacib kılmaya, biri diğerinden daha hak sahibi değildir. Öyleyse vacib, Allah´a itaat ve Allah´ın kendilerine itaat etmeyi vacib kıldığı kişilere itaattir.
Denirse ki:
Hayır, aksine, ceza verme tehdidinde bulunup bunu gerçekleştirmeye gücü yeten herkes vacib kılmaya ehildir. Çünkü vücub. ancak ceza sayesinde gerçekleşebilir.
Deriz ki:
Biz Kadı Ebu Bekir´in mezhebi olarak bunu zikrettik. Allah bir şeyi vacib kılsa, ceza tehdidinde bulunmamış bile olsa, bu şey vacib olur. Fakat, vücubun hakikati araştırıldığında, eğer kendisine sakındırılan bir zarar taalluk etmiyorsa,bir yarar sağlanmayabilir. Hğer ceza tehdidi dünyada ise, belki buna muktedir olunabilir. Ne var ki adet, bu ismin (ikab), ahirette kaçınılan bir zarara tahsis edilmesi yönünde cereyan etmiştir. Her ne kadar ceza (ıkab) sözcüğü, sakınılan her zarara ıtlak edilse de, ahırette bu, yalnızca Allah´ın kudretindedir. Dünya ise, insanoğlu buna güç yetirebilir. Bu durumda da insanın mucib (vacib kılıcı) olma-sı mümkündür. Fakat bu bizim onun buna güç yetireceğine kesin gözüyle bakmamız anlamına geimez. Çünkü belki de, tehdidini gerçekleştirmeden Önce, bundan aciz kalabilir. Fakat yine de biz, onun buna güç yetirmesini bekleriz. Bunun ile de bir nevi korku hasıl olur.[2]
B. Mahkumun Aleyh = Mükellef
Teklifin (Mükellef olmanın) şartı, hitabı anlayacak şekilde akıllı (âkil) olmaktır. Cansız şeylerin, hayvanın, hatta deli ve temyiz gücü olmayan çocuğun mükellef tutulması doğru değildir. Çünkü teklifin muktezası, taat ve imtisaldir. Bu da ancak imtisal kasdıyla mümkündür. Kasdın şartı ise, kastedileni (maksud) bilmek ve teklifi anlamaktır. Her hitab, ´anlama emrini´ de içerir. Anlamayan kişiye, nasıl, ´anla!´ denilebilir; cansız şeyler gibi, sesleri işitmeyenle nasıl konuşulur! Hayvan gibi, sesi işitip de anlamayanlarda, hiç işitmeyen gibidir. Şöyle-böy-le,bir şey anlayarak işiten, fakat bunu akledemiyen ve tesbit edemeyen, mecnun ve gayr-i mümeyyiz gibi, kişilerle konuşmak mümkündür. Fakat bu kişilerde sahih bir kasıt bulunmadığı için, hitabın bunlar açısından imtisalı iktiza etmesi mümkün değildir.
Denirse ki:
Zekat vermek, mâlî cezalan (garâmât) ve nafakaları ödemek, çocuklar üzerine vacib olmaktadır.
Deriz ki:
Bu gibi şeyler, hiç bir hususta, teklif değildir. Zira, başkasının fiilî ile mükel-
12 lef tutmak imkansızdır. Mesela diyet ödemek âkile [3] üzerine vacibtir; fakat bu
demek değildir ki, âkile başkasının fiili ile mükelleftir. Fakat bu, başkasının fiili- [L 84] nin, akılenin zimmetinde borcun (ğurm) sübutu için bir sebeb olduğu anlamına gelir. Başkasının malını itlaf etmek de böyledir. Nısab´a malik olmak bu hakların/borçların çocuğun zimmetinde sabit olmasının sebebidir. Yani, çocuğun nısâb´a malik olması, velinin, şu anda, ona eda etme hitabında bulunmasının sebebidir ve çocuğun buluğdan sonra muhatab olmasının sebebidir. Bu imkansız bir şey değildir. Muhal olan, anlamayana ´anla!´ demek; işitmeyene ve akletme-yene hitab etmektir
Hükümlerin zimmette sübut ehliyeti ise, teklifi anlamaya yarayan akıl kuvvetini kabule, ileri ki bîr zamanda (fî sâni´1-hâl), kendisiyle hazır (istidatlı) olunan ´insanlık* vasfından elde edilir. Hatta, hitabı gerek bilfiil gerekse bilkuvve anlama ehliyeti olmadığı için, hayvan, zimmetine hüküm izafe edilmesine uygun değildir. Şartın, mevcut veya kısa zaman sonra hasıl olmasının mümkün olması gerekir. Bu şartın bilkuvve mevcut olduğu söylenebilir. Nitekim, mâlikiyetin şartı ´insanlık*, insan olmanın şartı ´hayat´tir. Rahimdeki nutfe için, miras veya vasiyet yoluyla mülk sabit olabilir. Halbuki hayat fiilen mevcut değildir; fakat bilkuvve mevcuttur. Zira, bu nutfe hayata dönüşecektir. Ttpkı bunun gibi, çocuk da, sonunda ´aktl´a (gerekli aklî olgunluğa) kavuşacaktır. Bu yüzden, çocuk, şu anda teklife uygun olmasa da, zimmetine hüküm izafesine uygundur. Bu noktada hemen, bu hale göre, mümeyyiz çocuğun da namaz kılmakla emrolunması gerektiği söylenecek olursa, şöyle deriz; çocuk, veli tarafından namaz kılmakla emrolunur. Veli de, Allah tarafından çocuğa namaz kılmayı emretmekle emrolunmuştur. Nitekim, Hz. Peygamber, "Yedi yaşına geldiklerinde çocuklarınıza namaz kılmayı emredin ve on yaşına geldiklerinde -kılmazlarsa- dövün"[4] demiştir. Bunun sebebi şudur; çocuk velinin hitabını anlar ve dövmesinden korkar. Bu yüzden velinin hitabına ehil olur; Şari´in hitabını ise anlamaz. Çünkü çocuk henüz Şâri´i tanımamakta ve ahireti anlayamadığı için de, Şâri´in cezalandırmasından korkmamaktadır.
Denirse ki:
Çocuk buluğa yaklaştığında, artık akletmeye başlar. Buna rağmen, Şer´ onu mükellef tutmamıştır. Bu onun, aklının eksikliğine delalet etmez mi?
Deriz ki:
Kadı, bu durumun, buluğa yaklaşmış çocuğun aklının eksikliğine delalet edeceğini söylemiştir. Fakat bu görüş, benimsenebilecek tutarlı bir görüş değildir. Çünkü, çocukt?wmeni gelmesi onun aklını artırmaz. Fakat, bu durumdaki Çocuktan hitabın kaldırılması, kolaylık olsun diyedir. Çünkü akıl, bu çocukta, henüz örtüktür ve peyderpey ortaya çıkacaktır. Çocuğun, Şer´in hitabını anladığı; peygamber göndereni, peygamberi ve ahıreti tanıdığı sınıra, birden bire, vakıf olmak mümkün değildir. Şer´, bu sınır için zahir bir alamet dikmiştir.
Mesele: (Unutan ve Gafilin Mükellefliği)
Unutan ve mükellef tutulduğu şeyden gafil (habersiz) bulunan kişinin mükellef tutulması mümkün değildir. Zira, anlamayana, nasıl ´anla!´ denilebilir! Ancak, bu kişinin, uyku ve gaflet halindeki fiilleri sebebiyle, mâlî borçlar (ğarâmât) vb. gibi bazı hükümlerin sabit olacağı inkar edilemez.
Aynı şekilde, tıpkı, unutanın, mecnunun ve işittiği halde anlamayanın mükellef tutulması mümkün olmadığı gibi, akledemeyen sarhoşun teklifi de muhaldir. Hatta sarhoşun durumu, uyandırılması mümkün olan uyuyandan; sözün çoğunu anlayan mecnundan daha da beterdir. Bununla birlikte sarhoşun boşamasının geçerli (nafiz) oluşu ve mâlî borcu ödemesinin lazım gelişi ise, hükümleri sebeblere bağlamak kabilindendir. Bu da inkar edilemeyecek hususlardandır.
Denirse ki:
Allah Teâlâ; "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın...´1 {Nisa, 4/43} buyurmuştur. Bu sarhoşa hitab değil midir?
Deriz ki:
Sarhoşa hitabın imkansızlığı, burhan ile sabit olduğundan, bu ayetin tevil edilmesi gerekir. Bu ayet iki şekilde tevil edilebilir;
a) Bu hitab, aklı zail olmaksızın, kendisinde sallanma ve yalpalama belirtileri görünen ve henüz sarhoşluğun başında olan kişiye hitabtır. Bu durumdaki kişi [f5 85] daha önce güzel bulmadığı bazı oyun ve sevinçleri güzel bulabilir. Fakat bununla birlikte aklı başındadır. Allah Teâlâ´nın "...ne dediğinizi bilinceye kadar" {Nisa, 4/43} sözünün anlamı ise, ´sebatınız açıklık kazanıp tekamül edinceye kadar´ şeklindedir. Nitekim kızgın kişiye ´ne dediğini bilinceye kadar sabret!´ denilir; bunun anlamı ´kızgınlığın yatışıp, bilgin tam oluncaya kadar´dır. Halbuki, kızgın kişinin aklı yerindedir. Bu da sarhoş gibi, namazla meşgul olamaz ve belki
de, harflerin mahreçlerini düzeltmek ve tam bir huşu içinde olmak ona zor gelebilir.
b) Bu hitab, İslamın başlangıcında, henüz şarap haram kılınmadan önce va-rid olmuştur. Bu hitab ile kastedilen, namazın kılınmaması değil, namaz vaklinde aşın içki içilmcmesidir. Nitekim Tıkabasa doymuş iken, teheccüde yaklaşma´ denildiğinde bunun anlamı ´çok yeme, çok yersen teheccüd sana ağır gelebilir´ demektir.
Mesele: [Emredilen Şeyin Varlığı Emrin Bir Şartı Mıdır?)
Birisi çıkıp ´Size göre, emredilen şeyin mevcud olması, emrin şartlarından değildir. Çünkü siz, Allah Teâlânın henüz yaratmadan önce, ezelde, kullarına emretmiş olduğuna hükmettiniz. Nasıl oluyor da, -şimdi- mükellefin işiten ve akıllı olmasını şar! koşuyorsunuz. Halbuki sarhoş, unutan, çocuk ve mecnun, mükellef tutulmaya -henüz mevcut olmayan- yok´lan daha yakındır1 diyebilir. Buna karşı biz de şöyle deriz:
Bir kere ´Allah Teâlâ emredendir; ´yok´ (henüz var olmayan şey) emredilendir´ sözümüzün anlamının iyi anlaşılması gerekir. Biz bununla şunu kastediyoruz; ´Yok, yokluk durumunda değil, varolması takdiriyle emredilendir. Zira, yokun, yokluk durumunda bir şeyi yapmakla emredilmesİ muhaldir. Fakat, kelâmu´n-ncfs´i kabul edenler, babanın, ilerde mevcud olacak çocuktan ilim öğrenme talebinde bulunmayı içinden geçirmesi ve -şayet, çocuk mevcud oluncaya değin bu talebin baki kaldığı takdir edilecek olursa-, çocuğun bu talebi yerine getirmekle emrolunması yadırganacak bir şey değildir. İşte, kullarından iktizayı talep demek olan ve Allah Teâlânın zatıyia kaim olan mana da kadim olup. mevcud olmaları takdiriyle kullarına taaalluk eder. Kullar var olduklarında, bu iktiza ile emrolunmuş oludur. Bunun benzeri, çocuk ve mecnun hakkında da caridir. Aklı (aklın olgunlaşmasını) beklemek, varolmayı beklemekten fazla bir şey değildir. Ezeldeki bu mana hitab olarak adlandırılmaz; ancak emredilen şahıs mevcud olup, kendisine işittirilince hitab haline dönüşür. Bunun ´emir´ olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı tartışmalıdır. Doğrusu, bunun emir olarak adlandırıla-bilmesidir. Zira çocuklarına, malını tasadduk etmelerini vastyet eden biri hakkında, her ne kadar bazı çocukları henüz cenîn halinde veya henüz cenîn bile değilse de, ´Fuian kişi, çocuklarına şunu emretti´ denilmesi uygun düşer. Fakat bu kişi hakkında, ´çocuklarına hitab etti´ denilmesi uygun değildir. Çocuklar hazır bulunup, duyacak durumda olurlarsa, bu durumda ´çocuklarına hitab etli´ denilebilir. Sonra bu kişi, vasiyette bulunsa, çocukları o vasiyeti yerine getirseler; her ne kadar, emreden şu anda mevcud değil, emredilenler de emredenin varlığı esnasında yok idiyseler de ´çocuklar babalarına itaat ettiler ve onun emrine imtisal ettiler´ denilir. Aynı şekilde, şu anda biz, taat etmek suretiyle, Hz. Peygamberin emrine imtisal etmiş oluyoruz. Halbuki, Hz. Peygamber Allah katında diri olsa bile, şu bizim alemimizde mevcud değildir. Emredilen kişinin itaatkar (muti1) ve mümte-sil olabilmesi için, emredenin mevcudiyeti şart olmadığına göre, emrin emir olabilmesi için de, emredilenin mevcud olması şart değildir.
Denirse ki:
Siz, Allah Teâlânın ezelde, yok´u (ma´dûm) bağlayıcı bir tarzda emrettiğini mi söylüyorsunuz?
Deriz ki:
Evet, biz O´nun emreden olduğunu söylüyoruz; fakat mevcud olma takdirine göre söylüyoruz. Nitekim, yukarıdaki örnekte, ´Baba, çocuklarına tasadduk etmeyi vacib kılan (mucib) ve ilzam edendir (mülzim)´ denilir. Çocuklar akıl-baliğ fi. 86] °´unca´ Uzam ve icab hasıl olur; fakat, varlık ve kuvvet şartı ile. Yine, bir kimse kölesine ´yarın oruç tut´ dese, şu anda yarının orucunu ilzam etmiş ve vacip kılmış olur. Halbuki, yarının orucu, şu anda değil, ancak yarın tutulabilir. Böyle olduğu halde, bu orucu emreden, şu anda ´ınülzim´ ve´mucib´ olmakla vasıflanır.[5]
C.Mahkumun Fih = Fiil (Hükmün Konusu)
Teklif altına ancak ´ihtiyarî fiiller´ girer. Teklif altına girecek fiillerde şu şartlar aranır:
1)Hudusunun (meydana gelmesinin) mümkün olması. Çünkü ´teklîf-i mâ lâ yutâk´ı imkansız görenlere göre, emrin, kadime, bakiye, cinsleri çevirmeye, iki zıddı bir araya getirmeye ve teklifi caiz olmayan diğer muhal şeylere taalluk etmesi imkansızdır. Ancak, meydana gelmesi mümkün olabilen ´yok´ emredilebilir.
Peki, hadis, hudustan Önce olduğu gibi hudus halinin evvelinde emre konu (memurun bih) olur mu? Yoksa varlığının ikinci halinde olduğu gibi, emredilmiş olmaktan çıkar mı? Bu konuda ihtilaf edilmiştir. Bu konuda, zikredilmesi fıkıh usulünün maksatlarına uygun olmayan kelamî bir bahis vardır.
2)Kulun müktesebi olabilecek ve kulun ihtiyariyle hasıl olabilecek bir şey olması. Zira, Zeyd´i, Amr´in yazmasıyla veya dikmesiyle mükellef tutmak caiz değildir. Her ne kadar bunun meydana gelmesi mümkünse de, mümkün olması yanında muhatabın kudreti dahilinde olması da gerekir.
3) Emredilen tarafından, başka şeylerden ayirdedilebilecek biçimde, biliniyor olması, ta ki, ona yönelmesi (kastetmesi) tasavvur edilebilsin. Allah tarafından emredildiğinin de biliniyor olması gerekir ki, onun imtisal kasdı tasavvur edilebilsin. Bu husus, kendisinde taat ve takarrûb kasdı gereken fiillere hastır.
Denirse ki:
Kafir, Hz. Peygambere inanmakla emredilmiştir. Halbuki kafir, bununla emredilmiş olduğunu bilmemektedir.
Deriz ki:
Şartın, malum olması veya malum hükmünde olması gerekir. Yani, gerek delillerin ortaya konmuş olması ve gerekse akıl ve İnceleme imkânlarının hasıl olmasıyla, bilmenin mümkün olması gerekir. Nitekim, hakkında delil olmayan şeyin emredilmesi ve çocuk, mecnun gibi aklı olmayan kişilere emrin yöneltilmesi sahih olmaz.
4)Fiilin, taat olarak gerçekleştirme iradesinin sahih olacağı şekilde olması. İbadetlerin çoğu böyledir. Bundan iki şey istisna edilmiştir;
a)İlk vacib: Bu, vücubu gösteren incelemedir. Vücubu gösterecek olan incelemeyi, tâat olarak gerçekleştirme kastı mümkün değildir. Zaten bunun vacib olduğu, inceleme yapıldıktan sonra anlaşılmaktadır.
b)Taat iradesi ve İhlas: Şayet taat iradesi, başka bir iradeye İhtiyaç duyacak olsaydı, bu irade de başka bir iradeye ihtiyaç duyacak ve böylece teselsüle düşülecekti.
Fiilin şartlarıyla ilgili olarak beş mesele ortaya çıkmaktadır.
Mesele: (Emredilen Şeyin Yapılmasının Mümkün Olması Fiille Mükellef Tutulmanın Şartı Mıdır?)
Bir grup alim, teklif edilen şeyin meydana gelişinin mümkün olmasının şart olmadığını; güç yetirilemeyen şeylerin teklifinin, iki zıddı bir araya getirmenin, cinsleri çevirmenin, kadimi yok etmenin ve mevcudu var etmenin emredilebile-ceğini ileri sürmüştür. Bu görüş, Ebu´l-Hasen el-Eş´arî´ye [6]nisbet edilmiştir; zaten, bu görüş, iki yönden, onun mezhebinin bir sonucu olmaktadır:
a)Eş´arî´ye göre, oturmakta olan kişi, namaza kalkmaya kadir değildir. Çünkü ona göre yapabilme gücü (istitâat), fiilden önce değil fiille beraberdir. Bu bakımdan kişi ancak, fiilden önce emrolunmuş olur.
b) Hadis kudretin, yapılabilir şeyleri (makdûr) varetmede bir etkisi yoktur. Aksine bizim fiillerimiz Allah´ın kudreti ve yaratmasıyla meydana gelmektedir. Eş´arî´ye göre, her kul, başkasının fiili ile emredilebilir. Eş´arî, buna üç şeyle istidlal etmektedir.
[I, 87]
1) Allah Teâlânın, "Bize takat getiremeyeceğimiz şeyleri yükleme" {Bakara, 2/286} sözü. Zaten imkansız olan bir şeyin giderilmesi İstenemez; bu zaten giderilmiştir.
Eş´arTnin bu gerekçesi zayıftır. Çünkü bu sözle kastedilen husus ´bize meşakkatli ve ağır geleni yükleme´dir. Zira, "...Nefislerinizi (kendinizi) Öldürün veya diyarınızdan çıkın..." {Nisa, 4/66} ayetinde olduğu gibi, şiddetinden dolayı helakine sebeb olacak bir çok işlerle mükellef tutulmak suretiyle bitkin düşen kişi için *Takati yetmeyecek şeyler yüklendi´ denilir. Tevil edilmiş zahir, kat´iyyât hususunda zayıf delaletlidir.
2) Onlar derler ki; ´Allah Teâlâ, hem, Ebu Cehl´in tasdik etmeyeceğini haber vermiş ve hem de onu inanmakla mükellef tutmuştur. Bunun anlamı şudur; Allah Ebu Cehl´i, getirdiği şeyler hususunda Hz. Muhammcd´i tasdik etmekle mükellef tuttu. Halbuki, Muhammedin getirdiği şeyler arasında, Ebu Cehl´in O´nu tasdik etmeyeceği de vardı. Adeta Allah ona, kendisinin tasdik etmeyeceğini tasdik etmesini emretmiş olmaktadır. Bu İse muhaldir´.
Bu gerekçe de zayıftır. Çünkü Ebu Cehl, tevhîd´e ve risâlet´e inanmakla em-rolunmuştur; deliller ortadadır ve akıl hazırdır. Zira Ebu Cehl deli değildir. Öyleyse inanma imkanı hasıl olmuştur. Fakat Allah Teâlâ, onun hased ve inad yüzündan, gücü dahilinde olan inanmayı terkedeceğını bilmiştir. Bilgi, bilinene tabi olur; onu değiştirmez. Bir şeyin, bir şahıs için güç yetirîlebilir olduğu; o şahıs açısından mümkün olduğu ve gücü yetmesine rağmen o şahıs tarafından terkedilmiş olabileceği bilindiğinde, şayet bu muhale dönüşüyorsa, ilim cehle dönüşür ve şey, mümkün ve makdur olmaktan çıkar. Aynı şey kıyamet için de geçerlidir. Allah kıyameti koparmayıp, gücü yetmesine rağmen terkedeceğini haber verse bile, kıyamet şu anda Allah açısından güç yetirilebilir bir iştir. Allah´ın, kendi verdiği habere aykırı davranması muhaldir; zira bu takdirde, vaîdi yalan olmuş olur. Fakat bu imkansızlık, şeyin kendisine raci olmayan bir imkansızlık olup, o şeyde hiç bir tesiri yoktur.
3) Onlar derler ki; ´İmkansız bir şeyle mükellef tutma (teklîfu´l-muhâl), imkansız olsaydı; bu imkansızlık, ya bu teklifin sıygası yüzünden; ya manası (muhtevası) yüzünden; ya kendisine taalluk eden bir mefsedet yüzünden; ya da hikmete çelişik olması yüzünden olurdu. Sıygası yüzünden imkansız olamaz. Zira "aşağılık maymunlar olun" {Bakara, 2/65} demek imkansız değildir; yine efendinin kör kölesine ´gör!*; felçli kölesine ´yürü!´ demesi imkansız değildir. Manasının bizzat kendisiyle kaim olması da, imkansız değildir. Zira, efendinin, kölesinden, her iki beldedeki malını koruması için, bir anda, iki ayrı yerde olmasını talep etmesi mümkündür. Yine, mefsedet yüzünden veya hikmete aykırı olması yüzünden imkansız olduğu da söylenemez. Çünkü, Allah hakkında işleri bu anlayış üzerine bina etmek imkansızdır. Zira, Allah´ın yaptığı hiç bir şey çirkin olmadığı gibi, en İyiyi yapmak (aslah) da O´na vacib değildir. Diğer taraftan, tartışma gerek Allah açısından gerekse kulları açısından aynıdır. Kuldan fesad ve sefihlik mümkündür ve mutlak olarak imkansız değildir.
Tercih edilen görüş şudur: Muhali teklifin imkansız oluşu; bunun çirkinliği yüzünden veya kendisinden neşet eden bir mefsedet yüzünden veya sıygası yüzünden değildir. Çünkü teklif sıygası bu yönde varid olabilir. Şöyle ki;
a) Allah Teâlâ´nın "Taş ya da demir olun" [İsra, 17/50] sözü ve "...aşağılık maymunlar olun" {Bakara, 2/65} sözü sıyga itibariyle muhali teklif etmektedir. Fakat bu sözler talep için değil, ´ta´cîz´ (aciz bırakma, acizliğini gösterme) içindir.
b) "...Ol der; o da oluverir" {Bakara, 2/117} sözünde olduğu gibi, muhali teklif sıygası, kudreti göstermek için olabilir. Bu söz, ´Allah, mevcud olmayan bir şeyden, kendi başına olmasını taleb etti´ anlamına gelmez.
Öyleyse, muhali teklifin imkansızlığı ´teklifin anlamı´ yüzündendir. Zira teklifin anlamı, kendisinde külfet bulunan bir şeyi taleb etmektir. Taleb de bir matlubu (istenen şeyi) gerektirir. Ayrıca bu matlubun, ittifakla, mükellef tarafından anlaşılır olması gerekir. Bu itibarla ´hareket et!´ demek mümkündür. Çünkü hareket anlaşılmaktadır. Fakat birine ´mareket et!´ denilse, bu teklif olmaz. Çünkü bu sözün manası anlaşılır ve makul olmadığı gibi, kendi nefsinde bir anlamı [I, 88] da yoktur. Çünkü bu mühmel bir lafızdır. Şayet bu lafzın, bazı dillerde, emredenin bilip de, emredilenin bilmediği bir anlamı olsa bile, bu yine de teklif olmaz. Çünkü teklif, kendisinde külfet bulunan bir şeyi söylemektir. Muhatabın anlamadığı bir şey, ona bir şey söylemek değildir. Teklifin anlaşılır olması şart koşulmuştur ki, emre muhatap olan kişinin taati tasavvur olunabilsin. Çünkü teklif, ta-ati iktiza etmektir. Eğer akılda taat yoksa, taatın istenmesi (iktiza) makul ve mutasavver olmaz. Zira, ağaçtan dikiş dikmeyi talep etmenin, akıllının zatıyla kaim olması imkansızdır. Çünkü lalep. öncelikle, makul bir matlubu gerektirir; bu ise, makul değildir. Yani bunun akılda varlığı yoktur. Bizzat varolnıazdan önce, şey´in akılda bir varlığı vardır. Şey, ancak akılda husule geldikten sonra, kendisine laleb yönelebilir. Kadîmi ihdas etme akıla girmemiştir. Öyleyse, kadîmi ihdası talep etmek, nasıl bizatihi kaim olabilir! Aynı şekilde, ´beyazın siyahlığı´nın da akılda bir varlığı yoktur. Yine ´oturanın kalkması´ da böyledir. Oturan birine ´sen oturur halde (oturarak) kalk!´ nasıl denebilir! Bu talebin kalp ile kaim olması imkansızdır; çünkü matlub yoktur. Nitekim, matlubun, a´yanda (dış dünyada) ´yok´ olması şart olduğu gibi, zihinlerde yani akılda mevcud olması da şarttır; ta ki, matlubu zihindekine uygun olarak ayan´da meydana getirme (îcâd) mümkün olabilsin ve bu meydana getirme işi, taat ve imtisal yani talepte bulunanın nefsinde-ki şeyin örneğine benzetme olabilsin. Zihinde bir misali olmayan şeyin, varlıkta da misali olmaz.