- Hırka Altında Sultan

Adsense kodları


Hırka Altında Sultan

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Mon 19 December 2011, 04:21 pm GMT +0200
Hırka Altında Sultan

Şubat 2008 29.SAYI

Dostun dosta bir hediyesi de yünden yapılmış sade bir hırkaydı. Bu gösterişiz hırkayla ona, “Hazineler gizli yerlerde saklanır. Sen de bu düz hırka içinde gizli bir hazinesin” demekteydi.

Sevmenin de bir bedeli vardı; sevgilinin her haliyle hallenirdi seven. Sevdiği gibi konuşmak, sevdiği gibi düşünmek, sevdiği nasıl yaşıyorsa öyle yaşamak, ne acılar çekmişse hepsini benliğinde hissetmekti sevmenin bedeli. Üveys, nam-ı diğer Veysel Karani Hazretleri’ne Efendimiz’in (s.a.v) hırkasını giydiren tılsım, sevgilinin her haliyle hallenmekti. Efendimiz’i gönül gözüyle seyreder, bir kerecik dünya gözüyle görebilmek için gözyaşı dökerdi. Rivayete göre Uhud’da sevgilinin dişi kırılınca, kendi dişlerini de kırmış, ızdırabını öyle dindirebilmişti. Efendimiz, Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye “Bir gün Üveys’i görürseniz ondan dua isteyin. Onun duası geri çevrilmez” buyurmuştu. Hz. Ömer ve Hz. Ali (r.a), Üveys’teki aşkın ne yüce olduğunu görmüş, gözyaşlarına boğulmuşlardı.

Pişmanlık ateşi yüreğini kavuran Ka’b bin Züheyr’in (r.a) içindeki ıstırap çağlayanı damla damla kaside-i bürde olup akmış, Efendimiz’e ulaşmıştı. “Onun tebessümünden ve konuşmasındandır sanki sedefte saklı inci, inciler hep sedefte saklı” diyordu Ka’b. “Onun toprağının kokusundan daha güzel var mı koku? Ne mutlu o kişiye ki, koklamış, öpmüş ola o toprağı…” Efendimiz’i bir anlık yanılgıyla hicvetmiş olmanın yüreğine saldığı acıyı bir türlü dindiremiyordu. Babası ve kardeşleri de kendisi gibi şair olan Ka’b, erkek kardeşinin Müslüman oluşuna, akrabalarının etkisiyle ikileme düşüp karşı çıkmış, Hz. Peygamber’i hicvetmişti. Daha sonra yaptıklarından pişmanlık duyup gizlice Medine’ye geldi. Kendisini tanıtmadan Hz. Peygamber’in huzuruna çıktı. Af müjdesi alınca kendisini tanıtıp meşhur şiirini sundu.

Efendimiz (s.a.v) bu yüreğin yangınını görmüş, mübarek vücudunu saran yün hırkasını çıkarıp ona giydirmişti. Sahabilerin sahip olmak için servetlerini dökmeye hazır olduğu bu hırkayı mahzun aşık Ka’b, ömrünün son demine kadar hürmetle kalbine bastı. İki büyük muhabbete hediye, iki mukaddes emanet “hırka”ydı… Ka’b bin Züheyr’e verilen hırka, “hırka-i saadet” olarak bilinir ve Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilir. Veysel Karani’ye verilen hırka ise Fatih’te Hırka-i Şerif Camii’nde korunmaktadır.

“Yeryüzünde tanınmaz, adı göklerde bilinir”

Öyle güçlü kıldı ki bu iki hediye sahiplerini, bilinmezlerken yeryüzünde, yüzyıllarca anılır oldu adları sevgilerinin geçtiği yerde; sevgilinin adıyla birlikte. Giyimi kuşamı, herkesten kaçan yaşamı, çocukların bile alay konusu velilerin piri Veysel Karani Hazretleri, bu hırkadan sonra bilindi insanlar arasında. “Yeryüzünde tanınmaz, adı göklerde bilinir” demişti onun için Efendimiz (s.a.v). “Onlar emirlerin yanına girmek için izin istediklerinde dış görünüşlerinden dolayı izin verilmez. Zengin kadınla evlenmeyi düşündüklerinde kadınlar onları beğenmez. Ortalıkta görülmedikleri zaman kimse onları merak edip aramaz. Görseler de kimse evine davet etmez. Bir mekana girseler sevinilmez, hasta olsalar ziyaret edilmezler. Ölseler cenazelerine katılan olmaz” diye tarif etmişti bu melami meşrep Allah dostlarını.

Onlar gösterişsiz, çoğu kez yamalı hırka giymişlerdi görünüşte ve özde. Kendi seçimleriydi böyle giyinmek ve yaşamak... Efendimiz’i dinleyen sahabiler dış görünüşte virane, içlerinde sultan bu er kişileri merak edip kim olduklarını sordular. “Bunlardan biri Üveys’tir” buyuran Efendimiz, bir başka kişinin de ertesi gün mescide gelip namaz kılacağını haber verdi.

Efendimiz’i can kulağıyla dinleyen Ebu Hureyre (r.a) ertesi gün mescide gelecek olan övülen kişinin kendisi olmasını öyle çok arzu etmişti ki erkenden mescide gidip Efendimiz’in arkasında saf tuttu. Herkes evine gitse de o mescitte Efendimiz ile kalmaya devam etti. Derken esmer biri içeri girdi. Üstünde yamalı bir hırka vardır. Yürüdükçe mescide misk kokusu yayılıyordu. Efendimiz’e yaklaşıp elini onun mübarek elinin içine koydu, dua istedi. Efendimiz onun şehit olmasını dilemişti. Ebu Hureyre falanca kişinin kölesi olan esmer adamın müjdelenen kişi olduğunu öğrenince Efendimiz’e neden şehadeti için dua ettiğini sordu. Allah’ın (c.c), onun cennet meliklerinden biri olmasını murad ettiğini söyleyen Efendimiz, “Yüce Allah (c.c) muttaki, velayet makamları gizli yarattığı kişilerin dış görünüşlerinin virane, sadece helal kazanç ile yetindikleri için karınlarının aç olmasını sever” diye belirtti. “Ümmetimden öyle kişiler vardır ki yokluk içinde yaşarlar. Başkalarından istemeye hicap ederler. Giyecek bir hırkası olmadığı için musalla taşına gelmeye utanırlar” buyurdu.

“Ben melamet  kendim giydim üzerime”

Hırka giymek bir Allah dostunun yol göstericiliğini kabul etmekti sembolik olarak. Dervişin ya da sofinin hırka giymesi sünnette olmayıp “maslahat” telakki edilmişti. Efendimiz’in Veysel Karani’yi kalben eğitmesi, Karani’nin bir harf bilmediği halde bu yolda öğrenilebilecek nice sırlara vakıf olması, tasavvufta “hırka giyme” geleneğini öne çıkartıp sevdirmişti. Hırka giymek Allah dostu bir yol göstericinin manevi terbiyesi altına girmek, onun hakemliğini kabul etmek, hırkasını giyerek kendi nefsinde şeyhin iradesini tesis etmek gibi pek çok anlamda makbuldü. Mevlevi dervişi hırkasını nefsini kabre defneder gibi giyiyor, kabrini üzerinde taşıdığını hissediyordu. Hırka kimi kez mertebeler kat ederek halifeliğe layık görülmüş bir dervişe hediye ediliyor, kimi zaman kendinden geçen sufinin vecd ile hırkasını yere atışındaki cezbe halini sembolize ediyordu. Genel hatlarıyla yün kumaştan dikiliyor, kolları geniş ve önü açık tercih ediliyordu. Hırkanın yün oluşu, sade ve gösterişten uzaklığı ahireti hatırlatıyor, müride bu aşağı dünyanın cazibelerine kapılmaması için devamlı bir uyaran vazifesi görüyordu.

Yün hırka üstün tutulmakla birlikte yeterli bir araç da değildi. Her sufi yün hırka giydiği halde her yün hırka giyen sufi olamayabilirdi. Mevlevi üstadlarından Mir Gurbettin Muhammet Anga gibi pek çok tekke şairinin vurgu yaptığı hırka teması, yün hırka giymenin sufiler arasında yaygınlığını ortaya koymakla birlikte hırkanın dervişlikte yeterli olmadığına da işaret ediyordu. Sufinin asıl amacı hırka giymek değil Allah’ı Hakkıyla tanımaktı, bu yolda tende yün hırka taşımak gerekiyorsa öyle yapmış, imtihanlarla süslü ancak sade bir hayatı öğütleyen manevi gelişim yolculuğuna devam etmişti.

Pek çok anlamı ve adı vardı hırkanın. Şeyhin yoluyla anıldığı gibi belli bir hayat görüşüyle de tasvir edildi. Tıpkı “yokluk, kınama, ayıplama, kara çalma” manalarına gelen “melamet hırkası” gibi. Melamet hırkası bu yolda giyilen hırkaların en çetiniydi. Çünkü ayıplanmak nefse indirilen en büyük darbelerdendi. Halk arasında kınanmışlığı her kişi kaldıramaz; ancak melamet hırkası giyebilecek er kişiler kara çalınmışlığı taşıyabilirdi. Onların da amacı kınanmaktı ve kasıtlı olarak, bile bile, kendi iradeleriyle giyiyorlardı yamalı hırkayı.

“Ben melamet hırkasını kendim giydim eğnime; arı, namus şişesini taşa çaldım kime ne?” diyen Nesimi, bu yolda istekli olmaya vurgu yaparken kınanmanın farklı anlamlarına da değinir. Ar ve namus diye adlandırdığı ise insanların kendi hakkındaki düşüncelerine verilen değeri sembolize eder. Nesimi’ye göre melamet hırkası giyen kişi kendi hakkında söylenenlere ehemmiyet vermez. Değil midir ki Sevgili her şeyi biliyor ve görüyor, insanların hor görüp ayıplaması hiç de önemli değildir.

Kendi davranışının doğru olduğunu bildikten sonra başkalarının yorumlarını önemsememe tavrı içten içe yanan mum misali nefsin yanıp erimesine yardımcı olmanın yanında güçlü bir öz güvene, ne istediğini bilmeye, kendinden eminliğe de işaret eder. “El alem ne der”e kendisini hapseden kişiye inat, kınama hırkasını giyen derviş “el alem ne der”i taşa çalar. “Kime ne?” diyerek de meydan okur öz güvenle.

Tıpkı hırka giymenin hakiki dervişlikte ölçü olmadığı gibi halk arasında önemsiz görülmenin de Sevgili’nin sevgisini kazanmada yeterli olmadığı bilinir. “Ar, namus şişesini taşa çaldım” der ama bir yün hırka giymenin sufi olmaya yetmeyeceği gibi kınamalara göğüs germe iradesinin de Yar’i ile hoş olmaya, O’nun sevgi ve rızasını kazanmaya kafi gelmediğinin farkındadır. “Nesimi’ye sordular yarin ile hoş musun, hoş olayım olmayayım o yar benim kime ne?” der. Ne de olsa yarin eşiği onun secdegahıdır. O yolda bazen iyi bazen kötü şeyler yapmış olsa da yüzü hep o eşiğe dönüktür. Bekçidir, sadakatlidir…

Yunus Emre’nin bir şiirinde “Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil, gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” eleştirisi gibi Nesimi de bağlı olduğu yoldaki dervişlerin tavırlarını pek çok açıdan hicveder. “Sofular secde eder mescidin mihrabına, Yar eşiğin secdegahım, yüz sürerim kime ne?” der. Kimi doğru yolda olduğunu sansa da yönünü şaşırmış olabilir. Ya da secde ettiği mekanın ötesine geçmeye gönül gözü yetmeyebilir. Oysaki bu yolda semboller değil hakiki secdegahı bulabilmek önemlidir. Adres de bellidir: Yarin eşiği…

Bir lokma bir hırka miskinliğe sevk eder mi?

Sade hayatı seçen sufi bir lokma bir hırka anlayışına inanır. Bu felsefe az yeme, az harcama, dolayısıyla da az çalışma yönünde bir teşvik sayılmayıp aksine çok çalışıp, üretip nefsi için harcama davranışına bir düzenleme getirmektir. Burada ölçüyü şu hadis-i şerif belirler: “Şu üç şey müstesna; kıyamet günü her şeyden sorulacaksınız: Sırtınızı örtecek bir hırka, açlığınızı giderecek bir kaç lokma ve soğuk sıcaktan koruyacak bir yuva.” (İbn Hanbel, V, 81)

Bu uyarıları bilen derviş tekkeyi kendine mekan yaptığından sorgulamasını geri kalan 2 madde olan bir lokma ve hırkaya indirme inceliğinin peşine düşer. Hesap sorulmayacak yegane iki şey olan bir lokma ve bir hırkaya sahip olmak, diğerlerini ise Allah yolunda verme amaçlı biriktirmeye, yeri ve zamanı gelince gereken miktarlarda infak etmeye çalışır. Bir lokma bir hırka anlayışı nefs için tüketime sınır getirirken üretimi ise sınırsız tutar. Ölümsüzlük duygusu taşıyan insanın ihtiyaç hissi sınırsız, kaynakları ise sınırlıdır çünkü. Sufi Allah’ın hazinesinin sınırsız, ihtiyaçların bir lokma ve hırka ile ketlenebileceğine inandığından, sınırsız ihtiyaçların dünyalık yönüne set koyup manevi değerine talip olur. Gerektiğinde maddi birikimini bir çırpıda gözden çıkarıp muhtaçlara verebilir.

Hırkasını unuttuğunu hatırlayınca düşüp bayılan derviş

Acem diyarından bir derviş Konya’ya gelip Sadreddin-i Konevi Hazretleri’nin dergahına misafir olur. Konevi Hazretleri’nin zenginliğine üzülür. “Keşke bu kişinin bu mal ve hizmetçileri kendisine ayak bağı olmasaydı da Hak yolda bulunaydı. Keşke Acem diyarına bir gidip de oradaki evliya ile münasebet kuraydı. Ahireti kazanırdı” der. Düşüncesini Konevi hazretlerine açar. Birlikte Acem diyarına doğru yola çıkarlar. On beş gün kadar yol gittikten sonra derviş hırkasını Konya’da unuttuğunu hatırlar. Üzüntüden aklı başından gider. Bayılıp yüzükoyun yere düşer. Konevi Hazretleri dervişin yüzüne su serpip ayıltır. Tebessüm ederek; “Biz bunca mal mülkü, hizmetçileri geride bıraktık. Lakin birisi hatırımıza gelmedi. Sen ise iki paralık hırkanı terk ettiğinde aklın başından gitti. Dünya sevgisi bütün günahların başıdır” der. Tekrar Konya’ya döner. Pek çok malı mülkü bir çırpıda bırakabilen Konevi Hazretleri’nin tavrı bir lokma bir hırka anlayışı gereğidir.

Hırkanın olduğu her yerde ikinci bir kavram aşk, diğeri sadakat, bir diğeri ise coşkudur her zaman. Şair Arifzade de böyle söyler: “Dervişlik hırkasını giyeyim dersen/ Gahi giyip gahi soyulmaz imiş,/ Aşkın badesini içen aşıklar/ Ölene dek ayılmaz imiş...”

    Dünya malına ehemmiyet verenler değerli giysiler içinde dünyalığın kulu iken, derviş, kaba yünlü hırka altında süse, görünüşe aldırmayan bir sultandır. Hırka içinde görünüşte yoksul, özde nefsine ferman okuyan kahramandır. Mevlana talebesi ve kendisinden sonra halife tayin ettiği Çelebi Hüsameddin için “Hırka altında sultan” ifadesini kullanır. Babası küçük yaşta vefat eden Çelebi Hüsameddin’e büyük servet kalır. O ise dünya malı ile ilgilenmeyip, Mevlana’nın hizmetine girer. İlimde pek çok seviyeler kat eder. Bir gün Mevlana, Çelebi Hüsameddin’in kapısı önünde elinde sepetle bekleyen bir hizmetkara “Keşke senin yerinde olsaydım. Her an o mübarek zatın hizmetiyle şereflenirdim” der. Hırkasını çıkarıp hizmetkara hediye eder.


    Hırka dervişe kabir

    “Ölmeden önce ölünüz” hadisi gereğince sufi, nefsini kabir diye tasvir ettiği yün hırkasına defneder. Hırka dervişe kabir, nefsin iştahını kıran bir zırhtır. (“Mûtû kable ente mûtû sırrına mazhar olup, Nefsini madfûn-ı kabr-i hırka-i peşmîne kıl.” Şemsî)


Meral YÜCEL