- Hilafet Meselesi

Adsense kodları


Hilafet Meselesi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
ezelinur
Mon 15 March 2010, 02:10 pm GMT +0200
HİLAFET MESELESİ

“Peygamberimizden sonra insanların en faziletlisi sırası ile Ebu Bekir Sıddık, Ömer Faruk, Osman Zinnureyn ve Ali Murtezadir”

“Peygamberimizden sonra insanların en üstünü”, ifadesi yerine “Peygamberlerden sonra...”, ifadesi kullanılsaydı daha güzel olurdu. Fakat Müellif Ömer Nesefi “sonra” sözü ile (derece ve rütbe bakımın­dan olan sonralığı değil), zaman itibariyle olan “sonralığı” kastetmiş­tir. (Onun için bu ifadeden, Hz. Ebu Bekir Hz. Peygamber hariç, diğer bütün insanlardan, yani diğer peygamberlerden de üstündür, manâ­sı çıkmaz. Diğer taraftan} Peygamberimizden sonra da peygamber yoktur (Onun için de müellifin ifadesi sakıncalı değildir). Bununla beraber Hz. îsa (a.s.)nın durumunun özellikle belirtilmesi şarttır. Eğer “insanların en faziletlisi”, sözü ile, Hz. Peygamberden sonra varolan “bütün insanlar” manâsı kasdedilirse, Hz. İsa (a.s.)nın bir nebî olarak varlığı müellifin ifadesiyle bir çelişki meydana getirir. (Çünkü âhir zamandaki nüzûl-i İsa bahis konusu edilebilir).

Eğer bu ifade ile “Hz. Peygamber´den sonra doğan bütün insan­lar”, manâsı kasdedilirse, o zaman da dört halifenin yukardaki sıra­ya dayanan üstünlüğü sahabeye karşı öne sürülemez. (Zira Hz. Peygamber´den evvel vefat eden sahabîler bu ifadenin şümulüne girmez. Şayet bu ifade ile (“Hz. Peygamber´in zamanında) yeryüzünde mev­cut olan bütün insanlar”, manâsı kasdedilirse, o zaman da bu dört zatın tabiûna ve ondan sonra gelenlere karşı üstünlükleri sözkonusu edilemez. Eğer bu ifade ile, "yeryüzünde var olan ve olacak olan bütün insanlar”, manâsı kasdedilirse, o zamanda yine Hz. İsa (a.s.)´nın durumu öne sürülerek bir çelişki meydana getirilebilir [1].

Ebu Bekir (r.a.), Nebi (s.a.)nin peygamberliğim hiç düşünme­den taşınmadan tasdik etmiş, miracını kafiyen tereddüt etmeden ka­bul etmişti, (Onun için de Sıddîk yani çok tasdik eden, imam pek kuvvetli olan ismini almıştı).

Ömer Faruk (r.a,), hüküm verirken ve dava konusu olan mese­leleri hallederken hak ile bâtılı ayırdettigi için ona Faruk adı veril­mişti.

Osman Zinnureyn (iki nurlu) (r.a.), Peygamber (s.a.) kızı Rukiye´yi onunla evlendirmiş, o ölünce öbür kızı Ümmü Gülsüm´ü ken­disine nikahlamıştı. O da vefat edince: “Ya Osman, üçüncü bir kı­zım olsaydı onu da sana nikahlardım”, buyurmuşlardı [2].

Ali Murtaza (r.a.), Allah´ın kulları içinde en seçkin ve Resûlüllah (s.a.) ashabı arasında en ihlaslılanndandır. (Murtaza, Allah ve Resûlünün kendisinden razı olduğu veya onların rızasını kazanan zat demektir).

Selefi (yani ilk müslümanlann ekseriyetini 4 halifenin üstünlük sıraları bahsinde) bu şekilde bulduk. Öyle anlaşılıyor ki, ellerinde bir delil bulunnıasaydı bu tarzda hüküm vermezlerdi.

Bize gelince, her iki tarafın ( yani Sünnilerle Şiilerin) delillerini çatışır durumda (ve tearuz) halinde bulduk. Bu meselenin amelle (ve fiiliyatla) ilgili bir yönünü bulamadık. Bu konuda duraklamak (tevekkuf etmek ve bir hüküm vermekten sakınmak) da farz olan hiç bir şeyi ihlâl etmez. (Zira Sünnilere göre, halife seçilecek zatın, insanların en üstünü olması esasen şart değildir). Selef, Hz. Osman´­ın Hz. Ali Murteza´ya olan üstünlüğü konusunda tevekkuf etmişler ve: “Tafdil-i şeyheyn ve mahabbet-i Hateneyn (Hz. Ebu Bekir´le Hz. Ömer´in üstünlüğünü, Hz. Ali ile Hz. Osman´ın sevgisini) Ehl-i sün­netin şiarı ve alâmeti saymak suretiyle bu kanâatlarmı ortaya koy­muşlardı. (Hateneyn iki damad, Şeyheyn: iki kayın peder demektir). Hatta Seleften bazılan Hz.Ali´nin Hz. Osman´dan daha faziletli ol­duğuna meyletmişlerdi).

Bu konuda insafla verilecek hüküm şudur: Eğer, “daha üstün” olmaktan maksat, sevap çokluğu ise, tevekkuf etmek (ve kesin bir hüküm vermekten sakınmak) için bir sebep vardır. (Kimin sevabı­nın daha çok olduğunu ancak Allah bilir). Şayet “daha üstün” ol­maktan maksat, akl-ı selim sahibi kimselerin fazilet kabul edecek­leri meziyetlerin fazlalığı ise, tevekkuf için sebep yoktur. (Zira on­lara ait fazilet ve meziyetler, o zamanda yaşamış olan insanlarca bi­linmekte idi. Bu gibi hususlar bize de nakî ve rivayet yolu ile gelmiş­tir. (Sahabenin üstünlüğü konusunda bk. îbn Hazm, el-Fısal, IV, 87. el-Müfadala bahsi).

Bütün ümmet fertlerine ittiba vâcib olacak şekilde Allah Resu­lüne (s.a.) niyabet manâsına gelen, “İlk dört halifenin hilafetle­ri de bu tertib üzeredir” [3]. Yani Resûlüllah (s.a.) dan sonra halife olma (hak ve ehliyeti evvela) Ebu Bekir´e, sonra Ömer´e, sonra Osman´a ve daha sonra da Ali (r.a.) ye aittir.

Buna sebep de şudur: Resûlüllah (s.a.)ın vefat ettiği gün sahabe Benû Saide sakifesinde toplanmış, bir takım tartışmalardan ve mü­şaverelerden sonra Ebu Bekir´in halife olması hususunda görüş bir­liğine ulaşmış ve bu konuda icnıa ve ittifak etmişlerdi. Kendi irade­siyle (altı ay kadar) bir süre tevekkuf eden ve geri duran Ali (r.a.) daha sonra, bir çok şahidin de hazır bulunduğu bir mecliste Hz. Ebu Bekir´e biat etmiş (ve halifeliğinin meşruluğunu kabul etmiş) ti. Şa­yet halifelik Hz. Ebu Bekir´in hakkı olmasaydı, sahabe bu konuda ittifak etmez, Ali (r.a.) Muaviye (r.a.) ile kavga durumuna girdiği gibi onunla da çekişme durumuna girerdi. Şayet Şiilerin iddia ettik­leri gibi Hz. Ali´nin halife olması gerektiğine dair (Hz. Peygamber´den bir nas ve) açık bir beyan bulunsaydı, Hz. Ali bu nassı sahabeye karşı delil olarak öne sürebilirdi. Hz. Peygamber´den gelen açık bir hükmü ve nassı terkedip bâtıl üzerinde birleşmek, Resûlüllah (s.a,)´-ın sahabesi hakkında nasıl düşünülebilir?

Başka bir delil de şudur: Ebu Bekir, yaşamaktan ümit kesince, Osman (r.a.)ı çağırdı ve Hz. Ömer´i veliahd tayin ettiğini bildiren bir vasiyetname yazdırarak altını mühürledi. Sonra bu kararname hal­ka tek tek gösterilerek, içinde yazılı isme biat etmeleri teklif edildi, onlar da teklifi kabul ettiler. Sıra Hz. Ali´ye gelince, “kararnamedeki isim Ömer de olsa biat ettik gitti", dedi.

Hulasa Hz. Ömer´in halifeliği de ittifakla sabit olmuştur. Sonra Hz. Ömer (r.a.) şehid edilince, yeni halifenin seçimini, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr ve Sa´d b. Ebu Vakkas (r.a.) dan meydana gelen altı kişilik bir şûra (komisyon) ya havale etti. (Seçilmemek, fakat seçme hakkına sahip olmak şartıyle Hz. Ömer oğlu Abdullah´ı da bu komisyona dahil etti. Uzun ve çetin tartışma­lardan sonra komisyonun) beş kişisi, yeni halifeyi tayin yetkisini Abdurrahman b. Avf a verdi ve O´nun vereceği hükme rıza göste­receklerini bildirdi. O da Hz. Osman´ı seçerek ashab huzurunda O´na biat eyledi. Sahabenin biati da O´nun biatini takib etti. Hz. Osman´ın emirlerine ve yasaklarına riayet ettiler. O´nun peşinde cuma ve bay­ram namazlarını kıldılar. Bu ise bir icma ve ittifak niteliğinde idi. Sonra Hz. Osman şehid edildi. Halifelik işini ortada bırakmıştı.

Muhacir ve Ensann büyükleri toplanıp Ali (r.a.) nin yanma git­tiler, halifeliği kabul etmesini kendisinden rica ettiler. Teklifi kabul edince de O´na biat ettiler. Zira o zaman mevcud olan şahısların en üstünü ve halife olmaya en çok ehil olanı O idi. Daha sonra ortaya çıkan kavgalar ve savaşlar, O´nun hilafeti ve hilafetinin meşruluğu üzerindeki çekişmelerden değil, ictihaddaki hatadan ileri gelmişti.

Ehl-i sünnetle Şiîler arasında bu konuda vaki olan ihtilaflar, gruplardan her birinin imamet ve hilafet meselesinde nass bulundu­ğunu iddia etmeleri, karşılıklı olarak sorular sormaları ve cevaplar vermeleri bu meseleye dair geniş bilgi veren hacimli eserlerde an­latılmıştır (Cemel, Sıffın savaşları için onlara bakınız).

“Hilafet otuz senedir, ondan sonrası mülk ve imamettir”

Çünkü Peygamber (s.a.) “Benden sonra halifeliğin müddeti otuz senedir. Sonra iş ısırgan bir meliküğe dönüşecektir” [4]. (Bu hadis­te bahsedilen mülk ve melik, 30 seneden sonra başlayan, şer´î ve İslâmi halifelikle ilgisi bulunmayan, insanları ısırma ve onlara zul­metme esasına dayanan babadan oğuîa intikal eden saltanat ve kral­lıktır, îmâret ise emirlik ve derebeylik ve Feodal sistemdir. Sultan ve emirlerin zâlim, gaddar ve müstebid tipleri yanında âdil, hakşinas ve insaflı tipleri de mevcuttur).

Hz. Ali (r.a.), Resûlüllah (s.a.)m vefatından sonraki 30. yılın ba­şında şehid edilmişti. Şu halde Muaviye ve ondan sonra gelenler, me­lik ve emir idiler, halife değillerdi. Diğer taraftan bu, müşkii bir me­seledir. Zira ehl-i hail ve akd adı verilen büyük din âlimleri, bazı Abbasî halifeleri ve Ömer b. Abdülaziz gibi - meselâ bazı Mervanî (yani Mervan´nı soyundan gelenilerin halifelikleri (ve hilafetle­rinin meşruluğu) konusunda ittifak" etmişlerdi. Herhalde burada,biattan sapma ve muhalefet şaibesi bulunmayan “kâmil manâdaki hilafet” kasdedilmektedir. (Sultanların çoğunda görüldüğü üzere hevâ ve hevesine uyma, benliğine ve hırsına kapılma hali söz konusu olmadan tavizsiz ve mükemmel bir şekilde İslâmî hükümlerin tatbik edilmesi manâsmdaki) hilafet 30 senedir. Ondan sonrasında (anla­tılan manâda bir hilafet) bazan mevcut olur, bazan mevcut olmaz.

Bir halife (ve devlet başkanı) tayin etmenin vâcib olduğu konu­sunda icma ve ittifak vardır [5]. İhtilaf konusu olan husus şundan ibarettir: Halifeyi ve imamı nasb ve tayin etmek Allah Taâlâ üzerine mi, yoksa halk üzerine mi vâçibtir? Eğer imam tayini vâcib ise sem´î ve nakli delille mi, yoksa aklî ve mantıkî delille mi vâçibtir?

Ehl-i sünnet mezhebine göre, halife tayin etmek halk üzerine ve naklî delillerin gereği olarak vâçibtir. Zira Hz. Peygamber (s.a) “Bir kimse, zamanının imamım bilmeden ölürse, cahiliye devrinde yaşa­yan (müşrik ve putperest) kişilerin ölüşü gibi ölür” [6], buyurmuş­lardır. Ayrıca ümmet, Peygamber (s.a.)in vefatından sonra, en önem­li iş olarak imam (lider) ve halife tayin etine işini görmüşlerdi. Hat­ta imam tayin etme işini, (Hz. Peygamber´i) defnetme işine takdim etmişlerdi. Daha sonra vefat eden her imamdan sonra da durum böy­le olmuştur. Ayrıca ger´î vazife ve vecibelerin pek çoğunun yerine getirilmesi halifeye bağlı olduğu için, müellif Ömer Nesefi buna işa­ret ederek dedi ki:

“Müslümanlar için bir imama (siyasi lidere) mutlak surette ih­tiyaç vardır. Müslüman halkla ilgili dinî hükümlerin infazı, ce­zaların tatbiki, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması,müslümanlardan ordu teşkil edilmesi, sadakaların, yani vergi­lerin toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkiyanın zabt u rabt altına alınarak kahredilmesi, cuma ve bayram namazları­nın ifa edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların ortadan kaldırılması, hukuk üzerine kaim olan şahitliklerin kabulü, velileri bulunmayan küçük yaştaki oğlan ve kızların evlendiril­meleri ve ganimet mallarının taksim edilmesi, gibi önemli hu­suslar imam sayesinde icra edilir”

Bunlara benzeyen ve ümmete mensup fertler tarafından ifa edi­lemeyen diğer işler için de durum budur.

Soru: Her bölgede, o bölgeye hükmeden ve güçlü bir otoritesi bu­lunan bir hâkim (derebey) ile iktifa edilmesi mümkün değil midir? Genel bir başkan tayin etmenin lüzumu ve zarureti nereden gel­mektedir?

Cevap: Böyle bir durum hem dünya hem de din işlerim aksata­cak çekişmelere ve kavgalara sebep olur. Nitekim zamanımızda bu durumu müşahade etmekteyiz.

Soru: İster imam olsun isterse olmasın otorite sahibi genel bir başkanla yetinilemez mi? Türklerin zamanında olduğu gibi, nizam bu yoldan da sağlanamaz mı? (Devlet laik olamaz mı?, cengiz tüzü­ğü ve yasası gibi).

Cevap: Evet, dünya ile ilgili bazı işler bu yoldan nizama konu­labilir. Fakat en mühim gaye ve en büyük umde olan din işleri aksar.

Soru: Anlattıklarınıza göre, Hulefa-yı râşidin denilen ilk dört ha­lifenin hükmettikleri 30 senelik müddetten sonraki zaman imamsız geçmiş, onun için bütün ümmet fertleri asi ve günahkâr olmuş, bu sebeple de cahiliye döneminde ölen şahıslar gibi vefat etmiş olmaz­lar mı?

Cevap: Yukarda anlatıldığı gibi 30 senelik halifelikten maksat “kâmil manâdaki hilafet”tir. (Mutlak hilafet kastedilmiş değildir), İtirazın doğruluğunu kabul etsek bile, mümkündür ki, hilafet döne­mi biter ama imamet dönemi bitmez. Zira imamet daha genel bir kavramdır. (Hadiste de imamdan bahsedilmiştir). Fakat kelâmcılar arasında böyle bir ıstılahın ve izah şeklinin var olduğuna raslamadım. Tam tersine, bazı Şiilere göre halifelik imamlıktan daha genel bir tabirdir. Bundan dolayı Şiîler ilk üç devlet başkanının halife ol­duğunu söylerler ama imam olduğunu söylemezler. Fakat Abbasi ha­lifelerinden sonrası için durum müşküdir.

(Burada şu şekilde izahlar öne sürülmüştür:

a) Müslüman halk, gücü yettiği halde imam tayin etmezse, o zaman mesul olur.

b) Bir kişi otorite tesis edip disiplini temin etti mi, ona itaat va­cip olur, zira o hükmen imamdır.

c) Hadis sadece imama itaat edilmesine teşvik için söylenmiştir. Osmanlı dönemi için de aynı şeyler söylenebilir. Bu izah şekli, fiilî durumuna nazarî olarak bir meşruiyet kazandırır).

“İmanım zahir ve açıkta olması gerekir”

Kendisine müracaat edilince maslahatın ve işlerin görülmesi ve imam tayin etmedeki maksadın hasıl olması için imamın böyle olma­sı (Şiilerin iddia ettikleri gibi gâib olmaması) lazımdır.

Zâlimlerin galebe çalması ve düşman korkusu sebebiyle imamın halkın gözünden

“Gizli olmaması gerekir”

(Şiîlikte olduğu gibi, imam mahfî ve mestur olmaz). Zuhur ve hurûc etmek için, zamanın düzelmesi, şer ve fesad vasıtalarının or­tadan kaldırılması, zâlim ve inatçıların haksızlıklarının halledilmesi vaktini bekleyen kişi de (imam) değildir. (İmam-ı müntazar, gelişi beklenen imam, Şiîlikte var, Sünnîlikte yoktur).

Şiilerin, Özellikle İmamiyenin ve Ca´feriyenin, “Resûlüllah (s.a.)´dan sonra hak ve meşru imam, Ali (r.a.), sonra oğlu Hasan, sonra onun kardeşi Hüseyin, sonra onun oğlu Ali Zeynelâbidin, sonra onun oğlu Muhammed Bakır, sonra onun oğlu Cafer Sâdık, sonra onun oğlu Musa Kazım, sonra onun oğlu Ali Rıza, sonra onun oğlu Muhammed Takî, sonra onun oğlu Ali Nakı, sonra onun oğlu Hasan As­keri, sonra onun oğlu Kaim Müntezar Mehdî (radiyallahu anhüm)”, şeklindeki iddiaları doğru değildir.

Caferîlere göre Mehdî, düşman korkusundan gizlenmiştir. Ya­kın bir gelecekte zuhur edecek (sahib-i zuhur) cevru cefa ve zulm ile dolan dünyayı adalet ve hakkaniyetle dolduracaktır. İsa, Hızır (a.s.) ve daha başkalarında da görüldüğü gibi, Mehdi’nin öm­rünün uzun olması ve günümüze kadar hayatının uzayıp gelmesi imkânsız bir şey değildir [7].

Malumdur ki, imamın mevcudiyetinden beklenen maksatların gerçekleşmesi yönünden gizli imamın varlığı ile yokluğu birdir. Bir imamın, düşmanlardan korkması (anka kuşu gibi) “İsmi var, cismi yok”, denecek şekilde saklanmış olmasını gerektirmez. Olsa olsa, imamlık davasını gizli tutmasını icab ettirir. Nitekim halk arasında gezip dolaşan, fakat imamet davasında bulunmayan Mehdî´nin ata­ları hakkındaki durumu budur. Ayrıca zaman bozulduğu, (tehlikeli boyutlara ulaşan) görüş ayrılıkları ortaya çıktığı ve zorbalar hâki­miyet kurduğu zaman halkın imama olan ihtiyacı daha fazla olur. Böyle vakitlerde ona daha kolay itaat edilir. (Onun için imamın ye Mehdi´nin gizli ve saklı olmasına ihtiyaç yoktur).

“İmamın Kureyş´ten olması lazımdır. Başkalarından olması caiz değildir. Fakat Haşini oğullarından ve Hz. Ali´nin evladından (r.a.î olması da şart değildir”

Yani Hz. Peygamber (s.a.) “İmamlar Kureyş´ten olur”[8], bu­yurduğu için imamın Kureyş´ten olması şarttır. Gerçi bir konudaki haber, vâhid haberdir. Fakat Hz. Ebu Bekir (r.a.) bu hadisi Ensara karşı delil olmak üzere ileri sürünce kimse bunu inkâr etmemişti. Onun için de bu konuda bir icma ve ittifak hasıl olmuştu. Bu ittifa­ka, Haricîlerle Mutezilelerden bazılarından başkası da muhalefet et­memişti.

İmamınHaşimi veya Alevî (Ali evladı veya Fatımî, Fatma´nın neslinden) olması şart değildir. Haşimoğullarmdan olmayan fakat Kureyş´ten olan Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r.a.) ın halifelikleri de­lille sabittir. Kureyş, Nadr b. Kinâne´nin soyundan gelen kişilerin ismidir. Hâşim ise Peygamber (s.a.) in dedesi olan Abdülmuttaüp´in babasıdır.

Resûlüllah´ın şeceresi: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmutta-lip b. Haşim b. Abdülmenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka´b b. Luey b. Galip b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b, îlyas b. Mudar b. Nezâr b. Muadd b. Adnan [9].

Alevîlerle Abbasiler (Hz. Ali ile amcası Hz. Abbas´ın neslinden gelenler) Haşimoğullarındandırlar. Zira Abbas ile (Hz. Ali´nin baba­sı) Ebu Talib, Abdülmuttalib´in oğullarından idiler.

Ebu Bekir (r.a.) ise Kureyşî idi. Şeceresi de şöyledir: Ebu Bekir b. Ebu Kuhafe b. Osman b. Âmir b. Ömer b. Ka´b b. Lüey...

Ömer (r.a.) in durumu da böyledir. Şeceresi: Ömer b. Hattab b. Nüfeyl b. Abduluzzâ b. Rebâh b. Abdullah b. Kurt b. Bizah b. Adî b. Kaib...

Osman (r.a.) ın durumu da böyledir. Şeceresi: Osman b. Affan b. Ebu Âs b. Ümeyye (Ebu Süfyan´ın oğlu Muaviye ve torunu Yezid de bu zatın soyundan gelir ve onun neslinden gelenlere Emevî veya Ümeyye oğulları adı verilir), Abduşşems b. Abdülmenâf... (Soy iti­bariyle ilk dört halifenin Hz. Peygambere yakınlık sıralan: Ali, Os­man, Ömer ve Ebu Bekir yani hilafetlerindeki sıranın tersidir).

“İmamda masum olma şartı aranmaz”

Mâsûm olduğu kesin olmamakla beraber Hz. Ebu Bekir´in halife oluşu ile alâkalı deliller bunu gösterir. Ayrıca hilafette “ismet” i şart koşmak bir delilin bulunmasına ihtiyaç gösterir, “Şart koşma­mak” da ise, ismetin şart olduğunu gösteren bir delilin mevcut olma­ması kâfi gelmektedir. Bu hususta muhalif kanâatta olanlar: (Allah, Hz. İbrahim´e, “Seni insanlara önder kılacağım”, demişti. O da “So­yumdan gelenleri de” deyince) “Zâlimler benim ahdime nail olmaz­lar” (Bakara, 2/124, onları önder yapmam buyurmuştu), mealindeki âyeti delil olmak üzere ileri sürerek “masum olmayanlar zâlim olur­lar. Onun için de imam olma ahdine (ve payesine) erişemezler”, de­mişlerdir.

Cevap: Bu itirazı kabul etmiyoruz. Zira zâlim, adalet (ve dürüstlük) niteliğinin elden çıkmasına sebep olacak bir günahı iş­leyen ve sonra da buna tevbe etmeyen ve kendini düzeltmeyen kişi­dir. Şu halde masum olmayan bir kimsenin zâlim olması lazım gel­mez,

İsmetin mahiyeti, günah işleme konusunda kuvvet ve irâde sahibi olduğu halde Allah Taâlâ´nın bir insanda günah yaratmamasıdır. Mutezilenin, “İsmet, irâde ve ihtiyar niteliği var olmaya de­vam etmekle beraber, imtihan etme halini gerçekleştirmek için Al­lah Taâlâ´dan gelen ve kişiyi iyi işler işlemeye, kötü işlerden uzak durmaya sevkeden bir lütuftur”, demesinin manâsı da budur. İşte bundan dolayıdır ki, Şeyh Ebu Mansur (r.a.), “İsmet, mihneti ve tek­lifi yok etmez”, demiştir. Onun için, “İsmet, insanın ruhunda veya bedeninde mevcut olan bir özelliktir ki, onun var oluşu, insandan bir günahın zuhur etmesini imkânsız kılar”, diyenlerin sözleri bâ­tıldır. Bu tarifin doğru olması nasıl düşünülebilir ki, kendisinden günah zuhur etmesi imkânsız olan bir şahsı, günahı terk etmekle mükellef tutmak ve bunun için ona sevap vermek doğru olmazdı [10].

“İmamın, zamanının en üstünü olması şart değildir”

Bunun sebebi şudur: Fazilet ve üstünlükte müsavi olan, hatta ilim ve amel yönünden daha az ve daha aşağıda bulunan bir kimse, imametteki maslahat ve mefsedetleri, iyi ve kötü tarafları daha iyi bilebilir, bunların gereğini yapmaya daha çok muktedir olabilir. Bu durumda olan tve mefdûl denilen) zatı imam tayin etmek, kötülük­leri defetmede ve fitne çıkarılmasını önlemede daha tesirli olacaksa, bu hal özellikle bahis konusu olur. Bundan dolayıdır ki, bazılarının öbür bazılarından daha üstün olduklarım kesinlikle bildiği halde Ömer (r.a.) yeni imamın tayini meselesinin hallini altı kişilik bir şûra (komisyon) ya bırakmıştı.

Soru: Bir zamanda iki imam tayin edilmesi caiz olmazken, ima­met konusunun altı kişilik bir heyete havale edilmesi nasıl doğru olur?

Cevap: Caiz olmayan şey, her birine ayrı ayrı itaat edilmesi ge­reken bağımsız iki imam tayin etmektir. Zira bu durum, birbirine d hükümlere uyma gibi bir çelişki meydana getirir. Altı kişilik şûra heyeti tümüyle tek bir imam hükmündedir.

“İmamın, kâmil ve mutlak bir velayete sahib olması şarttır”

Yani imam, müslüman, hür, erkek, akıllı ve buluğ çağına ermiş olacak. Müminler üzerinde kâfirlerin velayet hakkına sahip ol­malarının yolunu, Allah Taâlâ kâfirler için kapatmıştır. Köle ise efendisine hizmet etmekle meşguldür, ayrıca halk nazarında da ha­kir görülmektedir. Kadınların ise aklı ve dinî eksiktir.[11] Hissi hareket ederler, fazla yürekli değil­lerdir. Hayız ve nifas gibi durumlarda farz ibadetleri ifa edememek­tedirler. Camide cemaata imam olup namaz kıldıramamaktadırlar). Sabi ve deliler işleri sevk ve idareden, amme hizmetleriyle ilgili ta­sarruflarda bulunmaktan acizdirler. (Bazı îslâm devletlerindeki deli ve çocukların halife ve padişah tayin edilmesinin îslâmî hükmünü burada hatırlamakta fayda vardır).

“İmam politikacı (sâis)dir”

Yani görüşünün ve düşünüşünün kuvveti, şevket ve kudretinin yardımı ile müslümanlarm işlerinde tasarrufta bulunma (ve onları sevk ve idare etme) ehliyetine sahip bulunmalıdır.

“İmam güçlüdür”. Yani ilmi, adaleti, yeterliliği, cesaretiyle “Di­nî hükümleri tatbik etmeye (ve kanunları uygulamaya), İslâm ülkesinin sınırlarını korumaya, hak sahibinin hakkını haksız­dan almaya muktedirdir”

Zira bu niteliklerden birinin bulunmaması, imam tayin etmekten elde edilmek İstenen faydaları ve gayeyi gerçekleştirmez, aksine aksatır.

Allah Taâlâ´ya itaat halinin haricine çıktı ve “Fasik ve zâlim oldu, diye imam azledilmez”

Buradaki zâlim olmak, cevr ve cefa etmek, Allah Taâlâ´­nın kullarına haksızlık etmek manâsına gelir. Hulefa-yi râşidîn, ilk aort halifeden sonra imamlardan fısk ve günah zuhur etmiş, cevr ve cefa yayılmış olduğundan bu durum caiz görülmüştür [12].

Selef, bu nevi imamlara itaat eder ve boyun eğerlerdi. Onların izni ile cuma ve bayram namazlarını kılarlar ve kendilerine karşı isyan edilmesini (ve bir hurûc ve ihtilal hareketine girişilmesi) ka­nâatini taşımazlardı. Ayrıca, başlangıç ve tayin itibariyle imametin, şartlarından olmayan ismetin imametin devamı itibariyle şart olma­yacağı aşikârdır. Fısk ve cevr sebebiyle imamın azl olunmuş sayılacağı, bütün hâkim ve valiler için de durumun böyle olduğu gö­rüşü îmam Şafiî´den nakledilmiştir.

Meselenin esası şudur: îmam Şafii´ye göre fâsık velayete ehil değildir. Çünkü kendisine bakmamakta (haline, menfaatına ve mas­lahatına uygun olan davranış biçimini beni msem emekte) dir. Şu hal­de bu durumdaki bir kimse başkasına nasıl bakacaktır? Ebu Hanife (r.a.)ye göre fâsık velayet ehliyetine sahiptir. Hatta fâsık olan bir babanın, küçük yaştaki kızını evlendirmesi sahihtir. Şafiî kitapla­rında “fısk sebebiyle hâkim azlolunmuş sayılır, fakat imamda durum böyle değildir”, diye yazılmıştır. Aradaki fark şudur: İmamın azledilmiş sayılması ve yerine yenisini tayin etmenin farz olması fitne çıkmasına sebep olur. Zira imamın gücü (şevket) vardır. Halbuki hâkim için bu durum bahis konusu değildir.

(Hanefîlerin) Nevadir (isimli fetva kitapların) daki bir rivayete göre üç imama, yani Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed´e göre, “fâsık hâkimin hükmü caiz değildir”. Bazı fıkıh hocaları şöyle der: Fâsık bir kimsenin hâkimliğe tayini başlangıçta (ve prensip itiba­riyle) sahihtir. Fakat âdil (ve dürüst olarak bilinen bir) kişi, hâkim­liğe tayin edildikten sonra fışkı sebebiyle görevinden azledilir. Bu­nun sebebi şudur: Bu kişiye hâkimlik görevini veren zat, onun adale­tine (ve dürüstlüğüne) güvenmiştir, bu vasfı taşımadan hüküm ver­mesine razı olmamıştır.

Fetava-yı Kadihan´da denilmiştir ki: “Bir hâkim rüşvet alsa, rüş­vet aldığı dava ile ilgili olan hükmü geçerli olmaz. Bir adam hâkimlik görevini ve makamım rüşvetle ele geçirse hâkimliği muteber değil­dir, verdiği hükümler de geçerli olmaz”.

“Salih olsun fâcir olsun herkesin peşinde namaz kılmak caizdir”

Çünkü Peygamber (s.a); “İyi ve kötü herkesin ardında namaz kılınız” [13], buyurmuşlardır. Bu ümmetin âlimleri, tenkit ve inkâr konusu yapmaksızın fâsıklann ve hevâ ve bid´at ehlinin arkasında (cemaat olup) namaz kılarlardı. Seleften bazı zevatın, fâsık ve bid´atcıların ardında namaz kılmaktan müslümanlan menetmeleri, kerahete hamledilir. Fâsık ve bid´atcımn peşinde kılman namazın ke­raheti konusunda söz yoktur. (Fakat kerahet cevaza engel değildir). Lâkin bütün bunlar bir fâsıkm fışkı ve bid´atcının bid´atı küfür sını­rına varmadığı sürece bahis konusu olur. Fısk ve bid´at, kişiyi küfür sınırına getirdi mi, böylesi birinin peşinde kılman namazın caiz olmayacağı hususunda da söz yoktur. Mutezile, her ne kadar fâsık ve faciri, (yani büyük günah işleyen mürtekibi kebîreyi) mümin, say­mıyorlarsa da, onların peşinde namaz kılmayı caiz görmektedirler. Çünkü onlara göre imamette şart olan tasdik, ikrar ve amelin hep birlikte var olması manâsına gelen imanın mevcudiyeti değil, küfrün yok olması halidir. (Mutezileye göre fâsık mümin olmaktan çık­mışsa da kâfir olmuş değildir, iki menzile arasındadır, kâfir olma­dığı için ardında namaz kılınır).[14]

ceren
Thu 4 December 2014, 11:20 pm GMT +0200
Esselamu aleykum.Rabbim razı olsun paylaşımdan hocam.Hilafet peygamber efendimizin ölümünden sonra yerine geçenlerle başlamıştır.Hz.Ebubekir,Hz.Ömer,Hz.Osman,Hz.Ali ile başlayıp,son bulmuştur.Bu süre içerisinde İslamın hakikatleri korunmaya çalışılmıştır...

ceren
Sun 24 April 2022, 04:09 am GMT +0200
Esselamu aleyküm.rabbim razı olsun bizlere sunulan bu güzel bilgilerden kardeşim...

Sevgi.
Mon 25 April 2022, 04:00 am GMT +0200
Aleyküm Selam. Rabb'im bilgiler için razı olsun kardeşim

Bilal2009
Mon 25 April 2022, 11:05 am GMT +0200
Ve aleykümüsselam Rabbim paylaşım için razı olsun