hafız_32
Mon 27 September 2010, 09:01 pm GMT +0200
2. BÖLÜM
HİCRET
Bu bölümün ayrıca bir önemi bulunmaktadır. Zira hicretin Velâ ve Berâ ile bağlantısı vardır. Hatta bu ikisi hicretin en önemli iki unsurun-dandır. Bu bakımdan bundan söz edilmesi birkaç bakımdan ele alınması gerekmektedir. Ben de bunu aşağıdaki fıkralara ayıracağım:
a- Daru'l-Küfürde = Küfür ülkesinde ikamet etmek ve bunun hükmü.
b- Daru'l-Küfürden Daru'l-İslâm'a hicret.
a- Daru'l-Küfürde İkamet Etmek:
Öncelikle bizim burada Daru’l-Küfr'ün ve Daru'l-İslâm'ın ne olduğunu öğrenmemiz gerekmektedir. İlim ehli -Alîah kendilerine rahmetiyle muamelede bulunsun- bu hususta demişlerdir ki:
Daru'l-Küfür: Kâfirlerin hükümran olduğu ülkedir ki, burada küfür hükümleri geçerlidir. Burada yetki de kâfirlerin elinde bulunmaktadır. Bu da ikiye ayrılmaktadır:
1- Harbî olan yani kendileriyle savaş halinde bulunduğumuz kâfir ülkeler. Müslümanlarla aralarında herhangi bir anlaşma da bulunmamaktadır. 2- Kendileriyle aramızda mütareke ve barış antlaşması bulunan kâfir ülkeler. Burada şayet yetki ve hükümranlık kâfirlerde ise, müslümanlar çoğunlukta olsalar da, ülke Daru’l-Küfür olur.[20]
2- Daru'I-lslâm: Burada hükümranlık ve yetki müslümanlardadır. İslâmî hükümler yürürlüktedir.Burada çoğunluk itibariyle kâfirler sayıca fazla da olsalar, yetki müsiümanlardadır. İşte bu ülke Daru'l-İslâm"dır.[21]
Bilindiği gibi İslâm izzet ve kuvvet dinidir. Bu itibarla İslâm, mensuplarına, kâfirleri zelil ve aşağılandırma görevi vermiştir. Sırf bu yüzden müslümanların, müslüman olmayanlar arasında ikametlerini men etmiştir. Zira müslümanların kâfirler arasında ikametleri, onlarla beraberliği hissettirir, aynı zamanda zaaf ve güçsüzlük doğurur. Bu arada onlar arasında kalınmanın bir sonucu olarak küçümsenmeleri ve aşağılanmaları düşüncesi hâkim olur. İslâm onu güzel davranmaya ve karşılıklı tabi oluşa çağırır.
İslâm, müslüman için her zaman şunu ister. Müslüman her zaman güç ve kuvvet dolu olacak, izzet ve şerefini koruyacaktır. Müslüman kendisine tabi olunan ve itaat edilen olacak, yoksa tabi olan, uyan olmayacaktır. Müslüman her zaman güç ve sulta sahibi bulunacak. Onun gücünün üstünde -Allah'ın gücünün dışında- bir başka güç olmayacaktır. İşte İslâm sırf bu yüzden müslümanlara, bir yerde üstünlükleri ve hâkimiyetleri yoksa, orada ikameti ve yerleşimi haram kılmıştır. Ancak müslüman, kaldığı ve ikamette bulunduğu yerde İslâmi açık bir şekilde yaşayabiliyor ve kendi adına herhangi bir fitneden korkmaksızm akidesini uygulayabiliyorsa, ikameti caizdir. Aksi takdirde müslümanın orada ikamet etmesi caiz olmayıp, hemen oradan İslâmın hâkim olduğu ve gücünün ortaya konmuş bulunduğu beldeye (ülkeye) hicret etmesi gerekir. Eğer buna yanaşmaz ise, bu kimse hicret edebilme gücüne sahip olduğu halde, hicret etmez ise, İslâm o kimseden beri ve uzaktır. Nitekim bütün bunlar için Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: 'Ne işde idiniz' dediler. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik1 diye cevap verdiler. Melekler de: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş (yeri)dir.
Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.
İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır." (Nisa, 4/97-99)
Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Ben müşriklerin arasında ikamet eden her müslümandan uzağım." Ey Allah'ın Rasûlü! Neden? diye sordular. Rasûlüllah (s.a.v.) da şöyle buyurdular: "Çünkü ikisinin ateşleri (müslümanlarla müşriklerin ateşleri) birbirinden ayırdedilmez."[22]
Yine Rasûlüllah (s.a.v.) bir başka hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Kim müşriklerle beraber bulunur ve onlarla birlikte oturursa o da onun gibidir."[23]
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir başka hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Tevbenin kabulü kesilmedikçe hicret kesilmez (devam eder). Güneş de batıdan doğmadıkça tevbe kapısı kapanmaz."[24]
Hasan b. Salih de şöyle söylemektedir:
"Kim düşman toprağında ikamet ettiği halde İslâmı kabul ederse, gidip müsîümanlara katılma imkânı da var ise, ve (buna rağmen) müslümanlara katılmazsa, kendisine uygulanacak hüküm, müşriklere uygulanacak olan hükmün aynısıdır. Bir harbî (gayri müslim ve düşman) İslâmı kabullenip de buna rağmen kendi ülkesinde ikamete devam ederse ve oradan ayrılmaya gücü yettiği halde ayrılmazsa, o kişi bu durumda (zahiren) müslüman değildir. Bu kimsenin cam ve malı hakkında uygulanacak olan hüküm, harb ehline uygulanan hükümdür"[25]
Yine Hasan diyor ki:
“Kişi, Daru'î-Harbe gitse (katılsa) ve fakat İslâmdan da dönmezse (mürted olmazsa) bile» sırf Daru'l-İslâm'ı terketme-si sebebiyle mürted olmuş olur."[26]
İbn Hazm ise şöyle söylemektedir: "Bir kimse kendi arzu ve isteği ile Daru'l-Küfr'e ve Daru'l-Harb'e katılsa, aynı zamanda kendisini karşılayıp gören müsîümanlara karşı da yine arzu ve isteğiyle, kendi seçimiyle savaşırsa (muharip duruma geçerse), bu kimse bu davranışı ile mürted olmuş olur, kendisi hakkında mürtedlere uygulanan tüm hükümler uygulanır: Meselâ nerede ele geçirilip öldürülebilinirse, hemen orada katli=öldürülmesi vacip (farz)tir. Malı müslümanlara mubahtır. Nikahı da hemen fesh olunmuş olur ve daha buna benzer tüm hükümler kendisine uygulanır.
Ancak kişi, düşman toprağına, kendisine karşı uygulanacak bir zulümden korktuğu için kaçarsa, müslümanlara karşı savaşır duruma geçmez, onlar aleyhine düşmanlara yardımcı olmazsa, bu kimse aynı zamanda müslümanlar arasında kendisini himaye edecek birini de bulamıyorsa, böyle bir kimse için herhangi bir şey sözkonusu değildir. Çünkü kendisi ikrah olunmuş, yani mecbur bırakılmış ve zorunlu olarak bu vaziyete giriftar olmuştur.
Ancak kişi, müslümanlara karşı muharip duruma geçer, hizmet veya yazılarıyla (yazışma göreviyle) kâfirlere yardımcı olursa, bu kimse kâfirdir.
Ancak bu kimsenin orada ikamet etmesi, beklediği herhangi bir dünyalık içinse, bu da tıpkı, onlar arasındaki zımmî gibidir. Bu kimse aynı zamanda müslüman topluma katılmaya kadir ise, İslâm toprağına da gitmeye gücü müsaitse, bu kimse küfürden pek uzak değildir ve biz kendisi için de herhangi bir mazeret kabul etmemekteyiz. Allah'dan afiyet dileriz.
Karmatilerin hâkim olduğu topraklara kendi arzularıyla yerleşenler, hiç şüphesiz kâfir olurlar. Çünkü bunlar küfürlerini açıkça ilân etmekte, dolayısıyla İslâmdan uzaklaşmaktadırlar.
Ancak öyle bir ülkede yerleşmiş ki, bu ülkede kimi durumlar kişiyi açıkça küfre vardırabiliyor, işte böylesi bir yerde kalınması halinde kişi kafir olmaz. Çünkü orada İslâm adını her halükârda açık bir şekilde kullanabilmektedir, kimi hallerde tevhidi ikrar etmekte ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risaletini de ikrar ettiği gibi, İslâm dininin dışındaki tüm dinleri de kabul etmeyip, bunlardan uzak ve berî olduğunu söyleyebilmektedir, namazını kılmakta ve Ramazan orucunu da tutabilmekte, iman ve İslâmı ilgilendiren diğer şer'î durumları da yerine getirebilmektedir. İşte böyle bir yerde kalınması kişinin küfrünü gerektirmez.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in: "Ben müşriklerin arasında ikamet eden herbir müslümandan uzağım" ifadesine gelince, bizim yukarıda anlattığımız durumu dile getirmiş bulunmaktadır. Zira Rasûlüllah (s.a.v.), bununla Daru'l-Harbi kasdetmiş bulunmaktadırlar. Şayet böyle olmamış olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.v.) valilerini Hayber'de görevlendirmezdi. Çünkü Hay-ber'in tümü Yahudi idi. Buna rağmen Rasûlüllah (s.a.v.) oraya vali atadı.
Şayet küfrü açık bir şekilde ilân eden bir kâfir İslâm ülkelerinden birine üstün gelse ve oradaki müslümanlan da, olduğu gibi kendi hallerinde bıraksa, ancak orada hâkimiyeti ve sahipliği kendi adına kullansa, orayı zabtetmekle kendi adına hareket etse ve İslâm dışı bir dini ilân etmiş olsa, oradakiler onunla kalmayı kabul ettikleri, ona yardımcı oldukları ve onunla birlikte ikamet ettikleri takdirde, müslüman olduklarını ileri sürseler bile kâfirdirler, dolayısıyla durum bizim anlattığımız gibidir."[27]
Şeyh Hamd b. Atîk [28] (rh)'ın bu konu ile ilgili olarak çok değerli bir kitabı bulunmaktadır.[29] Bu zat bu eserinde Daru'l-Harb'de ikamet edenleri üç kısma ayırmaktadır:
Birinci kısım: Orada ikamet etmekte olan müslümanların, bu hali sırf onlara duydukları arzu ve iştiyakdan, onların sohbet ve konuşmalarını tercih etmekten ileri gelmektedir. Bu kimseler bu hareketleriyle onların dinlerine rıza göstermektedirler veya onları övmektedirler yahut müslümanlara ait eksiklikleri ve ayıplan onlara aktarmaktan hoşnutluk duymaktalar. Mallarıyla canlarıyla, aynı zamanda dilleriyle onlara müslümanlar aleyhinde yardımda bulunmaktadırlar. İşte bunlar kâfirdir. Rabbimizin aşağıda zikredilecek olan ayetine göre, Allah ve Rasûlünün de düşmanıdırlar.
Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah ne/dinde hiçbir değeri yoktur.” (Âl-i İmrân, 3/28)
İbn Cerîr bu hususta diyor ki: "Bu kimse Allah ile tümüyle ilgisini kesmiş olduğundan, Allah'dan beridir. Allah (c.c.) da her bakımdan ondan beridir. Çünkü Allah'ın dininden irtidat edip ayrılmış ve küfre girmistir. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanlan dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır." (Maide, 5/51)
Rasûlüllah (s.a.v.) da bir hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Kim bir müşrikle bir arada bulunur ve onunla birlikte oturursa, o da onun gibidir."[30]
Abdullah b. Ömer (r.a.)'den sahih bir şekilde bildirildiğine göre, kendisi şöyle söylemiştir:
"Kim müşriklere ait bir toprakta bina yapar, onların nevruzlarını aynen işler ve festivallerini de taklid ederse = işler ve ölüm kendisine gelinceye dek bu haliyle onlara kendisini benzetirse, o bu durumda kıyamet gününde onlarla birlikte haşr olunur.”[31]
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye de şunları söylemektedir: "Bundan açıkça anlaşılanı şu ki, sayılan bütün bu hususlarda onlara katılan ve onlarla birlikte hareket eden kimse küfre girmiş olur."
Şeyhu'l-İslâm Muhammed b. Abdulvahhâb (rh) ise, kişinin küfre girme çeşitlerini anlatırken, diyor ki, bunun dördüncü nevi de şöyledir:
"Bir kimse bütün şeyleri kabullenip müslüman olsa ve fakat ikamet etmekte olduğu ülke halkı Tevhide karşı düşmanlıkta ısrar edip, müşriklere tabi olmakta da ısrarlı iseler ve kendisi de mazeret olarak: "Eğer ben vatanı terkedecek olursam, bu bana sıkıntı verir ve zor gelir" diye böyle bir gerekçeyi ileri sürecek olursa, kendi ülkesinin müşrik ve kafir halkıyla birleşerek malını ve canını ortaya koymak suretiyle tevhid ehliyle savaşırsa, haliyle böyle bir kimse kâfir olur.
Şayet o ülke halkı bu kimseye, sen babanın hanımıyla (annen ya da üvey annenle) evleneceksin diye emretseler, böyle bir durumu ancak onlara muhalefetle ve karşı gelmekle sağlayabilecekse, o da bunu yapmayıp, onların dediğine göre hareket etse, kafirlere malı ve canı ile muvafakat ile katılsa, onlar (kâfirler) istekleriyle o kimseyi Allah ve Rasûlünün dininden etmek isteseler, işte bu, çok daha büyük bir tehlikedir ki, bu da aynı şekilde küfürdür. Nitekim böyleleri için Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:
"Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona başaşağı dalarlar (daldırılırlar). Eğer sizden uzak durmaz, sulh teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün. İşte onlar üzerine sizin için apaçık bir yetki verdik." (Nisa, 4/9l)[32] -[33]
İkinci kısım: Bunlar kâfirlerin ve müşriklerin yanında sırf malları, çocukları ve ülkeleri açısından endişe duydukları için kalmayı kabullenenlerdir ki, hicrete güçleri yetmesine rağmen, hicret etmeyip dinlerini gizle yenlerdir. Aynı zamanda hem canıyla, hem malıyla hem diliyle müslümanlar aleyhine kâfir ve müşriklere yardımda bulunmuyor. Kalbi ve diniyle olsun bunlara velayet vermiyor ve dostluk beslemiyor. Böyle bir kimsenin sadece onlarla beraber oturması, orada bulunması, o kimsenin küfrünü gerektirmez, küfrüne sebep oluşturmaz. Fakat böyle bir kimse için şu söylenebilir. Hicreti terketmesi yüzünden Allah ve Rasûlüne isyan etmiştir. Gerçi böyle bir kimse için için kâfirlere buğzda da bulunuyor. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: 'Ne işte idiniz?' dediler. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik' diye cevap verdiler. Melekler de: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret e t sevdiniz ya!" dediler, tşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir." (Nisa, 4/97)
İbn Kesîr bu âyetin: "Zalimi Enfüsihim" = "Kendilerine yazık edenler" bölümünü yorumlarken, diyor ki: "Hicreti terk edenler". Daha sonra şu hükmü belirtiyor: Bu âyet, hicret edebilme gücüne sahip bulunduğu halde müşrik ve kâfirler arasında ikamet eden, yerleşip kalan herkes için geçerlidir. Yani âyet hüküm itibariyle Âmm=geneldir. Bir kimse bu manadaki bir toplum arasında kalmakla dininde de bir saygınlık kazanmamak-tadir. Kişinin bu manadaki fiili haramdır. Bunun haramlığı konusunda âlimlerin icmaı vardır. Delilleri de yukarıdaki âyettir."[34]
Ben de diyorum ki: Buharî'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre, Rasûlüllah (s.a.v.) zamanında birtakım müslümanlar müşriklerle birlikte kalıp onların şirk camiasını çoğaltıyorlardı. Bedir harbi sırasında düşman safları arasında bulunan kimselere ok atılıyor, atılan ok bunlardan herhangi birine isabet ediyor ve ölümüne sebep oluyordu, veya adamı vurarak öldürüyorlardı. İşte bunun üzerine Allah: "Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken..." Nisa, 97. âyetini indirdi."[35]
Rabbimiz aşağıdaki âyetle bu tür aşağılık mazeretlerin kapısını kesinlikle kapatmıştır. Buyuruyor ki:
"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe, 9/24)
Esas itibariyle, hicreti terk edenlerden hemen her biri, yukarıda saydığımız sekiz maddeden bir tanesini mazeret olarak ileri sürer. İşte Allah (c.c.) yukarıdaki âyetle bu mazeret kapısını kapamış bulunmaktadır. Allah (c.c.)» sırf bu amaçlarla veya bu amaçlardan herhangi biri sebebiyle hicreti terk edenleri fasık olarak bildirmektedir. Bilindiği gibi, Mekke-i Mükerreme yeryüzündeki beldelerin ve bölgelerin en şerefli ve mukaddes bulunanıdır. Allah (c.c.) böyle bir yerden hicreti vacip = farz kılınca, Mekke'yi yani ülkeyi seviyorum.mazeretini kabul etmemektedir. Mekke için hal böyle olunca, acaba diğer ülkeler için "vatanım" bahanesini ileri sürerek mazeret beyan etmek ne kadar geçerli olabilir?[36]
Üçüncü kısım: Bu kısımda yer alanlar ise, müşrikler arasında ikametlerinde herhangi bir sıkıntı ve zorluk bulunmayanlardır. Bunlar da yine iki madde içerisinde değerlendirilir:
1- Dinini onlar arasında açıklayabiliyor, onlarla dinî manada.herhangi bir ilişkiye girmeyip, kendilerinden ve mensup oldukları şeylerden uzak duruyor. Aynı kendisi onların yüzüne karşı açık bir şekilde, onlarla hiçbir ilişkilerinin bulunmadığını ve onlardan uzak ve beri olduğunu haykırmaktadır. Onların hak üzere bulunmadıklarını açık bir şekilde söyleyebilmektedir. Hatta onların batıl üzere olduklarını da hiç çekinmeden açıklayabilmekte ve ilân edebilmektedir. İşte böyle bir durum "Dinini izhar etmek, yani açıklamaktır". Böyle bir durumda hicret vacip değildir.Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed!) De ki: Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Öyle ya siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinirn bana." (Kâfirûn, 109/1-6)
Bu sûrede yüce Rabbimiz (c.c), Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize, kâfirlere seslenirken, onlara "Ey kâfirler!" diye seslenmesini emir buyurmaktadır. Kendisinin onların mabutlarına tapmayacağını ve onların önünde asla eğilmeyeceğini ilân etmesini emir buyuruyor. Aynı şekilde bu halleriyle kâfirlerin Allah'dan beri ve uzak olduklarını, zira müşrik olduklarını ilân etmesini istiyor. Tevhid üzere bulunmadıklarının beyanını emrediyor. Kendisine yani Rasûlüllah (s.a.v.)’a gelince, Allah'ın dininden razı ve hoşnud olduğunu, bu itibarla da müşriklere ait hiçbir inançla ilgisinin bulunmadığının ilânını emir buyurmaktadır. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, (bilin ki), ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam, fakat ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim.. Çünkü bana müminlerden olmam em-rolundu. Ve (bana), hanîf (Allah'ın birliğini tanıyıcı) olarak yüzünü dine çevir; sakın müşriklerden olma, diye emredildi." (Yunus, 10/104-105)
Yunus 104. âyetine şöyle de mana verilmiştir: "Eğer benim dinim hakkında ve üzerinde bulunduğum yolda şüphede iseniz, kendi kendinize muhal olan bir konuda konuşup duruyorsunuz demektir. Bundan ümitlerinizi kesin ve bilin ki, ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza kulluk edecek değilim."
İşte kim müşriklere bu açıklıkta cevap verirse, böylece haykırabilen kimseye hicret etmek vacip değildir.
Dinini açıkça izhar edip ortaya koymaktan amaç şu demek değildir. Adamın namazına engel olunmamakta ve kendisine des meselâ, "gel de putlara tap" diye bir şey söylenmemektedir. Zira yahudiler ve hıristiyanlar olsun, bunlar kendi ülkelerindeki kimseleri namaz kılmaktan menetmemektedirler ve namaz kılan kimseleri putlara tapmaya da zorlamamaktadırlar. O halde dinini açık bir şekilde açıklayıp ortaya koymaktan neyi anlamak gerekir? Bundan anlaşılan şu husustur: Müslüman, kâfirlere karşı açık bir şekilde düşmanlığını ilân edecek ve bunu ortaya koyacaktır. Tıpkı susması karşısında Mücaa'ya karşı Hz. Halid b. Velid'in delil ve hüccet ortaya koyması gibi.[37]
Çünkü Mücaa susmuş, beraatini yani müşriklerle ilgisinin bulunmadığını açıkça ortaya koymamıştı. Halbuki Sümame ve Yeşkûrî durumlarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardı.[38] Ayrıca bu hadise Siyer kaynaklarında meşhur olan bir olaydır, bilinen bir şeydir. Bu itibarla müşriklere karşı, onlarla herhangi bir ilgi ve münasebetinin olmadığını, onlardan berî ve uzak olduğunu açık bir durumda ilân etmeyen, onların dinlerinden uzak bulunduğunu belirtip, kendi dinini açık bir halde ortaya koymayan bir kimse dinini sarih olarak ortaya koymuş olamaz.[39]
2- Müşrik ve kâfirler nezdinde ve ülkesinde müstaz'af olduğu için ikamet etmiş olmaları. Allah (c.c), müstaz'afı Kur'an'da açıklamıştır. Rab-birri şöyle buyurmaktadır:
"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan gerçekten aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler müstesnadır." (Nisa, 4/98)
Bu istisna, Rabbimiz müşrikler arasında ikamet konusunda kesin olarak şu uyarıyı:
"İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir" (Nisa, 4/97) yapmasından sonra indirilmiştir.
Dolayısıyla 97. âyetten sonraki 98. âyette Rabbim, hicret için herhangi bir yol bulamayanları ve herhangi bir çıkış elde edemeyenleri istisna etmektedir. Nitekim İbn Kesîr de, bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir: "Müşriklerin ellerinden kurtulabilecek bir yola güç bulamayanlar veya buna güçleri olsa bile, nasıl bir yoldan gideceklerini bilemeyenlerdir."[40]
Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Size ne oldu da Allah yolunda ve: Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar Bize tarafından bir sahip gönder.Bize katından bir yardımcı yolla, diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (Buna hakkınız yok). (Nisa, (4/75)
İlk âyette bu kimselerin halleri dile getirilmektedir ki, bu husus, adı geçen kimselerin oradan çıkıp veya kaçıp kurtulmaktan aciz olmaları veya yolu bilen birilerinin olmamasıdır.
İkinci âyette ise, bu kimselerin sözleri dile getirilmektedir. Bunlar, Allah'dan, halkı müşrik ve zalim olan ülkeden çıkmalarını istemektedirler. Bir de Allah'ın kendilerine bir veli, yardımcı ve yâr göndermelerini dilemektedirler. İşte bu durumda bulunanlar ve sözü aynı olan kimseler, için umulur ki, mealini vereceğimiz şu âyetin kapsamına girebilirler:
"İşte bunları, umulur ki Allah affeder, Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır." (Nisa,4/99)[41]
Beğavî bu hususta şunları söylemektedir: "Eğer müslüman esir, kâfirlerden kaçıp kurtulma gücüne sahip ise, onların arasında kalması helâİ değildir. Eğer böylesi bir esire, kaçmamak şartıyla yemin ettirilip, bu durumda seni serbest bırakırız, derler, o da yemin edip, bunun üzerine salı-verilirse, hemen oradan çıkıp ayrılması kendisine (vacip) farz olur. Yemini de zorla yani ikrah ile yaptırıldığı için, kendisine ayrıca bir yemin keffareti = cezası gerekmez. Ancak kâfirler kendisine herhangi bir yemin teklif etmeksizin, sırf onların gönlünü hoş tutmak için yemin ederse, yine Daru'i-İslâm'a kaçması gerekir ancak bu defa yaptığı yemin için keffaret=ceza ödemesi icabeder"[42]
Lâkin ticaret amacıyla harbî olan kâfir ülkelere çıkılması halinde, bu konuda ayrıntılara inmek gerekmektedir:
Şayet, çıkması halinde müşrikler diyarında dinini açık bir şekilde açık-, layabilecek ve müşriklere de herhangi bir dostluk ve velayet verilmeyecek-se, bu halde çıkış caizdir. Nitekim sahabeden bazıları bu amaçla sefere çıkmışlardır. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bunlardan biridir. Ayrıca daha başkalar da çıkmışlardır. Evet ticaret amacıyla müşriklerin ülkelerine gitmişler, Hz. Pey-, gamber (s.a.v.) de bunu yadırgamamış ve menetmemiştir. Nitekim Ahmed b. Hanbel Müsned'inde ve daha başkaları da eserlerinde bunu zikretmişlerdir.[43]
Eğer gitmesi halinde orada dinini açıkça îfâ etmeye ve icraya güç yeti rem eyecekse, veya onlara dostluk ve velayet göstermeksizin başaramaya-caksa, böylelerinin kâfir ve müşrik ülkelere seferi caiz değildir. Nitekim âlimler bu konuda delil ortaya koymuşlar, aynı şekilde nehyi gösteren hadisler de buna hamledilmiştir. Zira Allah (c.c), insanlara Tevhide göre amel etmeyi müşriklere düşmanlığı farz kılmıştır. Bu kibarla bu gibi şeylere sebep olacak veya bir engel teşkil edecek durumlarda sefer caiz değildir.[44]
Bu çok ve aynı zamanda açık olan delil ve nasslar karşısında görevimiz, şu noktayı iyice anlamamızdır. Günümüz müslümanlannın bu hale gelmelerinin sebebi ne olabilir? Müslümanların bugün kâfir ve müşriklere karşı dostluk ve velayetleri hangi noktadadır? Onların topraklarında kalıp ikamet etmekte durumları ve titizlikleri nedir? Arap dili ve edebiyatı ve Şeriat konularında yüksek doktora yapmak ve üstün diploma almak için oraya çocuklarını gönderen müslümanların hali nicedir?
Gerçekten bu bir lekedir, yüz karasidır, ağlanacak bir durumdur ki, tarih bunu tescil edecektir. Diyecektir ki: Müslümanlar Arap dilini ve Şeriatını öğrenmek için diploma almak üzere çocuklarını kâfir ülkelere gönderdiler.
Değerli alimler bu meselenin tehlikesini yazıyorlar, oraya öğrenci göndermenin tehlikelerini ve kâfirlerin amaçlarını açıklıyorlar. Çünkü kâfirler oralarda müslümanların beyinlerini yıkamaktalar, onları İslâm'dan uzak-Iaştırmaktalar, böylece onların kendi görüşlerine dönmelerini sağlamaktalar.[45]
b- Daru'l Küfür'den Daru'l-İslâm'a Hicret:
Muhaceretin esası, uzaklaşmak ve terketmektir.
Şeriat dilinde ise terim olarak: Küfür ve şirk diyarından veya ülkesinden Daru'l-İslâm'a intikal etmektir, geçmektir.[46]
Şurası bilinen bir gerçektir ki, dini, İslâm olan bir kimse, bütün ibadetlerini sadece ve sadece bir olan Allah'a arzeder, O'ndan şirki red eder, şirke ve şirk ehline buğzda bulunur, onlarla düşmanlığını sürdürür, onlarla her türlü münasebetini keser. Şurası bir gerçektir ki, kâfirler, bir müs-lümanın kendi dininde kalmasını kesinlikle İstemezler. Buna güçleri yettiği sürece ellerinden geleni yaparlar. Nitekim bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Onlar, eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünce-ye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara, 2/217)
Nitekim Rabbim Ashab-ı Kehf'ten haber veriyor, onlar şöyle demişlerdi:
"Çünkü, onlar eğer size muttali olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman
ebediyyen iflah olmazsınız." (Kehf, 18/20)
Yine Rabbimiz tüm kâfirlerden bahisle şöyle buyurmaktadır:
"Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: Elbette sizi, ya yurdumuzdan çıkaracağız, veya mutlaka dinimize döneceksiniz! Rab Itri de onlara: Zalimleri mutlaka helak edeceğiz! diye bildirdi." (İbrahim, 14/13)
Nitekim Varaka b. Nevfel de, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e şöyle söylemişti: "Keşke, kavmin seni çıkaracakları gün ben genç olabilseydim." Rasû-lüllah (s.a.v.): "Onlar beni çıkaracaklar mı?" diye sordu. O da: "Evet" dedi. Senin gibi bir dâva getiren hiçbir adam yoktur ki, mutlaka ona düşmanlık edilmemiş olsun. İşte bunun için onu Mekke'den Taife çıkardılar, daha sonra Rasûlüllah (s.a.v.) ve ashabı Medine'ye hicret buyurdular. Daha önce de ashabı iki kez Habeşistan'a hicret etmişlerdi.[47]
Hicret aslında çok büyük bir olaydır, fonksiyonu da o derece büyük ve önemlidir. Çünkü hicret olayı da Velâ ve Berâ hadisesinin bir parçasıdır. Hatta daha da ilerisi, Velâ ve Berâ yükümlülüklerinin en belirgin ve açık olan örneğidir. Mademki İslâm cemaati, toprağını ve kavmini terk etmekte ve gurbetin acılarını ve seferin sıkıntılarını tatmaktadır, bunun bir de karşılığı olmalıdır. Zaten kendi topraklarında dininin gereklerini yerine getirmeye güç yetiremeyen ve bunu orada açıkça izhar edemeyenlere bu teklif Rabbânî bir teklif olmamış olsaydı, müslüman olan cemaat ülkesini ve toprağını terk edecek değildi. Kaldı ki Allah (c.c), Muhacir müminlere hem dünyada hem ahirette iyilikler vaad buyurmuştur. Bunun için şöyle buyurmaktadır:
"Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür. (Onlar), sadece Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.” (Nahl,16/42)
Diğer taraftan islâm düşüncesinde hicretin kapsamı oldukça geniştir. Bu, sadece küfür ülkesinden İslâm ülkesine bir intikal veya geçiş demek değildir. Ancak İbn Kayyım el-Cevziyye'nin de dediği gibi, hicret ikidir. Biri, bedenle bir ülkeden diğer bir ülkeye yapılan hicret olup, hükümleri zaten bilinmektedir.
İkinci hicret ise: Allah'a ve Rasûlüne olan hicrettir. İşte gerçek anlamda hicret bu demektir. Esasen bedenin hicreti de bu hicrete tabidir. Yani bu "Min" ile "İlâ"yı kapsayan bir hicrettir. Kısaca da "...den" ile "....e kadar"ı kapsayan bir hicrettir. Kişi bu haliyle Allah'dan başkasını kalbiyle sevmekten, Allah sevgisine hicret etmektedir. Başkasına kulluktan Allah'a kulluğa hicret etmektedir. Başkasından korkmak ve umut bağlamaktan, onlara dayanıp güvenmekten Allah korkusuna, O'na olan umuda ve O'na dayanıp güvenmeye = tevekküle hicret etmektedir. Başkasına çağırmaktan ve başkasından istemekten, başkasına boyun eğmekten, zelil olmaktan, boyunduruğu altına girmekten; Allah'a dua etmeye, O'ndan istemeye, O'na boyun eğmeye, O'nun önünde yerlere kapanmaya ve O'nun boyunduruğuna girmeye hicret etmesidir. Çünkü Allah (c.c.) her şeyden yüce ve münezzehtir. İşte tam manasıyla Allah'a yönelmek, O'na sığınmak bu şekilde olur. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"O halde Allah'a koşup kaçın." (Zâriyât, 51/50)
Esas itibariyle, kuldan arzulanan manadaki bir tevhid, kulun her türlü şirk, küfür ve isyan gibi şeylerin tümünden Allah'a koşması ve kaçmasıdır.
Allah'a hicret, kapsam olarak şunu içermektedir: Arzulanmayanı ve istenmeyeni terketmek, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri bırakmak, O'nun sevip hoşlandığı ve rızasına uygun gördüğünü de yerine getirmektir.
Bunun da temeli Allah için sevmeye ve Allah için buğzetmeye daya-înr. Zira bir şeyden bir başka şeye hicret eden kimseye göre, hicret edilen işeyin hicret ettiği şeyden kendisi için çok daha değerli ve sevimli olması.
gerekir. Böylece iki şeyden birini diğerine tercih ederek, bunlardan en iyisini ve sevgili olanını almış bulunmaktadır.
İşte bu manadaki bir hicret kulun kalbindeki sevgi oranında güç ve kuvvet kazanır, veya zayıflar. Şayet istek ve arzu güçlü olursa, bu hicret de o oranda güçlü, kuvvetli, daha mükemmel ve tam olmuş olur. Eğer bu arzu veya istek zayıf olursa, hicret de o nisbette zayıf olur. Hatta nerede ise bunu hissedemez bir hale gelebilir. Dolayısıyla hicret için kendisinde herhangi bir irade harekete geçmez.[48]
Küfür ülkesinden İslâm beldesine intikal demek olan hicrete gelince, şimdi bunun hükümlerini görelim:
Bu hususta Hattabî[49] şöyle diyor: İslâmın ilk zamanlarında (başında) hicret mendup idi, farz kılınmış değildi. Bu durum Rabbimizin şu âyetinde beyan edilmektedir:
“Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek bir çok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur." (Nisa, 4/100)
Bu âyet, Rasûlüllah (s.a.v.)'ın Medine'ye intikalinden sonra, müşrik-i ierin müslümanlara karşı baskılarını ve işkenceleri artırmaları üzerine inmiştir. Daha sonra müslümanların, Rasûlüllah (s.a.v.)'ın yanında yer almaları için oraya gitmeleri emredildi, bir durumla müslümanların karşı karşıya kalmaları halinde birbirlerine hem yardımcı olsunlar ve birbirlerine böylece arka çıkmış bulunsunlar. Aynı zamanda dinleriyle ilgili hususları, öğrensinler ve bu konuda gerçek anlamda bilgi sahibi bulunsunlar. Çünkü bu dönemde en büyük korku, Mekke halkından bulunan Kureyş müşriklerinden gelmekte idi. Ancak Mekke fethedilince, bunlar da itaat altına girdiklerinde, artık bütün bu engeller ortadan kalkmış oldu. Bundan böyle hicretin farzİyyeti ortadan kalktı, durum tekrar mendup hale gel-' miş oldu. Buna göre Hz. Muâviye tarafından Rasûlüllah (s.a.v.)'dan rivayet olunan hadis ile, İbn Abbas (r.a.)'tan rivayet olunan hadislerin arası da bulunmuş oldu. Muâviye kanalıyla gelen hadiste Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadırlar: "Tevbe (kapısı) kesilmedikçe (kapanmadıkça) hicret kesilmez. Güneş de batıdan doğmadıkça tevbe kapısı kapanmış olmaz."[50]
tbn Abbas (r.a.)'dan gelen hadise göre, diyor ki, Rasûlüllah (s.a.v.) Mekke'nin fethi gününde şöyle buyurdular:
"Artık hicret yoktur. Bundan böyle cihad ve bir de niyyet vardır. Cihada çıkmanız istendiğinde derhal cihada çıkınız."[51]
Kaldı ki iki isnad arasında da yine çok farklar bulunmaktadır. Meselâ İbn Abbas (r.a.)'na isnadı hem muttasıldır hem sahihtir. Fakat Muaviye'nin isnadı hakkında ise görüşler farklı farklıdır.[52]
Hicretin önemi sebebiyle ve özellikle de İslâmın ilk çağında, Allah (c.c), Medine'ye hicret eden müslümanlarla, Mekke'de kalıp hicret etmeyen müslümanlar arasında yardımlaşmayı da kesmiştir. Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler (var ya) işte onlar (şimdilik mirasta) birbirlerinin velileridir. İman edip de hicret etmeyen (ve müşriklerle yaşayan) lar ise, hicret edinceye kadar, sizin için, onlara velî olmak diye hiçbir şey yoktur. Eğer onlar dinde sizden yardım isterlerse, ancak sizinle aralarında andlaşma bulunan bir kavme karşı olmamak şartıyla (onlara) yardım etmek size borçtur. Allah işlediklerinizi hakkıyla görendir." (Enfaî, 8/72)
Bu âyetin hemen peşinden muhacirlerle Ensar'm övüldüğü âyet gelmektedir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, , (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır." '(Enfai, 8/74)
Muhacirler ile Ensar hakkında konuşma ve konuyla ilgili hadis geçmişti. Ancak burada bizim üzerinde konuşmak istediğimiz, iman ettikleri ; halde Mekke'de kalıp hicret etmeyenlerdir. İşte bunlar hakkında Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: Ne işte idiniz, dediler. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik' diye cevap verdiler. ; Melekler de: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş (yeri) dir. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.
lîşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affediciğidir, bağışlayıcıdır." (Nisa, 4/97-99)
Buharî (r.a.), İbn Abbâs (ra.)'dan rivayet etmektedir. Rivayete göre: i "Müslümanlardan Mekke'de kalıp hicret etmeyen birtakım kimseler, Rasülüllah (s.a.v.) zamanında müşriklerle birlikte kalıp onların şirk toplumlarını çoğaltıyorlardı. Bedir savaşı sırasında düşmanlarla birlikte bulunan ; (ve hicretten geri kalan) bu kimselere ok atılıyor ve atıîan ok, gidip bunlardan birisine isabet ediyor ve öldürüyordu. Bunun üzerine Allah (c.c) "Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken..." mealin-: deki Nisa, 97. âyetini inzal etti."[53]
Bunun içindir ki, hicret etmeyip yerlerinde kalan ve badiyelerinden ayrılmayanların alınan ganimetlerden pay haklan yoktur. Aynı zamanda bunların humustan (beştebirden) de pay alma haklan yoktur. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in de anlattığı gibi bizzat savaşta hazır bulunanların bundan pay hakları vardır.[54]
Bu durumu Müsned'de ve Sahih-i Müslim'de babası kanalıyla Büreyde'den rivayet olunan hadis göstermektedir. Demiştir ki: Rasûlüllah (s.a.v.) bir ordunun veya bir seriyyenin (ordu birliğinin) başına bir emîr atadığı zaman özellikle onun kendisi ile ilgili olmak üzere Allah'dan korkmasını ve yanında bulunan müslümanlara iyi davranmasını, tavsiye ederdi. Sonra da şöyle buyururdu: "Allah adıyla Allah yolunda cihad edip, Allah'ı inkâr ile küfredenlerle savaşın, gazada bulunun (cihad edin), taşkınlık göstermeyin (ganimette hıyanetlik etmeyiniz), ahdinizi bozmayınız. Düşmanın vücudundan parça, organ kesmeyiniz, hiçbir çocuk Öldürmeyiniz. Müşriklerden olan düşmanlarınla karşı karşıya geldiğin zaman onları üç haslete (tercihe-seçeneğe) veya üç şeye davet et. Bu üç şeyden hangisinde seni kabul ederlerse, onlardan kabul et ve kendilerinden elini çek (kendilerine dokunma). Sonra kendilerini İslâm'a davet et. Şayet sana katılırlarsa (icabette bulunurlarsa), onlardan kabul et ve kendilerine dokunma. Sonra da onları kendi yurtlarından hicret yurduna (Medine'ye) çağır, kendilerine (şunu da) bildir: Şayet bunu yaparlarsa (Medine'ye hicret ederlerse), muhacirler lehine olan şeyler, onlar için de olacaktır. Muhacirler üzerinde olan yükümlülükler aynı şekilde bunlar için de vardır. Eğer kendi yurtlarını değiştirmek istemeyip de çekimser kalmak isterlerse, onlara şunu bildir ki, bu takdirde kendileri müslümanların bedevîleri gibi olacaklardır. Müminler üzerinde carî ve geçerli olan Allah'ın hükmü, kendilerine de uygulanır. Müslümanlarla birlikte cihad etmeleri hali müstesna, kendilerine ganimetten ve fey'den (kâfirlerden savaşsız alınan maldan) hiçbir şey alamazlar. Şayet kendileri müslüman olma teklifini kabul etmezlerse, kendilerinden cizye vergisi iste. Eğer onlar cizye ödemede seni kabul ederlerse, bu takdirde kendilerinden cizyeyi kabul et ve kendilerine dokunma. Şayet onlar bu hususta da senden uzak dururlarsa (vergi ödemek istemezlerse), bu takdirde Allah'dan yardım iste ve kendileriyle savaş."[55]
Biz burada ister farz olanı olsun, ister neshedileni (yürürlükten kalkanı) olsun veya bunun dışında olsun, aşağıda göreceğiniz gibi hicreti özetlemek isteriz:
1- Daru'l-Harp'ten Daru'l-îslâm'a hicret: Bu Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde farz idi. İşte bu hicret, aynı zamanda, kıyamete kadar farz olarak bakidir. Ancak Mekke'nin fethiyle sona eren hicret (kesilen hicret) ise, nerede olursa olsun, müslümanların Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına hicret etmeleri ve oraya gelmeleri olayı idi. Kim Daru'l-Harb'de müslüman-lığı kabul ederse, bu kimseye Daru'l-İslâm'a gitmesi vacip = farzdır.[56]
Nitekim bu olayı Mücaşi b. Mes'ûd hadisi teyid etmektedir. Kendisi kardeşi Mücalid b. Mes'ûd ile birlikte Rasûlüllah (s.a.v.)'a gelerek, şöyle söylemiştir: "İşte bu Mücaiid'dir, hicret etmek üzere sana biatta bulunacaktır”[57] Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Artık bundan böyle Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur. Ancak kendisi ile İslâm üzerine (müsîüman olması üzerine) biatta bulunurum."[58]
İşte buna göre, hicretin vücubu, yani farziyyeti ile ilgili olarak gelen nasslar, sadece Daru'I-Harp'te ikamet etmekte devam eden müslümanın durumu ve haliyle ilgili bulunmaktadır. Ben bu hususu da kâfirler ülkesinde ikamet bahsinde anlatmıştım.
2- Bid'at işlenen bir ülkeden çıkmak: İmam Mâlik (rh) diyorki: Şayet bir ülkede Selefe, yani önceki büyüklere sövülür ve dil uzatılırsa, orada ikamet etmek ve kalmak helâl değildir, doğru olmaz.[59]
3- Haram işlenme olayı baskın olan bir ülkeden çıkıp ayrılmak: Çünkü her müslüman için helâli aramak farzdır.[60]
Bu konuda ŞeyhuM-İslâm İbn Teymiyye diyor ki: Ülkelerin hali tıpkı kulların haline benzer. Bazan kişi müslüman olur, bazan kâfir, bazan mümin, bazan münafık, bazan iyi ve takva sahibi, bazan ise facir ve şakî yani kötü olur. İşte insanların kalmakta oldukları yerler de aynen orada kalanların durumu gibidir. İnsanın küfür ve masiyet işlenen yerlerden iman ve itaat merkezlerine=yerlerine hicret etmeleri, tıpkı kişinin küfür ve masiyetten iman ve taate yönelik tevbe etmesi gibidir. İşte bu, kıyamete dek baki ve kalıcı olan bir iştir.[61]
4- İnsana yapılan işkence ve eziyetten dolayı firar edip kaçmak: Bu, Allah (c.c.) tarafından bir ikram ve fazilet olmaktadır ki, bunu kullarına bir ruhsat ve izin olarak vermiştir. Eğer kişi, herhangi bir yerde canı ile ilgili olarak bir korku ve endişe ile karşı karşıya ise, Allah (c.c.) bu kimseye oradan ayrılma ve uzaklaşma izni ve ruhsatı tanımaktadır. Böyle bir sakıncadan canını kurtarması için kaçıp kurtulmaya ve firara izin vermektedir. Nitekim ilk defa böyle bir şeyi yapan kişi Hz. İbrahim (a.s.)'dir. Kavminden korktuğu için şöyle demişti:
"Doğrusu ben Rabbim (inemrettiği yer)'e hicret ediyorum." (Ankebût, 29/26)
Yine şöyle demiştir: "Ben Rabbim e gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek, dedi."(Saffât, 37/99)
Nitekim işte Hz. Musa (a.s.), Allah (c.c.) kendisi hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Mûsâ korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. 'Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar' dedi." (Kasas, 28/21)[62]
5- Sağlık bakımından havası zararlı olan bir yerden daha temiz havaya sahip bulunan bir yere veya ülkeye hastalanma korkusundan dolayı ayrılmak. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.), Urenîlilere, Medine havasının iyi gelmemesi üzerine, buradan ayrılmak istemelerinde Merec denilen yere gitmelerine izin vermişti. Orada kalarak sağlıklarına böylece kavuşmuşlardı. Böyle bir durumdan sadece taun, veba salgını istisna tutulmuştur. Nitekim bu olay sahih hadisle de sabittir.[63]
6- Malı açısından korku ve endişesi olmasından dolayı firar etmek, kaçıp kurtulmak. Zira müslümanın malının saygınlığı tıpkı canının saygınlığı gibidir. Canına dokunulamıyacağı gibi malına da dokunulamaz. Aile ferdleri, yani çoluk çocuğu için de durum böyledir, belki bu, çok daha geçerlidir.[64]
Şimdi bütün bu anlatılanlara göre hicret ve hicret dışında diğer ameller ve sözler, Hz.Peygamber (s.a.v.)'in de buyurdukları gibi niyete göre değerlendirilir. Çünkü şöyle buyurmuşlardır: "Ameller niyyetlere göredir. Her kişi için niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne yönelik ise onun hicreti Allah'a ve Rasülünedir. Kimin de hicreti evleneceği (nikahlayacağı) bir kadına yönelik ise, o kimsenin de hicreti hicret ettiği şeyedir."[65]
[20] Şeyh Abdurrahman b. Sa'dî, el-Fetevâ es-Sa'diyye, 1/92.
[21] Bak. Önceki kaynak: 1/92.
[22] Ebû Davûd, Cihad, 95; Nesaî, Kaseme, 27; Tirmizî, Siyer, 1654.
[23] Tirmizî, . Siyer, 40; Sahîhu Camiu's-Sağîr, 6/279.
[24] A. b.Hanbel, Müsned, 4/99; Ebû Davûd, 3/7, H.2479, K.Cihad, Darimî, Siyer, 2/239. Sahihu Camiu's-Sağîr, 6/186, H.7346. Elbânî, hadis sahihtir, diyor. bk. A.Kadir Udeh, el-İslâm ve Evdâuna el-Kanûniyye, 81.
[25] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, 3/216.
[26] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'ân, 3/216.
[27] İbn Hazm, el-MuhalIâ, 3/139, 140.
[28] Muhakkik Şeyh Hamd b. Alî b. Muhammed b. Atîk, hicri 1227 'de "Zülfâ" denilen yerde dünyaya gelmiştir. Kur'an'ı hıfzetmiş, birçok gayretler göstermiş, önemli hizmetlerde bulunmuştur. "Fethu'l-Mecîd" adlı kitabın yazan Şeyh Abdurrahman b. Hasan Âl eş-Şeyh'ten öğrenim görmüş, devamlı onunla bulunmuştur. Ayrıca bu zatın dışında daha birçok alimlerden ders görmüş, böylece çalışmaları ve gayreti sonucu sayılı âlimler arasında yer almıştır. Kendisi Hare ve Eflaç'ta kadı olarak görev yapmıştır. Eserlerinden bazıları şöyledir: "İhtafut-Tendîd Şerhu Kttabi't-Tevhîd", "en-Necat ve'l-Fikâk ve'd-Difâ' an ehlis-sünneti ve'1-Etbâ.", "el-Farku'1-Mübîn beynesselefi ve İbnisseb'în". Hicrî 1310 yılında 70 yaşlarında iken vefat etmiştir. (Bak. Bessâm, Necd alimleri, 2/229)
[29] Bu kitabın adı: "ed-Difa an ehlissünneti ve'1-Etbâ (Ehli Sünneti ve tabilerini savunma". Bu kitap torunu İsmail b. Sa'd b. Atîk tarafından yayınlanmıştır.
[30] İbn Alîk, "ed-Difa..." adlı eseri, s.10-12. Hadis, Ebü Davûd, Cihad, 3/224. Sahihu Camiu's-Sağîr, 6/279, H.6062.
[31] İbn Teymiyye, "İiaiza'us-Sırati'l-Müstakîm, s.200. Bu ifadenin isnadı sahihtir.
[32] Burada sözkonusu edilen kâfirler, Medine dışındaki münafıklardır. Bunların bir kısmı Mekke'de kalmış, hicret etmemiş ye müşriklerle işbirliği yapmışlardır; bunlar miis-lümanlann düşmanları oldukları ve onlara karşı savaştıkları İçin bulundukları yerde imha edileceklerdir. {Çeviren. Bak. İfav, Meal, Nisa, 91. âyet meali dipnotu).
[33] İbn Atîk, "ed-Difa' " s.10-12.
[34] İbn Kesîr Tefsiri, 2/343. İbn Atik, "ed-Difa' ", s.13.
[35] Buharı, 8/262, H.4596.
[36] İbn Atîk, "ed-Difa' ", s.13-14; "Beyanü'n-Necât ve'l-Fikâk", s.70-72.
[37] Mücaa b. Mürare b. Sülemî el-Hanefî, Yemamelidir. Hanifeoğullarının liderlerindendir. Yemame gününde esir düşmüştür. Kendisi çok beliğ ve hikmetli konuşan biridir. Nitekim onun bu hikmetli ifadelerinden Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e söyledikleri şu ifadelerini örnek gösterebiliriz: "Eğer söz, ehil olmayanın ağzına düşerse, silah da,
kuşanmayacak kimsenin elinde ise, mal, infak etmeyenin yetkisinde ise artık işlerdeğerini yitirmiş demektir?' (el-îsabe, 3/362)
[38] Sürname b. Üsâl b. Numan b. Seleme el-Hanefî Ebû Ümame, Yemame'lidir. Bunun durumu esir alındığında Buhart'de dile getirilmektedir. Sonra müslüman olmuştur. İbn İshak kendisi hakkında şunları dile getirmektedir: "Sümame, Yemâme halkı dinlerinden irtidat edip dönmelerine rağmen, İslâm dininde sebat eden bir zattır. Kendisi ve kavminden onun yanında yer alanlar ayrıldılar, gidip Ala b. el-Hadremî'ye katıldılar. Bununla birlikte Bahreyn halkından mürtedlerle savaştılar. (el-İsabe, 1/203)
[39] ed-Difa' " s.16'dan naklen: Burada adı geçen kıssayı yazar "el-Fikak ve'n-Necat" adlı kitabında anlatarak, diyor ki: "Hz. Halid b. Velİd (r.a.), mürtedlerle (dinden dönenlerle) savaşmak üzere Yemame'ye yürüdüğünde, hareketinden önce oraya iki-yüz atlı öncü kuvvet göndermiş ve onlara şöyle emir vermişti: İnsanlardan gördüklerinizi yakalayın. Bunlar da, halkından 23 kişiyle birlikte Mücaa'yi yakaladılar. Hz. Halid'e getirildiklerinde, Hz. Halid'e şöyle dedi:
- Sen de biliyorsun ki, ben Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sağlığında yanına geldim ve müslüman olarak kendisine beyatte bulundum. Ben dün ne idiysem, bugün de o şey üzereyim (müslümanım). Eğer yalancı ise, bu kesinlikle bizden çıkmıştır. Çünkü Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." (Fatır, 35/18). Hz. Halid de şöyle konuştu:
- Ey Mücaa, esasen sen, dün üzerinde bulunduğun İslâmı bugün terk ettin. Senin hoşuna giden de bu yalancıların yaptığı iştir. Bundan dolayı ses çıkarmayıp susmandır. Zira sen Yemame halkının en güçlüsü ve soylususun. Benim öncülerim gelip sana erişti. Yolum sana kadar geldi, sen onu ikrar ettin ve onun getirdiğini kabul ettin, mademki durum böyledir de, sen niçin bir özür beyan etmedin, konuşacak bir şey de söyleyip konuşmadın, bir durum mu vardı? Bunun üzerine Sümame söz aldı, Mücaa'yi red ve inkâr etti. Aynı şekilde Yeşkürî söz aldı ve dedi ki:
- Şayet, ben kavmimden korkuyordum, diyecek olursan, o zaman bana gelseydin veya bana bir elçi gönderseydin ya? Bunun üzerine şöyle dedi: Bütün bunları affetmen mümkün değil mi ki? Ey Muğire'nin oğlu! Hz. Halid de şöyle konuştu:
- Senin canını bağışladım. Ancak, seni bırakmak da gönlüme çök ağır gelmektedir. (Beyanü'n-Necât ve'1-Fikâk, 68-70).
[40] İbn Kesîr Tefsiri, 2/343.
[41] ed-Difa', s.16. Burada Şeyh Hamd b. Atî'k'in anlattığı, M. Abdulvahhab'ın iki oğlu Hasan ve Abdullah'ın anlattıklarına tamamen uygundur. Bu konuda bunlara sorulmuş, onlar da böyle cevaplamışlardır. (Mecmuatu'r-Resail ve'1-Mesail en-Necdiyye, 1/39).
[42] Beğavî, ŞerhuVSünne, 10/246.
[43] el-Camiu'l-Ferîd"deki ifade böyle. Ancak ben araştırdım. Fakat bunu Müsned'de bulamadım.
[44] el-Camiu'l-Ferîd, 382.
[45] Bu değerli yazarlardan biri Muhammed Muhammed Hüseyin'dir. Önemli kitapları: el-Itticahatu'1-Vataniyye, İslâm ve Batı Kültürü, Kalelerimiz içerden tehdit altındadır. Ayrıca Şeyh Muhammed Lütfî Sabbağı'm da "el-İbtias ve Mehatiruhu" adlı pek önemli bir kitabı bulunmaktadır. Bu gibi kaynaklara başvur, özellikle de zikrettiklerimize.
[46] Fethu'1-Barî, 1/16.
[47] İbn Atîk, "ed-Difa' " s.18-19. Varaka Kıssası için Bak. İbn Hişam, Sîret, 1/254.
[48] İbn Kayyım, "er-Risalütü't-Tebûkiyye", 14-18.
[49] Bu zat Zeyd b. Hattab'ın çocuklarından İmam Hamd b. Muhammed b. İbrahim b. Hattab'tır. Künyesi Ebû Süleyman'dır. Kendisi muhaddis, fakih, şair, edip, dilcidir. Hakim en-Nisabûrî, bunun Öğrencilerindendir. Hicrî 319'da Kabil sınırlan içerisinde yer alan Best şehrinde doğmuş ve yine burada Hicrî 388'de ölmüştür. (Bak. Mealimüssünne, Mukaddime, 1/11. Ziriklî, A'Iâm, 2/273.
[50] Müsned, 4/99, Ebu Davud, 3/7, H.2479, Cihad, Darimî, Siyer, 2/239, Elbanî Sahi-hu Camiu's-Sağîr, 6/186, H.7346. Elbanî hadisin sahih olduğunu belirtiyor.
[51] Buhari, Cihad, 6/37. H.2825.
[52] Hattabî,Mealimüssüne 3/352. en-Nasih ve'1-Mensûh, s.207.
[53] İbn Kesir Tefsiri, 2/343.
[54] İbn Kesîr Tefsin, 4/40.
[55] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/352. Müslim, Cihad, 3, İbn Mace, Cihad, 38.
[56] îbn Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1/484. Müslim, Nevevt şerhi, 13/8. Kurtubî, 5/308.
[57] Mücaşi' b. Mes'ûd b. Sa'lebe, es-Sülemî, Buharı ve başkalarınin.ifadesine göre Rasûlüllah (s.a.v.) ile sohbeti vardır. Ebû Osman en-Nehdî ve başkaları kendisinden rivayette bulunmuşlardır. Cemel vak'asında öldürülmüştür, el-îsabe, 3/362. İbn Ku-teybe, Maarif, s.331.
[58] Buharı, Hicret, 6/189. H.3079. İmare, 3/1488, H.1864.
[59] İbn Arabi, Ahkamu'I-Kur'ân, 1/484-485.
[60] age. 1/484-485.
[61] Mecmuu Fetavâ, İbn Teymiyye, 18/284.
[62] İbn Arabî, Ahkamu'l-Kur'ân, 1/485.
[63] a.g.k. 1/485: Hadis için bak. Buharı, Tıb, 10/142. H.5686. Müslim, Kasame, 10. Taun (veba) ile ilgili hadis için bak. Buharî, 10/179, H.5728. Tıb, Müslim, Selâm, 4/1741. H.2219. Hadis şöyledir: "Bir yerde taun (veba) salgınını işittiğinizde oraya girmeyiniz. Siz, bulunduğunuz bir yerde taun salgını çıkarsa, oradan çıkmayınız (ayrılmayınız).
[64] Ahkamu'l-Kur'ân, 1/486.
[65] Buharî, Bed'ul Vahy, 1/9. H.1. Müslim, İmaret, 3/1515. H.1907.