seymanur K
Fri 23 September 2011, 04:49 pm GMT +0200
Hicret Olayı
İslami hareketin nüvesini teşkil eden peygamberlerin ve özellikle son Peygamberin tarih boyunca devam ettiği asıl gaye, bütün insanlara Rabbini tanıtmak, onları kullara kulluktan kurtarıp tek olan Allah'a ibadete bağlamaktır. Muhammed (s.a.v) bu görevi yerine getirirken, yeni ve faal, safları müşrik toplumdan tamamen ayrılmış bir toplum kurmak zorundaydı. Bu toplumun hedefi de Allah Resulü ile birlikte cahiliyeti tümden yoketmekti. Ancak bu faal toplumun öncelikle yapması gereken, gönlünü ve kalbini ailesinden, kabilesinden ve aşiretinden kurtarıp, Rasulullah (s.a.v)'a bağlamaktı. Bu yeni toplum ne kan ve neseb bağı, ne tarih ve lisan bağı, ne vatandaşlık ve milliyet bağı, ne de iktisat ve ekonomik bir bağ ile birbirine bağlı olabilirdi. Onlar sadece ve sadece akide ve inanç bağı ile bağlı olacaklardı. Zira bu bağın dışında kalan bütün bağlar sun'idir ve her zaman kopmaya mahkumdur.
İşte Allah Resulünün Mekke'deki onüç yıllık mücadelesi bu vasıflardaki cemaatı oluşturmaktı. Bu cemaat onüç yıl boyunca canı pahasına verdiği mücadeleden sonra şimdi de akide ve inancı uğruna evini barkım, ailesini, akrabalarını ve servetlerini terk ederek Medine'ye hicret etmek zorunda kalmıştı. Çünkü onlar için Mekke, yaşanmaz bir belde haline gelmişti. Artık o cemaat durdurulamazdı ve mutlaka İslami bütünüyle hakim kılmalıydı. Bu hareket için de en uyun ortam Medine'ydi.
Hicret olayında hareket noktasını belirlemek gerekirse, şunu bilmemiz gerekir ki, bir ülkede Allah'a ibadet ve itaat etmek, o ülkede Allah'ın dinini bütünüyle hakim kılmak imkansız hale gelmişse (bütün çabalara rağmen) o ülkeden uygun bir ülkeye hicret etmek gereklidir. Çünkü Allah'ın arzı geniştir. Mümin hiç bir zaman vatan ve millete değil, ancak Allah'a ve onun dinine bağlıdır. İslamın hakim olmadığı ülkelerde yaşayan müminlerin bu tercihi yapmaya ne kadar ihtiyaçları var.
Allah yolunda hicret, nefsin bütün isteklerinden kurtulmaktır. İnsanın tamah ettiği ve aşırı bir şekilde bağlandığı aile, kabile, vatan ve diğer sevdiklerini bir yana bırakarak sırf akidesini her şeye tercih etmesidir. Çünkü Allah'ın katında olanlar her şeyden değerlidir, üstündür. Ancak, yıllar boyu üzerinde yaşadığı vatanını, hısım ve akrabasını, kazanmış olduğu servet ve ticaretini bir anda terkederek, sadece sırtındaki elbiseyle vatanından ayrılmak sağlam bir akide ve kopmaz bir imana bağlıdır. Nitekim yüce Allah'ın hicret emri geldiğinde hemen herkes bu emre uyarak Medine'ye hicret ederken, bir kısım zayıf insanlar, malını ve ticaretini düşünerek, bir kısmı da korkaklık ve meşakkatten ötürü hicret etmemişlerdi. Ancak bunların içinde gerçekten mazur ve aciz olup, hicret edemeyecek durumda olanlar da vardı. Bunlar genelde kadın, ihtiyar ve çocuklardı. Allah Rasulu ile hicret etmeyen bu insanlar, Mekke'de müşriklerin şiddetli işkenceleri altında mahkum kaldılar. Mekke müşrikleri şimdi de hicret edenlerin acılarını kalan müslümanlardan alıyordu. Hele Kureyş'in ticaret kervanının basılması ve Bedir savaşında müslümanların kesin zaferle dönmesi zulüm ve işkence sahnelerini daha da arttırdı. Öyleki hicret etmeyip Mekke'de kalan müslümanların bir kısmı dinlerini terketrniş, bir kısmı da korkularından izhar etmek zorunda kalmışlardı. Hatta onların ibadetlerine iştirak etme zaruretini hissetmişlerdi. Halbuki Medine'de bir İslam topluluğu veya İslam devleti varken hicret etmeyip böyle pozisyonlara düşmek müminlere asla yaraşamazdı. İşte bu konuda yüce Allah onlar.
İhtar ederek şöyle buyuruyor:
"Nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman Melekler: "Ne yapıyordunuz?" (niçin hicret etmediniz) deyince 'Yeryüzünde biz zayıf kimselerdik' derler... Melekler de: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz yaderler... Onların barınacakları yer cehennemdir, o ne kötü bir dönüş yeridir. Erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalıp yol bulamayan zavallılar müstesnadır. İşte onları Allah'ın af etmesi umulur ve Allah affedendir." [144]
Görüldüğü gibi, hicret etmeyen müslümanlar, İslamın gölgesinde yaşanacak bir hayatı hicret etmemek suretiyle kendilerine haram kıldılar. O yüce, asil, hür ve şerefli hayatı kendilerine yasak kıldılar. Buna karşılık küfür yurdunun alçak, sefil, tutsak, vahşi hayatını seçtiler.
Yüce Allah'ın çaresiz kalmış müslümanları istisna etmesi sadece o devirdeki müslümanlara has bir olay değildir. Mümin her yerde ve her zaman benzer olaylarla karşı karşıya gelebilir. Onların yapması gereken, İslami harekete uymalarıdır. Ancak yeryüzünde sağlıklı bir İslam toplumu yoksa mümin bulunduğu toplumda inancını yaşar, ibadetlerini eda eder, ilahi emirler doğrultusunda İslamın kendisine yüklediği sorumluluğunu yerine getirir. Ama hiç bir zaman nefsine zulmederek başkalarına yaltaklık etmez ve onların dinlerine tabi olmaz.
Allah Rasulu ve beraberindeki ashabın hicret etmelerinin asıl amacı Allah'ın emrine uymaktır. Allah'ın razı olacağı hicret, sadece O'nun emriyle yapılan, O'nun rızasını kazanmak için yapılan hicrettir. Zengin olmak, şöhret kazanmak, kadınlara kavuşmak için yapılan hicret Allah rızası ile karıştırılmamalıdır. Hicret, zorluk ve meşakkatten kurtulmak, veya lezzet ve şehvete kavuşmak için yapılmaz. O seçkin insanlar bütün bunlardan uzak, sırf Allah için hicret ettiklerinden büyük nimet ve zaferlere kavuştular. Çünkü bu konuda yüce Allah:
"Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde bereketli yer ve genişlik bulur." buyurmaktadır.
Müslümanlar Allah Rasulu ile birlikte Mekke'de sefil, fakat şereflice bir hayata sahip oldukları halde, hicret olayı ile artık Medine'de fedakar Ensar'ın yardımlarıyla kocaman bir devlete sahip oldular. Allah Rasulu Medine'ye varır varmaz öncelikle Muhacir ve Ensan duvarın tuğlaları gibi birbirine kaynaştırdı, onları birbirine kardeş yaptı. Mal ve iaşe yönünden mahrum olan muhacirler, Ensar'ın cömertliği ve fedakarlığıyla kısa zamanda huzura kavuştular. Her bir Ensar bir Muhacir kardeşini alıp kucaklıyarak servetinin başına götürmüş ve servetini tereddütsüz ikiye bölerek muhacir kardeşine bahsetmiştir. Hatta Ensar'dar Saad b. Rebi, muhacir kardeşi olan, Abdurrahman b. Avf ı evine götürüp ona malının yarısını verdikten sonra, 'bak kardeşim, benim iki karım var. İstersen birini boşayayım sen de onunla ev sahibi ol' demişti. Fakat Abdurrahman bu teklifi teşekkürle reddetmişti. Abdurrahman, değil onun karısını boşatmak, onun malını dahi almak istememişti. "Bana yalnız çarşı yolunu göster yeter" demişti. Pazar yerini öğrenen Abdurrahman, bir miktar peynir süt alıp satarak geçimine razı olmuştu. İşte o gayretli muhacirler, Ensar'ın hazır malına konmaktansa, kendi el emeğiyle kazanıp geçinmeye razıydılar. Çünkü bu kazanç, kazançların en hayırhsıydı.
Allah Rasulu Medine'de muhacir ile ensar arasında ki kardeşlikten daha kutsal olan din kardeşliğini tesis ettikten sonra, Müslümanların din hürriyetine sahip olmaları, Medine'ye karşı yapılacak olan bir taarruzu bütün Medine halkı ile beraber püskürtmeyi ve yaşamlarını sağlam esaslara bağlamayı esas alan bir yasa hazırladı. Bu anayasa ile müslümanla bir devlet olma gücüne kavuşurlarken, Yahudiler (Beni Nadir, Beni Kureyza, Beni Kaynuka) yapmış oldukları anlaşma ile onların yaşayışlarını da bazı şartlara bağlamış oldular ki, bu anlaşmaya göre dünya ticaretini ellerinde tutan Yahudiler Kureyş'i himaye edemiyeceklerdi. Mekke müşrikleriyle yapılacak olan bir savaşta Yahudiler Müslümanları arkadan vuramayacaktı. Yahudilerle Allah Rasulünün yapmış olduğu bu anlaşma, dünya müstekbirlerinin gücünü asgariye indiriyordu. Yani Müslümanlar, artık Mekke'de olduğu gibi güçsüz ve sefil değil, güçlü ve iktidarı ellerinde tutan bir devlet oluvermişlerdi. Öyle ki artık müslümanların onayı olmadan Medine sitesinde kimse bir şey yapamıyordu.
Hicret olayı ile Medine'ye yerleşen müslümanlar kısa bir sürede Medine'nin düzenini sağlamış (camisiyle, okuluyla...), arkasından bir çok savaşlar, bir çok gazalar yapılmış, başta Mekke olmak üzere bir çok ülkeler feth edilmiş ve İslam toprakları alabildiğine genişletilmişti. Bu nedenle Mekke fethinden sonra gelen bir emirle hicret kaldırılmış, yerine cihad emri gelmişti. Cihad emri, din Allah'ın oluncaya kadar hükmünü koruyacaktır.
Günümüzde hicret olayını değerlendirirken; Mekke'nin hayat şartlarını günümüz hayat şartlarına kıyas ettiğimizde aynı ihtiyacın olabileceğini görmek mümkündür. Dün Mekke polisinin işkencelerine tahammül edemeyip dinleri uğrunda nasıl Habeşistan'a hicret etmişlerse, bugün de benzeri şekillerde emperyalizm ve siyonizmin askerleri tarafından işkence gören müslümanlar da gerekirse, (uygun bir ortam bulabilirlerse) hicret edebilirler. "Mekke fethinden sonra hicret yoktur" emrinin coğrafi ve siyasi konum itibariyle önemi hiç bir zaman gözardı edilemez.
Allah Rasulü hicret olayı ile Medine sitesinin temellerini sağlamlaştırdıktan sonra hicri ikinci yılda Yahudilerle muhatap olmaya başladı. Mekke'de Makam-ı İbrahim'de namazını kılan Allah Rasulu, Medine'de de onaltı aylık bir süreyle namazlarını Kudüs'e karşı durarak kılıyordu. Çünkü daha önce Makam-ı İbrahim'de durduğunda hem Kabe'ye, hem de Kudüs'e doğru yönelmiş oluyordu. Medine'de de Kudüs'e karşı namaza durması Yahudileri bayağı hoşnuş etmişti. Ancak hicri ikinci yılda ilahi bir emirle kıble Mescid-i Haram'da bulunan Kabe'ye karşı çevrilince, daha önce hoşnud olan Yahudiler küplere bindiler. Hatta bazı dar düşünen müslümanları dahi etkileri altına alabilmişlerdi. Yüce Allah bunları susturmak için:
"De ki doğu da batı da Allah'ındır. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder." [145]
İlahi emrini inzal ederek onları susturmuştur.
Kıblenin değiştirilmesi olayı bir çok hikmete mebnidir. Yahudilerin anlaşmalarına sadık kalıp kalmamaları, Yahudi, Evs ve Hazreçliler arasında bulunan münafıkların kendilerini ortaya koymaları bu hikmetlerden sadece iki tanesidir. Evet kıblenin değişimi hem Yahudilerin anlaşmalarında sadık olmadığını, hem de münafikların iç yüzünü ortaya çıkarmıştı. Çünkü bir takım olaylar olmadan kimin ne olduğu, samimiyet derecesinin ne kadar olduğunu kestirmek güçtü. Ama bir takım olaylar bir çok gizli sun rahatlıkla ortaya çıkaracaktır.
Bu olaydan çağdaş müslümanların da pay sahibi olmaları gerekir. İslamın hüküm ferman alacağı dönemlerde, bir çok insanlar menfaatları gereği müslüman görünebilirler. Ama emirlere itaat konusunda verdikleri tavizlerle müslümanlara ne kadar bağlı oldukları rahatlakli ortaya konabilir. Hiçbir nifak hareketi uzun yıllar gizli kalamaz,
mutlaka bir taraftan bir gün sırıtır. Bunun için daha ilk günden itibaren itaat konusunda gevşemeye başlayanları zorlu bir imtihandan geçirerek dayanma gücünü tesbit etmekte yarar vardır; sağlıklı bir hareket için kaçınılmazdır.
İslam hareketi hicret olayı ve Medineli ensarın yardımıyla yeni bir boyut kazandı. İslam, bir cemaat olmaktan çıkarak bir site ve devlet haline geldi. Darul harpten, darul İslama geçiş yaptı. Böylece Allah Rasulünün kurduğu İslam devletinin hangi esaslara dayandığını gösterdi. Allah'ın rasulu bu devletle, yüce Allah'ın gönderdiği dinin ne gibi fertler yetiştirdiğini, nasıl bir toplum meydana getirdiğini nasıl bir kültür ve medeniyet oluşturduğunu, toplumda nasıl bir ahlak ve fazilet anlayışı doğurduğunu, ekonomi, eğitim, siyaset, hukuk, adalet ve ticarette hangi ilkelere önem verildiğini, savaş ve barış kurallarının neler olduğunu, memleketleri fethettikten sonra kendilerine nasıl davramldığını, varılan anlaşmalara nasıl bağlı kaldığını, milletler arası ilişkilerde nasıl bir çizgi takibedileceği ve Allah'a kulluğun nasıl yapılacağını kıyamete kadar bütün nesillere öğretmiş oldu. [146]
[144] Nisa: 4/97-99.
[145] Bakara: 2/142.
[146] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 121-127.