- Helaller, Haramlar Ve Şüpheli Konular

Adsense kodları


Helaller, Haramlar Ve Şüpheli Konular

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Tue 12 January 2010, 04:15 pm GMT +0200
Helaller, Haramlar Ve Şüpheli Konular
Bu bölümde helal, haram ve bu ikisi arasındaki şüpheli konular ile helalin fazileti ve şüphenin kötülüğü gibi noktalar üzerinde dura­cağız. Helal ve haramla ilgili misaller verdiğimiz gibi bunu değişik misallerle açıklamaya ve akılların alabileceği kıvama getirmeye çalışacağız.

Ebu Hüreyre (ra) Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu ri­vayet etmiştir
: "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki faiz yemeyen hiç kimse kalmayacaktır. Yemeyene de tozundan bulaşa­caktır". [68] Şüphesiz Allah Teala en iyisini bilir, ama anladığımız ka­darıyla ´tozundan bulaşma´ ile kasdedilen; faiz alışverişinde bufros-mayan kimselerin dahi ister istemez ona bulaşmalarıdır. Tozun hef yere sızması gibi, faizi kazanç yolu olarak görmeyen, o yönde irade­leri bulunmayan kimseler dahi ondan uzak kalamayacaklardır. Bu, faizin gerçekten çok yaygın bir hal alacağını haber veren bir hadis­tir. Bu yaygınlık öyle bir seviyeye ulaşacaktır ki ondan sakınmak mümkün olmayacaktır

Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur
: "Faiz ile kazanılan bir dirhem, Allah katında islamın otuz zinetinden daha ağır (bir günah)dır". Allah Teala hiçbir konuda faiz yiyenlerle ilgili olarak vahyettiği tehditlere benzer derecede tehditte bulunmamış­tır. O´nun faiz yiyenlerle ilgili tehditlerinde iki temel husus işlen­mektedir:

İlki, Allah´a ve Resulü´ne (sav) savaş açmak;

İkincisi, ise cehennemde ebedi kalmaktır.

Her ikisini birden şu ayet-i kerimede görmekteyiz:
"Ey İman edenler, Allah´tan korkun ve eğer müminlerseniz faiz olarak artanı bırakın". (Bakara/278) Görüldüğü gibi Allah Teala, faiz olarak ar­tanı bırakmayı imanın şartı olarak koymuştur.

Burada bir şart cümlesi sözkonuşudur. Bunun karşılığı ise şöy­le gelmektedir:
"Eğer böyle yapmazsanız, Allah´a ve Resulü´ne sa­vaş açtığınızı bilin". (Bakara/279) Bundan sonra ise alınan faizden dolayı muhakkak tevbe edilmesi gerektiği bildirilmektedir: "Eğer faizcilikten tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Böylece ne zulmeder, ne de zulme uğrarsınız". (Bakara/279)

Allah Teala faizin haramlığını şu ayet-i kerime ile de açık ola­rak teyid etmiştir
: "Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı". (Baka­ra/275) Bütün bu açıklama ve tehditlerden sonra.da ebedi cehen­nem tehdidini vazederek şöyle buyurmuştur: "Her kim de (faizcili­ğe) dönerse, işte onlar cehennem sakinleridir ve orada ebedi kala­caklardır". (Bakara/275) Bu ayet-i kerime, hitab-ı ilahinin en sert­lerinden ve azabın en ağırlarından birini ihtiva etmektedir.

ibni Mesud´dan (ra) şu hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
Helali aramak, farzın üstündeki farzdır". Görül­düğü gibi Allah Resulü (sav) ilmi arama ile helali aramayı farziyet bakımından aynı derecede değerlendirmiştir. Her ikisi için de ara­ma ve talepte bulunmak müslüman için gereklidir.

Temiz kazanç için helalini aramak, cahil kimse için ilmi aramak ve öğrenmekle aynı Önemdedir. Diğer taraftan herhangi bir fiil farz kılındığı zaman, onun bu özelliği kıyamete dek baki kalır. Bir şeyi aramak emrolunduğunda, bu onun varlığına delalet eder. Dolayı­sıyla aslen olmayan bir şeyi aramak bize farz kılınmaz.

Buna göre helal, bize farz kılınması ve aramamızın emredilme-si bakımından mevcuttur. Ama helale giden yol dardır. Onun teza­hürleri çoğu kimseye gizlidir. Helali arayıp bulmaktada bir takım sıkıntılar sözkonuşudur.

Netice itibarıyla helali arama ve helale uygun hareket etme in­sanlara ağır gelen ve nadir görülen davranışlardır. Öte yandan he­lal için yardımcı olanlar da harama göre çok azdır. Helalin ardın­dan gidenler yalnızlardır. Bunlar, nefslere hoş gelmeyen hususlar­dır. Ama şunu unutmamanız gerekir ki, hoşunuza gitmeyen nice şeyler, sizler için daha hayırlı olabilir.

Farzlar için vazedilmiş bir takım ilim ve hükümler mevcuttur. Bunların ilimlerini bilmeyenler, hükümlerinin gereklerini de yapa­mazlar. Dolayısıyla onları hiç bilmeyenler gibi bir konumda olurlar. Ömer (ra) pazar esnafına deyneği ile dokunur ve şöyle derdi: Bizim pazarımızda ancak fıkıh bilgisi olanlar ticaret yapabilir. Aksi halde hata ile olsun faize bulaşabilirler. Ulemadan bir zat ise şöyle de­miştir: Önce fikıh Öğren, sonra pazara gir ve alışveriş yap.

Allah Resulü´nün (sav) "İlini öğrenmek her müslüman üzerine farzdır"[69] buyruğunun açıklamasında şöyle denilmiştir: Burada kasdedilen helal ve haramı, almayı ve satmayı öğrenmek, bunlarla ilgili hükümleri bilmektir. Kişi ticarete girmek istediği zaman, bunları öğrenmesi kesinlikle farzdır. Bir rivayette şöyle denilmek­tedir: Ailesini helalinden geçindirmek için koşturan kimse, Allah yolunda cihad eden mücahid gibidir. Dünyalığı iffet içinde helalin­den isteyen kimse de şehidlerin derecesinde yer alır.

Denildi ki: Kulun helalinden yediği ilk lokma, geçmiş günahla­rının bağışlanmasına vesile olur. Rızkın helalini arama noktasında elinden gelen her türlü çabayı gösteren kimsenin günahları, kış mevsimi kuruyan yaprakların dökülmesi gibi dökülür gider.

Ulemadan bir zat mücahidlerden birine şöyle demişti
: Kahra­manlara yakışan helal kazanç ve aileye bakma uğraşında hangi noktadasın?

Şuayb b. Harb ve diğerleri de şöyle demişlerdir:
Helalinden ka­zanıp kendine, ailene veya dostlarından birine sarfettiğin bir kuru­şu dahi küçük görme! Umulur ki o kuruş senin veya başka birinin midesine girmeden çok önce günahlarının bağışlanmasına vesile olmuş olabilir.

Konuyla ilgili nakledilen rivayetlerden birinde de şöyle denil­mektedir: Her kim kırk gün boyunca helal yerse, Allah Teala onun kalbini nurlandırır ve oradan hikmet pınarları akıtır. Bu sözün başka bir şeklinde ise, ´Allah Teala onu dünyada zahid kılar* ifade­si geçmektedir. Denildi ki: Her kim helal yer ve sünnet dairesinde amelde bulunursa, bu ümmetin abdal zümresindendir.

Sehl (ra) şöyle derdi:
Kul, titizlik içinde helal lokma yemedikçe imanın hakikatine eremez.

İbrahim b. Edhem (ra) ve Fudayl b. Iyaz´dan (ra) ise şu söz nak­ledilmiştir:
Büyüklük; haccetmek, cihad etmek, oruç tutmak ve na­maz kılmakla olmaz. Bize göre büyüklük, mideye gidenleri sıkı tut­maktır. Onların bu ifade ile kasdettikleri, mideye helalden başka­sını sokmamaktır.

Yusuf b. Esbat, Şuayb b. Harb´e şöyle demişti
: Farkettin mi, ce­maatle namaz kılmak sünnet iken helal kazanmak farzdır? O da, ´Evet´ dedi.

Adamın biri İbrahim b. Edhem´e (ra) şöyle bir soru sormuştu:
Ben rızkını pazarcılıktan temin eden biriyim. İşim esnasında cema­atle namazı kaçırdığım oluyor. Sana göre cemaatle namaz mı, yok­sa ticaretimle uğraşmam mı daha sevimlidir? İbrahim (ra) şöyle ce­vap verdi: Helal kazandığın sürece cemaatte sayılırsın!

İbrahim b. Edhem (ra) ve yarenleri bir Ramazan ayında hasat­ta çalışıyorlardı. O, dostlarına şöyle diyordu: Gündüz vakti işiniz­de dürüst olun ki rızkınızı helalinden yiyebilesiniz. Gece namazı kılmasanız da, size cemaatte namazın ve gece namazının sevabı ve­rilecektir.

Selef-i Salih´ten bir zat şöyle demişti
: İnsan için en faziletli olan üç husus şunlardır: Sünnete uygun amel etmek; Helalinden kaza­nılan dirhem; Cemaatle kılınan namaz.

Sehl (ra) şöyle derdi
: Yolumuzun hakikatine ancak şu dört şey­le ulaşılır: Farzları sünnete uygun olarak eda etmek; Vera´ ve titiz­lik içinde helal yemek; zahirde ve batında yasaklardan sakınmak; Ölünceye dek bunlarda sebat ve sabır göstermek.

Yine o, şöyle demişti
r: Yemeği helal olmayan kimsenin kalbin­deki perde kaldırılmaz, kalbindeki azaba son verilmez. Böyle biri Allah Teala´nın affı olmazsa ne namazı, ne orucu önemser.

Sehl (ra) şöyle derdi
: Melekûtunun müşahedesinden ve vuslat­tan mahrum edilmenin nedenleri şu ikisidir: Haram yemek ve ya­ratılmışlara eziyet etmek. O, şöyle demiştir: Hicret´in üç yüzüncü yılından sonra hiç kimsenin tevbesi kabul olunmaz. ´Neden?´ diye sorulduğunda şu cevabı verdi: Çünkü ondan sonra ekmek bozulur ve bu tarihten sonra gelenler rızıkta sabır göstermezler.

Ebu Bekir-i Sıddık´tan (ra) Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir:

"Haramla beslenen hiç bir beden cennete giremez. Cehennem ona daha layıktır[70]

Rivayete göre Ebu Bekir-i Sıddık (ra) azatlı hizmetçisinin ka­zancıyla aldığı bir yemek yemişti. Ardından ona bu yemeğin para­sını nereden kazandığını sordu. O da, ´Filan kimsenin hastasını okuyup üfledim ve bunun karşılığında para aldım. -Başka bir riva­yette- Filan kimse için kehanette bulundum´ dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir (ra) parmağını boğazına sokarak kustu ve yediklerini ta­mamen çıkarmaya çalıştı. Sonra da şöyle dedi: Allahım! Damarla­rıma ve bağırsaklarıma karışanlar için Sen´den özür diliyorum. Bu husus Allah Resulü´ne (sav) haber verildiğinde şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Sıddık´m midesine helalden başkasını koymaya­cağını bilmez misiniz?".

Rivayete göre Sa´d b. Ebi Vakkas (ra) Allah Resulü´ne (sav) rica­da bulunarak duasının kabul edilmesini için niyazda bulunmasını istemişti. Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu: "Ey Sa´d! Yediğin helal olduğunda duan da kabul edilen dua olur".

Alimler şöyle demişlerdir: Yenilen lokmanın haramhğı, duanın semaya ulaşmasını engeller. Denildi ki: Kul lokmasını ıslah edip amelini düzeltmedikçe Allah Teala onun duasına icabet etmez. Se­leften bir topluluk da şöyle demiştir: Cihad on kısım olup bunların dokuzu helal kazanmakla ilgilidir.

Ali b. Fudayl babasına şöyle demişti: Babacığım, helal çok mu kıttır? Babası da şu cevabı verdi: Oğlum, kıt bile olsa onun azı Allah katında çoktur. Denildi ki: Karnında haram lokma veya sırtında ha­ramla dikilmiş bir giysi bulunan kimsenin namazı kabul edilmez.

Seleften bir zat şöyle demiştir: Ey miskin! Oruç tuttuğun za­man kimin evinde iftar ettiğine ve kimin ekmeğini yediğine iyi bak! Çünkü kul öyle bir yemek yer ki onun yüzünden kalbi eğrilir ve de­rinin değişmesi gibi değişerek eski haline bir daha asla dönemez.

Bu söz, Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen şu hadisin iki yo­rumundan da biri olmaktadır:
"Nice oruç tutan vardır ki oruçtaki nasibi aç susuz kalmaktır". [71] Denildi ki: Bu, iftarım haramla açan oruçlunun halidir.

Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Helal olmasına rağmen övünmek ve biriktirmek maksadıyla dünyalık peşine düşen kimse, Allah Teala´nm huzuruna O´nun öfkesi üzerinde olarak çıkar.

Selef-i Salih´ten şöyle bir haber nakledilmişti
: Vaiz veya uyarı­cı, insanlara bir şeyler anlatmak için oturup kendini buna atadı­ğında ilim ehline bu kimsenin meclisine katılmanın hükmü soru­lurdu. İlim ehli de şöyle derdi: O kimse hakkında şu üç hususu araştırın: İtikadının sıhhati; Aklının olgunluğu ve yediği lokma.

Eğer bidatlara inanan biri ise onun meclisine asla oturmayın. Çünkü o, şeytanın diliyle konuşacaktır. Eğer lokması helal değilse iyi bilin ki arzularına uygun olarak konuşacaktır. Eğer aklî olgun­luğu tam değilse, o zaman da sözleriyle İslah etmekten çok ifsad edecektir. Böyle birinin meclisine de katılmayın.

Meclisine oturulacak kimsenin bu şekilde titizlikle araştırılma­sı, günümüzde kaybolmuş bur sünnettir. Bu sünnetin gereğini ya­panlar, onu ihya etme şerefini kazanacaklardır.

Allah Resulü (sav) dünya için hırslananlardan bahsedip onları kınadıktan sonra şöyle buyurmuştur:
"Değişik diyarlarda dur du­rak bilmeden dolaşan saçı başı dağınık üstü başlı tozlu nice kimse vardır ki yedikleri haram, giydikleri haramdır. Onlar haramla bes­lenirler. Namazda ellerini kaldırarak ´Ey Rabbim! Ey Rabbim!´ di­ye dua ederler ama kendilerine asla icabet edilmez".

İbni Abbas´m (ra) Allah Resulü´nden (sav) şunu rivayet ettiği nakledilmiştir:
"Allah Teala´nın Kudüs üzerinde bir meleği vardır. O her gece şöyle seslenir: Her kim haram yediyse, onun ne nafile, ne de farz ameli kabul edilir!".

Ebu Hüreyre (ra) ise Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Mide, bedenin havuzudur. Damarlar ona doğru giderler. Mide sıhhatli olduğunda ona gelen damarlar da sağlıklı olur. Mide hastalıklı olduğunda ona doğru gelen damarlar da has­talıklı olur". Yenilen lokmanın din açısından konumu, bina açısın­dan temelin konumu gibidir. Temel sağlam olduğu zaman, üzerin­de yükselen bina da sağlam olur. Temel zayıf olduğu zaman bina bir süre sonra sallanmaya başlar ve çöker.

En güzel Yaratıcı şöyle buyurmaktadır:
"Binasını, Allah´a karşı gelmekten sakınma ve O´nun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır; yoksa binasını, yıkılmak üzere olan bir uçurum kenarına kurarak onunla beraber cehenneme yuvarlanan mı?" (Tevbe/109)

Bir hadis-i şeriflerinde Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Haram mal kazanan kimse onunla sadaka ver­se dahi kendisinden kabul edilmez. Ardında bıraktığı ise cehenne­me götüreceği azık olur". Allah Teala buyurdu ki: "Mallarınızı ara­nızda batıl (yollarla) yemeyin ve kendini öldürmeyin". (Nisa/29) Bu ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle denilmiştir: Haram lokma yiyen kimse kendi kendini öldürmüş olur. Çünkü bu, onun helakine ve ahirette de azap görmesine neden olacaktır.

Ali (kv) ve diğerlerinden nakledilen meşhur sözlerden biri şöy­ledir:
Dünya malının helali için hesap, haramı için azap vardır! Yu­suf b. Esbat ve Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demişlerdir: Şüpheli husus­larda anne babaya itaat gerekmez.

Fudayl b. Iyaz (ra) şöyle demişti
r: Helal rızık peşinde koşan ki­şiyi Allah Teala sıddıklarla beraber diriltecek ve onu şehidler mer­tebesine yükseltecektir.

Ebu Süleyman ve diğer alimler de şöyle demişlerdir:
Helal ka­zanmaktan utanç duyan kimse asla kurtuluşa eremez. "Onun için güç bir geçim vardır" (Taha/124) ayetinin tefsirinde şöyle denilmiş­tir: ´Güç geçim´ ile kasdedilen haram lokmadır. "Ona güzel bir ha­yat yaşatırız" (Nahl/97) ayetinin tefsirinde ise burada kasdedilenin helal rızık olduğu söylenmiştir.

Allah Teala buyurdu ki
: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızık-larm güzellerinden yiyin" (Bakara/172) Burada kasdedilenin, lıela-linden yiyin´ olduğu söylenmiştir. Yine O, peygamberlerine hitaben şöyle buyurmuştur: "Ey Peygamberler! Güzel rızıklardan yiyin ve salih amel işleyin". Görüldüğü gibi Allah Teala peygamberlerine salih amel işlemeyi emretmeden önce helal yemeyi emretmiştir.

Ulemadan bir zat şöyle demişti: Amellerin zekatı helal yemekle verilir. Yenilen yemek ne kadar helal olursa, yapılan amel de o ka­dar temiz ve faydalı olur.

Bişr b. Hars (ra) Ahmed b. Hanbel´i (ra) andıkça şöyle derdi:
O, üç hasletiyle benden üste çıkmıştır: Ailesine karşı sabır ve taham­mülü ki ben buna tahammül edemedim. O, helal rızkı hem kendisi, hem de başkaları için kazanmaya çalışırdı. Ahmed (ra) şöyle derdi: Temiz rızıkları terketmemin sebebi, dünyalık hakkındaki zühdümden değil, onları alacak helal parayı kazanamayışımdan-dır. Eğer helal param olsa, onları alır ve afiyetle yerdim.

Zahir uleması şöyle derlerdi: Helal on kısımdır. Alimler arasın­da helalin yedi kısım olduğunu söyleyenler de olmuştur. Ama bun­ların tamamı temelde şu üç kışıma dayanmaktadır:

1. Doğrulukla yapılan ticaret;

2.
Dürüstçe icra edilen zanaat;

3
. Meşru bir hükme dayalı bağış;

Bağış, dört kısma ayrılır: a. Savaşmadan elde edilen ganimet payları; b. Miras yoluyla gelenler; c. Gönül hoşluğuyla yapılan hi­beler; d. Hakiki fakirlikten dolayı alman sadakalar.

Bunların hemen tamamının çerçevesi ve bel kemiği şudur: He­lal, iki farklı anlama gelen bir fiilden türemiştir. Bunların ilki zul­mün çözülüp yayıldığı şey anlamında kullanılmasıdır. İkincisi ise, ilmin hakim olduğu şey anlamında kullanılmasıdır. Zulmün çözü­lüp yayıldığı şeyin talep edilmesi sözk´onusu değildir. İlmin hakim olduğu şey ise, mübahlık.ve emrin hakim olduğu şeydir.

Alimlere göre ´helal´; yapılması ve alınmasıyla Allah Teala´ya is­yan konumuna düşülmeyen şeydir. Bâtın uleması ise onu şöyle ta­rif etmişlerdir: Başında Allah Teala´ya isyan edilmeyen, sonunda Allah Teala´nm unutulmadığı, yapılması esnasında O´nun anıldığı ve bitirilmesinden sonra O´na şükranda bulunulan şeydir.

Sehl (ra) kendisine ´helal´in ne olduğu sorulduğu zaman şöyle derdi: Helal, ilimdir. Bir defasında da şöyle demiştir: Kul, gökyüzü­ne doğru ağzını açsa ve içine tek bir yağmur damlası düşse, o da bu damladan aldığı güçle Allah Teala´ya isyanda bulunsa veya O´na itaatini gösteren bir amelde bulunmasa, o damla dahi kendisine helal olmaz.

İlim ehlinden bir topluluk şöyle demişlerdir: İnsanlara karşı yapmacık davranan veya gösterişte bulunan kimsenin yediği ha­ramdır. Çünkü o, eda ettiği amellerde Allah Teala´ya karşı dürüst değildir. Tevhid ehlinden bir zat şöyle demiştir: Allah Teala´nın bir şekilde müşahede edilemediği hiç bir şey helal olmaz. Allah Te­ala´nm verdiği rızıkta kulları O´na ortak koşan kimsenin durumuşüphelidir. Hüküm bakımından helal görünse de şüphe ortadadır. Onlar bu fikirde İsa Peygamber´in (as) şu sözüne dayanmaktadır­lar: ´Onlar Allah´ın verdiği rızkı yer ve bu rızıkta yarattıklarını O´na ortak koşarlar3.

Abdal zümresinden bir zat şöyle demiştir:
Helal, insanların el­lerinden alınmayan ve onların mülkiyetlerine intikal etmeyen şey­dir. Abdal zümresinden biri, sadece sahipsiz arazide yetişen bitki­leri yerdi.

Helalin adalet gereği olmasının izahı da şöyledir: Helal, zalim­lerin ellerinden alınmadıkça helaldir. Bir şeyin helal olabilmesi için, takva sahiplerinden alınmış olması gereklidir.

Konuyla ilgili olarak abdal zümresine mensup bir zat ile ilgili uzun bir kıssa anlatılmıştı:
O zatın birlikte seyahat ettiği avamdan biri kendisine yiyecek bir şeyler vermişti. O da, onun verdiği yiye­ceği yememişti. Bunun üzerine yememesinin sebebi sorulmuştu. O da şu cevabı vermişti: Biz, ancak helal yiyebiliriz. Kalbimizin isti­kamet bulmasının nedeni budur. Böylelikle kalplerimiz dünyevi ni­metlere karşı zühde yönelme hususunda sebat eder ve tek bir hal üzere devam eder. Biz de bu sayede melekûtun keşfine muktedir olur ve ahireti müşahede ederiz.

Sadece üç gün sizin yediklerinizi yesek, şu an sahip olduğumuz, yakin ilmine dair hiç bir şeye sahip olamayız. Buna sahip olamadı­ğımız gibi, korku ve müşahede halleri de kalbimizi terkeder... Kıs­sanın sonunda, yemek ikram eden kimse şöyle demişti: Ben de, her zaman oruç tutarım. Kur´an-ı Kerim´i her ay otuz kez hatmederim. Bunun üzerine abdal zümresinden olan zat şöyle demiştir: Beni içerken gördüğün şu süt çorbası, benim açımdan senin üçyüz rekat­ta otuz hatim indirdiğin amelinden daha sevimlidir. Çünkü o, vah­şi dağ koyunundan alınmış bir sütten yapılmıştır.

Bu söz üzerine yolculardan biri şöyle dedi
: Helal yeme hususun­da senin söylediklerine benzer sözler söyleyen abdal zümresinden bir zata şöyle demiştim: Siz abdal zümresinin mensupları, helal rızkı buluyor ama onu diğer müslüman kardeşlerinize yedirmiyor-sunuz? Neden?

O zat şöyle cevap verdi: Bizim halimiz, insanların geneli için uy­gun değildir. Çoğunluk bununla emrolunmamıştır. Eğer herkes bizimki gibi helal yemeye yönelseydi, memleket çöker, çarşı pazar bo­şalır ve şehirler viraneye dönerdi. Böyle davranmak, azınlığın için­de bir azınlığın, havas içinde havassın işidir.... Söyledikleri bu şe­kilde veya bu anlamdaydı.

Ulemadan bir zat şöyle demiştir: İçinde hiçbir kuşkuya mahal bırakmadan helal olan şeyler şunlardan ibarettir: Göl suyu, kimse­ye ait olmayan arazide biten sebze ve meyva, salih bir dosttan alı­nan hediye ve takva sahibi biriyle doğruluk ve dürüstlük gözetile­rek yapılan ticaretle elde edilen kazanç.

Ahmed b. Hanbel (ra) yıllar boyunca gezilerinde kendisine refa­kat etmiş olan Yahya b. Ma´in´le beraber yemek yemezdi. Bunun ye­gâne sebebi ise Yahya´nın söylediği şu sözdü: Ben kimseye bir şey sormam. Şeytan bile bir şey vermiş olsa, onu yerim. Bu söz üzerine Ahmed b. Hanbel (ra) kendisini terketmiştir.

Yahya ondan özür dilemiş ve ´Ben sırf şaka yoluyla böyle dedim´ demişti. Ahmed b. Hanbel (ra) bunun üzerine şöyle dedi: Dinde mi şaka yapıyorsun? Bilmez misin ki Allah Teala helal yemeyi salih amelin bile Önüne almış ve şöyle buyurmuştur: "Temiz rızıklardan yiyin ve salih ameller işleyin". (Müminun/51)

Vera´ ehlinden biri şöyle derdi: Kırk yıldan beri mideme sadece nereden geldiğini bildiğim su girmiştir. Bir diğeri ise şöyle derdi: Altmış seneden beri, kaynağını bilmediğim hiç bir şey yemedim.

Vehb b. el-Verd sadece kaynağını bizzat kendisinin bildiği veya iki adil şahidin sıhhati yönünde şahitlik ettiği şeyleri yerdi.

Bişr (ra) şöyle derdi: Yoksulllaşan kimse acıkır. Gaflete düşen kimse ise tıka basa doyar. Alimlere göre dünya malını helalinden arayan kimse, şüpheli yiyecekleri yiyen kimselerden daha zahid sayılır.

Denildi ki: Yediği lokmanın nereden geldiğini önemsemeyen kimsenin, Allah Teala da cehenneme hangi kapıdan sokulacağını önemsemez. Bunun Tevrat´ta yazılı olduğu söylenmiştir.

armi
Tue 12 January 2010, 04:20 pm GMT +0200
Helal şüpheden Nasıl Ayrılır?

Bu meselede asıl olan Nu´man b. Beşir*den (ra) rivayet edilen şu hadis-i şeriftir:
"Helal açıktır, haram açıktır. Bu ikisi arasındakiler şüphelilerdir. İnsanların çoğu bunları bilemez. Her kim onları terkederse dinini ve ırzını pak kılmış olur. Korunan bir yerin çevresin­de dolaşan kimsenin ona bulaşması yalandır. Her kralın korunan bir yeri vardır. Allah Teala´mn yeryüzündeki korunan yeri ise koy­duğu haramlardır"[72]

Bu hadisle ilgili olarak, ´Hmin üçte biridir* denilmiştir. Hadise göre helal açık ve herkesin kesin olarak bilebileceği şeylerdir. İlim sahibi her müminin kalbi helal hakkında kanaat ve itmi´nan sahi­bidir. Haram da aynı şekilde açık ve kesinlik üzere herkes tarafın­dan bilinen şeylerdir. Müslümanlardan hiç kimse onun üzerinde farklı görüşte olamaz.

Haram, müminin kalbinin soğuduğu ve tiksinti duyduğu şeydir. Bazı kalpler, vera´ eksikliğinden dolayı birtakım haramlardan tik­sinti duymayabilirler. Bazıları da ilimlerindeki eksiklikten dolayı helal olan şeylerden soğuyabilirler. Bu iki tür insanın yaklaşımları hüküm vermede değerlendirmeye alınmaz.

Helal ve haram hükümlerinde itibar edilen kalp öyle bir kalptir ki melekût madenlerinin vurulduğu mihenk gibidir. O, yakinî iman ve ilim sahibi müminin kalbidir. Kalpler arasında böyle bir kalp, madenler arasında çok nadir bulunan saf altın gibidir.

Seleften bir zat, Allah Teala´mn "Biz, işledikleri günahlardan ötürü zalimlerden kimini kimine musallat ederiz" (En´am/129) buy­ruğunun tefsirinde şöyle demiştir: Halkın amelleri fesad bulunca, başlarına yaptıkları amellere çok benzeyen yöneticiler koyarız. Ulemadan bir zat da benzer anlamda şöyle demiştir: İnsanların dinleri fesada uğrayınca, rızıkları da fesada uğrar.

Helaller ile haramlar arasında yer alan şüpheli hususlar ise de­ğişik şekillerde kendini gösterir: Bunlardan biri, bir açıdan helale daha çok benzeyen, onunla karışarak ayrışması güç halde olandır-Şüpheli şeyler, batın ilminde bir açıdan helalliğinin delillendirile-bileceği şeyler de olabilir. Bunlar hüküm itibarıyla helaldirler. An­cak vera´ ve titizliğin gereği, bunlardan uzak durmaktır.

Şüpheli şeyler, zahir alimleri tarafından mubah görüldükleri halde, batın alimleri tarafından mekruh görülen şeyler de olabilir. Batın ulemasının bu tavrı, bu tür şüpheli şeylerin kalpleri tesir vehakimiyeti altına alma endişesidir. Kalbin huzur ve itmi´nan bul­madığı şeylerden uzak durmak gerekir.

Bunun en güzel izahını Allah Resulü´nün (sav) şu hadisinde görmekteyiz: "Siz davalarınızı bana getiriyorsunuz. Belki biriniz, delilinde oynama yapmış olduğu için, kendisinden dinlediğime gö­re lehine hüküm vermiş olabilirim. Halbuki o, söylediğinin aksinin doğru olduğunu bilmektedir. Her kime bu şekilde kardeşi aleyhine hüküm vermişsem -bilsin ki- ona ateşten bir parça kesip vermişim­dir [73] Allah Resulü (sav) bu hadisinde davaya konu olan işlerde za­hire göre hüküm verdiğini haber vermiş ve diğer insanlardan giz­lenen batını durumları söz sahiplerine havale etmiştir. İfadelerinin vebali kendilerine aittir.

Delillerinin açık olmayışı veya lehte aleyhte birbirlerine denk olmaları nedeniyle ihtilafa düşülen hususlar da şüphe kapsamına girer. Gözünüzün bizzat görmediği şeyin yokluğunu kesin olarak söyleyebilirsiniz.

Helal ve haram, alimlerin üzerinde ittifak ettikleri, delillerin açık bir şekilde ortaya konulduğu hususlardır. Şüphenin bir türü de, sebebi helal olmasına ve hükmünün bulunmasına rağmen kay­nağı meçhul ve helalliği yakinî olarak bilinemeyen hususlardır. Şüphenin bir başka şekli de, hükümlerden bir kısmını eda etme keyfiyetinin yokolması veya kula ulaşma vasıtasının sağlıksız ol­ması halleridir. Kul, bunlara cehaletle veya nefsi afetlerden bir afetle ulaşmış olabilir.

Şüpheler, yukarıda belirttiğimiz türleri dışında helal veya hara­ma yakınlıkları bakımından da taksim edilirler:
Helale yakın olan­lar helalliği şüpheli olanlar, harama yakın olanlar haramlığı şüp­heli olanlar ve takribi şüpheler şeklinde tasnif edilirler.

Helal, batın uleması tarafından üç derecede değerlendirilmiştir:

1. Helal- Kâfi ki avama özgü olan ve açık hükümle bilinen he­lalleri ihtiva eder.

2. Helal-ı Safî ki havassa özgü olan helalleri ihtiva eder ki bun­lar, delilleri açık, sebepleri yüce ve sünnet-i nebevinin tezahür etti­ği helallerdir.

3. Helal-ı Şâfi ki havassın havassma özgü olan helalleri ihtiva eder. Bunlar, kaynağının ve kaynağın kaynağının bilindiği, yakin sahiplerinin huzurunda cari olup cehaletin asla bulaşmadığı helal­lerdir.

Helaller derecelendiği gibi şüpheler de bunlara paralel olarak derecelenmiştir.

Harama gelince, günaha dalmış fasıkların yemeğini yemek, o yemeğin peşinde koşmak, başkalarına yedirmek ve onu elde etmek için yardımlaşmak günah ve fısktır. Böyle bir yemeğe alışan kimse de, günahkâr bir fasıktır. Çünkü bu, büyük günahlardandır.

Müslümanların bu tür rızka ihtiyacı olmadığı gibi, böyle bir rı-zık onları zengin de kılmayacaktır.

Helal; Kitab, Sünnet, hükümler ve muhtelif vasıta ve tezahür-leriyle ilim tarafından helal görülen şeydir. İlmi bakımdan tasarru­fu mubah olan şeydir. Müslümanlar ona ulaşmayı hedeflediği gibi takva sahipleri de onu yemeye çalışırlar.

Helal, salihlerin makamlarından biridir. Onu elde etmek için çaba sarfetmek cihad, onu ikram etmek hayır, onu kazanmak için yardımlaşmak takva ve onu yemek ibadet sayılmıştır. Helale ahşan müslüman, takva sahibi bir mümin olarak görülür.

Şüphe; alimlerin ihtilaf ederek üzerinde ittifak etmedikleri» iç­yüzü bilinmeyen, delillerin bulanıklığı veya delil çıkarma şeklinin kuşkulu oluşu yüzünden kesin hükmü bilinemeyen hususlardır. Şüpheler, net ve kesin bir şekilde açık olmayıp zahir alimleri ve.ve-ra´ ehlinin üzerinde hemfikir olamadıkları şeylerdir.

Nitekim Allah Resulü (sav) şüphe hakkında şöyle buyurmuştur:
"İnsanların çoğu onun (hükmünü) bilemez".[74]Müslümanların ge­nelinin yedikleri bu kısma girer. Bu tür bir nzıkla karşılaştığınız­da ondan ihtiyacınızı ve zaruretinizi giderecek kadar alın. Böyle yaparak fazilet sahibi olursunuz. Böyle davranmakla vera maka­mında da bir yere sahip olursunuz.

Bu tür şüpheli hükmündeki rızkı biriktirmek maksadıyla alma­nız ve istiflemeniz mekruhtur. Mümkün olduğu takdirde bırakmanız daha faziletlidir. Çünkü bununla ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Şüpheyi terkeden, dini için nezih olanı yapmış olur".

Hadiste geçen ´istibrâ kelimesi, nezaheti arama, temizlenmek iste­me, dininin sıhhati için araştırma ve ihtiyatlı olma anlamındadır.

Denildi ki: İman nezih ve temizdir. Müminler iseniz siz de ne­zih ve temiz olun. Tenezzüh=Nezih olma´Arap dilinde pisliklerden ve bayağılıklardan uzaklaşma anlamında kullanılır. Bir bakıma benzer bir mana içeren pikniğe ve kıra gitmek için de ´tenezzüh´ ke­limesi kullanılmış ve bununla insanlardan ve şehrin pisliklerinden uzaklaşma çabası ifade edilmiştir.

Hadisin devamında gelen "Namusu için" ifadesi ile kasdedilen, yukarıda anlattığımız şekilde davranmanın dini nezahet ve temiz­lik olduğu kadar kişinin namusu için de bir nezahet ve temizlik ifa­de etmesi hususudur. Böylelikle diğer insanların o kimse hakkında kötü konuşmaları veya herhangi bir çirkinliği ona isnad etmeleri ihtimali de ortadan kalkar.

Daha Önce de ifade ettiğimiz gibi şüphe, harama açılan yollar­dan biridir. Kişiyi harama harama düşürme ihtimali mevcuttur. Çünkü daha önce zikrettiğimiz hadiste de bu ifade edilerek ´koru­nan bir yerin etrafında dolaşıp duran ona girebilir" buyrulmuştur. Bu hadisten anlaşılması gereken şudur: Şüphenin peşinden giden, ona alışan ve onu sıklaştıran kimsenin süratle harama kayması mümkündür. Şüphe, o kimseyi ergeç harama düşürecektir.

Ulemadan bir zat şöyle demiştir:
Takva sahibi ve adil birinin elinden caiz bir hükme dayanılarak alınan her şey helaldir. Adil ve­ya zalim olduğu kesin olarak bilinmeyen birinden alınan şeyler ise şüphelidir. Zalim veya günahkârın elinden alınan her şey haram­dır. Caiz bir hükme dayanılarak alınmış olması bu hükmü değiştir­mez. Bizce bu görüş hakka daha yakındır.

İlim ehlinden bir zat da benzer anlamda şöyle demiştir:
Malına ihanet veya zalim biriyle yapılan ticaretin bulaşmadığı kesin ola­rak bilinen kimsenin elindekiler helaldir. Malı zalimlerle ticaretten kazanılmış veya ihanetlerle çevrelenmiş olan birinin elindeki her şey haramdır. Kısmen zalimlerle, kısmen de takva ehli ile ticaret yapan kimsenin malı ayrışması mümkün olmayacak şekilde karış­mış ise, elindekiler de şüpheli hükmündedir.[75]

Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Sende şüphe uyadıranı bırakıp şüphe uyandırmayam (al). Hayır huzur, kötülük ise şüphedir". [76] Bu hadisten anlaşılan şudur: Helal olduğu hakkında şüphe bulu­nan şeyi terkedip helal oluşu üzerinde kesin bilgi olanı tercih edin. Çünkü şer, kesin olan değil şüpheli olandır. Bu hadisin başka bir lafzında ise şu ifade yer almaktadır: "Günah, kalbe tesir edendir" [77]

Bir diğer hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir:
"Günah, kalplere tesir edendir". Buna göre müslü-mamn kalbine etki eden ve onu sarsan her şey günahtır. Çünkü Al­lah Teala günahı kalbe bağlamış ve onu kalbin sıfatlarından biri kılmıştır. Nitekim O bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Bir de şa­hitliği gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkar olur". (Baka­ra/283) Konuyla ilgili bir hadiste Allah Resulü´nün (sav) şöyle bu­yurduğu nakledilmektedir: "İyilik, kalbin kendisiyle huzur buldu­ğu ve nefsin sükunete erdiği şeydir. Günah ise kalbe tesir eden ve diğer insanların bilmesini istemediğiniz şeydir" [78] Günahı terkedin çünkü Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Müminler, Allah le-ala´nın şahitleridir". [79]

Yine O şöyle buyurmuştur: "Müminlerin güzel gördükleri, Allah katında da güzeldir. Onların çirkin gördükleri, Allah katında da çirkindir" [80] Allah Teala da bu anlamda şöyle buyurmuştur: "Allah, Resulü ve müminler amelinizi görecektir". (Tevbe/94) Bir şeyi mek­ruh görmeniz, Allah Teala´nın sizi gözetmesinden dolayı o şeyde bir şüphenin bulunduğunun delilidir.

Konuyla ilgili olarak sözün özü şudur
: Kul, güç ve takatinin yet­tiğinden daha fazlasıyla mükellef değildir. O, diniyle ilgili olarak il­minin yettiği kadarından sorumludur. Onun çabası ve imkanı neye yetiyorsa onun gereğini yapmalıdır. Ama bu noktada hiç bir şeyi de nefsinin örtüsü altına gizlememelidir. Arzularından hareket ederek hiçbir şey için kendi kendine ruhsat vermemelidir, ilmi yetmediği takdirde bilenlerden yardım istemelidir. Bunun ötesinde hakikatibulma noktasında düştüğü hatalardan dolayı affedilmesi muhte­meldir.

Vera´ ehlinden bir zat şöyle derdi
: Helal, zalimlerin ellerinin uzanamadığı şeydir. Bir diğeri ise şöyle demişti: Bir zalimin eli uzanmayan şey helaldir. Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Bir şeyin helal olabilmesi için onunla ilgili olarak insanın kalbine hiç bir ak­si fikir gelmemelidir. Kalp onunla yatışmah ve huzur bulmalıdır.

Bir alimin de şöyle dediği bildirilmiştir:
Helal, zahir ve batın ulemasına sorulup her iki topluluk tarafından da inkar edilmeyen şeydir. Gerçek helal işte budur.

Ulemadan bir topluluk oturmuş, hangi amellerin daha ağır oldu­ğunu tartışıyorlardı. Biri, ´Cihad´ dedi. Bir diğeri, ´Oruç* dedi. Bir baş­kası, ´Namaz´ dedi. Başka biri ise, ´Arzu ve hevalara karşı durmak´ dedi. Bir alim de "Vera" dedi. En sonunda, amellerinin en zorunun ve-ra´ olduğu üzerinde ittifak ettiler. Hepsi de bu görüşü paylaştı.

Hasan b. Ebi Sinan dedi ki: Benim için vera´dan daha kolay bir şey yoktur. *Nasıl olur?´ diye soruldu. O da şu karşılığı verdi: Her hangi bir şey kalbime tesir etmeye başladığında onu hemen terkede-rim. Benim için bu, takdir-i ilahinin zühdünde yardım edip hayvani nefsine karşı takviye ettiği kimsenin halinden daha kolaydır. Zühd, Allah Teala´nm yakini iman ile desteklediği kimse için kolay iken, dünya sevgisiyle imtihan edilen biri için oldukça zor ve ağırdır.

Ömer b. Hattab´m (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Amellerin en faziletlisi ve kendisiyle Allah´ın huzurunda kendimizi doğrulttu­ğumuz amel vera´dır. Bu söz üzerine sahabe, ´Doğru söyledin!´ de­mişlerdir. Bize göre yakini iman ve zühd varolduğu zaman vera´ ve ihlas pek kolay olur. O ikisi amellerin direğidir.

Yusuf b. Esbat, Huzeyfe el-Mai^aşî ve Şam ehlinin abidlerinden bir topluluk hakkında şöyle bir hadise anlatılmıştır: İçlerinden bi­ri şöyle demişti: Otuz yıldır, kalbime tesir eden hiç bir şey olmadı ki onu terketmemiş olayım. Bir diğeri şöyle dedi: Kırk yıldan beri kalbimin takıldığı ve duraksadığı hiç bir şey olmadı ki onu terket-miş olmayayım. Bir diğeri de şöyle dedi: Otuz yıldır ihtiyaç halinin dışında halkın beni ne hal üzere gördüğünü önemsemiyorum.

Kalp ehlinden ibadete düşkünlüğü ile tanınmış bir hanım ibra­him el-HawasJa kalbinde şahit olduğu değişikliğe dair bir soru sormuştu. İbrahim el-Havvas, ´Sebebini araştırman gerekir* dedi. Ha­nım da, ´Çok araştırdım ama bildiğim bir sebep bulamadım´ dedi.

Bunun üzerine İbrahim el-Havvas başını eğdi ve bir saat kadar düşündükten sonra, ´Fener alayının yapıldığı geceyi hatırlıyor mu­sun?´ diye sordu. O da, ´Evet´ dedi. İbrahim, ´Yaşadığın değişiklik o geceden kaynaklanıyor* dedi. Bunun üzerine hanım o geceyi anlat­tı. O gece çatı katında iplik büküyordu. Bir ara ipi kopmuştu. O es­nada sultanın fener alayı geçiyordu. O da ipliğini onların ışığıyla bükmeye devam etmişti. O gece sultanın fenerinin ışığıyla büktü­ğü iplikten bir hırka örmüş ve onu giyinmişti. Hanım bunları ha­tırladıktan sonra durumu anladı ve o hırkayı çıkarttı. Onu pazar­da sattıktan sonra parasını da sadaka olarak dağıttı. Bu olaydan sonra kalbinin tekrar eski halini aldığını gördü.

Zünnun-i Mısri (ra) hakkında şöyle bir hadise anlatılmıştır: Zünnun hapse atıldığı zaman ne yemek yemiş, ne de su içmişti. İbadete düşkünlüğü ile tanınan abide hanımlardan biri kendisine yiyecek göndermiş ve helal olduğunu belirtmişti. Ama Zünnun (ra) onu da yememişti. Hapisten çıktıktan sonra o hanım kendisine bu­nun sebebini sordu. Zünnun (ra) da, ´O yemek de haram yolla bana ulaştığı için yemedim´ dedi.

Hanım, şaşkınlık içinde ´Nasıl olur?´ diye sordu. O da, ´Gönder­diğiniz yemek bana bir gardiyanın eliyle ulaştırıldı. O gardiyan da zalim biriydi. İşte bu nedenle gönderdiğiniz yemeği yemedim´ dedi.

Bütün bunlar vera´ ehlinin hasletleridir. Vera´ zühde açılan ka­pılardan biri, korku makamının anahtarı ve sıdkın hakikatidir. Ve­ra´ ehlinin avamı, zühd ehlinin avamına yeni katılanlardır. Vera´ ehlinin havassı ise, zühd ehlinin havassı arasına ilk katılanlardır.

Kul, her şeyden önce rızkı helalinden aramaya başlamalıdır. Bütün kaygı ve tasası, kazancın helaline ulaşmak olmalıdır. Ka­zançların en temizine ve gücü yettiği kadar sıhhatli ve emin olanı­na ulaşmaya çalışmalıdır. Rızık çabasını kendi yiyeceğini ve giye­ceğini temin edebilecek kadarla sınırlı tutmalıdır. Bunun ötesinde hafif de olsun şüphelendiği kazançlarını, ailesinin ve evinin ihti­yaçları arasında olup da yenilmeyen ve giyilmeyen kalemlere tah­sis etmelidir. Örneğin bu tür bir kazançla evinin odun, silah, kira gibi ihtiyaçlarını görmelidir.

Bu hususun tam olarak anlaşılabilmesi için değişik örnekler ve­receğiz. Çünkü hafif şüpheli kazançların bu gibi kalemlerde kulla­nılması yönünde ruhsat mevcuttur. Kul, her halükârda bunu ka­zanmak için çabalamış, iyi niyet ve muamelesinin temizliğine ri­ayet etmiştir. Kendini buna adamış ve sabırla çalışarak onu kazan­mıştır. Kafasını ve kaygısını ayırdığı bu iş, Allah Teala´nın katında da elbette hesab edilecektir.

Bu yüzdendir ki, yaptığı her işte dininin sıhhatini muhafaza et­mek için araştırma yapmalıdır. Bu durumda Allah Teala da onun çabasını şükrana değer kılacak ve ecrini cömertçe verecektir. Bu, kulu Allah Teala´ya ulaştıran yollardan biri ve Seleften bir çokları­nın da yoluna ışık tutan rehberdir.

Kul, her hangi bir şeyde tereddüte kapılıp ondan sakındığında, Allah Teala onun bu güzel niyetini şükrana değer görecektir. O´nun katındaki hakikate ulaşma noktasında hata etse ve sakındığı şey Allah katında helal olsa bile bunun ecrine hak kazanacaktır. Önemsemeksizin ve helal zannıyla aldığı şey, Allah katında helal bile olsa, vera´daki ihmali ve kötü niyetinden dolayı günaha düş­mekten kurtulamayacaktır. Şüphe ettiği şeyden sakınan kimse ise, Allah katındaki hakikate isabet ettiği takdirde iki sevap kazana­caktır. İlki ilminden dolayı kazanacağı sevap, diğeri ise tevfik ma­kamına ulaşmasından dolayı kazandığı sevaptır.

İlmi kasden terkeden ve Allah katındaki hakikatin hilafına ha­reket eden kimse ise iki günah yüklenecektir. Bunların ilki cehalet dolayısıyla kazandığı günah, diğeri ise kendini kötülükten koruma çabasını göstermemesi sebebiyle kazandığı günahtır.

İlme uygun hareket etmesine rağmen Allah katındaki hakikate isabet edemeyen kul ise, bu yaptığı sebebiyle tek bir sevap kazana­caktır. Cehalet ile hareket eden kimse, Allah katındaki hakikate uygun davransa dahi, cehaletinden dolayı bir günah kazanacak, fi­ilinden dolayı suçsuz sayılacaktır.

Vehb el-Yemanî, Zebur´da yer alan şöyle bir kıssa nakletmiştir: Allah Teala Davud´a (as) şöyle vahyetmişti
: İsrailoğullanna de ki: Ben sizin ne orucuruza, ne de namazınıza bakarım. Ben yalnız şüp­he ettiği şeyi Benim için terkeden kimselere bakarım. Onu yardı­mım ile desteklerim ve meleklerime karşı onunla Övünürüm.

Ulemadan bir zat ailesine şöyle demişti: Lambanın yağım den­geli kullanın. Çünkü onu, benim etim ve kanımla yakıyorsunuz! ´Nasıl olur?´ diye sorulduğunda ise şöyle demişti: Siz bu lambayı be­nim kazandığımla yakıyorsunuz. Benim kazancım, dinimdendir. Dinim ise, etim ve kanundandır.

Geçmişte şöyle denilirdi: Parayı nereden kazandığını araştıran kimse, onu nerede harcayacağını da iyi bilir. Nereden ve nasıl ka­zandığını önemsemeyen ise, nereye harcadığını da önemsemez.

Ulemadan biri, ailesi olduğu halde boşta gezen bir adama şöyle demişti: Bir meslek ve iş sahibi ol. Çünkü kazancın olduğunda ai­len dünyalığını yer. Eğer kazancın olmazsa, o zaman dinini yerler! Rivayete göre zahidlerden biri cebinden küçük bir parça düşür­müştü. Gün boyunca onu aradı. Kendisine şöyle denildi: Dünyalık hakkında bu kadar zühd sahibi olduğun halde küçük bir parçayı sabahtan beri neden arıyorsun? Bu nasıl zühd?

O da şu cevabı verdi:
O küçük parçayı aramam da yine zühdü­mün gereğidir. Çünkü ondan başka sahip olduğum bir şeyim yok. O, kaynağını bildiğim bir rızıktı. Ben de sadece kaynağını bildiğim şeyleri yiyebilirim.

Bişr (ra) şöyle der
di: Şüpheli yollardan toplanan servet, ancak arzu ve şehvet yolunda harcanır! Seri es-Sakatî (ra) şöyle demiştir: Ancak arzu ve şehvetlerine gem vurabilen kimseler şüphelerden sakınırlar!

Rivayete göre bir adam Allah Resulü´ne (sav) kan alan kimse­nin kazancının hükmünü sormuştu. Allah Resulü (sav) de onu böy­le bir kazançtan sakındırmış ti. Adam aym soruyu yineleyerek, ´Be­nim kan alan bir hizmetlim var, onun kazancının hükmü nedir?´ de­mişti. Bunun üzerine Allah Resulü (sav) şöyle buyurdu:

Eğer çok gerekliyse, onu al ve parasını hayvanlarına ve kölele­rine yedir".45

"Allah Resulü´ne (sav) içine fare düşen ve ölen tereyağının ne yapılması gerektiği sorulduğunda, ´O yağı yemeyin" buyurmuştu.46 Başka bir hadiste ise, yağın donmuş olması halinde farenin üstün-

den atılması, eğer sıvı halde ise fare atıldıktan sonra lamba yağı olarak kullanılabileceği buyrulmuştur.[81]

Küfe ulemasından bir topluluk şöyle demişlerdir:
Ölü hayvan yağları, gemilerin yağlanmasında ve derilerin tabaklanmasında kullanılabilir. Bunda mahzur yoktur.

Konuyla ilgili olarak yukarıda rivayet ettiğimiz müsned hadis, şüpheli şeyler hakkında verilen hükmün delilini oluşturmaktadır. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi şüpheli şeyler hakkındaki hüküm, zaruri haller dışında bunların yenilmemesi ve giyilmemesi yönün­dedir. Allah Resulü´nün (sav) kendisine ikram edilen bir sütün kay­nağını sorduğu, bu bildirildikten sonra da kaynağın kaynağını sor­duğu, bunun da bildirilmesinden sonra kaynağı tasvip ederek sütü içtiği haber verilmiştir.

Helalin dayandığı hüküm bu olmalıdır. Bir şeyi kendi gözünüz­le görmeniz ve onun kaynağını öğrenmeniz yeterlidir. Her ikisi de temiz ve sıhhatli ise, daha ötesini araştırmanız gerekmez. Gözle görmediğiniz bir şeyi, takva sahibi bir müslüman görüp haber ver­diğinde, onun ihbarı bizzat görmeniz yerine geçer.

Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştu
r: "Sadece takva sahibinin yemeğini ye, senin yemeğini de ancak takva sahi­bi yesin".[82] Çünkü takva, kişinin dini açısından daha nezih ve .te­mizdir. Takva sahibi, ilmini arttırmaya çalışır ve ihtiyatı elden bı­rakmaz. Onun bu çabası, sizi araştırma ve çaba sarfetme zahme­tinden kurtarır. Zira o, size vekil olmuş ve gereken araştırmayı si­zin için de yapmıştır. Böylelikle onun çektiği zahmet, sizi zahmet­ten kurtarmış olur.

işte bu nedenledir ki bu konuda bir çok hadis rivayet edilmiştir: Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Sizden biri din kardeşinin evine gittiğinde kendisine yemek ikram edilirse onu yesin, içecek getiril­diğinde onu içsin ve kaynağını sormasın. Çünkü ev sahibinin araş­tırması ona yeter". Yeterli bilginin olduğu yerde araştırmaya giriş­mek, üstüne vazife olmayan işe davranmaktır.

Böyle bir işe davranmak, müslüman içinikendisini ilgilendirme­yen işe bulaşmaktır. Allah Resulü (sav) buyurdu ki: "Kişinin İslaminin güzelliği, kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesidir[83]İşte bu nedenledir ki takva sahibi bir müslümanm ikram ettiği ye­meği ve içeceği araştırmaya girişmek gereksizdir. Yine bu nedenle­dir ki eskiler, alimlerin ve salihlerin sofralarından yiyip içmeyi müstehap görürlerdi.

Ancak kendisi için ihtiyatlı davranmayan, dininin nezaheti için tasalanmayan, kazancında Allah´tan korkmayarak nereden kazan­dığını ve nereye harcadığını önemsemeyen, paranın nereden geldi­ğine bakmayan kimseye gelince böyle birini takva sahibi olarak gö­remeyiz. Bu gibi insanların ikram ettikleri yiyecek ve içecekleri al­madan önce, kendiniz için ihtiyatlı olmanız, ikramın kaynağını araştırmanız gerekir. Çünkü başka biri bunu yapmadığı ve din kar­deşiniz ihtiyatlı davranmadığı takdirde bunu sizin yapmanız gere­kir. Bu meyanda-Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen şu hadis te­mel esastır: "Sadece takva sahibinin yemeğini ye, senin yemeğini de ancak takva sahibi yesin".[84] Takva sahibi; dini için vera´ sahibi, haramdan korkan ve günahlardan sakınan kimsedir.

armi
Tue 12 January 2010, 04:24 pm GMT +0200
Allah Resulü´nün (sav) üstteki hadisinin delaleti şöyledir: Ku­lun takvası, ticaret ve zanaatinde Kitab ve Sünnet´in gereğine gö­re hareket etmesi, ilmin sıhhatli olduğuna işaret etmesi, muamele­sinde ihanet, tuzak, yalan ve aldatmadan uzak durmasıdır. Ticare­tinde doğru, işinde dürüst olmasıdır. Ticaret ve zanaatta kullandı­ğı sermaye ve araçlar da helal olmalıdır.

Kitab ve Sünnet´e aykırı olarak icra edilen her türlü ticaret ve zanaat helallik hükmünden çıkar. İsim mevcut olsa dahi, ismin de­lalet ettiği mana mevcut değildir. İsimlerin hüküm bakımından sıhhatli olması için gösterdikleri manaların mevcut olması gerekir. Manalar sağlıklı olmadığı zaman, boş isimler hiç bir şey ifade et­meyecektir. Cahillerin ´Ticaret´ ve ´Zanaat diye isimlendirdikleri, her şeyi helal görenlerin ´alışveriş´ ve ´muameldiye adlandırdıkla­rı şeyler, ilme aykırı oldukları için ne ´ticaret´ ne ´zanaat´ ne ´alışve­riş´ ne de ´muamele´dir.

Onların koydukları isimlere dayanarak helal yemek mubah ol­maz. Çünkü bunlar batıldır ve gerçek alimlere göre asıl isimleri ´ihanet´, ´kandırmaca´, ´zulüm´, ´hile´ ve ´düzenbazlık´tır. Bütün bunlar, manalarının fesadından ve hakikatlerinin varolmayışından dolayı haram kılınmış kazanç yollandır. Bunlarla ilgili hükümler, zemme­dilmiş hükümlerdir. Bunlara dayanarak bir şey almak helal olmaz.

Alimler, bir şeye isim verecekleri zaman, mananın sıhhatini sağlayacak hükümlere uygunluğuna bakarlar. Onlar hakem olduk­ları zaman, isim bulunsa dahi sıhhatli mananın varlığına bakarlar. Kitab ve Sünnet´in hükmü budur. Sadece ismin mananın hakikati­ne uygun biçimde mevcut olması durumunda yapılan işe ´ticaret´ ve ´zanaat´ adı verilebilir. Fakat bu ikisi, faiz ve fasid alışveriş gibi Al­lah Teala´nın hükümlerine aykırı olan hususları ihtiva etmeleri ha­linde, O´nun helallik hükmünün bulunmayışından dolayı yine ha­ram sayılırlar.

Alışveriş mubah olsa ve dayandığı hükümler olumlu bulunsa dahi, bedel olarak alman şeyin bizzat kendisi haram olabilir. Bu­nun haramlığı, bizzat görme veya doğruluk sahibi birinin haber vermesiyle bilinebilir. Böyle bir kazanç da haram sayılır. Çünkü biz, alınan şeyin kendisindeki haramlığı kesin olarak bilmekteyiz. Şüpheli bedel temiz oluncaya kadar bu hüküm geçerlidir. Onun he­lal haline gelmesi ise iki şekilden biriyle olur: Ya yakini bilgi ile kaynağının ve o kaynağın kaynağının helal olduğunu biliriz. Ya da bizzat gözümüzle onun haram olmadığını görür ve bunun aksi bir haber almayız.

Bu durumda, onun alınmasıyla elde edilen kazanç helal olacak­tır. Ancak ihtiyat gereği onu şüpheli olarak adlandırmaya devam ederiz. Bu şüphe, helallik şüphesidir. Çünkü onun helalliğini yaki-nen bilemeyiz. Yenilen mallara batıl malların karışma ihtimalinin yüksek oluşundan dolayı ihtiyat gereği böyle davranmak gerekir.

Askerlerin çoğalması, takva sahiplerinin azalması ve bunların emlakinin sağlıklı mülklere karışmış olması böyle davranmayı ge­rektirmektedir. Tüccar ve zanaat ehlinin ellerindeki sermayeler de bu karışıklıktan uzak kalamamıştır. Bunların helalliği bizim açı­mızdan zanni bilgilere dayandığı ve yakini bilgi bulunmadığı için bunları ´şüpheli´ olarak isimlendirmeyi daha uygun görüyoruz.

Ukbe b. el-Hars (ra) Allah Resulü´ne (sav) gelerek şöyle dedi
: Ben bir hanımla evlendim. Bir süre sonra siyah bir kadın gelerekeşimle beni emzirdiğini iddia etti. Bence yalan söylüyordu. Allah Resulü (sav) ´O hanımı bırak´ dedi. Ukbe, ´Ama o kadın yalan söy­lüyor dedi. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: O, ikinizi emzirdiğini iddia ettiği halde onunla nasıl evlenebilirsin? Senin için bu hanımda hayır yoktur. Ondan ayni[85]

Abdullah b. Zem´a´dan (ra) ise şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Allah Resulü (sav) bir çocuğun velayetini ona hükmetmişti. Çün­kü çocuk Abdullah´ın yatağında doğmuştu. Başka bir adamın ço­cukla ilgili babalık davasını da reddetmişti. Allah Resulü (sav) ço­cukla babalık iddiasında bulunan arasında kesin bir benzerlik gö­rünce Sevde´ye (ra) ´Onun karşısında hicabına bürün ey Şevde´ bu­yurduktan sonra ´Çocuk doğduğu yatağa aittir buyurmuştur[86]Gö­rüldüğü gibi vera´ sahibi için yatağıyla ilgili hususlarda dahi takva gereklidir.

Zahire dayanarak verilen hükümler, şüpheli hususları caiz kıl­masına rağmen vera´ makamındakiler için şüpheleri terketmek da­ha uygundur. VeraJ ehline göre helal, sürekli araştırmanın eksilme-diği ve ilmin helalliğini açık olarak gösterdiği şeye verilen isimdir. Bu meyanda Allah Teala´nın şu buyruğu delil gösterilmiştir: "Ve oğullarınızın eşleri". (Nisa/23) Ayette geçen ´Halâ´Eşler ´Halî-le=Eş kelimesinin çoğuludur. Bir hanımın ´Halîle´ olarak isimlendi-rilmesinin sebebi, kişi nereye giderse gitsin hanımının onunla be­raber olmasıdır. Ona verilen bu isim,  vezninden gelme Ta"île´ vezni gibidir ki bu durumda tıalûT vezninden sık yanında olma anlamına gelmektedir. ´Halîle´ isminin bir diğer anlamı da eş­lerin birbirlerine helal olmalannı ifade etmesidir. Erkek kadına, kadın da erkeğe helaldir.

Helal, ilmi bakımdan Kitab ve Sünnet´in caiz ve mubah bir se­bepten dolayı mubah gördükleri şey için kullanılan isimdir. Buna göre de helalde şu üç esas mevcut olmalıdır: 1. İlim bakımından mubah görülen bir sebep; 2. Gelen paranın kaynağını ve ona bedelolan şeyi bilmek; 3. Kaynağın kaynağının şüpheden hali olduğunu ve Allah Teala´nın muamelelerle ilgili hükümlerine uygun olduğu­nu bilmek.

Bu esaslardan herhangi biri mevcut olmadığı takdirde, ilgili hu­sus şüpheli ve helale yakın olarak nitelenir. Bu esaslardan ikisi mevcut olmadığında yine şüpheli fakat harama yakın olarak nite­lenir. Sözkonusu esasların üçü de mevcut olmadığı, yani paranın geliş sebebi veya bedeli mekruh olduğunda, ya da paranın bizzat kendisi mekruh veya meçhul olduğunda veya alışverişle ilgili serî hükümlere uygun olmadığında ya da gönül hoşluğunun alınmadığı bir hibe olduğunda ilgili kazanç veya bağış haramın ta kendisi olur.

Haram ve helal, zahirde zıd olan iki isimdir. Şüpheler yani, he­lal ve harama yakın şüpheler ise, şüpheliler ´müştebihât* olarak bi­linirler. Bunlar, bir açıdan helale, başka bir açıdan da harama ben­zeyen şeylerdir.

Helal ve haramı ana renklerle izah etmek gerekirse, helal be­yaz, haram ise siyahı temsil eder. Bunların her ikisi de katıksız ve saf renklerdir. Bunlar başka renklerden doğmuş veya onların tonu olmayan renklerdir. Helale yakın şüphe ise mesela sarı renk gibi­dir. Çünkü o, beyazdan doğmuş bir renktir ve helallik şüphesini çağrıştırır. Yeşili gördüğünüzde ise bunun siyaha daha yakın oldu­ğunu anlarsınız.

Herhangi bir renkte san ve yeşil bir araya getirildiğinde ortaya karışık bir şüphe çıkacaktır. Bu durumda baskın olan renge bakı­lır ve ona göre hüküm verilir. Eğer sarı daha hakimse, helallik şüp­hesine hükmedilir. Bu gibi şeylerde geniş davranılmaz. Çünkü o, saf helal değildir. Bunun en güzel örneği ticaret ve zanaat ehlinin sermayeleridir. Onların paraları, askerin rızıklarıyla ve şaibeli mu­amelelerle karışmış durumdadır.

Yeşil rengin ağır bastığını gördüğünüzde ise bunun haramhğa daha yakın bir şüphe olduğuna hükmedilir. Bunlardan ancak zaru­reti giderecek kadar alınabilir. Çünkü kesin haramlık sözkonusu değildir. Bu tür inallara verilebilecek en güzel Örnek ise sultanın avanesine ait olan mülklerdir. Bunların emirlerine yaptıkları hiz­metlerdeki kusur ve şüpheler, sahip oldukları mülklere de gölge düşürmüştür.

Saf beyazı gördüğünüz zaman, bunun helalin alameti olduğunu bilirsiniz. Bu rengi taşıyan herşeyi dilediğiniz kadar alabilir ve is­tediğiniz kadar rahat hareket edebilirsiniz. Çünkü onda hiç bir mahzur yoktur. Ancak fazlasını almanız halinde zühd sahibi olma­mış olursunuz. Bu tür mal ve gelirlere örnek olarak müşriklerden savaşmaksızm alınan ganimetler, Allah yolunda kazanılan savaş ganimetleri, helal yollardan kazanılmış miras malları, gaspedilme-miş arazilerde yetişen meyva ve sebzeler, yağmur suyu, nehir su­yu, kara ve denizde avlanan canlıları gösterebiliriz.

Kesin bir siyah renk gördüğünüzde ise, bunun haram olduğunu bilirsiniz. Bundan kesinlikle sakınmanız ve asla el uzatmamanız gerekir. Eğer bu tür bir şeyi yerseniz günahkâr olursunuz. Çünkü haram yemek, büyük günahlardandır. Gaspedümiş, çalınmış mal­lar, Allah´a isyan edilerek yenen şeyler, gönül rızası olmaksızın ka­bul edilen hibeler bunlara örnek olarak gösterilebilir.

Biliniz ki helal ve haram, takva ile facirliğin, ilim ile cehaletin iki dalı gibidirler. İlim ve takva, ilim sahibi müttakiler için helal olan iki esastır. Takva sahipleri çoğalıp müminlerin sayısı artmaya başlayınca helal daha güçlü ve daha yaygın olur. Haram ise, ceha­let ve günahkârlığın artmasına bağlı olarak etkin ve yaygın hale gelir. Cehalet ve günahkarlık, günahkar cahillerin ayrılmaz halle­ridir. Cahiller çoğalıp günahkârlar güçlendikleri zaman, haram da daha yaygın ve baskın hale gelmeye başlar.

Halk içinde helalin varolmasının temeli, yöneticilerin adaleti, valilerin dürüstlüğü ve memurlarının da, dinin İslahı ve müslü-manlarm korunması için Allah yolunda onlarla birlikte hareket et­meleridir. Helalin etkin olmasının esası ise halka bağlıdır. Helal et­kin olamadığı zaman, onun zıddı olan haram ortaya çıkıp güçlenir ve helal ortadan kalkar. Helal, çok nadir ve ulaşılması çok güç ha­le gelir. Müslümanlar arasında havas olarak isimlendirilen bir zümreyle sınırlı kalır. Allah Teala bu meziyeti dilediğine tahsis eder, tevfik ve hidayet yoluyla dilediği kullarını ona yöneltir. Bu, bir tür koruma ve sakınmadır.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İn­sanların dinleri bozulduğunda nzıkları da bozulur". Tefsir ehlinden biri, Allah Teala´nın "İşte Biz, işledikleri günahlardan dolayı zalimlerden kimini kimine musallat ederiz" (En´am/129) buyruğu hak­kında şöyle demiştir: İnsanların amelleri bozulduğu zaman, Allah Teala onların başına amellerine benzeyen yöneticiler geçirir.

Aişe´nin (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: Müminin rızkı, su damlası gibidir. Bu söz iki anlama yorulmuştur. İlki, kıtlık ve dar­lıktır. İkincisi ise, saflık ve duruluktur.

Sehl´in (ra) söyledikleri de bu anlamdadır: Dünya kan deryası olsa, müminin yiyeceği yine helalinden olacaktır. Bu söz de iki ma­naya çekilebilir: İlkine göre mümin, tevfik-i ilahiye uygun olarak muvaffak kılınacak ve haramdan korunacaktır. O, bildiği ile Allah rızası için amel edendir. Allah Teala ise, bilmediği şekilde onu mu­hafaza edecek, haramlar içinden helal çıkartacaktır. O, sevdiği ku­lu için cehaletten ilmi ve latif kudretiyle şirkten tevhidi çıkartır. O´nu anan ve gönül gözüyle gören, Allah Teala tarafından tevhid makamına yerleştirilir.

Şehrin (ra) sözünden anlaşılan ikinci anlam ise şudur:
Mümin, ancak ihtiyaç ve zaruret kadarını alır. Bu yüzden de haram kılın­mış şeylerde dahi onun için ancak helal olabilecek kadarı mevcut­tur. Bu, sıdk makamındaki müminin sıfatıdır.

İbnü´l-Mübarek´e, ´İkiyüzüncü yıldan sonra adalet güçlenir mi?´ denilmişti. Şöyle dedi: Bu soru Hammad b. Seleme´nin yanında da sorulmuştu. O buna çok kızdı ve şöyle dedi: Eğer başarabilirsen iki yüzüncü yıldan sonra öl! Çünkü o öyle bir zamandır ki facir yöne­ticiler gelecek, zalim vezirler türeyecek, hain mutemetler çıkacak ve fıska batmış Kur´an okuyucuları görülecektir. Onların kendi aralarındaki konuşmaları, sövüşmekten ibarettir. Onlar, Allah ka­tında ´bozulmuşlar´ olarak isimlendirileceklerdir.

Selef-i Salih´ten bir zat şöyle derdi:
İki yüzüncü yıldan sonra Al­lah Teala´dan helal rızık vermesini niyaz etmekten utanırım. Tek niyaz edebileceğim, bana azap etmeyeceği türden rızık vermesidir.

ibrahim b. Edhem (ra) ise şöyle demiştir:
Filan oğulları bize he­lal adına hiç bir şey bırakmamışlardır. O, bununla kralları ve emir­leri kasdediyordu.

Denildi ki: Ali (kv), Osman´ın (ra) şehit edilmesinden ve beytül-malin talan edilmesinden sonra mühürlü yemek dışında bir şey ye­memişti.

Rivayete göre Ali´nin (kv) sadaka toplamakla görevlendirmek istediği memur şöyle demiştir: Yanında iken mühürlü bir toprak kap istedi. İçinde bir mücevher veya külçe altın olduğunu sandım. Mührü açtığında kapta arpa kavutu olduğunu olduğunu gördüm. Sonra arpayı önümüze yaydı ve şöyle dedi: Buyur yemeğimizden ye. Kendisine, ´Ey müminlerin emiri, yemek kabınızı mı mühürlü-yorsunuz?´ diye sorduğumda şu cevabı verdi: Evet, çünkü yemeği­me başkalarının yemeğinin karışmasından endişe ediyorum.

Rivayete göre sahabeden bir topluluk, Osman´ın (ra) öldürülme­sinden sonra hiç bir öğünden karınları tok olarak kalkmamışlardı. Çünkü Osman´ın (ra) öldürülmesinden sonra beytülmal talan edil­diği için bu haram paralar, Medine halkının paralarına karışmıştı. İbni Ömer (ra), Sa´d (ra) ve Üsame b. Zeyd (ra) bu sahabilerdendir. Vekî´ b. el-Cerrah ve Yusuf şöyle derlerdi: Bize göre dünya üç mertebeden ibarettir: Helal, Haram ve Şüpheler. Helalin hesabı, haramın azabı, şüphelerin ise kınanması sözkonusudur. Dünyadan size yetecek kadarını alın. Aldığınız bu miktar helal ise, zühd gös­termiş olursunuz. Şüphelilerden ise, vera´da bulunmuş olursunuz ve hafif bir azar ile kurtulursunuz.

Yine o ikisinden şu söz nakledilmiştir: Yaşadığımız şu devirde Ebu Zer (ra) ve Ebu´d-Derda (ra) kadar zühd sahibi olan kimselere zahid denilemez. ´Niçin?´ diye sorulduğunda şöyle dediler: Çünkü bize göre zühd, mutlak helallarde sözkonusu olabilir. Günümüzde mutlak helal neredeyse yok denecek kadar azdır. Her ikisi de iki yüzüncü yıldan önce öldüler.

Vekî´ b. el-Cerrah Selefe çok benzeyen bir alimdi. O, Abdullah b. Mesud´a (ra) benzetilirdi. Yediği yemek üzerinde çok titizlenirdi. Kendisine helalin ne olduğu sorulduğunda, soru sahibini azarlardı. Sürekli, ´Helal nerede ki? Helal beni nereden bulsun?´ derdi.

Rivayete göre şöyle demiştir
: İrşad isteyen biri, ilmimizdeki he­lalin ne olduğunu sorsa şöyle derdik: Papirüs köklerini ye ve giysi­ni çıkartıp Fırat´a gir. Bunun üzerine, ´Peki sen ey Ebu Süfyan! Sen ne yiyorsun?´ diye soruldu. O da şu karşılığı verdi: Allah´ın rızkını yiyor ve O´nun afnnı ümid ediyorum.

Sonrakiler arasında yer alan Bişr b. el-Hars´a (ra) helal hakkın­da sorular sorulmuş ve şöyle denilmişti
: Sen nereden yiyorsun ey Eba Nasr? O da şu cevabı vermişti: Sizin yediğiniz yerden. Ama ağ­layarak yiyen ile gülerek yiyen bir değildir. Başka bir vesilede ise şöyle demiştir: Ama elimi kısaltmaya, lokmanın daha küçüğünü yemeye başladım. Adamın biri ona sarhoş etmeyecek miktarda bi­ra içmenin hükmünü sormuştu. Şöyle cevap verdi: Hurmayı satın aldığın dirhemi nereden kazandığına bak. O nereden gelmektedir? Eğer helal ise tamam, ama haram ise helak oldun demektir. Sen en iyisi sarhoş etmeyen miktarı da terket!

Seri es-Sekatî (ra) helal yeme konusunda çok titiz davranır ve sadece kaynağını bildiği yerden yemek yerdi. Adı Ahmed b; Han-bel´in (ra) yanında anıldığı zaman İbni Hanbel (ra) onu över ve şöy­le derdi: Hani şu gıdasının temizliğiyle bilinen delikanlıyı mı kas-dediyorsunuz? O şöyle derdi: Şüpheleri terketme gücü, ancak arzu ve şehvetleri terkedenlerde bulunur.

Denir ki: Bişr b. el-Hars (ra) yemeği önüne koyup yerdi. Bişr ko­nuşurken Seri es-Sekatî onun arkasına dikildi ve halkasına mutta­li olduktan sonra şöyle dedi: Ey Bişr! İki kuruşa bir terlik alsan da onları giyip şu ismin ağırlığından kurtulsan!

Bilindiği gibi Bişr´in lakabı Hafi yani çıplak ayakla yürüyen idi. Bişr buna karşılık vermeyerek sustu. Söz sahibinin Serî´nin arka­daşlarından biri olduğunu zannetmişti. Halkasında bulunanlar, ´Ey Eba Nasr! Söz sahibi sizin için ancak hayır dilemektedir. Bişr, arkasına dönüp de onun Serî olduğunu görünce şöyle dedi: Allah Allah! İsmi gibi farkettirmeden yürüyen bir insan!

Seri es-Sekatî (ra) Ahmed b: Hanbel´e (ra) bir para göndermiş, ibni Hanbel (ra) de parayı geri çevirmişti. Bunun üzerine Seri es-Sekatî (ra) ona giderek bu ilmin bazı yönlerini anlatmış ve geri çe­virmenin ne gibi görünmez afetler ihtiva ettiğini açıklamıştı. Bu­nun üzerine Ahmed b. Hanbel (ra) parayı kabul etti ve bir daha on­dan gelen hiç bir şeyi geri çevirmedi.

Seri es-Sekatî (ra) hakkında şöyle bir kıssa anlatılmıştır: Serî dedi ki:
Günlerden bir gün uzun bir yol aldıktan sonra içinde göl ve üzerinde yeşil otlar bulunan bir araziye ulaştım. İyice acıkmıştım. Oradaki otlardan yiyip gölün suyundan avuçlarımla içtim.

Sırtımı bir yere yasladıktan sonra kendi kendime helal bir ye­mek yediğimi düşünmeye başladım. O anda içimden şöyle bir ses duydum: Ey Seri! Helal yediğini düşünüyorsun. Peki seni o araziye kadar götüren kuvvetin kaynağı nedir? Hiç düşündün mü? Bunun üzerinde kalbimden geçen düşünceden dolayı Allah Teala´dan mağ­firet diledim.

Şakik el-Belhî (ra) şöyle derdi: Günümüzde kazanç yollan iyice bozuldu. Ticaret ve zanaatlar şüpheyle doldu. Bunlardan elde edi­len kazançları biriktirmek ve toplamak asla helal olmaz. Çünkü al­datmaca ve sahtekârlık her yanı kaplamış durumda. Müslümanlar, ancak zaruret halinde bu tür ticaret ve zanaatlara girmelidirler.

Yine o şöyle demiştir
: İnsanlar, peygamber katilleri gibi oldular. Çünkü onların sünnetlerini öldürmeye ve çizdikleri yollan örtmeye çalışıyorlar. Bir peygamberin koyduğu sünnetleri iptal eden kim­se,onu öldürmüş gibidir.

Bu sözü söylediği yıl, Hicret´in yüz yetmişinci yılıdır. Ey Allah Teala´nın birliğine ve O´nun vaadine yakinen iman eden müslü-man! Selef uleması ve halefin seçkinleri gözünde o günlerin duru­mu böyle olursa, yaşadığımız şu günlerin durumu ne olacaktır?! Sana düşen; dünya hakkında zühd sahibi olman ve dünyadan sana yetecek kadannı alınandır. Bunun ötesinde dünya mallarını birik­tirir ve üst üste yığarsanız, günah işlemiş olursunuz. Allah Te-ala´nın size gösterdiği açık musibetler ve değişik durumlar, dünya­ya karşı zühd sahibi olmanız maksadıyladır. Eğer bunu farkederse-niz, sizden uzaklaştırılan her dünyalığın -hoşunuza gitmese de- si­zin için hayır olduğunu bilirsiniz.

Rivayete göre Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur:
"Adem oğ­lunun -helalinden bile olsun- doldurduğu kapların en kötüsü mide­dir".[87] Eğer bir şey yemeniz gerekiyorsa yemeğin üçte birini, içece­ğin üçte birini ve nefesin üçte birini alın.

Midenin üçte birini dolduran yemek, onu tıka basa dolduran ye­mekten daha hayırlıdır. Çünkü onu tıka basa doldurulması kötü­lüktür. Kötülük ne kadar eksilirse o kadar iyidir.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir
; "Al­lah Teala´yı en çok gazaplandıran şey, -helalinden bile olsun- tıka basa doldurulmuş bir mideden başkası değildir". Başka bir hadis de şöyledir: "Allah Teala yeryüzündeki nzkını, karın tokluğu kıldığı kuluna azap etmez". Allah Teala buyurdu ki: "Rabbi´nin rızkı da­ha hayırlı ve daha kalıcıdır". (Taha/131) Burada kasdedilenin günü birlik rızık veya kanaatkârlık olduğu söylenmiştir.

Müslümanlar, adaletin hakim olduğu devirlerde şüphelerden sakınıyorlardı. O devirlerde hayır ve ihsan da mevcuttu.

Rivayete göre, Fudayl b. Iyaz, İbni Uyeyne ve İbnü´l-Mübarek Mekke´de Vüheyb b. el-Verd´in meclisinde bir araya gelmişlerdi. Sö­zün arasında taze hurmadan bahsettiler. Vüheyb şöyle dedi: Benim için yiyeceklerin en güzeli odur. Ama onu yemem. *Niçin?´ diye so­ruldu. Dedi ki: Mekke´nin hurma bağları, -Zebide ve benzerlerini kasdederek- şunlann satın aldıkları bağlarla karıştı. Bunun üzeri­ne Îbnül-Mübarek şöyle dedi: Eğer bu kadar derin düşünürsen, yi­yecek ekmek bile bulamazsın. *Neden?´ diye sordu. O da şu cevabı verdi: Şehrin arazilerine baktığımda, sahipsiz arazilerle karışmış olduğunu gördüm. Bunu duyar duymaz Vüheyb bayıldı.

Süiyan, İbnü´l-Mübarek´e, ´Ne demek istedin? Az kaldı adamı öldürecektin´ dedi. İbnü´l-Mübarek de, ´Yemin ederim ki onun biraz daha geniş olmasını sağlamaktan başka bir niyetim yoktu´ dedi. Vüheyb aydınca şöyle dedi: Yapanla görüşünceye kadar bir daha ekmek yersem Allah bana azap etsin!

Vüheyb sütü şöyle içerdi. Annesi ona süt getirdiğinde ´Bu sütü nereden aldın?´ diye sorardı. Annesi de ´Filan ailenin koyunundan´ derdi. Bunun üzerine, ´O koyunun parasını nasıl vermişler?´ derdi. Annesi de koyunu nasıl satın aldıklarını açıklardı. Bütün bunları tasvip edip sütü ağzına yaklaştırırken şöyle derdi: Bir şey daha kaldı. Bu koyun nerede otlamış? Bir defasında bu soru üzerine an­nesi sustu.

Annesine, ´Bu koyunun nerede otladığını söylemezsen onu iç­mem´ dedi. Annesi de koyunun, Mekke Emiri İbni Abdüssamed el-Haşimi´nin sürüsüyle beraber hazine arazisinde otladığını söyledi. Bunun üzerine şöyle dedi: Bu sütte bütün müslümanların hakkı var. Onların haklarını çiğneyerek bu sütü tek başıma içmem bana helal olmaz. Bu sütte onlar benim ortaklarımdır. Annesi, ´İçiver ne olur, Allah seni bağışlar7 dedi.

Annesinin bu isteğine şöyle karşılık verdi: Onu içtiğim için ba­ğışlanmak istemem. Annesi, ´Neden?´ diye sorunca şu cevabı verdi:

Çünkü bir günah sebebiyle Allah Teala´nın bağışına nail olmak is­temem!

Tavus el-Yemanî*nin ticaretiyle uğraştığı hurması vardı. İş orta­ğı, Yemen´de onun sermayesi ile emirin bir dostundan deri almış ve bunu Tavus´a bildirmişti. Tavus ona şöyle bir yazı gönderdi: Lehi­mize olanı bozarak aleyhimize çevirdin. Ben bu işin hiç bir tarafı­na bulaşmak istemem. Deriyi Yemen´de sat ve parasını sadaka ola­rak dağıt. Onun parasından tek bir dirhemi dahi Harem´e sokma. Ben, sadaka dağıttığın fakirlerin yiyecekleri lokma için Allah Te-ala´dan bağışlanma diliyor ve bu işten başabaş kurtulmak istiyo­rum.

Denilir ki: Bu hadise, onun yoksulluğa düşmesine neden oldu. Çünkü onun bundan başka sermayesi yoktu. Bu hadiseden sonra bilinen bir dünyalığı olmaksızın yaşamaya devam etti.

Halid el-Kuşeyrî, İbnü´z-Zübeyr´in ardından Mekke valiliğine tayin edilince Mekke´ye gelen Yemenliler´in istifade etmesi için yol üzerine su kanalı yaptırmıştı. Tavus ve Vehb b. Münebbih bu kana­lın yanından geçerken bineklerinin o kanaldan su içmelerine mü­saade etmezlerdi.

Sehl (ra) şöyle bir hadise anlatmıştı: Bir adam, köyün birinde aç olarak gecelemişti. Sabah namazı için kalktığında açlığından dola­yı ayakta duramadı. Allah Teala da o köyde namaz kılanların ta­mamının sevabını ona verdi. ´Peki bu nasıl oldu?´ diye sordular. O da şunu anlattı: O kimse, helal rızık aramış ama bulamamıştı. Kar­nına haram lokma girmesini de istemiyordu. İşte bu nedenle gece­yi aç olarak geçirdi. O gece orada namaz kılanların sevapları da ona verildi.

Süleyman et-Teymî (ra) bir yerde buğday unu yemekten imtina etmişti. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle dedi: O un, şu değirmen­de Öğütülmüştür. Bu suda bütün müslümanların hakkı vardır. Hal­buki bu insanlar diğerlerine hiç bir şey vermeksizin onun gelirini yalnız kendilerine alıyorlar.

Bir kadın Bişr b. el-Hars´a (ra) bir sepet üzüm hediye etmiş ve ´Bu, babamın hayrıdır* demişti. Bişr üzümü geri çevirdi. Kadın, ´Nasıl olur da babamın üzümünde, onun mülkiyetinin sıhhatinde ve mülkünün bana miras kalmasında şüpheye düşersin? Satın alma belgesinde de senin şahitliğin yazılı iken nasıl böyle davranır­sınız?* diye şaşkınlığını ifade etti.

Bişr şöyle dedi: Doğru söylüyorsun. O babanın mülkü idi, ama sen oranın üzümünü bozdun. Kadın, ´Nasıl?´ diye sordu. Bişr de şöyle dedi: Sen bağı, Halife Me´mun´un dostu, Tahir b. Hüseyn b, Mus´ab b. Abdullah b. Tahinin kanalından suladın. O kanal, bağın batı tarafını aşarak geçiyor. Eskiden o kanal köprüye kadar gitmez ve oradan su çekilmezdi.

Bişr (ra) şöyle demiştir
: Otuz yıldır canım kebap yemek istiyor. Ancak zühd sebebiyle yemiyor da değilim. Kebap alacak helal pa­rayı bir bulsam, alıp yiyeceğim.

Bütün bunlar öncekilerin ve Selef-i Salih´in bu konuda takip et­tikleri yolu gösteren örneklerdi. Halef içindeki sâlih zatlar da gö­rüldüğü üzere aynı yolda yürümüşlerdir. Bu yolu izleyen, akıbette de onlara katılır ve onlardan biri gibi olur. Bu yola karşı çıkanlar ise, Selefin sünneti üzere değildirler. Onlar, halefin salihleri ara­sında da yer alamazlar. Sabık iradesi ile Allah Teala´nın rahmeti­nin genişliği ortadadır. Ey akıl sahipleri ibret alın!

armi
Tue 12 January 2010, 04:26 pm GMT +0200
Geçmişler arasındaki vera´ ehlinin güzel adetlerinden biri de şuydu: Onlar bir kimsedeki haklarını alacakları zaman, onun ta­mamını almak istemez, bir kısmını bırakırlardı. Böyle davranma­larının sebebi, helal sınırını aşarak şüpheli kısma taşmaları endi­şeleri idi. Kendileriyle haram arasında bir sınır bulunmasını tercih ederlerdi. Alacaklarından bıraktıkları kısım, böyle bir tampon me-sabesindeydi. Onlar, Allah Resulü´nün (sav) şu buyruğuna dayana­rak böyle davranmışlardır: "Korunan yerin etrafında dolaşıp du­ranların oraya düşmeleri çok yakındır".

Selef arasında, hakkı olanın bir kısmım başka bir niyetle bıra­kanlar da vardı. Onlar da Allah Teala´nın şu buyruğuna dayanır­lardı: "Muhakkak Allah adaleti ve iyilik etmeyi emreder". (Nahl/90) Onlar şöyle derlerdi: Adalet, hakkın tamamının alınması ve tam olarak verilmesidir. İyilik ise, hakkın bir kısmının bırakılması ve iyilik sahibi olabilmek için hakkın üzerinden bir şeyleri O´nun için sarfetmektir. Allah Teala bu ayetinde adaleti emrettiği gibi iyilik ve ihsanı da emretmiştir. Allah Teala buyurdu ki: "Takva sahipleri üzerine düşen bir hak olarak, ihsan sahipleri üzerine düşen bir hakolarak" (Bakara/236) Bu, artık bilinmeyen bir sünnettir. Bununla amel edenler onu ihya etme sevabma ererler.

Konuyla ilgili şöyle bir hadise anlatılmıştır: Borçlunun biri de­di ki: Borcumu ödemek üzere vera´ ehlinden biri olan alacaklıya git­tim. Borcum elli dirhemdi. Borcumu ödeyeceğimi söyleyince elini açtı. Ben de dirhemleri sayarak eline koydum. Kırk dokuza gelince elini kapattı. *Bir dirheminiz daha kaldı´ dediğimde bana şöyle de­di: Onu sana bırakıyorum. Ben verdiğim bir şeyin tamamını geri almaktan hoşlanmam. Çünkü bana ait olmaması ihtimali bulunan bir şeyi almış olabilirim.

Abdullah b. el-Mübarek ve diğerleri şöyle derlerdi
: Doksan do­kuz şeyden sakınıp tek bir şeyden sakınmayan kimse dahi takva sahibi sayılmaz. Doksan dokuz günahtan tevbe edip tek bir günah­tan tevbe etmeyen de aynı şekilde tevbekâr sayılmaz. Doksan do­kuz şeyde zühd gösterip bir tek şeyde zühd göstermeyen de zahid-lerden sayılmaz.

Atiyye es-Sa´dî (ra) Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir
: "Kişi, sakıncalı bir duruma düşmekten çekinerek mahzursuz kısmı terketmedikçe takva sahiplerinden olamaz".

Ebu´d-Derda´nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Takva ancak şudur ki kul, zerre miktarı bir şey için dahi Allah´tan korkar ve he­lal olarak gördüğü şeylerin bir kısmını haram olabilir endişesiyle bırakır. Bu da kendisiyle haram arasında bir set olur.

Aynı manada Ebu Bekir-i Sıddık´ın (ra) da şöyle dediği nakledil­miştir
: Biz, tek bir haram dairesine düşme endişesiyle helalin yet­miş dairesini terkederdik. Bu, artık gidenlerinin olmadığı bir yol­dur. Bu yola giren kimse, onu ihya etmiş olur.

Tüccar, zanaatkar ve mubah sebeplere dayalı olarak Kitab ve Sünnet uygun mubah geçim yollarında çalışan kimselerin malları­na gelince bunlar da şüpheli mallar sınıfina girer.

Bu mallar, taşıdıkları şüphe bakımından da iki kısma ayrılırlar:


1.Helale yakın şüpheliler: Takva sahipleriyle ticari ilişkisi olan, vera´ ehline alıp veren kimselerin malları bu sınıfa girer.

2. Harama yakın şüpheliler: Takva ve vera* bakımından zayıf olan kimselerle ticaret ve alışveriş ilişkisine giren kimselerin mal­landır.

Bunlar dışında kalan askere ait mallara gelince, bunlar haranı inallar niteliğindedir. Bununu sebebi de kazanma şeklinin sıhhat-sizliği ve şer! hükümlere aykırı olarak elde edilmiş olmalarıdır. Bu kesimin malları, hiç bir ticaret veya zanaata dayanmaz. Gasp yo­luyla mı yoksa suç işlenerek mi kazanıldıkları tam olarak biline­mez. Bunlar kolay kazanılmış mallardır. Bildiğim de bunların ha­ram olduklarıdır.

Allah Teala sizin içinizdedir. Ey zavallı! Yarın nereye gideceğini düşün! Dinini iyi koru! Kazancın dininden, lokman imanmdandır. Eğer bunları hafife alırsan, dinini hafife almış, hükümleri reddet­miş ve bugün ziyan etmiş, yarın için de hiç bir hazırlık yapmamış olursun. Böyle kötü bir takdirden Allah Teala´ya sığınırız.

İnsanın can düşmanı olan şeytan haram lokma ile kula galip geldiği zaman, amellerde kendisine karşı durulamaz. O, bu şekilde kandırdığı kula şöyle der: Ben senden ihtiyacım olanını aldım. Şim­di dilediğin kadar amelde bulunabilirsin! Çünkü böyle birinin amelleri, onun kalbini daha fazla karartmaktan, iradesini iyice za­afa uğratmaktan, kaygısızlıktan başka bir şey doğurmayacaktır. O, ilahi yardımdan ve korumadan mahrum bırakılmıştır. Yazılı ilme ve hikmete varis olma şansını da yitirmiştir.

Çarşı pazarda iş yapan kimse, mekruh sıfatlar taşıyor, teamül­lerinde ilmin gereklerine aykırı davranıyor, dini hükümleri gözet­miyor, neyi nereden kazandığını önemsemiyor, hangi vasıtayı kul­landığına bakmıyor ve kazancında sakınmıyorsa onun Allah´ın di­ni ile bir bağı olamaz.

Onun hükmü, malları batıl yollarla yiyen, kendi kendini helak eden, dinini bozan ve müslümanları aldatan kimsenin hükmü ile aynıdır. Allah Teala İslah edenlerin ödüllerini ziyan etmeyeceği gi­bi ifsad edenlerin işlerini de asla düzeltmeyecektir.

Bunlara ilaveten böyle biri, ne Allah için ne de kulları için dü­rüst davranmayan biridir. Onun dindeki makamı zulüm, hali ise arzu ve hırstır. Allah Teala zalimleri sevmez. Böyle biri, ticari ta­sarruflarından dolayı tevbe etmekle yükümlüdür. İçine düştüğü halden dolayı tevbe ederek Allah´a yönelmelidir. Ölüm kapısını çal­madan ve nrsat kaçmadan bunu yapmalıdır. Aksi takdirde Allah Teala´nın huzuruna bir zalim olarak çıkacaktır.

Allah Teala buyurdu ki:
"Tevbe etmeyenler var ya, işte onlar za­limlerdir". (Hucurat/11) Yine O şöyle buyurmuştur: "Zalimler de nasıl bir inkılap ile devrileceklerini, nereye dönüp kaçacaklarını yakında öğrenirler*´. (Şuara/227)

Hikmet ehlinden bir zat şöyle demiştir:
Dünya azgın bir deniz tüccar da ona dalan dalgıç gibidir.

Kimi dalar ve inci çıkarır ki bu, ahiret ehlinden olup onun için çalış anlardandır.

Kimi dalar ve moloz çıkarır ki bu dünya için hırslanıp duran eh­li dünyadandır.

Kimi dalar ve balık çıkarır ki bu, orta yolu tutanlardandır. Kimi dalar ve denizin dibinden çıkamayarak boğulur ki bu, iba­det etme şerefinden uzaklaştırılarak çarşı pazara atılan kimseler­dendir. Bunlar ne zaman bir iyilik yapmak isteseler, ondan uzak­laştırılarak pazara kovulurlar ve orada didinip dururlar. Onlar gü­nah denizinde boğulmuş kimselerdir.

Kimi de dalar ve dalgalarla birlikte inip çıkmaya başlar ki bu da, günümüzün müridlerindendir. Dalga yükseldikçe kurtulmak için çabalar, alçalınca helak olma endişesine kapılırlar. Tevbeleri onları kurtuluşa götürürken, alışkanlıkları da helaka doğru çek­mektedir.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Kârlı bir iş edinmeyin, yoksa dünyaya rağbet eder gidersiniz".[88]

Rivayete göre Allah Teala, peygamberlerinden birine şöyle vah-yetmiştir
: Cezaların ardarda indirildiği dönemde aile ve mal edinmeyin!

Güç ve hareket, yüceler yücesi Allah Teala sayesindedir. Salat ve selam efendimiz Muhammed´e, O´nun aile ve ashabının üzerine olsun. [89]









[1] Tirmizî, Nikah/3; Ibni Mâce, Nikah/46

[2] İbni Hanbel, V/42, 47, 51.

[3] İbni Hanbel, IV/58

[4] Nesa´î, Sıyam/43, Nikah/3; İbni Mâce, Nikah/l; Darimî, Nikah/2

[5] Buharî, Savm/10, Nikah/2, 3; Müslim, Nikah/l, 3; Ebu Davûd, Nikah/l; Nesa´î, Sı-yam/43, Nikah/3; İbni Mâce, Nikah/l; Darimî, Nikah/2; İbni Hanbel, III/378, 424, 425, 432, 447,

[6] Buharî, Savm/10, Nikah/2, 3; Müslim, Nikah/l, 3; Ebu Davûd, Nikah/l; Nesa´î, Sı-yam/43, Nikah/3; İbni Mâce, Nikah/l; Darimî, Nikah/2; İbni Hanbel, IH/378, 424, 425, 432, 447.

[7] Nesa´î, Nikah/11; İbni Mâce, Nikah/8; İbni Hanbel, III/158, 245, 354, IV/349, 351.

[8] İbni Mâce, Cenaiz/58; tbni Hanbel, V/241

[9] Btıharî, İlim/36, Cenaiz, 6, 91; Müslim, Birr/153; Tirmızî, Cenaiz/64; İbni Mâce, Cenaiz/57; Nesaî, Cenaiz/25; İbni Hanbel, 1/375, 429, 451,11/276, 473, 510, 536, HI/152, VI/376, 431

[10] Benzer bir hadis için b. Ebıı Davûd, Nikah/3; Nesaî, Nikah/11; îbni Hanbel, III/158, 245

[11] İbni Hanbel, 11/289

[12] Tirmizî, Tfefsir-i Suret 9/9; İbni Mâce, Nikah/5; İbni Hanbel, V/278, 282, 366.

[13] Nesa´î, BuyuVl; tbni Mâce, Ticarat/1; Darimî, Buyu/6; İbni Hanbel, Vl/31, 42, 127, 193, 220.

[14] Buharı, Nikah/102; Ebu Davûd, Taharet/84, 85; Nesa´î, Taharet/169; îbni Mâce, Taha­ret/102; Darimî, Vudu771; îbni Hanbel, W8, 9, 391

[15] İbni Mâce, Zühd/5

[16] Nesa´î, Nisa´/l; İbni Hanbel, III/128, 199, 285

[17] İlgili hadisler için b. Müslim, Raza/53, 54; Buharı, Nikah/15; Ebu Davûd, Nikah/2, 12; Tirmizî, Nikah/4; Nesaî, Nikah/10, 13; İbni Mâce, Nikah/6; Muvatta´, Nikah/4; îbni Hanbel, 111/80, 302, 11/428, VI/152.

[18] İlgili hadisler için b. Darimî, Nikah/5; İbni Mâce, Nikah/9; İbni Hanbel, 111/93, IV/225, 226

[19] Bu ve benzeri hadisler için b. Tirmizî, Nikah/21; Darimî, Nikah/18; Nesa´î, Nikah/66; İb-ni Hanbel, VI/427.

[20] İbni Mâce, Nikah/46

[21] Buharı, Tefsir-i Suret 66/4.

[22] Buharı, Cum´a/11, Cenaiz/32, îstikraz/20, Vasaya/9, Itk/17, 19, Nikah/81, 90, Ahkam/l; Müslim, İmaret/20; Ebu Davûd, İmaret/1, 13; Tirmizî, Cihad/27; İbni Hanbel, II/5, 54, 55, 108, 111, 120.

[23] Buharî, Rikak/16; Tirmizî, Cehennem/İl; İbm" Hanbel, 1/234

[24] Ebıı Davûd, Salat/53.

[25] Tirmizî, Raza/18

[26] Buharî, Nikah/115.

[27] Ebu Davûd, Talak/3.

[28] Nesa´î, Talak/34; Tirmizî, Talak/10, 11; İbni Hanbel, 11/414.

[29] Bu hadislerin tahriri daha önce yapılmıştı

[30] Ebu Davûd, Taharet/127; Nesaî, Cuma/10, 12, 19; îbni Mâce, İkamet/80; Darimî, Salat/195; İbni Hanbel, 11/209

[31] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/287-336.

[32] Bu manadaki hadisler için b. İbni Mâce, Edeb/38; Ebu Davûd, Hammam/3, Tirmizî, Edeb/43;Nesaî, Gusl/2; Darimî, İstizan/23; İbni Hanbel, III/339; VI/132, 139, 173, 179, 267

[33] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/337-344.

[34] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/344-346.

[35] Tinnİzî, Salat/41; N«a% Ezan/32; İbni Mâce, Ezan/3; İbni Hanbel, IV/217.

[36] İbnİ Mâce, Ticarat/6; İbni Hanbel, 1/21, U/23

[37] Ebu Davûd, Buyû/f

[38] Müslim, İlm/15, Zekat/69; Nesa´î, Zekat/64; İbni Hanbel, IV/357, 359, 360, 361

[39] tbni Hanbel, 1/248

[40] . Buharî, Vekalet/5, 6, İstİkraz/4, 6, 7, Hibe/23, 25; Müslim, Müsakat/118-122; Ebü Davûd, BuyuVll; Tirmizî, Buyu´/73, 75; Nesa´î, Buyu764, 103; İbni Mâce, Sadakat/16; Muvatta´, Buyu789; Dârimî, Buyu731; İbni Hanbel, 11/377, 393, 416, 431, 456, 476, VI/390

[41] İbni Mâce, Sadakat/15

[42] Benzer hadisler için b. Buharî, Buyu716; İbni Mâce, Ticarat/28; Muvatta´, Buyu7100

[43] İbni Mâce, Sadakat/19.

[44] Buharı, İstikraz/13

[45] Konuyla ilgili hadisler için b. Buharî, İman/42, Zekat/2, BuyuY68, Şurut/1, Ahkam/43; Müslim, îman/97,98; Tirmizî, Birr/17; Darİmî, Buyu79; tbni Hanbel, IV/358, 361,364,365.

[46] Müslim, İman/95; Tirmizî, Birr/17; Nesa´î, Bey´at/31; Darimî, Rikak/41; îbni Hanbel, MSI, U7297, IV/102.

[47] Müslim, İman/164; Tirmizî, BuyuV74

[48] Ebu Davûd, Cı had/9; Darimî, Cihad/28

[49] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/348-381.

[50] Ebu Davûd, İmaret/7; Darimî, ZekaÜ28; İbni Hanbel, IV/142, 150.

[51] Ebu Davûd, Buyu748; İbni Mâce, Ticaraf 52

[52] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/381-400.

[53] Buharî, Mezalim/33; Müslim, İman/226; Ebu Davûd, Sünnet/29; Tinnizî, Diyat/21; Ne-sa´î, Tahrim/22, 23, 24; İbni Mâce, Hudud/21; İbni Hanbel, 179,187-190,11/163,193,194, 205, 206, 210217, 221, 324.

[54] Benzer hadisler için b. Müslim, Zekat/70; tbni Hanbel, IV/358, 361.

[55] Müslim, Nikah/110; Ebu Davûd, Etime/l; tbni Mâce, Nikah/25

[56] . Müslim, Eşribe/73; Ebu Davûd, Eşribe/5; Tirmizî, Eşribe/1; İbni Mâce, Eşribe/9; İbni Hanbel, 11/16, 29, 31, 105, 134, 137.

[57] Bu hadis İçin b. Buharı, Iibas/61; Ebu Davûd, Libas/27; Tirmizî, Edeb/34; İbni Mâce, Ni­kah/22; İbni Hanbel, 1/254, 330, 339,11/200, 287, 289.

[58] Ebu Davûd, libas/17; Tirmizî, Edeb/45.

[59] Benzer bir hadis için b. Dârimî, Mukaddime/6.

[60] . Buharı, Buyu´/58, 64, 68, 69, 70, 71, İcare/14, Şurut/8; Müslim, Nikah/51, 52, BuyuVll, 12, 18, 20-22; Ebu Davûd, Buyu745; Tirmizî, Buyu´/13; Nesa*î, Buyu´/16, 17, 18, 19; îbni Mâce, Ticarat/15; Muvatta1, Buyu´/96; İbni Hanbel, 1/163, 164, 368,11/42, 153, 238, 243, III/307. 319 S«fi sû<7 ivflı-ı i""

III/307, 312, 386,´392, IV/314, V/ll

[61] Bu manadaki hadisler için b. Ebu Davûd, Bnyu´/68; Nesa´î, Buyu760, 71, 72; İbni Han­bel, 11/179.

[62] Bu manadaki hadisler için b. Tİrmizî, Libas/7; Nesa´î, Fei75; İbni Mâce, Libas/26; îbni Hanbel, IV/310, 311

[63] Bu manadaki hadisler için b. Ebu Davud, Libas/4; İbni Hanbel, 11/50

[64] Bu manadaki hadisler için b. Buharı, Tefsir-i Suret-i 59/4, Ubas/82, 84, 85, 87; Müslim, libas/120; Ebu Dayûd, Tereccül/5; Tirmizî, Edeb/33; Nesa´î, Zinet/24, 26, 71; İbni Mace, Nikah/52; Dârimî, îsti´zan/19; İbni Hanbel, 1/415, 417, 434, 443, 454, 465, VI/257

[65] Saç bağlamakla ilgili hadisler için b. Buharî, Libas/83; Tirmizî, libas/25; Nesa´î, Zi-net/21; İbni Hanbel, III/296, 387.

[66] Bu nehiyle ilgili hadisler için b. Tinnizî, Libas/32; Dârimî, Udahi/12.

[67] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/400-420.

[68] Nesa% Buyu72; tbni Mâce, Ticaret/58; İbni Hanbel, 11/494

[69] İbni Mâce, Mukaddime/17.

[70] Benzer manadaki hadisler için b. Müslim, Zekat/64; Tirmizî, Tefsiru Suret-i 11/36; Dari-mî, Rikak/9; îbni Hanbel, 11/328

[71] îbni Hanbel, 11/373

[72] Bu manadaki hadisler için b. Buhari, İman/39, Buyû´/2; Müslim, Müsâkât/107; Ebu Da-vûd, Buyû/3; Tirmizî, Buyû/1; Nesa´î, Buyü/2, Eşribe/50; İbni Mâce, Piten/14; Dârünî, Buyû/1; İbni Hanbel, IV/267, 269, 270, 271

[73] Buharî, Şehadât/27, Ahkam/20, Hıyel/10; Müslim, Akziye/4; Ebu Davûd, Akziye/7; Tirmi-zî, Ahkam/11; Nesa´î, Kudât/13, 33; İbni Mâce, Ahkam/5; Muvatta´, Akziye/1; İbni Han-bel, VT/203. 290 aflfl son

bel, VI/203, 290, 308, 320

[74] Ebu Davûd, BuyûV3; Tinnizî, Buyû´/l; Nesa"î, Buyû´/2, Kuzât/11, Eşribe/50; îbni Mâce, Fiten/14; Dârimî, Mukaddime/20, BuyûVl; tbni Hanbel, IV/269, 270-271, 275.

[75] Ebu Davûd, BuyûV3; Tinnizî, Buyû´/l; Nesa"î, Buyû´/2, Kuzât/11, Eşribe/50; îbni Mâce, Fiten/14; Dârimî, Mukaddime/20, BuyûVl; tbni Hanbel, IV/269, 270-271, 275.

[76] Benzer hadisler için b. Buharî, Buyü´/3; Tinnizî, Kıyamet/60; tbni Hanbel, III/153

[77] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Bİrr/14,15; Tirmizî, Zühd/52; Dârimî, Buyû72; Ib-ni Hanbel, IV/182, 227, 228, V/251, 252, 256

[78] Bu manadaki hadisler için b. Müslim, Birr/14,15; Tirmizî, Zühd/52; Dârimî, Buyû72; B>-ni Hanbel, IV/182, 227, 228, V/251, 252, 256

[79] Buharî, Şehadât/6

[80] İbni Hanbel, 1/379.

[81] . Konuyla ilgili hadisler için b. Ebu Davûd, Et´ıme/47; Buharı, Zebaih/34, VuzûV67; Tirmi­zî, Et´ıme/8; Nesa´î, FerVlO.

[82] Ebu Davûd, Edeb/16; Tirmizî, Zühd/56; Dârimî. Et´ıme/23; İbni Hanbel, 111/38.

[83] Tirmizî, Zühd/11; İbni Mâce, Fiten/12; Muvatta´, Husnü´l-Huluk/3; İbni Hanbel, 1/301

[84] Ebu Davûd, Edeb/16; Tirmizî, Zühd/56; Dârimî, Et´ıme/23; İbni Hanbel, 111/38

[85] İbni Hanbel, IV/7, 8; Buharı, Şehadât/13; Ebu Davûd, Akziye/18; Nesa"î, Nikah/57.

[86] Benzer hadisler için b. Buharı, Buyu73, 100, Husûmât/6, Vasaya/4, Megazî/53, Feraiz/18, 28, Hudud/23, Ahkam/29; Müslim, Razâ´/36, 37; Ebu Davûd, Talak/34; Tirmizî, Ra2â´/8, Vasaya/5; Nesal, Talak/48, 49, 84; İbni Mâce, Nikah/59, Vasaya/6; Dârimî, Nikah/41, Fe-raiz/45; Muvatta´, Akziye/20; îbni Hanbel, 1/25, 59, 65, 69, 104,11/179, 207,239, 280, 386, 409, 466, 475, 492, IV/186, 187, 238, 239, V/267, 326, VI/37, 129, 200, 226, 237.

[87] Tinnirf, Zühd/47; tbni Hanbel, IV/132.

[88] Tinnizî, Zühd/20; İbni Hanbel, 1/377, 426, 443

[89] Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), İz Yayıncılık: 4/420-455.